8 Ocak 2018 Pazartesi

Söyle bakalım Diyanet: 1603 TL ile nasıl yaşanacak? - İLKER BELEK

Başımızda her konuda laf eden basbayağı siyasi bir kurum var. Sünni inancına göre fetvalar veriyor, toplumu cemaatleştirmeye çalışıyor, laikliğe, sekülerizme düşman. Neredeyse nasıl yaşacağımızı kendisine danışmamız isteniyor.

Peki Diyanet en mühim konuda (yoksa öyle değil mi?), geçim meselesinde, hükümetin belirlediği ve az bulanlara Erdoğan’ın “işiniz var daha ne istiyorsunuz” manasında fırça kaydığı 1603 TL hakkında neden herhangi bir beyanatta bulunmuyor? 
Neden gelir eşitsizliğini, vergi adaletsizliğini, yolsuzlukları, yoksulluğu, işsizliği gündemine almıyor?

Yoksa bütün bunların hayatımız ve değerlerimiz üzerinde etkisi olmadığını mı düşünüyor?
Bir şeyler söylemesini bekliyoruz doğrusu. Olmaz, ortalık böyle boş bırakılmaz.
Örneğin 1603 TL ile 4 kişilik bir ailenin (hadi toleraslı davranalım tek çocuklu üç kişilik bir ailenin, ama böyle de olmuyor kadının en az üç çocuk yapması gerektiğini yine kendileri buyuruyor, neyse böyle çıkılmaz bu işin içinden, uzatmayalım) nasıl geçinebileceğine ilişkin bir İslami reçete sunabilir topluma.

Hatta bir de işin uzmanlarından destek alarak 1603 TL’nin sağlıklı beslenme rejimi uygulayabilmek açısından daha elverişli olduğu konusunda hutbe bile okutabilir. Fazla paranın insanı nasıl yoldan çıkaracağını, maazallah sigara, içki gibi zararlara sarmaya nasıl yol açacağını, damarların tıkanmaması için zaten et tüketmemek gerektiğini, azın nefsi terbiye etmek konusunda ne tür faydalarının bulunduğunu ballandıra ballandıra anlattırabilir imamlarına.

O sırada camilerin bütün hoparlörleri sonuna kadar açılabilir, cümle alem, camilerden mahrum kadınlar da dahil, bu bilgi hazinesinden sonuna kadar yararlandırılabilir: “Çünkü malını saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir.” (İsra suresi/27) 1603 TL saçıp savurmaya zinhar yetmeyeceği için dinen vaciptir denilebilir.

Ama zor değil mi? 
1603 konusu işçi sınıfının AKP’li katmanlarında bile rahatsızlıkla karşılandı. Şirketlerin karlarını en az yarı yarıya artırdıkları, taşeron firmaların işçi başına ortalama %30’u cebe attıkları bir ortamda Diyanet 1603’ü, ister lakin, nasıl aklasın? Ekonomi her şeyin sınırını çiziyor.
Öte yandan işin başka bir boyutu daha var.
Bu konuda Kuran’da referans oluşturabilecek herhangi bir ayet de yok. Yok çünkü, o dönemde işçi yok, patron yok, yalnızca kölelik var ve köleci düzende asgarisinden bile ücret yok.

Oysa Diyanet’in amacı Kuran hükümlerini toplumun üzerine giydirmek. Çünkü bir siyasetin iktidarını sağlamlaştırabilmesi için, bir ideolojiye sahip olması ve onunla toplumu şekillendirebilmesi gerekir. Kadın ve cinsellik konuları bu bakımdan çok önemli.
AKP’nin ideolojisi İslam ve toplumun İslam’la yoğrulabilmesi açısından da kadın ve cinselliğin dini bir kalıba sokulması gerekiyor. Kuran’a dayanarak, endüstrileşmenin, kapitalizmin ve işçi sınıfı mücadelesinin geriletmiş olduğu ataerkini günümüzde yeniden inşa etmeye çabalıyorlar.

İslami kuralların kabul ettirilmesinin önemli bir yolu halk sınıflarının yoksullaştırılarak diz çöktürülmesi ve dünya ile ilişkisinin kesilmesi. Asgari ücret ve işsizlik işte böylesi bir terbiyeye yarıyor. Hal böyleyken Diyanet bu topa girer mi?

Ama tehlikeli sularda yüzüyorlar. Yoksulluğun terbiye edici etkisiyle, toplumsal patlamalara yol açıcı etkisi iki yüzü keskin bıçak gibi çünkü.

Dinci bir toplum yaratmak için iktidara geldiler ve tam olarak başaramadılar. Frene bassalar birikmiş tepki kendisini koy verecek, gaza bassalar tepki kendisini ilk uygun zamanda bırakmak üzere daha da birikecek.

İslam ideolojisi ellerine ayaklarına dolaşıyor. İslam’da günümüz toplumlarına, insanına rehberlik edecek hiçbir şey bulunmuyor.

Düşünsenize, köleci dönemde hayvancılıkla geçinen Bedevileri bir arada tutmak üzere yola koyulmuş bir düşünce sisteminden söz ediyoruz. Kuran’da kölelikle, cariyelikle, çok eşlilikle, zenginlikle ilgili hükümler var ve bütün bunlar eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri düzenleyecek, koruyup, kollayacak biçimde var.

Asgari ücret konusundaki sessizliğin nedeni işte bu zemin. Ne diyebilirler ki, “tasarruflu kullanın, şeytanlaşmayın”dan başka?

Tasarruf değil hakkımız için mücadele edeceğiz, bu insanlık dışı kapitalist düzeni yıkacağız.

İlker Belek / SOL

Özkök zehirlenmesi, Ferhangi panzehirler - Mehmet Kuzulugil

Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan’ın yazılarını okudum, arka arkaya, bugün. Pazar yazıları!

Kesinlikle bu konuda bir kamu spotu hazırlanmalı. Yurttaşlar uyarılmalı.
100 katlı bir gökdelenin hızlı asansörüyle 3-5 saniyede 105 kat inmiş gibi oldum. Eksi beşinci katta asansörün yanına mutlaka tuvalet konulmalı böyle binalarda.
Ahmet Hakan, milli ve ortak değerlerimizi yazmış. Kemal Sunal’ı, Münir Özkul’u, Yaşar Kemal’i, Mahzuni Şerif'i; Orhan Gencebay’la kirletmiş. Recep İvedik’i unutmuş. Onu da Ertuğrul Özkök hatırlamış. “Cem Yılmaz müthiş ama Şahan da ayrı bir kulvarda müthiş” buyurmuş.
Özkök, varsayımsal oğlu ile varsayımsalCell ile konuşan Nuh (v.) meseli ile gırgır da geçmiş. “4G ile mi konuşmuş 4.5G ile mi” diye sormuş. Özkök gerçekten adının hakkını veriyor. Ancak Ertuğrul Özkök’ün yapabileceği şeyleri sektirmeden yaparak… Çukurun diplerinde kıvranan memleketin halini gırgıra alırken bile, iletişim çağının ihtişamına göndermelerden vazgeçmiyor.
Ve yazısının bu bölümünü şöyle bitirmiş: Arkadaşlar şaka bir yana… Artık okullarımızda ders veren ulemanın durumu budur.
Şaşırtıcı değil mi? İyimser inekliğin, çok bilmiş peygamberi, alçaklığın yüksek IQ’lu, çok birikimli ordinaryüsü “güleriz ağlanacak halimize” tadında bir tur attıktan sonra “düşünün artık memleketin hali budur” diyerek bitirivermiş bu faslı.
Ve aynı köşede, “Ferhan Şensoy’a katılmoorum” diye buyuruvermiş.
Katılmadığı cümle şu:
“Münir Abi kavuğu devrederken ille de birine vermek zorunda değilsin...
Vereceksen, halkın sevdiği saydığı muhalif bir sanatçıya vereceksin dedi. Öyle bir sanatçı yok.”
Katılmamış, çünkü Özkök’e göre durum bu değil.
“Ben de diyorum ki var...” diye noktalamış değerlendirmesini.
“Benim kadar iyimser olmak için düzenli Avrupa gezilerine, Fransız şarabına ihtiyacınız yok. Siz de delik cebinizle iyimserliğin yollarını bulabilirsiniz fakirler” diyesi Özkök, anlamamış Ferhan Şensoy’u!

Bence de Ferhan Şensoy haklı. Ve söyledikleri muhalif sanatçılara bir haksızlık değil.
Çünkü öyle bir ülke yok! Öyle bir ülke yoksa, öyle bir sanatçı da yok.
Varsayımsal peygamberlerini, yok sayılmış baz istasyonlarının cep telefonları ile konuşturan televizyon kanallarına “hadi ordan” diyen bir ülkede öyle “bir değil bir çok” sanatçının olduğunu göreceğiz elbette. Ama durum o değil. Özkök, bunu da afedersiniz eşşek gibi biliyor. Ama o bir iblis. Bildiğini belli etmeden yapamayacak kadar kibirli bir bilmezden gelme üstadı.

Bence Ferhan ağabey memlekete "öyleyse böyle" diyerek, halka ve pisliğinin üstüne oturan bir aydın topluluğuna bazı şeyleri hatırlatarak çok iyi ediyor.

Mehmet Kuzulugil / SOL

Bu daha başlangıç! - TAYFUN ATAY

Ömrümün neredeyse 40 yılı üniversitede geçti. Ama bunun son 20 yılını “akademya” yanında medyada da bir teşrik-i mesai içerisinde sürdürdüm. 
Çünkü kabıma sığamadım! Zaten zaman-mekânda tüm çeşitliliğiyle insana ve kültüre bakan antropoloji bünyesinde ta en baştan hayatı üniversiteye taşıma esasıyla hareket etmekteydim. Bu yetmedi, üniversiteyi de hayata taşıma arzusu, tutkusu, aşkıyla yandım tutuştum.
 
Medya, daha doğrusu yazılı basın, buna karşılık bulma yolunda uygun mecra oldu. 
Doktora sonrası Londra’dan döndüğümde sıcağı sıcağına ilk yazım, 90’lı yıllarda kendince bir iz bıraktığı söylenebilecek Yeni Yüzyıl’da çıkmıştı (19 Şubat 1995). Başlık şu: “Kimlerin temsil ettiği İslam? Hangi İslam?” 
Heyhat, gel de efkârlanma! Şimdi ortalıkta “gerçek İslam olur mu olmaz mı” tartışmasına soyunan kimilerinin daha gencecik İslamcı oldukları günlerde yazmışım, “gerçek İslam” hikâyedir diye!.. Biraz, “erken öten horoz” misali!.. 

Sonra başka gazetelerde de yazdım ama daha disiplinli “gazetecilik” kulvarına girmem, Can Dündar’ın tavassutuyla olmuştur. Çocukluk arkadaşım, mahalle arkadaşım, okul ve de sınıf arkadaşım Can’la beraberliğimiz onlarca yıl hep bir akademik-medyatik etkileşim boyutuna sahip oldu. 
İlginçtir, bunun ilk adımı görsel medyaydı: 1999-2000 arası NTV’de her ay bir bölümü yayınlanan 11 bölümlük, yani bir yıl süren “4. Nesil” belgesel çalışması. Rahmetli hocamız Prof. Ünsal Oskay’ın varlığıyla, tam da başta söylediğim gibi, üniversiteyi medya dolayımıyla hayata, topluma getirmeye çalıştığımız bir gündelik hayat ve kültürel değişme belgeseli... Can’ın Ankara’daki çalışma bürosu, adeta derslik gibiydi o bir yıl boyunca. 

Gazete yazarlığına geçişimse yine Can’la birlikte Milliyet bünyesinde çıkardığımız Pazar eki “Popüler Kültür”le oldu. Bir sezon çıktı her hafta, efsane bir kadro ile: Ünsal Oskay, Melis Alphan (o zaman Çelebi), Can KozanoğluMurat BelgeAhmet TulgarÖmer Özgüner sıralanabilir. 
Kısa ömürlü oldu, ayrı konu, ama ne zaman Can’la konuşsak, geleceğe analarımızın ak sütü gibi helâl, son derece saygın bir iş bıraktık mı bıraktık diye konuşuruz. 

Sonrasında BirGün, T24, Radikal ve şimdi de Cumhuriyet oldu ama o ilk “Popüler Kültür” eki üzerinden çalındı benim mayam şu bizim medya gölüne!.. 
İşte o deneyim ve birikim doğrultusunda Cumhuriyet benden 2018’de bir nefes sıhhat, bir yudum umut kabilinden bir Pazar eki için kolları sıvamamı istedi. 

İktidarın, Nâzım’ın dizesini hatırlatırcasına ama tek farkla, sönmüş değil, “aktif” bir yanardağ ağzı gibi korkunç şekilde üzerimize geldiği bir dönemde istedi bunu benden… 

Ben de tam bu minval üzere seve seve kabul ettim. 

Türkiye’nin kul hakkı yemeyen, “İyi, doğru, güzel” insanlarının, onların arasında olan okurlarımızın hatırına kabul ettim. 
Bu memleketin hâlâ bize de ait olduğunu vurgulama yolunda kabul ettim. 
En önemlisi, bu gazetenin hepimiz adına iktidarın gadrine en çok, en çıplak, doğrudan ve fiziken uğrayanlarına, “zindanı bal eylemiş” cesur yüreklerimize bir borç sayarak kabul ettim!.. 
Yapmaya çalışacağımız bellidir: Bir “gündelik hayat sosyolojisi”ni anlaşılır dille popüler ilgiye açma muradındayız. 
Ünsal Hoca’mızın ağzından da hiç düşmemiş, Adorno’nun sözü, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz”dan yürüyüp, yanlış hayata hiç olmazsa “panzehir” üretebilme arzusundayız. 

Sözlü kültürden görsel kültüre sıçramanın psiko-sosyal sorunlarıyla malûl insanlarımıza, ne sözlü (folk) kültürü hiçe sayarak, ne de görsel kültürü küçümseyip reddederek, yazılı kültür aşısıyla bağışıklık kazandırma derdindeyiz!.. 

İlk sayıda arkamızda muazzam bir “kale”nin desteğini bulduk: Zülfü Abi (Livaneli); sevgili hocam Prof. Bekir Onur; kardeşlerim Mirgün (Cabas), Mine (Söğüt) ve “Ahmedo Bra” (Tulgar); dostum Barbaros Şansal; Can Dündar gibi bir kadim dostum, mazim, Prof. Bülent Vardar; akademik patikada kalplerimiz buluşmuş Prof. Osman Elbek; “Ünsal Hoca-kardeşliği”nden Dr. Göksel Aymaz; heyecan verici bir mutluluk olarak ikisi de üniversiteden öğrencim, Süreyya Su ve Ahu Somay“şeker gibi” kalemleriyle Hilal Bebek ve Müjde Yazıcı Ergin; nihayet sanatlarıyla gözümüzü- gönlümüzü, zihnimizi açan Şenol Bezci ve Murat Bergi… 
Sağ olsunlar!.. 
Ama bu iş yine de bir muhteşem “sacayağı” olmasaydı hayata geçemezdi. 
Öncelikle görsel yönetmenimiz, “paratoner”im, sükûnetim Ulaş Eryavuz… 
En gencimiz, canım, heyecanım, “atar-damar”ım Gürer Mut… 
Ve yazıyla görselin aşkla buluşmasının Ulaş gibi bir diğer mimarı, beceri ve uyum abidem İlknur Filiz… Üçü de iyi ki var ve benimle!.. 

Tabii, “Azıcık aşım kaygısız başım” nev’inden bir stratejiyle harıl harıl yürüttüğümüz çalışmada bize ferah bir ortam, her türlü imkân ve özerklik sağlayan, anlayış da gösteren gazete yönetimine de şükran borcumuz büyük. 
Eksiğimiz, kusurumuz, yetersizliğimiz yok mu, var. 
Ama şurası kesin, bunları giderecek yetkinliğimiz de var. 

Bu inanç ve güvenle, “Gezi Ruhu”na selâm çakarak, hatta o itibarsızlaştırma hedefli ifade, “Gezi-zekâlı”lığı da muhabbetle sahiplenerek diyoruz ki: 


Bu daha başlangıç! 


Mücadeleye devam!..

Tayfun Atay / Cumhuriyet Pazar

7 Ocak 2018 Pazar

Efendiler! Eşekler susabilirler - FATİH YAŞLI

2018 yılında Türkiye’de 9 yaşındaki kız çocuklarının evlendirilmesine dair bir tartışma yürütüyoruz ve bu neresinden bakarsanız rezillik. Rezillik ama şunun farkında olmak gerekiyor: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sitesinde yer alan ifadeler ne münferit ne de istisnai, inşa edilmek istenen rejimin, iktidarın kafasındaki Türkiye tahayyülünün yansımalarından biri.

Son on beş yılda Diyanet İşleri Başkanlığı Fransız filozof Louis Althusser’in “devletin ideolojik aygıtları” dediği aygıtların en önemlilerinden biri haline geldi. Devasa bütçesi ve devasa kadrosuyla dinsel ideolojinin toplumun kılcal damarlarına zerk edilmesi Diyanet üzerinden yürütüldü. Eğer günümüz Türkiye’sinde zor aygıtının büyümesini “polis” figürü temsil ediyorsa, rıza aygıtını da “imam” figürü temsil ediyor, inşa edilmekte olan rejim “imam-polis” ikilisi üzerinde yükseliyor.
Türkiye’deki rejim değişikliği sürecine ve Diyanet’in değişen işlevine paralel bir şekilde Diyanet’ten verilen fetvalar ve yapılan açıklamalar da hem arttı hem kamuoyunun gündemine daha sık gelmeye başladı. Kız çocuklarının 9, erkek çocuklarının 12 yaşında evlenebileceklerine dair Diyanet’in internet sitesinde yer alan açıklama ise kamuoyunda büyük bir infial yarattı ve hemen geri adım atıldı, açıklama sayfadan kaldırıldı, durumu düzeltmek için ardı ardına açıklamalar yapıldı.

Oysa az önce belirttiğim üzere bu hadise münferit ya da istisnai değil, bilakis “zamanın ruhu”nun doğrudan bir yansımasıydı. Hafızası zayıf bir toplum olduğumuza göre hemen hatırlatalım. Daha bundan birkaç ay önce kamuoyunda “tecavüz yasası” diye adlandırılan ve çocuk istismarına af getirerek kız çocuklarının evlendirilmesini teşvik eden bir yasa Meclis’e sunulmamış mıydı? Eğer yine başta kadın örgütleri olmak üzere kamuoyunun tepkisi olmasa bu yasa çıkarılmayacak mıydı?

4+4+4 uygulamasıyla birlikte sekiz yıllık kesintisiz eğitimden vazgeçilmesiyle birlikte kız çocuklarının okula gitme oranının düşmesinin ve böylelikle kız çocuklarının hem eve kapatılmasının hem de evlendirilmesinin önü açılmadı mı? Eğitim Sen raporları bu durumu bütün çıplaklığıyla ortaya koymuyor mu?

Aladağ’daki yurtta, Konya’daki Kuran kursunda yanarak ölen kız çocukları, Ensar evlerinde tecavüze uğrayan erkek çocukları, dinci gericiliğin çocuklara yönelik şiddetli saldırısının en trajik sonuçlarını gözlerimizin önüne sermedi mi? Çocuklara yönelik taciz ve tecavüzler çoğu zaman cezasızlıkla ya da cezasızlık anlamına gelecek ufak tefek cezalarla geçiştirilmiyor mu? Muhafazakârlığın ikiyüzlü ahlak anlayışı çoğu zaman olan bitenin üzerine derin bir sessizliği örtmüyor mu?

Bu şiddetin başka bir yansıması küçücük çocuklara namaz kıldırılması, kapanma partileri yapılması, darbe ve idam piyeslerinde oynatılmaları, zihinlerinin ve beyinlerinin iğdiş edilmesi, daha o yaştan itibaren yıllara yayılacak bir aptallaştırma siyasetinin nesnesi yapılmak istenmeleri değil mi?

Hep diyoruz ya, “her şey her şeyle ilişkili” diye, 4+4+4’den çocuk tecavüzlerine, “çocuk gelin”likten dinci gericiliğin ikiyüzlü ahlak anlayışına, müfredattan Meclis’ten çıkarılmak istenen yasalara uzanan yollar var ve hepsi bir bütünün parçaları, hepsi topluma giydirilmek istenen deli gömleğinin yansımaları.

Peki, 15 yılı geride bırakmışken toplum bu gömleği giyiyor mu, Türkiye dinciliğin çuvalına sığıyor mu? Evet, bir yandan fethedilmiş bir devlet aygıtı, devre dışı bırakılmış bir Meclis, basiretsiz bir muhalefet, ele geçirilmiş, susturulmuş bir basın ve yorgunluğa, yılgınlığa sürüklenip sessizliğe gömülmüş bir toplum var. Ancak öte yandan pasif bir şekilde olsa da kapsanmamakta, iktidarın projelerinin bir parçası haline gelmemekte, fırsatını bulduğunda iktidarın zihniyetine teslim olmayacağını göstermekte direnen ve üstelik ülkenin omurgasını oluşturan bir toplam var.

Dahası iktidarın doğrudan hedef kitlesini oluşturanlar bile bu projelerin bir parçası olmaya kendilerince direniyor, Milli Eğitim Bakanlığı’nın cuma günü yaptığı açıklamaya göre imam-hatip liselerinin % 69’u boş kalmış durumda. Yani çocuklarını özel okullara gönderemeyen toplumun en yoksul kesimleri bile imam-hatipleri tercih etmiyor, çünkü çocuğu okusun, öğretmen, doktor, mühendis olsun istiyor, çünkü hiç olmazsa çocuğu yoksulluktan kurtulsun istiyor.

Ece Ayhan “Açık Atlas” adlı şiirinde şöyle diyordu: 
Efendiler! Eşekler susabilirler/ 
Ne yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?” 

Elbette ki gülecekler, Türkiye toplumu suskunluğunu üzerinden atıp, giymek istemediği deli gömleğini yırtıp attığında, çocukların güleceği günler gelecek. Buna inanın, buna inanalım.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Buyrun bu gelenekten yakın! - Mine G. Kırıkkanat

Orada, gitmesek de görmesek de yeryüzünün en kalabalık ikinci ülkesi Hindistan’ın kuzeydoğusunda küçücük bir yurt var ki…
Ne kadar uzak ve küçük olursa olsun, dünyanın eril düzenini tepetaklak eden o yurt dişil olup, bizdendir hemşirelerim!

Khasis halkının yaşadığı Meghalaya eyaleti, aslında 3 milyon nüfusuyla pek de küçük sayılmaz. Fakat Tibet, Bangladeş ve son zamanlarda ehli Müslim muktedirlerimizin rikkatine mazhar olan Myanmar’a sınırı olan Meghalaya’nın üç milyoncuk halkı, Hindistan’ın 1 milyar 400 milyonluk insan okyanusunda elbette üç damla sayılıyor. Üstelik Khasis’ler, yaşadıkları vilayet nüfusunun sadece üçte birini oluşturuyor.
Ama ister okyanusta damla olsunlar, ister simsiyah bir gecenin ortasındaki ateşböceği; Hindistan’daki o bir avuç Khasis, tıpkı yeryüzünün trilyon yıllık tarihine ışık tutan bir dinozor kıkırdağı ya da böcek fosili gibi; insanlığın en eski toplumsallaşma biçimi “anaerkil” yapısıyla, çok da uzun olmayan antropolojik tarihimizi hem de “canlı yayın”la aydınlatıyor!
Meghalaya eyaletinin üçte bir ucunda özerk bir yönetim kurmuşlar, binlerce yıllık geleneklerini sürdüren yasalara uyuyorlar.

***

Bu yasalara göre erkekler, Khasis toplumunda bacağını kırıp evde oturması gereken “cinsi latif.” Ya da Batılı jargonuyla aklı kısa “zayıf cinsiyeti” oluşturuyorlar.
Doğan çocuklar babanın değil, ananın soyadını alıyor. Miras hakkı, ailenin en küçük kızına ait. Ailenin kız çocuğu yoksa, en yakın akrabanın en küçük kızına kalıyor. Damatların hepsi içgüveyi! Evlenen erkek, kaynanasının evine taşınıyor. Arabayı evin hanımı kullanıyor. İşyerinin patronu hanım. Zaten evin de patronu hanım. Çünkü ekmeği getiren hanım.
Kafayı kim çekiyor, evin hanımı kocasını sofraya oturtuyor mu, öğrenemedim.
Size aktardığım bu bilgileri saygın araştırmacı ve antropologların kaleminden TV5Monde’un en çok okunan haber sitesi Dünyalı Kadınlar/Terriennes’de yayımlayan gazeteci arkadaşım Sylvie Braibant’a sordum, o da bilemedi. Üstelik şaşırıp, “Bak bu hiç aklıma gelmedi!” dedi.
Gelmez tabii, ne de olsa Fransız. Erkek egemenliği sürse de kadının oturmadığı sofra, içkiye ve yemeğe eşlik etmediği olmaz ki Fransa’da…

***

Şaka bir yana, TV5Monde’da yazıişleri müdürü ve hukukçu kimliğiyle de gazeteciler sendikası sözcüsü olan Sylvie Braibant; Fransa’da en güvendiğim gazeteci ve tanıdığım en sağlam feministtir.
Terriennes sitesinin haberine göre, kadına şiddette Türkiye’den geri kalmayan Hindistan’ın kalabalığında toplu iğne ucu sayılacak Khasis toplumunda, dünya düzeni tersine işliyor. Aileler erkek değil, kız çocuk istiyor. Tanrılara kız çocuk versin diye adaklar sunuluyor. Hastanelerde kızların doğumu sevinç çığlıklarıyla, erkeklerinki sessizlikle karşılanıyor.
Zaten ezilen erkekler arasında da örgütlenme başlamış. Syngkhong Rympei Thymai (STR) adını alan eril dernek, “Erkek doğuştan reistir. Kadın erkeğe yardım eder, erkek de kadını korumakla yükümlüdür” şiarıyla Khasis toplumunu “çağdaş evrensel” eğilime göre yapılandırmayı amaçlıyor. Şimdilik 1000 üyesi var, onlar da hanım korkusundan sahte isimlerle yazılmışlar derneğe, ama yazılmışlar…
Kadınları ezen koca bir dünyanın tersine dönen minicik Khasis uygarlığı, çok sevgili arkadaşım Sylvie Braibant kadar benim yüreğimi de soğutuyor mu? Evet. Ama Khasis’lerin tutumunu onaylamak mümkün mü? 
Hayır!

***

Çocuklarımıza, torunlarımıza daha yaşanır bir dünya ve acı çekmeyecekleri, ezilmeyecekleri; gerek zihniyeti, gerekse toprakları zehirlenmemiş bir yurt bırakmak isteyen bizler; doğumlarda kız çocukları için de erkek çocukları için de sevinç çığlıkları atılmasını isteriz.
Amacımız, davamız ve ülkümüz, kadınlarla erkeklerin yasalar önünde, daha da önemlisi zihinlerde eşit olmasıdır!
Cinsiyet ayrımcılığına, cinsel tercih ayrımcılığına, kadına, çocuğa şiddete ve tecavüze karşıdır kavgamız. Toplumsal ahlaka ve ortak çıkarlara zarar vermeyen herkesi bağrımıza basarız.
Bu yazıyı, Türkiye’nin en işe yaramaz ve pahalıya patlayan kurumu Diyanet’in, 9 yaşındaki kızların evlendirilebileceğine dair tebliğini sitesinden kaldırdığı günün ertesi Fransa’yı ziyaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’nın “ABTürkiye’yi niçin oyaladığının gerekçesini açıklayamıyor” sözleri üzerine yazmayı gerekli buldum.
Sorun salt Türkiye’nin hukuk devleti olmaktan çıkması, gazetecilerin ve binlerce insanın pek de gerekçeye gerek duymadan zindanlarda süründürülmesi değil…
Ülkemizde zihinler hükümlü.
Ey muktedir! Yönettiğin ülkede devlet dine abandıkça eşitsizlik, ahlaksızlık ve vahşet artıyor, farkında mısın?

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

‘Fetöloji’ Paris’te geçer akçe değil - ALİ SİRMEN

Bir zamanlar kimilerinin “gomonist” diye telaffuz ettiği “komünist” vardı. Bütün kötülüklerin nedeni, ayıpların en büyüğü, suçların en ağırı, günahların en koyusu, suçlamaların en korkutucusu, damgaların en silinmeziydi. Komünist suçlaması her yerde geçerliydi. Hakem takımı aleyhine penaltı mı çaldı? 
Taraftar tribünden bağırarak hemen damgayı vururdu: 
- Ulan gomonist haakem, ben senin!...
Zaman içinde “komünist”in yerini, onun kadar her olayda kullanılmaya elverişli olan “anarşist” aldı, o da bayrağı daha sonra “terörist”e devretti. 
Şimdi moda kavram “FETÖ’cü”dür. 
İktidara biat etmemekte direnen, hakkını savunmaya kalkan, özgürlüklerden yana 
tavır koyan, muhalif olan, solcu olan herkese kolayca yapıştırılan bir etikettir FETÖ’cülük. 
FETÖ’cülükle suçlandınız mı, OHAL KHK’siyle işinizden atılırsınız, malınız, mülkünüz müsadere edilebilir, dahası bağımsız yargımız durumdan vazife çıkararak, hakkınızda Fethullahçı terör örgütüne üye olmamakla birlikte yardımla suçlayan bir iddianame ile dava açar, hemen tutuklanır, içeri tıkılırsınız. 
Kimlerin FETÖ’cü olduğunu saptayacak, FETÖ’cüleri bulup ortaya çıkarma tekniklerini öğretecek, FETÖ’cülükten arındırma yöntemlerini öğreten, “Fetöloji” tabir edilen yeni bir disiplin çıkmıştır artık. “Fetöloji”, demagojiyle eşanlamlı bir kavram haline gelmiştir.

***
Artık siyaset sahnemizde, demagoglarla, Fetöloglar, kol kola at oynatmaktadırlar. 
Her eleştiri her çıkış karşısında yanıt hazırdır: 
- FETÖ ağzı kullanma! FETÖ’cülük yapma! 
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da son olarak Paris’te Fransız Cumhurbaşkanı Emanuel Macron ile yaptığı görüşmenin ardından düzenlenen basın toplantısında, kendisine, Suriye’de savaşan Selefi gruplara TIR’larla silah gönderdiği için pişman olup olmadığı konusunda soru soran, Fransız gazeteci Laurant Richard’a yanıt olarak, “FETÖ ağzıyla konuşmamayı lütfen öğrenin!” yanıtını vermiştir.
Bu konuşma bir Türk gazetecisiyle Tayyip Erdoğan arasında cereyan etmiş olsaydı, bağımsız yargımızın kimi bağımsız savcıları durumdan vazife çıkarırlar, hoşa gitmeyen bir karar vermesi halinde, bizzat kendisinin FETÖ’cülükle suçlanacağından korkan kimi yargıçlar da hemen gereğini yaparlardı. (Tabii bu söylediklerimizin, savcılar ile yargıçların tümü için geçerli olmadığını belirtmeye gerek bile yok.) 
Ama Paris’te “Fetöloji” geçer akçe değil. Bu tür suçlamalara kimse kulak asmadığı gibi, FETÖ savı geçerli bir mazeret olarak kabul de görmüyor. 
AKP iktidarının Suriye’deki, başta El Nusra olmak üzere radikal İslamcı terörist örgütlere MİT kamyonlarıyla, silah gönderdiğini haber yapanlar ve bu iddiayla ilgili bilgi verdiği ileri sürülenlerin ağır suçlamalarla içeri tıkılmaları da bir sonuç vermiyor.

***
Türkiye’nin Suriye’deki selefi terör örgütlerine yardım ettiği AKP iktidarının teröre yardım eden bir iktidar olduğu yalnız dünya basınında haber olmakla kalmıyor, aynı zamanda ABD’de Trump yönetimi tarafından da dile getiriliyor. 
Türkiye’nin Suriye iç savaşında teröre yardım eden bir taraf olduğu konusundaki yaygın kanı, ne yazık ki Washington’ın, PKK’nin uzantısı PYD – YPG’ye silah yardımı yapmasını haklı göstermesine gerekçe olarak sunulabiliyor. 
Dışarıda, Suriye iç savaşında taraf olmuş, teröre karşı mücadelede güvenilmez damgasını yemiş olan AKP iktidarının demokrasi, basın özgürlüğü ve insan hakları konusundaki kötü görüntüsü eklenince, AKP güdümündeki Türkiye’nin imaj erozyonu daha da artıyor. 
Sorun bu duruma çare bulmaktır ki bunun da yöntemi, bütün dünyada demagojiyle eşanlamlı olarak algılanan “Fetöloji” değildir. 
“Fetöloji”, bir zamanlar konvertibilitesini yitirmiş Türk Lirası gibi, ancak yurtiçinde bir anlam taşır, ama sınırlar dışında geçerli akçe olmayan, beş paralık değeri bulunmayan bir nafile yöntemdir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Macron: Biz ayrı gezegenlerdeniz! - Nilgün Cerrahoğlu

Fransa ve Türkiye devlet başkanlarının basın toplantısını izlerken, “Hey gidihey!” diye düşünmeden edemedim... 
Gözümün önüne 2000’lerin başında Avrupalı liderlerce pohpohlanan, el üstünde tutulan ve Brüksel dönüşünde ülkede “Avrupa fatihi” çığlıklarıyla karşılanan Erdoğan geldi... 
Aradan geçen 15 yılda Fransa’da “4” (yazıyla “dört”) başkan değişmişti: Chirac’ı Sarkozy, Sarkozy’yi Hollande, Hollande’ı yeni 40 yaşına basan Macron izledi.

Haliyle kuşak değişti. Lafı eğmeden konuşmayı ifade eden “politcally correct/siyaseten münasip” tarzına taviz vermeyen yeni, genç kuşağın temsilcisi Macron, dünya önünde “Elyssee kürsüsü”nden “Usta”ya bu defa ders verdi: 

“Demokrasiler terörle tabii mücadele edeceklerdi ama hukuk devletine saygılı olmalıydılar”... Bir “İfade özgürlüğü (alakart/seçmeli değil!) bölünmez, tam bir bütündü. Hukuk devleti birebir buydu.” 
Varan iki. 
“Fikirler şiddet çağrısı yapmıyorsa, yalnız fikirdi. Dolayısıyla özgürce ifade edilebilmeliydiler.” 
Varan üç.
“Devletlerin meşruiyeti yurttaşların (ifade edilen) haklarının korunmasından geçerdi.” 
Varan dört. 
“Türkiye-AB konusunda ikiyüzlük bırakılmalıydı. Özellikle son (OHAL’leşme) sürecinden sonra AB’de artık yeni başlık açmak söz konusu değildi. Hedef, Türkiye’yi (tümden yitirmemek için) onu Avrupa insan hakları konvasiyonundatutmak ve yakın işbirliği kurmak olmalıydı.” 
Varan beş. 
Roma mitolojisindeki “tanrıların efendisi”, “Jüpiter” lakabıyla bilinen Macron, uluslararası bir basın toplantısında böyle kapalı kapılar ardında söylenecek ne varsa tane tane faş etti.

Terörün bahçıvanları... 
“Jüpiter”in bu “Biz ayrı gezegenlerin tanrılarıyız!” efelenmesine Reis cepheden yanıt vermedi. Yerine çapraz bir hamleyle soru soran bir gazeteciyi “Terör ve teröristin bahçıvanları vardır” diye fırçaladı: “Bu bahçıvanlar düşünce adamı diye bakılanlardır. Gazetelerinin köşelerinden orayı sularlar.” 
Bundan açık bir “ayrı gezegenlerdeniz” manifestosu olabilir mi? 
Bu ne perhiz ne lahana turşusu diyebilirsiniz... İnsan evine davet ettiği bir misafire böyle bir protokolü layık görür mü? 
Orada durmak gerekiyor. Davet acaba Elyssee’den mi geldi? Yoksa Türkiye tarafından mı zorlandı? 
Fransız basınında da sorgulanan bu soruya somut yanıt yok. 
Dünya medyası önünde T.C. devleti başkanına demokrasi dersi vermekten kaçınmayan “Elyssee Sarayı”, bu basit soruyu şeffafça yanıtlamaktan kaçınıyor ve “no comment”le geçiştiriyor. Ama Çizme’nin Ortadoğu uzmanlarından gazeteci Alberto Negri -misal- davetin Ankara’nın iteklemesi ile gerçekleştiğini ima ediyor. Tanınmış gazeteci, buna dayanak olarak RTE’nin aylar öncesinde bir İtalyan çokuluslu şirketin CEO’suna bizzat otoriter bir tonda yaptığı “Bana Avrupa ile kanal aç!” telefonunu aktarıyor... 
Neden? 
Çünkü Türkiye uluslararası arenada artık yapayalnız. Ankara’nın yalnızlığı bu ziyarette, düşünce özgürlüğü ve insan hakları ihlalleriyle birlikte en çok konuşulan konulardan biri oldu. 
Türkiye’nin Avrupa kapısını tekrar “ilişkilerin nispeten en az kötü olduğu Paris aracılığıyla açmaya çalıştığı” ve Macron’un bir “anahtar rolü” oynadığı vurgulandı...

Uluslararası yalnızlık 
Almanlarla referandum dönemindeki yaşanan talihsiz “Nazi” atışmalarından sonra Berlin’le bu şansın kalmadığı, Paris’in önemli bir AB başkenti olarak biricik alternatif kaldığı belirtildi. Erdoğan’ın demokratik göstergelerin baş aşağı gittiği 2016 yazından beri Avrupa’da sade Varşova ve (bol atışmalı) Atina’da kabul edildiğinin altı çizildi. 
Erdoğan’ın şimdi bu zamanlama ile Avrupa ile yeniden şansını zorlamak istemesinin nedeni, gerçekte ABD ile ilişkilerin dibe vurması. Zarrab - Hakan davalarıyla Washington’la ilişkilerin dip yapmasının ardından RTE belli ki Batı’yı hepten yitirmek istemiyor. Fransa’da, Huffington Post’ta çıkan çarpıcı bir yorum bunu örneğin söylüyor. 
RTE beri yandan acil ve somut bir gereksinim duymasa, Macron’u “one minute” çıkışıyla frenlemez miydi? Oysa ki Jüpiter-Macron yerine, Elyssee’de şimşekleri çeken yalnız gazeteciler oldu... 
Neden? 
Burnundan kıl aldırmayan “asrın liderimiz” niye böyle netameli bir geziyi göze aldı? Sorulması gereken soru bu.
Ankara bunca mı çaresiz?

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

6 Ocak 2018 Cumartesi

İran isyanının üç anahtarı - Nilgün Cerrahoğlu

Tansiyonu düşmüş görünen İran isyanının üç katmanı var. 
İlki Ortadoğu’nun lideri olmak için yapılan hesapsız harcamalar, yolsuzluk ve ekonomik sıkıntılara başkaldıran halk ki, Cumhurbaşkanı Ruhani bunun “meşru sebepleri” olduğunu teslim ediyor. 
Protestoların ilk günlerinde İran Cumhurbaşkanı, “Halkın eleştiri ve protesto hakkı vardır” dedi, “ekonomi, yolsuzluk, şeffaflık konularında yöneltilen eleştirilerin” dayanaksız olmadığına dikkat çekti. 
Sen misin bu tehlikeli Pandora kutusunu açan? 
Jet hızıyla dini lider Hamaney piyasaya çıktı. Ruhani’yi vakit geçirmeden yalanlarcasına, “fitnenin sebebinin dış güçler olduğunu” söyledi. 
“Para, silah, siyaset ve istihbarat organlarını kullanarak” dış parmak İran’a nifak sokmuş, ülkeyi karıştırmıştı.
Biri diğerinin alternatifiymiş ve dış güçler sanki geçerli olan hoşnutsuzluktan yararlanmıyormuş gibi… 
Başta Trump dış güçlerin, Tahran’ın Ortadoğu’daki etkisini zayıflatmak amacıyla bu karışıklıktan çıkar sağlamak isteyeceği açık. Ama bu halkın, şikâyet mevzularını ortadan kaldırmıyor. 
Özetle dış ve iç katmanlar birer alternatif değil. Birbirlerine eklemleniyorlar.

Kan davası 
Ne ki “iç katman” sadece halkın şikâyet düzlemiyle sınırlı değil. 
Rejimin bir de içindeki iktidar mücadeleleri ve kan davaları var. Bizdeki AKP iktidarı ile FETÖ’cüler arasında açılan uçurum misali, İran’da da rejimin kendi içinde “açılımcılarla” “şahinler” arasında bir bilek güreşi var. 
Bilek güreşinin bir cephesini şahinlerin bilinen isimi eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad oluşturuyor. 
Diğer cephesinde reformcu Cumhurbaşkanı Ruhani bulunuyor… 
Gösterilerin bir taraftan da şimdi mayıstaki son seçimlerde Cumhurbaşkanlığı adaylığı engellenen Ahmedinejad’ın, reformculardan aldığı bir rövanş olduğu söyleniyor. 
Sokaklardaki halkın Ahmedinejad’ın oy kitlesi olduğuna dikkat çeken gözlemciler; Twitter’da Ruhani karşıtı paylaşımları ile gündeme gelen eski Cumhurbaşkanı’nın bu insanları maşa olarak kullandığını belirtiyor. 
Ahmedinejad böylelikle on yıl önceki “Yeşil İsyan”ın hıncını alıyor. Ahmedinejad şahinleri iktidardayken sonuçta reformcular sokaktaydı… 
Ruhani açılımcılarını şimdi hazmedemeyen eski Cumhurbaşkanı da bundan böyle şahinleri sokağa döküyor. 
Rejimin iç savaşları da bu boyutla protestoların 3. katmanını oluşturuyor.

Pasdaran için ‘Allah’ın lütfu’ 
Pasdaran (Devrim Muhafızları) ordusunun komutanı General MuhammedCaferi önceki gün nitekim isim vermeden Ahmedinejad’ı işaret etti, gösterilerin ardında “eski yetkili” diye tanımladığı Ahmedinejad’ın internet bağlantılarının bulunduğunu söyledi. Sonunda gösterilerin bastırıldığını ilan ederken, “olaylar bu kişiyle bağlantılı sitelerin çağrısıyla çıktı” dedi; bu bağlantının kesinleşmesi durumunda “kişiyle(!) ilgili gereken işlemlerin yapılacağını” bildirdi. 
Ahmedinejad bu gidişle “İran’ın FETÖ’sü” olmaya namzet. 
Caferi’nin çıkışı sade Ahmedinejad’a gözdağı olarak kalmıyor, aynı zamanda bizzat Ahmedinejad’ın düşmanı konumundaki Ruhani’ye de meydan okuma sayılıyor.
Eskisi denli faal olmayan “Devrim Muhafızları”, “gösterileri bastırmak” bahanesiyle böylelikle yeniden arenaya dönüyor. 
Pasdaran için gösteriler özetle “Allah’ın lütfu.” 
Bir taşla iki kuş.. 
Şahinler, ön planda “yolsuzlukla özdeşleşen” Ahmedinejad safrasını da atarak tekrar İran’a hâkim pozisyona yükseliyorlar. 
Tablonun bir numaralı kaybedeni “reformcu” Ruhani… 
Ruhani nükleer anlaşmayla reformcuların beklentilerini karşılayamazken hem “ne halk protestosu? Bu dış mihrakın oyunu” diye olaya müdahil olan “dini lider” Hamaney, hem de “Konu bitmiştir arkadaşlar. Dağılın. Biz meseleye el koyduk!” çalımını atan Pasdaran takımından gol yiyor. 
Dünya “İran’da yeniden devrim olur mu”yu tartışadursun, sonuçta Tahran’da adeta Ruhani’ye karşı darbe yapıldı.
 
2017 Mayısı’ndaki seçimden zaferle çıkan Ruhani, birkaç günde topal ördek oldu. 
Ortadoğu’da halkların sokağa çıkması borazancıbaşının değişmesinden başka işe yaramıyor. 
Filler tepişirken çimenler ezilir lafı… sanki bu coğrafya için söylenmiş.


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Türkiye İran olur mu?’ - ALİ SİRMEN

İran’da patlak veren iktidar karşıtı gösteriler dünyada heyecan uyandırırken, ülkeyi tanıyanlar sağlıklı bir yorum için iktidar yanlısı güçlerin tepkisinin beklenmesi gerektiğini vurguluyorlardı. 
Sonunda, beklenen oldu. İktidar yanlıları da sokağa indiler ve olaylar ivmesini yitirdi. 
İran Devrim Muhafızları Komutanı Tümgeneral Muhammed Ali Caferi önceki gün açıkladı: 
- Fitne bitmiştir! 
Gösteriler Devrim Muhafızları’nın daha da ileri gitmelerine gerek kalmadan, sokağa dökülenlerin yenilgisiyle sonuçlanmış, 2009’da yaşananların benzeri bir kez daha tekrarlanmıştır. 

2009’da sandığa hile karıştırdığı gerekçesiyle patlak veren gösterilerde de Ahmedinejad’ı kurtaran yine sokağı gaddarca bastıran Devrim Muhafızları olmuştu. Bunda çok şaşılacak bir yan da yoktu. Kendi de Devrim Muhafızı kökenli olan Ahmedinejad’ın kabinesinin üçte ikisi yine Devrim Muhafızları mensuplarından oluşmaktaydı.
***

İçinde sandık olmakla birlikte, özgürlük ve demokrasiye yer olmayan dini liderlik makamının, her alanda son söze sahip olduğu cüppelli vesayet rejimi İran “mollarşi” düzenini, sistemin vurucu gücü ve güvencesi olan Devrim Muhafızları ile onun alt kolu gençlik örgütü Besiç’i kavramadan tam olarak anlamak mümkün değildir. 
Doğrudan doğruya dini liderliğe bağlı olan Devrim Muhafızları ve alt kolu gençlik örgütü olan Besiç, Ayetullah Humeyni tarafından Kasım 1979’da kurulmuştur.
Devrim Muhafızları ve Besiç, yalnız gönüllülük ilkesine dayalı bir milis gücü olmakla kalmayıp aynı zamanda siyasal ve ekonomik bir güçtür. 
Bunlar ilke olarak ücret almazlar, sistem gönüllülük esasına dayalıdır. Ama gerçekte “ödül” alırlar, Besiçler üniversiteye girmekte önceliğe sahiptirler, iş yaşamlarında devletin kredi olanaklarından yararlanırlar, kamuda işe alınmada ihalelerde öncelikleri vardır. 
Nitekim, Pars doğalgaz alanlarının geliştirilmesi için açılan 2 milyar dolarlık ihaleyi Devrim Muhafızları’nın bir şirketi almıştı. 
Devrim Muhafızları’nın şirketi olan Hatem el Enbiya, inşaat, altyapı ve enerji dallarında, önemli 750 ihaleyi almayı başarmıştır. 
Son gösterileri tetikleyen nedenlerden biri olarak da, Devrim Muhafızları’na tanınan ekonomik ayrıcalıkların ve kaynakların öncelikle bunlara tahsis edilmesinin halkta doğurduğu tepkiler gösterilmiştir. 
Devrim Muhafızları’nın gençlik örgütü, alt kolu Besiç’e üye olmak için yedi yaşına gelmiş olmak yetmektedir. Her meslek grubunun, her branşın kendi içinde Besiç örgütleri mevcuttur.
***

Sokaklarda devriye gezen, gelip geçenlerin davranışlarını, kadınların kılık kıyafetlerini denetleyen Besiçler gerek gördüklerinde, davranışlarını uygun bulmadıkları kişileri camiilerin altındaki mahzenlerde sorguya çekmekte, dövmekte, işkenceye tabi tutmaktadırlar. 
Besiç üyelerinin İran İslam Devrimi’ni koruyup kollamaya yönelik eylemleri her türlü yargı denetiminden azadedir. 
Bu durum zaman zaman akıl almaz vahşet olaylarına da neden olmaktadır. Nitekim, 2000 yılı Temmuz ayında Tebriz’de arabasıyla yoldan geçmekte olan 26 yaşındaki Elnaz Babazade’nin kılığını beğenmeyen bir Besiç milisi, kızı arabadan inmeye davet etmiş, direnmesi üzerine sokakta tecavüz etmiş, sonra da öldürmüştür. 
Devrim Muhafızları’nın önde gelen komutanlarından birinin oğlu olan bu Besiç militanının cinayeti polis tarafından ört bas edilmiştir. (Bakınız Milliyet 13.07.2000) Devrim Muhafızları, kuruluşlarının 38. yılını iki ay önce kutladı. Bu törende bir konuşma yapan Tuğgeneral Muhammed Rıza Nakdi, kuruluşun hâlâ birçok ülke için esin kaynağı olduğunu söylüyordu. Nakdi bu sözleriyle, hangi ülkeleri kast etmekteydi acaba?
Humeyni’nin iktidara gelmesinden beri, komşumuzdaki gelişmeleri izlerken şu soru sıkça sorulur: 
- Türkiye, İran olur mu? 
Bugünlerde böyle bir soruyla karşılaşsanız, son gelişmeleri de göz önünde bulundurarak vereceğiniz yanıt ne olurdu acaba?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Tanrılar çıldırmış olmalı - ORHAN GÖKDEMİR

Malum, takkeli sapığın teki orada burada kız çocukları için evlenme yaşını 5-6 olarak vaaz ediyordu. Bir yazımda bu sapığa pedofil dediğim için yargılandım, mahkûm oldum. Adını vermiyorum, çünkü yargılanmak bir yana adının geçtiği her habere, her yazıya, her paylaşıma erişim yasağı koyduruyor. Maşallah mahkemeler hızlı. Erişim yasağı ile dilekçenin verilişi arasında saat farkı bile yok. Mahkemeler teyakkuzda sapığı korumak için. Pedofil de diyemiyoruz artık. Onun yerine yeni bir kavramımız var: Nurofil!Diyor ki Nurofil sapığımız; “Kutsal kitapta bir sınırlama olmadığından kız çocuklarının evlendirilme yaşında da bir sınır yoktur.” Yokluktan yasa çıkarıyor yani. Çünkü hem cinsi hem de sinsi bir sapıktır. Çoluk çocuğa tebelleş olmuştur ve inancının buna cevaz verdiğini söylemektedir. Söylemekle kalmayıp toplumu da zehirlemektedir.
Sözümüz açık. İnsanlık için en ağır suçlardandır pedofili. Bütün kutsal kitapları getirseler, yerini gösterseler bile tanımayız, tanıyamayız. Yırtar atarız. İnsanlık suçu söz konusudur çünkü. Çocukları cinsi ve sinsi sapıklardan korumak hepimizin boynunun borcudur.



***

Bu tür sapkınlıkların “münferit” olmadığını gösteren bir gelişme oldu hafta başında.
Web sitesinde nikâh tanımı yapan Diyanet, bulûğ çağına girmiş olanların da dinen nikâhlanabileceğini belirtti. Bulûğ yaşının alt sınırı kızlarda 9, erkeklerde 12’ydi.
Dedikleri şu; Kızlar 9 yaşında gebe kalabilir. Erkekler de 12 yaşına girdiklerinde baba olabilirler.
Tepkiler gelince kararttılar sitenin o bölümünü. Sonra bir de açıklama yaptılar, “Biz küçük yaşta evlilikleri onaylamadık” dediler. O açıklamaya göre erkekler için 18, kızlar için 17 imiş evlilik yaşı. Dil çürük dişe gidermiş, illa pedofili olacak! Neden erkekler için öyle de kızlar için böyle, neden mevcut yasal sınırları telaffuz edilemiyorlar belli değil. 17 yaşındaki çocukları evlendirmek de suç. Bilim 18 yaşın altındakileri çocuk kabul ediyor. Bizde de öyle, içki alamıyorlar örneğin. O yaşta suç işleseler indirimi var.
O açıklamanın olduğu bölümü neden kararttılar? Biliyorlar söylenenin sapıklık olduğunu çünkü. Yani Diyanetin sapkın fetvayı tekzip eden açıklamasını doğru kabul etsek bile belli ki kurumda çalışan en az bir cinsi sapık var. Sinsi sinsi dolaşıp, Diyanet başkanın o yöne bakmadığı bir zamanda şak diye giriveriyor veriyi.
Müminlere, kız çocuğu dokuz yaşına gelmişse yatağa atabilirsiniz diyor.
Neden yakalayamıyorlar peki o sapığı. Şundan. Olay tartışılırken Başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ, çıkıp o Diyanet fetvasını savundu.
Bozdağ, "Diyanet’in fetva verirken uygulayacağı tek kanun Allah’ın kanunlarıdır" dedi.
Yani 9 yaşındaki çocuklara tebelleş olmak Bekir Bozdağ’a göre Allah’ın kanunu. Son zamanlarda OHAL’e dayanarak çıkardıkları Kanun Hükmünde Kararnameler gibi bir şey olmalı o kanun da. Hayata aykırı, ahlaka aykırı, insanlığa aykırı, vicdana aykırı.
Bunu söyleyen tanrılar çıldırmış olmalı… Kabul edecek miyiz? Tabii ki hayır!

***

Teolojik tartışmalara girecek değilim. Daha önce sözünü ettim. İlahiyat kökenli Arif Tekin’in kitapları ortalıkta, isteyen alır okur. Bu konuyla ilgili kitabı “İslam’da Cinsellik” adını taşıyor. Büyük bölümü “kızlar için evlenme yaşı” ile ilgilidir. Utanmadan, yüzünüz kızarmadan okuyup sonuna varabilirseniz görüp görebileceğiniz büyük bir karmaşa, sınırsız bir bulanıklıktır. Emekleyen bebeler var mevzunun içinde mesela, ölü kadının yanına yatıp uzanmalar var. Şu mezhep başka bir şey söylüyor, bu mezhep başka. Öğrenebileceğiniz tek şey 6. ve 7. yüzyıl çöl ahlakının bugünden bakıldığında sınırsız bir sapkınlık olduğu. Bugüne, bize ait bir tartışma değil bunlar.
Peki, tartıştığımız ne? Şu; Diyaneti, hacısı, hocası bu 1500 yıllık tuhaf çöl elbisesini getirip 80 milyon insanın başına geçirmeye kalkışıyorlar. Olur mu? Yapabilirler mi?
Olmaz, yapamazlar. Bu toplum eninde sonunda bebelerini korumak için ayağa kalkar, kendine biçilen o elbiseyi yırtar atar.

***

Doğrudan konuyla ilgili değil ama bir gözlemimi daha aktarayım. Bebelerle evlenme konusunda bu kadar ısrarlı olan Diyanet’in ve ilahiyatçı kılığında dolaşan sapkınların “asgari ücret” konusunda tek bir lafları yok mesela. Suskunlar. O konuda ayet, hadis falan bulup çıkaramıyorlar. 1603 lira verdiler işçiye. “Beğenmeyeninin eline diline dursun” ücreti bu. “Asgari Ücret Tespit Komisyonu”nun taraflarından biri olan yandaş işçi sendikasının belirlediği açlık sınırı rakamı, verdikleri bu rakamın üzerinde. Yani verdikleri verecekleri askeri ücret, ailesi olan bir işçinin aylık gıda ihtiyacını bile
karşılamaya yetmiyor.
Bu ücreti belirleyenlere, gazetelerinde TV’lerinde propaganda edenlere, çıkıp savunanlara sorsanız derler ki “neticede hepimiz Müslümanız!” Peki, asgari ücreti belirlerken neden Müslüman işçilere Şintoist gibi davranıyorsunuz!
Çünkü emekçiye en az ücreti vermek piyasanın emri. Piyasanın bu yöndeki ayetleri kutsal kitaplardaki bütün ayetlerden daha sahih. Ne dinin hükmü geçerli burada, ne milliyetin. 1603 lira verirler, itiraz ederseniz eline diline dursun diye beddua ederler.
Din ancak iş işten geçtikten sonra devreye girer. Baktılar ölüyorsunuz, sadaka verirler. Sonra da verdikleri sadakanın diyetini isterler.
Bir de utanmadan işçiden fedakârlık istediler verdikleri açlık ücretinden. Fedakarlık isteyenler de fedakarlık istenenler de din kardeşi! Ne fedakârlığı istiyorlar işçiden? En azdan fedakârlık olur mu? En azı vermek lütuf sayılır mı? En aza minnet duyulur mu?
En az, işçinin, emekçinin “eline diline” durur mu? Durursa o nasıl bir tanrıdır, o kimin dini, kimin inancıdır?
Piyasanın emri açık; İşçiysen işçisin, muktedirsen muktedir. Hem İslam’ın “altın çağı”nda durum bundan farklı mı sanıyorsunuz. O zaman da iki sınıf vardı, bugün de.
Tarihin bize söylediği şu: Alt sınıfların tanrısı ile zenginlerin tanrısı hiç karşılaşmamıştır.

***

Her yere, her şeye inançlarını soktular. Her yer ve her şeyle birlikte inançları da çürüyor. Duyduğunuz bu dayanılmaz koku o çürümenin kokusudur.
Bu çürümenin getirdiği soru ortada: Bu cinsi ve sinsi sapıklardan din öğrenmeyi kabul edecek misiniz? Sırf dinin arkasında saklanıyor diye çoluk çocuğu hedef göstermelerini kabul edecek misiniz? Diyaneti, hacısı, hocası lime lime olmuş tuhaf bir çöl elbisesini getirip 80 milyon insanın başından geçirmeye kalkışıyor. Olur mu?
Giyecek misiniz?
Olmaz, yapamazlar. Bu toplum eninde sonunda bebelerini korumak için ayağa kalkar, o elbiseyi yırtar atar.
O gün gelene kadar aklınıza mukayyet olun ve ne yapıp edin çocuklarınızı koruyun!

Orhan Gökdemir / SOL

İran mollalardan kurtulabilecek mi? - ERHAN NALÇACI

İran’da yılbaşından önce başlayan toplumsal ayaklanma büyük ölçüde sönümlendi. Belli ki düzenin emekçi sınıflara yüklediği iktisadi zorluklara karşı kendiliğinden ve iktidar isteminden uzak bir ayaklanmaydı. Öte yandan ABD ve İsrail, tam olarak ölçüsünü bilemeyeceğimiz bir şekilde ayaklanmaya müdahil olmaya ve hatta yönetmeye kalktı. ABD’nin bölgeyi yeniden cephelendirmek için bir operasyon içinde olduğunu biliyoruz.

Suudi Arabistan’daki darbe ve Suudi Arabistan’a yüz milyar dolarlık silah satışı, Kudüs kışkırtması, Ürdün’de darbe girişimi vb. Ama İran’da etkili olmayı başaramadılar.
Zaten dünyanın en haklı kavgasında bile olsanız ve arkanızdan Trump sizi destekleyen bir tweet atsa, ben ne yaptım diye bir eve gider düşünürsünüz.

Ancak bu köşede yanıtını arayacağımız soru, “Emekçi sınıflar İran’da iktidara gelebilir mi?” olacak.
Bu soruya yanıt bulmak içinse şu soruyu sormak zorundayız:
Neden 1979-1983 aralığında işçi sınıfı değil de, burjuvaziyi ve toprak sahiplerini temsilen dinci gericiler iktidara geldiler?
Ve neden bu iktidarı 40 yıldır koruyabildiler?
1978 yılında gerçekten İran’da devrimci bir durum vardı, Şah büyük bir hızla toplumu yönetme yeteneğini yitiriyordu. Toplumsal çelişkilerin kesiştiği ve düğümlendiği tarihteki nadir devrimci anlardan biriydi.
Bu dönemde birden fazla tarihsel çelişki üst üste binmişti. Toplum hızla kentlileşmiş, modern sınıflar oluşmuş, ancak Şah monarşiyi esnetmeye bile yanaşmayan bir katılıkla tarihsel ilerlemenin önünde bir tıkaç oluşturuyordu. İkinci olarak, İran bir ABD uşağı haline gelmişti ve petrol gelirlerinin yarısını ABD ile paylaşması büyük bir toplumsal yaraydı.
Böylesine önemli bir dönemeçte işçi sınıfı devrimini dinci gericilere kaptırdı.
Muhakkak bu kısa yazının izin vermeyeceği ayrıntılı bir toplumsal analiz sunmak gerekir.
Burada sadece belli başlı siyasi nedenlere değineceğiz.
Şah rejimi devrim öncesinde en çok sola saldırmış ve siyasi öncünün işçi sınıfı içindeki örgütlülüğünü kısıtlamıştı.
O dönemde dünya komünist hareketinin süreci yönetmeyi becerememesi nedeniyle işçi sınıfı siyaseti Sovyet yanlıları ve Mao yanlıları diye bölünmüşlerdi, bu İran’da da sınıfı bölen bir özellik gösteriyordu.
Sovyet yanlısı olan TUDEH Partisi ise, o dönemde Sovyetler Birliği’nin sosyalist devrimi değil, bir ülkede Sovyetler Birliği ile dost olabilecek bir rejim tercihinden etkilenmiş ve dinci
gericilerle iktidarı paylaşabileceği hayaline kapılmıştı.
Gericilik ise iktidarını pekiştirdikçe hiç acımadı yapılan hatalara, kanlı bir şekilde bir kâbus gibi toplumun üzerine çöktü.

Peki, neden 40 yıla yakındır iktidarlarını korumayı başardılar.
Öncelikle 80’li, 90’lı yıllarda dünya işçi sınıfı hareketinin bir krize girdiğini ve Sovyetler Birliği’ndeki karşı devrim sonrası yaşanan gericilik döneminden fazlasıyla yararlandıklarını söylemeliyiz. Ayrıca dinci ideolojinin emekçi sınıfların aklına azımsanmayacak bir saldırı olduğunu da unutmamalıyız.

Yalnız bu kadar değil, iki faktörü daha eklemeliyiz.
Dinci iktidar üretim araçlarında bir ulusallaştırmaya gitti ve devlet ağırlıklı bir ekonomi kurdu. Bu durum sosyal devletçi ve kamucu ekonomiye izin verdi ve toplumsal sınıfların arasındaki eşitsizliğin çok fazla açılması söz konusu olmadı.
Ayrıca ABD ve İsrail’e karşı -Irak ile savaş da böyle- meşru bir milliyetçi ideolojiyi toplumsal zamk olarak kullanmayı başardı. Suriye’deki tavrının da İran halkı tarafından desteklenen meşru bir konumu bulunuyor.

Şimdi artık bir işçi sınıfı iktidarı olanağı var mı diye bakabiliriz.

Öncelikle 2009’dan sonra Mollalar hızlı bir özelleştirme furyasına giriştiler. İranlı emekçiler, bizim çok iyi bildiğimiz, yöneticileri çürüten, sermaye sınıfını besleyen bir neo-liberal saldırı altında yoksullaşıyor ve hak kaybına uğruyor. İktidar sermaye sınıfını takip ederek emperyalizmin işbirlikçisi durumuna düşüyor.

Ayrıca şu anda yaslandıkları Çin’in önümüzdeki yıllarda yayılmacı amaçlarının saklanabilir olmaktan çıkması bekleniyor.
Ve en nihayet dünyada genel olarak işçi sınıfı siyasetlerinin yükselmesini ve yeni bir yol haritasının çizilmesini bekliyoruz.

Şimdi artık; Türkiye İran mı olacak, yoksa İran Türkiye mi olacak sorularını geçip her ikisi de ne zaman sosyalist olacaklar sorusunun zamanı geliyor.

Erhan Nalçacı / SOL