14 Ocak 2018 Pazar

Wolff’un kitabındaki Türkiye - Nilgün Cerrahoğlu

“Geçiş döneminde Türk hükümetinden kafası karışık üst düzey bir yetkili, ABD iş dünyasından önemli bir şahısla Türkiye’nin hangi durumda daha etkili (leverage) sahibi olacağını araştırmak için temas kurdu: Acaba ABD’nin Türkiye’deki askeri varlığına baskı mı konmalıydı? Yoksa çiçeği burnundaki Başkan’a Boğaz’da gıpta edilecek bir otel yeri mi sunmalıydı?” 
Michael Wolff’un “Ateş ve Öfke, Trump Beyaz Sarayı’nın İçinden” adlı kitabında yok yok... 
Kitapta “Türkiye”nin adı da geçiyor. 
Trump’ın dış politikasının anlatıldığı “Abroad and At Home/Dışarda ve İçerde” adlı bölümde, Türkiye’nin Trump Amerikası ile yaşadığı şaşkınlık ve pusula kaybı çok kestirme bir özetle böyle kaydediliyor. 
Bu bölümde anlatılanlar, kitabın gerisi gibi, eğlenceli olduğu kadar ürkütücü.

‘Trump usulü reel politika’ 
“Beyaz Saray duvarlarında uçuşan bir sinek gibi” yönetim koridorlarına dalan ve adeta naklen yayın yapan yazar, “Trump’ın nevi şahsına münhasır bir reel politika” benimsediğini vurguluyor. 
“Trump versiyonu reel politika” sözleriyle anılan bu politikanın Ortadoğu’ya ilişin iki düsturu var: 
1. Güç kimde? Onun numarasını bana getirin! 
2. İran’ın düşmanı benim dostumdur. 
Bu yalın, karmaşık olmayan yeni reel politika mucibince Başkan 4 oyuncu belirlemiş: İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve İran... 
Yeni Osmanlılık iddiasını sahiplenen Türkiye’nin bu çerçevede adı geçmiyor.
Başkan ilk 3 oyuncunun bir araya gelerek İran’a arzulanan baskıyı koyacağını, Mısır ve Suudi Arabistan’ın da Filistine’e baskı uygulamak suretiyle devrim çapında muazzam bir Ortadoğu barışı gerçekleştirilebileceğini düşünüyor. 
Kendiden önceki Başkanların temin edemediği başarıyı bizzat böylece kendisinin yakalayabileceğini varsayıyor. 
Wolff çözüm formülüne(!), “Trump’ın ideoloğu” diye namlanan eski baş stratejist Steve Bannon’ın “izolasyonizm-ciliği”, sabık ulusal güvenlik danışmanı Flynn’in İran karşıtlığı ve damat Kushner’in Kissinger’dan aldığı feyizle ulaşıldığını ifade ediyor.
‘Darbe yaptık’ itirafı 
Kendisine emanet edilen Ortadoğu dosyası hakkında aslında hiçbir fikri olmayan damat Kushner 94 yaşındaki “kara kutu” Kissinger’a teslim olmuş. Tamamen onun “girdileri” ile hareket etmekteymiş... 
Wolff, Kissinger’ın bu şekilde kendisini yeni yönetime başarıyla iliştirmekte hiç güçlük çekmediğini bildiriyor. 
Michael Wolff, Trump ailesinin 75 milyon dolara mal olan müthiş bir resepsiyonla ağırlandığı, “altın golf arabaları” içinde gezdirildiği ve 350 milyar dolarlık ABD silah satış anlaşmasıyla biten Suudi Arabistan gezisine de geniş yer ayırmış. 
Gezinin ardından Riyad’da MBS marifetiyle yaz başında gerçekleştirilen saray darbesine de değinen yazar, Başkan’ın bu meyanda arkadaşlarına “Biz bu işi (damat) Jared’le birlikte gerçekleştirdik. Adamımızı başa getirdik!” diye övündüğünü naklediyor. 

Wolff, ABD Başkanı’nın her gece Beyaz Saray’dan milyarder dostlarına yaptığı telefon konuşmalarında böyle ne var ne yoksa anlattığını ilave ediyor. Ve kitapta Beyaz Saray’dan sızan bilgilerin çoğunun kaynağının gerçekte bizzat Trump olduğunu vurguluyor. 
Herkesin birbirinin altını oyduğu yönetimin iç iktidar kavgalarına Ateş ve Öfke’de ayrıntılı yer ayrılmış. 
Özellikle kendisini “Trump’ın beyni” diye tanımlayan ve “2020 seçimlerinde doğrudan Trump’ın karşısına Başkan adayı olarak çıkmayı planlayan” Bannon hakkında alabildiğince etraflı bilgi var. Bunun bir sebebi de, Bannon’ın “Trumpizm”in bir numaralı sözcüsü ve ruhu olması. 
“Siyaseti uzlaşma yerine çatışma sanatı olarak gören” Trumpizm hakkında Wolff’un değerlendirmelerini okurken ekranlara Trump’ın Afrika ve bazı Latin Amerika ülkelerini hedef alan “bok çukuru” tanımı düştü. 
Irkçılık, darbecilik.. ne ararsanız bu “çatışma sanatı”nda var. 
Ateş ve Öfke, “Trumpizm”in Beyaz Saray’daki ilk yılını özetliyor. 
Bu henüz başlangıç. Serde daha kim bilir neler var, neler göreceğiz.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

13 Ocak 2018 Cumartesi

Pakistan’ın ABD’den kopuşu tescillendi - ERHAN NALÇACI

Kısa bir süre önce Trump Pakistan yönetimine Afganistan’daki savaşa yeterli desteği vermezlerse yaptıkları yardımı keseceklerini bildirdi. Yıllara yayılan bu gerilim birden bire hızlandı, ABD desteğini kesti ve Pakistan ise ABD ile askeri işbirliğini sonlandırdığını açıkladı.
Asıl olarak ne olduğunu anlamak için geriye gitmek gerekecek. Ancak bu tarihin Türkiye ile bazı benzerlikler nedeniyle iç burkucu olduğunu söyleyelim.
1947’de İngiliz sömürgeciliğinden kurtulan bu geniş coğrafyanın, daha kolay yönetebilmek üzere İngilizler tarafından Müslüman ağırlıklı Pakistan ve Hindu ağırlıklı Hindistan olarak bölündüğü biliniyor.
1977’de Ziya ül Hak bir darbeyle başa geldi ve 1980’de Türkiye’deki askeri darbenin yöneticileri ile adeta faşist bir blok oluşturarak birbirlerini defalarca onurlandırdılar. Her iki askeri yönetim de ülkelerini dinci gericiliğe doğru taşıdı, gericiliğin kurumsallaşmasında önemli bir rol oynadılar.
Sovyetler Birliği’nin Afgan hükümetinin çağrısı ile Afganistan’a girmesinden aylar önce ABD dinci gerici militanları yetiştirmeye başlamıştı. Daha sonra Sovyetler Birliği’ni gerici bir çembere alma niyeti “Yeşil Kuşak Projesi” olarak anıldı.
Pakistan Afganistan’daki iç savaş boyunca gericiliğin desteklendiği bir üs haline geldi, ABD’nin askeri yardımları bu bağlamda sürdü gitti. Suudi Arabistan bu gericiliği beslemede özel bir rol oynadı.
2001’de İkiz Kuleler’e saldırıyı ABD emekçi halklara saldırmanın bahanesi olarak kullandı. Bunun ilk ürünlerinden olan Afganistan’ın işgali halen sürüyor. Bu işgal Pakistan’a bir deli gömleği giydirmek anlamına geldi. Pakistan daha fazla radikal İslamcıların merkezi haline geldi ve ABD’nin oynadığı gölge boksu esnasında özellikle Afgan sınırı boyunca Pakistan halkı defalarca katliama uğradı.
Buna karşılık Çin’in bir kapitalist bir sanayi devi haline gelmesi ve uzun vadeli bir strateji ile davranmaya başlaması Pakistan siyasetinde büyük bir değişikliğe neden oldu.
Başta petrol olmak üzere hammadde ithalatının Çin sanayisinin döndürülebilmesi için çok kritik olduğu biliniyor. Pasifikteki askeri gerilimin önemli bir kısmı bu ticaretin büyük hacimle sürdüğü Malakka Boğazı’nın güvenliği ile ilgili. Çin Malakka Boğazına alternatifler arıyordu ve  “Çin Pakistan Ekonomik Koridoru” olarak adlandırılan, Yeni İpek Yolu’nun önemli bir parçası olarak hızlı tren yolları ve Gwadar limanından oluşan bir projeyi önerdi.
Şekil: Çin’in Kaşgar’ından çıkıp Pakistan boyunca uzanan hızlı tren hattı ve bu hattın sonlandığı büyük tonajlı gemilerin yanaşabileceği Gwadar limanı görülüyor.
Öte yandan Pakistan’ın ciddi bir enerji darboğazı bulunuyordu. Çin; Çin Pakistan Ekonomik Koridoru kapsamında 55 milyar dolar tutarında, demiryolu ve liman yapımının yanı sıra barajlardan kömür santrallerinin kurulmasına kadar uzanan bir enerji paketi de önerdi.
Şimdi bu paket çalışıyor, çok sayıda Çinli işçi Pakistan’da inşaat faaliyetindeler. Gwadar limanı bölgenin en önemli limanı olmaya aday ve muhtemelen Çin donanmasının bir üssünü de kapsayacak.
Pakistan sermaye sınıfı sonu gelmeyen bir delilik üreten ABD’den Çin’e rotayı çevirdi böylece.
15 Temmuz darbesinden sonra Cemaat okullarını etkisizleştirmeleri ve Pakistan’ın Cemaat yöneticisini tutuklayıp Türkiye’ye iade etmeleri bu taraf değiştirmeyle ilişkili.
Öte yandan Pakistan yaklaşan fırtınada bir hedef haline geldi ve bunu hep söylüyoruz, sermaye sınıfı asla kendi halkını topyekûn bir emperyalist paylaşım savaşından koruyamaz diye. Ayrıca ağır bedeller ödenerek böyle bir savaştan çıkılsa bile, Çin’e bağımlılığın nelere mal olacağı dünyada henüz kavranmış değil. Çin sermayesinin Pakistan emekçi sınıflarına bir kurtuluş getirmeyeceği ise çok açık görülüyor.

Erhan Nalçacı / SOL

Komprador - ORHAN GÖKDEMİR

Malum, İslamcı hareketimizin modern tarihi devletin kucağında ve Komünizmle Mücadele Derneklerinin yamacında başlar. İslamcımız, üzerinize afiyet, biraz İngilizci, Amerikancı ve hatta Almancıdır. 19. Yüzyılın sonundaki Osmanlı-Rus harbinden bu yana asıl düşmanı “Moskof” olarak belirlemiştir. Çar’ın alaşağı edildiğine, yeni bir dünya kurulduğuna, sosyalizmin geldiğine aldırmaz, kafa yormaz. Moskof Moskoftur.
12 Eylül öncesinde toplaşıp yürürlerdi. Yine böyle şalvarlı, takkeli, çok sakallı ve az bıyıklıydılar. Gözde sloganları şuydu: “Tip tip tipsizler, Allahsız Komünistler, Amerika gitsin Rusya mı gelsin? Şeriaat şeriaat!” Öyle ya, Amerika giderse Rusya gelmez mi? O halde? En iyisi Amerikancılık… Kaldı ki cihatçılık da, ümmetçilik de nihayetinde Müslümanları İngilizlere ve Ruslara karşı kışkırtmak üzere yapılmış bir Alman icadı değil mi?

Güvendikleri Batılı merkezlerde kendilerine karşı hava değişeli beri tuhaflaştılar biraz yalnız. Bazen kıbleyi Moskova’ya bile çeviriyorlar. Dediklerine bakılırsa artık yerli ve milli olmuşlar… Ama fıtrat müsait değil.  Komünizmle mücadele derneğinden, Kanlı Pazar’dan yerli ve milli ne çıkar? Hiç. Bu yazı o hiç üzerinedir.

***

1990’lı yıllarda Ortadoğu’nun en laik ülkesinde bir “İslamcı iktidar” döneminin kapısının aralandığını herkes görüyordu. Nasıl olacaksa, “Modern, laik bir Müslüman ülke” planı yürürlükteydi. O sırada Sovyetler Birliği çözülmekte, arka bahçesinde yeni devletçikler türemekteydi. Çoğu Türk ve Müslüman kökenliydi. Türkiye’de laikliği biraz törpüleyip biraz İslam ilave ettin mi bu yeni devletçilikler için mükemmel bir model ortaya çıkmış olacaktı. Bir taşla birkaç kuş! MİT’in kıyısında TİKA kuruldu ve Türki Cumhuriyetlerin üzerine salındı. Irak’la başlayan sürece bakılırsa Ortadoğu haritası da değişecekti. Türkiye için biçilen rolü Özal dillendirmişti; Türkiye bu süreçte alması gerekeni almalıydı. Bunun biricik yolu da Amerikancı çizgide ısrardı.

Arada kısa Demirel molası ve Tansu Çiller, Mesut Yılmaz yol kazası yaşandı. Bu çapsızların planı ileri taşıyamayacağı belliydi. Tek yol hızla yükselen RP üzerinden yürümekti. AKP için yolun düzlenişini anlatıyoruz…

Nasuhi Güngör AKP’ye çok yakın bir gazeteci. Şimdi havuzda mukim pek çok gazetede vaktiyle çalıştı, yazdı. Yakın zamana kadar TRT Haber Dairesi’nin başındaydı. İstifa etti, ayrıldı. İstifasının nedeni Ahmet Davutoğlu ile ilgili sözleri ve kurumdaki akıl almaz cemaat kadrolaşması. Kişisel tarihiyle ilgili değiliz. Güngör’ün artık bulunamayan çok önemli bir kitabı var: “Yenilikçi Hareket” adını taşıyor. Konusu Milli Görüş’ün parçalanması ve parçalardan birinin AKP’ye dönüşümüdür. Esası ise yeni partinin doğumuna yol açan ABD ve İsrail müdahaleleri. Gazetecinin sözünü etmemiz de o nedenle. Özetle aktarayım:
Nasuhi Güngör’e göre ABD daha 1990’lı yılların başında Necmettin Erbakan’ın partisine “daha genç” bir lider arayışına girişmişti. Hatta Türkiye’deki temaslarında açıkça Tayyip Erdoğan’ın adını zikrediyorlardı. Çünkü Amerikan muhibbi Turgut Özal, ABD’lilere Türkiye’ye çeki düzen verilmesi için yapılması gerekenleri etraflıca anlatmıştı. Erbakan’ın partisi istikbal vadediyordu ama bazı eksiklikleri vardı. Başındaki kişi çok yaşlıydı, genç biri bulunmalıydı mesela. Partinin İsrail’e ve Yahudilere karşı tavrı sertti, yumuşatılmalıydı. Ayrıca Erbakan’ı fazla zeki ya da bir başka deyişle az kullanışlı buluyorlardı Amerikalılar. Yenilik şarttı. Yenilenme Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’le olacaktı…
Yaklaşmakta olan fırtınayı sezen Erbakan kaçamak oynuyor, Rusya’ya, hatta İran’a yanaşmaya yelteniyordu. 1996’daki İran gezisi ve orada imzalanan doğalgaz anlaşması sonu için başlangıç sayıldı. Erbakan’ı her yönden sıkıştırdılar, kuşattılar. 1997’deki ABD ziyareti bu kararı değiştiremedi. İşaretler, RP içinde bir “yenilikçi hareket” ortaya çıkarsa ABD’den destek görmesinin yüksek ihtimal olduğu anlamına geliyordu. ABD’den yanlış anlamalar için aman dilendi, Yahudi Kuruluşları ile sıcak temaslar sağlandı. Sonra İsrail Dışişleri Bakanı David Levy Türkiye’yi ziyaret etti. Nihayet Erbakan’ın direnci kırılmıştı. Kıranlar ABD, İsrail, ADL (Anti Doformation Leauge), Genelkurmay ve Abdullah Gül’dü. 28 Şubat fırtınası tam o anda patladı. O müdahale ile Erbakan kapatıldı ve Tayyip Erdoğan için yol açıldı. AKP’nin 28 Şubat ürünü olduğu AKP’ye yakın gazeteci Nasuhi Güngör’ün tezidir.

O tarihteki tartışmalara ve siyasi kırılmalara bir de böyle bakmayı öneriyorum. ABD Türkiye’ye yeni bir rol biçmişti. Ortadoğu, “Büyük Ortadoğu” olacaktı. Bunun için orada sıkı bir “İsrail-Türkiye işbirliği” gerekliydi. Ama iktidarın en önemli adayı Milli Görüş ayak sürümekte ısrar ediyordu. Daha ısrarsız ve daha uyumlu yeni aktör arayışının arkasında böyle bir ihtiyaç vardı.

Ortamı hazırlama görevi Orgeneral Çevik Bir’deydi. O da bunu ABD’deki Yahudi Lobisi, özellikle de JİNSA üzerinden yürütüyordu. RP’ye rağmen İsrail ile ilişkileri sıkılaştırdı ve Erbakan’ı bu ilişkileri onaylamaya zorladı. Erbakan olup bitenleri ve oldubittileri eli kolu bağlı izledi. Önüne getirilen anlaşmaları imzaladı ama bunu kerhen yaptığını hiç saklamadı. Washington Enstitüsü’nden Alan Makovsky o tarihte durumu şöyle özetlemişti: “Türkiye müttefiktir, Erbakan ise dost değildir.” Öyleyse Türkiye liderini (Erbakan) ordunun kontrolünde tutmalıydı.

***
Ne hoş; sadece İslamcılarımız değil, bir bütün olarak sağcılarımız Amerikan refleksleri konusunda pek hissiyatlıdır. ABD’nin arzularını sezerler, hemen ona göre hiza alırlar. ABD’nin RP üzerinde operasyon yaptığı o yıllarda RP’ye katılmış sağcılar bu hassasiyetin delili. Mesela Cemil Çiçek, Ali Çoşkun, Abdülkadir Aksu, Aydın Menderes, Melih Gökçek, Nazlı Ilıcak o yıllarda RP’ye katılmış. Hatta Melih Gökçek’in yenilikçiliği Abdullah Gül tarafından engellenince o da adamı Erhan Göksel aracılığıyla doğrudan ABD’lilerin kapısını çalmış, “yeni hareketinizin liderliğine adayım” falan demiş…
Anlatılan kısa AKP tarihidir. Nasuhi Güngör’ün deyişiyle sağın eskileri bir kez daha kırpılıp yenilikçi yapılmış, AKP yola öyle koyulmuştur.

***

Fakat yenilikçilere yolu açmak için “küçük, tatlı dokunuşlar” gerekliydi. Onu da her zaman olduğu gibi yine askerler yaptı. İslam şarttı ama “laik Müslüman ülke” planına uygun makul bir yorum yapılmalıydı. Yaşar Nuri Öztürk’ün ve Süleyman Ateş’in de içinde olduğu bir gurup ilahiyatçıyı topladılar. “Gerçek İslam”ı bulup ortaya çıkarmalarını istediler. Gerçek İslam, Türk İslam’ı veya Anadolu İslam’ı olmalı, üzerine sinmiş Arap kokusu mümkün olduğu kadar silinmeliydi. Askerler, İslamcı hareketi ancak İslamcılıkla zapturapt altına alacaklarına inanıyorlardı. 28 Şubat müdahalesidir.

Hem yenilikçi harekette, hem de 28 Şubat’ta açık bir ABD-İsrail parmağı vardır. O yıllarda zikredilenleri aktarayım: “Kravatlı ve çağdaş görünümlü Erdoğan’ı, Erbakan’a tercih ederim”… Kim demiş? Morton Abromowitz. “Yenilikçi hareket, Türkiye’deki İslamcıların öncüleridir.”… 
Kim demiş? Graham Fuller.
Tayyip Erdoğan ilkiyle tanıştırmışlar. Abromowitz, o tanışmada Tayyip Erdoğan’a “Türkiye’nin geleceği için çok önemlisiniz” demiş. O sözden sonra Erbakan’ın veliahtlığından “geleceğin lider adaylığı”na terfi etmiş. Kitaptan aktarıyorum.
Abromowitz-Erdoğan buluşmasına aracılık edenlerden biri gazeteci Ruşen Çakır. Sonra malum, İslamcı hareket uzmanı oldu arkadaş. Bir de Özal’ın Avukatı Münci İnci ve Mehmet Metiner’in adı geçiyor ki pek manidar bir fotoğraftır. Sonra, Münci İnci’nin evinde ABD yetkilileri ile Tayyip Erdoğan’ı buluşturan bir “brunch” düzenlemişler. Katılan isimlerden bazılarını sayalım: Yalım Erez, Bülent Akarcalı, Nazlı Ilıcak, Tuğrul Türkeş, Tezcan Yaramancı, Erol Mütercimler… Arkasından TÜSİAD’ın kapısı çalınmış. Cüneyd Zapsu ile o toplantılarda tanışılmış, harekete davet edilmiş. Büyük resme bakma meraklılarına notumuz olsun.

Nasuhi Güngör’ün aktardığına göre Tayyip Erdoğan’la Fethullah Gülen arasındaki ilk görüşme de 2000 yılında ABD’de gerçekleşmiş. O görüşmeden sonra Yenilikçi Hareket, Gülen hareketinin gözdesi olmuş. Siz “ittifak kuruldu” diye anlayın.

***

Hızlı yükseldiler ve çabuk düştüler. Çıkaranlar indirmeye hazırlanıyordu. Cüneyd Zapsu koştu gitti, yıl 2006. Washington’da American Enterprise Institute’de muktedirlere yalvardı: “Delikten aşağı süpürmeyin, kullanın!” dedi. Zapsu’nun gerekçeleri şuydu: Müslüman dünyada kendi inançları nedeni ile çok itibarı vardı. Aynı zamanda Batı tipi demokrasiye, seçimlere inanıyordu.

Peki, şimdi Müslüman dünyada itibarı var mı? Yok. Demokrasiye ve seçimlere inanıyor mu? Haşa. Kral ilan etti kendini. Ama o arada kullanma süresi doldu, tek başına öyle kala kaldı. OHAL ilan etti, millete sopa sallayarak ayakta durabiliyor. Kontrolden çıkmış hırsı ve hiddetinin tek nedeni de arkasından desteğin çekilmekte olduğunu görmesi.
İslamcımız, üzerinize afiyet, biraz Amerikan muhibbidir. Allahtan çok ona güvenir. Bir dediğini iki etmez. Emir kuludur. Teslim eder vatanın her karış toprağını.

Nitekim az zamanda ülkeyi parsel parsel sattılar. 
Ne kaldı elde? 
O emperyalist merkezden bu emperyalist merkeze koşup, “süpürmeyin” diye yalvarmak.
“Yerli ve milli” falan diye lafı uzatmaya gerek yok. 
Biz onlara kısaca komprador diyoruz!

Orhan Gökdemir / SOL

Bok çukurundaki en nadide parça - ALPER BİRDAL

Başkan Trump dün Beyaz Saray’ın Oval Ofisinde bir grup senatörle bir araya geldi. Konu El Salvador, Haiti ve bir dizi Afrika ülkesinden ABD’ye gelmiş göçmenlerin korunmasıyla ilgili Demokrat ve Cumhuriyetçi Partiler arasında bir mutabakata varılmasıydı.

Malum, Başkan seçim öncesinde vaat ettiği gibi Latin Amerikalı, Afrikalı, Asyalı vs. bir yığın göçmeni ABD’den kapı dışarı etmeye çalışıyor. Bunun için, bir kısmı yıllardır ABD’de yaşayan, iş güç sahibi, çoluğu çocuğu ABD’de okula giden 300 bin civarında insanı kapsayan “geçici koruma statüsü”nü kaldırdı. Çoktan bir tür özel orduya dönüştürülmüş olan göçmen dairelerinin milisleri şimdilerde göçmenlerin üzerine daha da büyük bir azametle çöküyor.

İşte bu ortamda dün Oval Ofis’te senatörlerle buluşan Trump, “Niye bu bok çukuru ülkelerden insanların buraya gelmesine izin veriyoruz” demiş. Haliyle bu sözler toplantıdan sızdı. Washington Post yazdı ve Beyaz Saray’dan yalanlama gelmedi. Trump muhtemelen yine “kim sızdırdı” diye merak ediyordur. 

Sözlerinin devamı da var. Bay Başkan ABD’ye Norveç gibi ülkelerden insanlar gelmesini yeğleyeceğini söylemiş. Haitililerleyse arasında kişisel bir husumet var sanki. Daha önce New York Times gazetesi de Trump’ın Haiti’den gelen göçmenlerin hepsinin AIDS’li olduğunu söylediğini yazmış, ancak bu sözler Beyaz Saray tarafından yalanlanmıştı. Artık yalanlamaya gerek görmüyorlar. Dünkü toplantıda “Neden daha fazla Haitiliye ihtiyacımız olsun?” diye sormuş senatörlere. “Çıkarın şunları…” 
Çıkar Haitiliyi, ekle Norveçliyi. Zenginin kafası böyle çalışıyor. 

Washington Post’un görüşünü aldığı Demokrat Parti Illinois vekili Luis Gutiérrez dün yaşananları şöyle özetlemiş: “Senato’daki Demokratlar ve Cumhuriyetçiler bir öneri getiriyor. Yanıt diye Başkanın bu ırkçı hezeyanlarını dinliyoruz. Bu adamı nasıl ciddiye alabiliriz ki?”
İstiyorsanız almayın. Ama gerçekliğiniz o. Dünyaya reva gördüğünüz gerçeklik ve geldiğiniz en son nokta: kocaman bir bok çukuru ve onun tam ortasında sırma saçlarıyla yüzen bir Trump…

Şimdi Avrupa’daki mevkidaşları bu çukurun dışındaymış ve onun tam ortasında bütün azametiyle oturan en büyük boktan daha iyilermiş gibi pozlar takınabilir. Değiller. 
Mülteciler konusunda Türkiye’yle ve daha bir dizi ülkeyle imzalanan, Erdoğan’ın diline doladığı, utanç verici geri kabul anlaşmalarını anımsayalım. Bu anlaşmaların, kökeni 17. yüzyıla kadar uzanan mülteci hukukunun temellerine dinamit konulması anlamına geldiğini dile getiren o kadar az insan var ki!

İşte Trump’tan daha matahmış gibi havalar takınan Avrupalı emperyalistler bu anlaşmalardan birini de 2016 yılında Afgan yönetimine dayattı. Aynı yıl Afganistan’dan Avrupa’ya giden 10 binin üzerinde mülteci geri çevrildi. Bu bir önceki yıl geri çevrilenlerin sayısının üç katıydı. Avrupa Mülteci ve Sürgünler Konseyi verilerine göre Almanya geçen yılın ilk dokuz ayında iltica başvurusunda bulunan Afgan vatandaşlarının yarıdan fazlasını geri çevirdi. Oysa 2015’te sığınma başvurularının dörtte üçünü kabul etmişti. Özetle Avrupa, Afgan hükümetine dayattığı anlaşmayla kapılarını Afganistan’dan gelen mültecilere kapattı; gelenleri geri yollamaya başladı.

IRIN News, aynı dönemde Afganistan’daki sivil ölümlerindeki tırmanışa dikkat çekiyor. BM’ye göre 2017’nin ilk dokuz ayında ülkede 8 binden fazla sivil öldü.
Peki 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme’nin 33(1) maddesi ne diyor? “Hiçbir Taraf Devlet bir mülteciyi ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikri nedeniyle hayatının veya özgürlüğünün tehdit altında olacağı ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermez veya iade (‘refouler’) etmez.”

O halde Avrupalı sınıfdaşlarının Trump’a şükran borcu var. Bok çukurundaki en nadide parça olmayı ve dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor. 

Alper Birdal / SOL

12 Ocak 2018 Cuma

Dünya Solu, Dünya Sağı - KORKUT BORATAV

Bir Meşruiyet Krizi

2017’nin dünya ekonomisi için “iyi” bir yıl olduğu söyleniyor. Uzmanlar, uluslararası kuruluşlar bu yıla da pembe gözlüklerle bakmaktadır. Ne var ki, çok daha ciddi bir sorun aşılmamıştır: Kapitalist sistem, ekonomik kökenleri olan bir meşruiyet bunalımından geçmektedir.

Geçen hafta bu bunalımın arka planına değindim. Kısaca tekrarlayayım: Neoliberal dönüşüm iflas etmiş; bir meşruiyet bunalımına yol açmıştır. Dönüşüm, aslında, uluslararası sermayenin kapsamlı bir saldırısıydı, ama “cennetin anahtarlarını sunan bir küreselleşme programı” olarak tanıtıldı. Tüm ülkelerde refahın yükseleceği; geri kalmışlığın tarihe karışacağı vaat ediliyordu.

Ne var ki, sonuçlar beklentilere uymadı. Tam tersine, 1945 sonrasında tarihe karıştığı sanılan krizler yeni biçimlerde patlak verdi. Sınıf mücadeleleri sonunda kazanılmış olan sosyal haklar geriledi. Eşitsizlikler derinleşti; emeğin payı her yerde düştü.

Emperyalizmin ekonomik ve sömürgen boyutlarına “rejim değiştirme” programları eklendi; ABD emperyalizmi saldırganlaştı. Batılı müttefikleriyle birlikte el attığı tüm coğrafyalara kan, yıkım getirdi.

Asya, neoliberalizme tam teslim olmayı reddetmişti. Yirmi yıl sonunda direnmeler baş verdi. İlk tepkiler Latin Amerika’da başladı. Kıta’nın geleneksel sol akımları canlandı; yer yer iktidarlara geldi.

Batı kapitalizminde ise emekçilerin tepkileri gecikti. Reel sosyalizmin çöküşü ve sosyal demokrasinin sermayeye teslimiyeti muhalefet potansiyelini felce uğratmıştı.
Ne var ki, Batı’yı 2007’de sarsan bunalım güçlü bir uyarıcı oldu. Kapitalizmin çürümüşlüğü, parazit niteliği, devlet aygıtlarındaki yoğun yozlaşma hızla ortaya çıktı. Siyasi iktidarlar, krizi finans kapitalin talepleri doğrultusunda yöneltti; bunalımın maliyetini tümüyle halk sınıflarına yıktı.

Her şey açığa çıkmıştı. Halk sınıfları saflarında “başka seçenek yok” sloganı geçersizleşti; onun yerine, “bu sistem iflah olmaz” algılaması Güney’den Batı’ya taşındı; yaygınlaştı.
Neoliberal dönemde kapitalizme istikrar sağlayan merkez siyaset dağıldı. Temsilî demokrasi gerektiğinde askıya alındı; “seçilmiş” İtalya ve Yunanistan başbakanları “azledildi”; yerlerine teknokratlar atandı.
Sonuç, kapitalizmin meşruiyet bunalımıdır.

Bir Yol Ayrımı: Sağ ve Sol

Bugünkü durumun sürdürülmesi mümkün görülmüyor. Kapitalizmin, yıkarken aynı zamanda inşa etme yeteneği kaybolmuştur. Bugün sadece yıkıcıdır.
Kapitalist sistem, tarihi boyunca düzen karşıtı toplumsal ve siyasal güçlerle uzlaşmış; bu sayede yenilenebilmiş; dinamizmini koruyabilmişti. Bu esnekliği artık yoktur. Son tarihsel deneyim, belki de, 1980 öncesinin Altın Çağı idi. Sistemin kumanda merkezleri, bugün, “ya hep ya hiç” dünyasındadır. Düzen karşıtı muhalefete yer yoktur; bunlarla uzlaşma “sistemin sonu” olarak görülmektedir.

Kapitalizm, bu özellikleriyle  bana Haiti folklorunun “Zombi”sini hatırlatıyor: Bu yaratık ölmüştür; ancak öldüğünün farkında değildir; bu yüzden de canlıları kendisine benzetmek istemektedir. Ya çevresini “Zombi”leştirerek hayatı yok edecektir. Ya da hayat muzaffer olacaktır.

Bu benzetme galiba geçerlidir. Meşruiyet bunalımı varsa, eleştirel algılama, muhalefet, yani hayat vardır. Kapitalizm bu muhalefetle uzlaşmayı reddetmektedir. Dolayısıyla düzen olduğu gibi devam edemeyecektir. Sağa ve sola uzanan bir yol ayrımındayız.
Sağ güzergâh, bugünkü egemen güçlerin yol haritasıdır: Var olan hayatiyet (muhalefet) öğeleri tümüyle yok edilecek; Zombi’leşmiş bir dünya oluşacaktır.

Eşitsizlik, adaletsizlik derinleşmekle kalmayacak; olağanlaşacaktır. Yarışmacı tüketim tutkusu dışında her türlü dinamizm, yenileşme yok olacaktır.

Aydınlanmanın mirası olan güzelliklerin, eleştirel düşüncenin  tarihe karıştığı bir gelecek… Egemen güçler tarafından “vekâlet savaşları” içinde birbirini yok etmeye zorlanan gariban, mazlum toplumlar… Batı’da ırkçı, Doğu’da ve Güney’de dinci (İslamcı / Hindu/ Protestan), gerektiğinde askerî neo-faşizmler…

Sol güzergâh ise tarih boyunca insanlığın, sınıfsız, eşitlikçi, âdil toplum arayışlarını bugüne taşıyacaktır. Tarihsel anarşizmin,  komünizmin, sosyalizmin devrimci ve reformist kanatlarının mirasçıları, uzantıları buradadır. Neoliberalizmin sahteliğini; kimlere hizmet ettiğini kavrayan tüm “yeni sol akımlar” da aynı safta yer alır. “Mazlum” Üçüncü Dünya  halklarının siyasî-ekonomik bağımsızlık mücadelelerinin bugünkü temsilcilerini; kapitalizmin ve emperyalizmin ezdiği, savurduğu “dışlanmışları”, göçmenleri temsil eden akımların doğal güzergâhı da soldadır.

Geleneksel reform / devrim ayrımı, bugünün sol güzergâhında geçmişteki kadar önemli olmayabilir. Yetmiş yıl önce Avrupa’da veya Üçüncü Dünya’da “ılımlı” sayılan dönüşümler, günümüz kapitalizmi açısından yıkıcı programlardır. Belki gerçekten de öyledir. Sol akımlar, eski çekişmeleri gereksiz görebilirler.

Otuz yıl boyunca kapitalizmin ve emperyalizmin suç ortaklığını üstlenmiş olan liberalizmin, onunla bütünleşmiş sosyal demokrasinin geleceği yoktur; şimdiden tasfiyeye uğramaktadır.
2017’deki gelişmelere de Dünya Sağı / Dünya Solu ayrımı içinde göz atalım.

2017’de Dünya Sağı

Latin Amerika solunu çökertme ve pembe / kırmızı rejimlere son verme operasyonları 2017’de de sürdü. Senaryo aynıdır: Emekçi sınıflar içine nifak sokulmalı; küçük burjuvazi, beyaz yakalı emekçiler, “orta sınıflar”, halk sınıflarına karşı kışkırtılmalı; sol iktidarlara karşı ortak bir cephe oluşturulmalı. Uygun bir konjonktürde finans kapital (“finansal piyasalar”) saldırıya geçmeli; yapay bir kriz yaratılmalı. ABD’nin ekonomik, siyasî yaptırımları ve askerî müdahale yedektedir.

Bu senaryo 2017’de Honduras’ta uygulandı. Başkanlık seçimini sol ittifakın adayı kazandı; ama Yüksek Seçim Kurulu sekiz yıl önceki darbe rejiminin temsilcisi Başkan Hernandez’i  galip ilan etti. Kalkışmalar silahlı kuvvetler tarafından bastırıldı. BM Genel Kurulu’nda ABD’yi suçlayan Kudüs karar tasarısına karşı oy kullanan dokuz ülkeden biri de Honduras oldu.

Senaryonun “yumuşak” bir türü Şili’de uygulandı. Şili burjuvazisi ve finans çevreleri, Başkan Bachelet’nin ılımlı sol programını, uygulamalarını tasfiye etmeyi kararlaştırdı; milyarder Pinera’nın katı sağ programını destekledi. Sol ittifak dağıldı; Pinera’nın Başkanlığa seçilmesi sağlandı.

Batı dünyasına göz atalım. ABD’de bir neo-faşist ittifak fiilen iktidardadır. Irkçı kanadı Trump, emperyalizmin saldırgan kanadını İsrail lobisi ile generaller (“neo-con ittifak”) temsil etmektedir. Yeni Başkan dış politikada derin devletin sağ kanadıyla uzlaşmış; Rusya fobisinin tutsağı olan ABD liberallerinin de desteğini almıştır. Vergi reformundan fazlasıyla kazançlı çıkan dev şirketler ile Trump arasında uyum büyük ölçüde sağlanmıştır.

Avrupa’da merkez siyaset, neo-faşizme iktidar kapısını aralayarak gerilemektedir. Avusturya’da 2017’de kurulan Merkez-Sağ / neo-faşist (Halk Partisi / Özgürlük Partisi) koalisyonu AB kurumlarınca sineye çekilmektedir. Britanya’da May hükümeti, fiilen aşırı sağ bir koalisyondur.  Ukrayna, Baltık ülkeleri,  Polonya, Macaristan ise  ırkçı, anti-komünist, neo-faşist özellikleri ağır basan partiler tarafından yönetilmektedir.

Orta Doğu’da emperyalizm, ABD-İsrail-Suudi ittifakı içinde yıkıcı etkilerini sürdürmektedir. İran “çökertilecek devletler” listesinde yer almaktadır. Asya’da Hindu yobazlığını temsil eden BJP (Modi) iktidarına, Çin’in yükselmesini frenleyecek bir rol biçilmektedir.

2017’de Dünya Solu

Latin Amerika’dan Dünya Solu için iyi haberler de var: Ekvator’da Başkanlık seçimini solcu aday Lenin Moreno kazandı; finans kapitalin gözdesi banker Lasso yenik düştü. Ancak, seçim sonrasında yeni ve eski başkan (Correa) arasında sert bir ayrışma patlak verdi. Bolivya’da Yüksek mahkeme Morales’in bir sonraki seçimlerde de Başkanlık adayı olabileceğini kararlaştırdı. Meksika’da bu yılın Başkanlık seçimi anketlerinde solcu aday Obrador, açık farkla öndeymiş.

Venezuela’da, sert sınıf mücadeleleri ülkeyi iç savaş sınırlarına getirdi; ama ABD destekli bir askerî darbe gerçekleştirilemedi. Ağır kriz ortamına rağmen yerel seçimlerinden Venezuela Birleşik Sosyalist Parti adayları galip çıktı. Ne var ki, ekonomik bunalım çok ağırdır ve dış borç krizi gündemdedir.

Brezilya’da bu yıl yapılacak Başkanlık seçimlerinin eski  Başkan Lula tarafından kazanılması öngörülüyor. Bu sonuç, 2015 sonrasında sivil bir darbeyle Rousseff’i iktidardan uzaklaştıran sert sınıf mücadelesinden burjuvazi-emperyalizm ittifakının yenik çıkması anlamına gelir. Böyle olsa da Brezilya solunu güç günler bekleyecektir.

Avrupa’da Dünya Solu’nun yükselmesini 2017’de İngiliz İşçi Partisi temsil etti. Parlamento seçimlerinde Corbyn, geleneksel İngiliz sosyalizminin ekonomik ve sosyal programını sahiplendi. Brexit’i tetikleyen göçmen işçiler sorununun Batı emperyalizminin tahripkâr politikalarından kaynaklandığını vurguladı. Bu “aykırı” tutumu sayesinde partisinin oylarını artırdı; Muhafazakâr Parti’yi parlamento azınlığına mahkûm etti. İlk seçimlerde iktidar olması beklenmektedir.

Asya’daki komünist parti iktidarlarına Nepal katılmaktadır. Üç komünist partisinden oluşan Sol Birlik, Aralık 2017 seçimlerinde 275 milletvekilinden 174’ünü kazandı. Marksist-Leninist Birleşik K.P. lideri  Şarma Oli’nin bu ay içinde yeni hükümeti kurması bekleniyor.

Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP’nin) 19. Kongresi Ekim 2017’de toplandı. Kongre, “Çin’e özgü sosyalizm” yolunun bu yüzyıl içinde de izleneceğini kararlaştırdı; Çin Halk Cumhuriyeti’nin yüzüncü yıldönümü (2049) için “müreffeh, güçlü, demokratik, kültürel olarak ilerlemiş, ahenkli  bir modern sosyalist toplum inşası” hedefini belirledi. Uzun yıllardan beri ilk defa ÇKP’nin belirlediği güzergâhın “diğer ülkelere de örnek olabileceği” belirtildi.

ÇKP, dinamik bir kapitalizmi yöneterek otuz küsur yıl sonra “modern bir sosyalist toplum” inşa edebilir mi? Yaşayanlar görecek. Ben ise, bu süper gücü yöneten Parti’nin “sosyalizm” hedefini (“lafzen” dahi olsa) ısrarla korumasını, Dünya Solu için bir kazanç olarak görüyorum.

Demek oluyor ki, Çin ve dünya halkları için sosyalizm, hâlâ umulan, beklenen, mümkün bir gelecektir.

Korkut Boratav / SOL

İsrail Başbakanı Netanyahu'nun yolsuzluk sicili - EMRE KÖSE / SOL

İsrail Başbakanı Netanyahu'ya dönük yolsuzluk suçlamaları son dönemde medyada yeniden etkisini hissettirmeye başladı. Netanyahu ise İsrail tarihinde yolsuzlukla suçlanan ilk başbakan değil ve anketler, Netanyahu'nun iki yıl sonra düzenlenecek olan seçimlerde yeniden başbakan olma ihtimalinin yüksek olduğuna işaret ediyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya yönelik yolsuzluk ve kamu fonlarının kötüye kullanımı suçlamaları, son dönemde medyada tekrar etkisini hissettirmeye başladı. Geçen haftalarda İsrail'in çeşitli kentlerinde Netanyahu'ya karşı bir dizi protesto gerçekleşse de bunlar çok kısa sürdü ve sönük kaldı.
Times of Israel'de Alex Roy imzasıyla yer bulan bir editöryal görüş yazısında, Netanyahu'nun 2 yıl sonra yapılacak seçimlerde başbakan olma şansını hâlâ elinde tuttuğuna ve İsrail siyasetinde işlenen yolsuzluklar göz önüne alınacak olursa, Netanyahu'nun "pirüpak" olduğuna işaret ediliyor.

YOLSUZLUK İSTİSNA DEĞİL
İsrail siyasetinde siyasi yolsuzluk, rüşvet ve kamu fonlarının kötüye kullanımı, istisna değil. Roy, söz konusu yazısında ülkesinin siyasi suçlara alıştığını, son çeyrek yüzyılda her başbakanın bazı noktalarda cezai suçlamayla karşı karşıya kaldığını söylüyor. Roy haklı ama son zamanlarda çoğunlukla İsrail medyasıyla sınırlı olan tartışmada eksik olan bir ana nokta var.
Netanyahu'ya yöneltilen yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarının niteliği, öncüllerinden farklı ve çok boyutlu. Bir kısmı sıralanacak olursa:
Geçen aylarda İsrail Başsavcısı Avichai Mandelblit, Başbakan Binyamin Netanyahu'nun eşi Sara Netanyahu'ya, ''100 bin dolarlık kamu fonunu kişisel yiyecek hizmetleri'' için kullandığı gerekçesiyle yolsuzluk ve güveni kötüye kullanma suçlamalarından dava açabileceğini duyurmuştu.
Sara Netanyahu, Ocak 2016'da özel hane halkı masrafları için devlet bütçesinden harcama yaptığı iddiaları nedeniyle yine dolandırıcılık suçlamalarına maruz kalarak, polise ifade verdi.

HİLE, DOLANDIRICILIK, RÜŞVET, 'HEDİYELER'...
Başsavcılık tarafından hazırlanan iddianamaye göre, 359 bin şekellik yüzlerce yemek (102 bin dolar) restoranlardan ve şeflerden hileli olarak ısmarlandı. Bu nedenle Sara Netanyahu, ağırlaştırılmış koşullarda yolsuzluk yaparak kazanç elde etme, diğer yolsuzluk suçlamaları ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı.
Yine yakın zamanda Netanyahu'nun en yakın ortaklarından ikisi, kişisel diplomatik temsilcisi İzak Molcho ve aile avukatı David Şimron, Alman denizaltılarının satın alınması sürecine rüşvet karıştığı iddiaları üzerine başlatılan soruşturma kapsamında geçtiğimiz aylarda gözaltına alındı.
En tartışmalı soruşturma, İsrail doğumlu Hollywood filmleri yapımcısı Arnon Milchan ve Avustralyalı milyarder James Packer'ın Netanyahu'ya puro, şampanya, nakit para ve bir takım hediyeler verdiği yönünde. Bu soruşturmada Netanyahu'nun eşi ve oğlunun da adı geçiyor.
Başka bir soruşturma da medyaya uzanıyor. Yedioth Ahronoth gazetesinin kendisine yönelik daha olumlu haberlerin yapılması karşılığında Netanyahu'nun ülkenin en yüksek tirajlı gazetesi olan Israel Hayom gazetesinin tirajlarının azaltılması sözünü verdiği iddia ediliyor.

NETANYAHU'NUN 'ŞÜPHELİ' OLMASI OLASI
Ocak 2017'de Netanyahu'nun eski yardımcısı Ari Harow'un ikinci soruşturmada tanık olması vasıtasıyla Netanyahu ile Yedioth Ahronoth gazetesinin yayıncısı Arnon Mozes arasındaki ses kayıtlarına ulaştı. Haaretz'in iddiasına göre, Netanyahu'nun soruşturmada şüpheli olması olası gözüküyor.
Geçen Temmuz ayında, Netanyahu'nun eski ofis sorumlusu Ari Harow polis tarafından sorguya çekildi. Sorguda Başbakan ile ilgili sorular da yer aldı. Kanal 2, ses kayıtlarının polis tarafından çok önce elde edildiğini ve Netanyahu ile Mozes arasında, Başbakanla yakın ilişkileri bulunan ABD'li kumarhane patronu Sheldon Adelson'un sahibi olduğu Israel Hayom'la ilgili bir konuşma yaptığını bildirdi.
Yine Netanyahu'ya "Almanya'dan ülkesine almak istediği denizaltıları satan şirketle bağlantıları olduğu" iddiasıyla yolsuzluk soruşturması açılmıştı. İddiaları reddeden Netanyahu hakkında soruşturma açılmış ve bu sebeple ifade vermişti. Geçen Nisan ayında İsrail, iddiaların kanıtlanması durumunda anlaşmaların Almanya tarafından iptal edilebileceğine ilişkin anlaşmaya imza atmıştı.
İsrail, 1998'den bu yana Almanya'dan uzun menzilli füze atabilme özelliğine sahip Dolphin marka 5 denizaltı aldı. İsrail, son olarak Alman yapımı ve nükleer başlıklı füze taşıyabilme özelliğine sahip Tanin marka denizaltıyı 2014 yılında filosuna katmıştı. Almanya'dan satın alınan 6. denizaltı yapım aşamasında.
Öte yandan Al Monitor'de Akiva Eldar imzasıyla yer alan yazıya göre, eski İletişim Bakanı Gilad Erdan, istifasından bir gün önce 18 Kasım 2014’te önemli bir düzenlemeye imza attı. Buna göre tekelci Bezeq şirketi sabit hat hizmetlerini belirlenen fiyat üzerinden rakip şirketlere satacaktı. Düzenlemenin amacı telefon ve internet fiyatlarının aşağı çekilmesiydi. Fakat Netanyahu iletişim bakanlığını devralınca ilk iş olarak Bezeq’in tekelci uygulamalarla mücadele eden Genel Müdür Avi Berger’i görevden aldı ve yerine Shlomo Filber’i getirdi.
Haaretz'den Gidi Weitz, Kasım 2015 tarihli yazısında, haber sitesi Walla’nın nasıl Netanyahu'ya yakın Israel Hayom gazetesinin yan ürünü haline dönüştüğünden bahsediyor. Walla sitesi Bezeq şirketine ait. Bezeq’in hâkim ortağı Shaul Elovitch ise sabit hat alanındaki reformlara karşı çıkıyor.
Weitz'in yazısında, Walla'nın genel yayın yönetmeni İlan Yeşu'nun ofisteki diğer editörlere, ''Netanyahu ülkeyi mahvediyor. Size bunu söylerken midem bulanıyor ama manşetteki haberi kaldırmak, bir başka haberi koymak dışında bir seçeneğim yok. Bunlar yukarıdan dayatılıyor. Çare yok. Ortada büyük işler dönüyor'' dediği aktarılıyor.

'İŞİN İÇİNDE AHBAP-ÇAVUŞ KAPİTALİZMİ VAR'
Yazıda yer alan Yeşu'ya ait bir diğer ifade ise şu; ''Maddi kaynaklarımız sağlam ama aynı zamanda çıkarlarımız da söz konusu. İşin içinde ahbap-çavuş kapitalizmi var, yükseklerden gelen emirler var.''
Bununla birlikte Likud'un eski vekillerinden Michael Gorlovsky, Ulusal Karayolları Şirketi'nden 33 milyon şekellik bir rüşvet aldığı suçlamasıyla tutuklandı. Bir başka soruşturmada ise polis, eski İçişleri Bakan Yardımcısı Faina Kirschenbaum ve eski Turizm Bakanı Stas Misezhnikov’a savcılık tarafından dava açılmasını istedi. İkisi de Yisrael Beitenu mensubu olan eski bakanların rüşvet karşılığında çeşitli kurumlara kamu parası aktaran çarklar kurduğu iddia ediliyor.
Eski devlet başkanları Moşe Katsav ve Ehud Olmert'e yönelik suçlamalar ve akabindeki soruşturmalar, ''komplo'' ihtimalini oldukça sınırlı hale getirecek şekilde bir veya iki kişiyle sınırlı kaldı. Eski başkan Katsav, tecavüz suçlamasıyla hüküm giydi. Olmert ise siyasete atıldığından beri yolsuzdu. 2006 yılında, Kudüs belediye başkanlığı yaparken rüşvet almakla suçlandı, 2012'de Başbakan olarak bu kez rüşvet ve güven ihlalinden dolayı hüküm giymişti. 2015 yılında altı yıl hapis cezasına çarptırıldı.

SORUŞTURMALAR ÜST DÜZEY İSİMLERE UZANIYOR
Şu an İsrail'de yolsuzluk soruşturmaları, seçilmiş kamu görevlilerine, askeri yetkililere, üst düzey avukatlara kadar uzanıyor.
Aynı Netanyahu son çeyrek yüzyılda İsrail'in en saldırgan devlet başkanlarından biri olmasıyla dikkat çekiyor; Netanyahu tüm bu skandallara rağmen Batı Şeria'da yeni yerleşim ve karakol inşaatlarının önünü açarak işgali derinleştirmeye devam ediyor.
Al Monitor'den Eldar'ın yazısında bir Peace Index araştırmasına da atıf yapılıyor. Araştırmaya göre, İsrail halkının mevcut şiddet dalgasına rağmen günlük hayatına döndüğüne işaret ediliyor. İsrailliler, yüzde 64 gibi bir çoğunlukla günlük hayatlarında toplu taşıma kullanımını azaltma veya alışveriş alışkanlıklarını değiştirme gibi değişikliklere gitmediklerini söylüyor.
Tüm bunların yanı sıra, İsrail parlamentosundaki diğer muhalefet partileri, Netanyahu'nun partisi Likud'a herhangi bir alternatif de sunamıyor. Keza parlamentoda sözü geçen muhalefet partileri de yolsuzluğa bulaşmış durumda. Örnek olarak Başsavcı Yehuda Weinstein, sosyal demokrat Siyonist Kamp (eski ismiyle İşçi Partisi) eski genel başkanı ve eski savunma bakanı Binyamin Ben-Eliezer'in rüşvet alma ve kara para aklama gibi suçlardan yargılanacağını duyurdu. Eliezer 3 yıl önce cumhurbaşkanlığını kıl payı kaçırdı.
İki ay önce İsrail'deki Kanal 10 televizyonu tarafından yayımlanan bir ankette, halihazırda iktidarda bulunan Netanyahu liderliğindeki sağ kanat Likud partisinin yüzde 28 oranında oy toplayacağı, Avi Gabay liderliğindeki sosyal demokrat İşçi Partisi ve Yair Lapid'in liderliğindeki liberal muhafazakar Yesh Atid partisinin de yalnızca yüzde 11 oranında bir oy kazanacağı bilgisi verildi.

İSRAİL'DE YOLSUZLUĞUN KISA TARİHİ
1974'te ilk kez göreve gelen İzak Rabin, ABD büyükelçisi olduğu zamandan beri gizli bir ABD merkezli banka hesabında eşinin birkaç bin doları olduğunu kabul etti ve üç yıl sonra istifa etmek zorunda kaldı. 80'li yıllarda geri döndü ve hem Peres hem Şamir'in kurduğu kabinelerde savunma bakanı olarak görev yaptı.
1996'da Rabin'in suikastını takiben Netanyahu, hükümeti devraldı ve üç yıl sonra bir yeni seçim çağrısında bulundu. Ancak, bunun hemen ardından Netanyahu, kamu fonlarını kötüye kullanma suçlamasıyla karşı karşıya kaldı ve inşaat şirketi patronu Avner Amadi (eski bir Likud üyesi ve Netanyahu'nun müttefiki) Netanyahu ailesinin, sağladığı hizmetler için kendisine ödeme yapmadığını iddia etti. Dava, delil yetersizliğinden dolayı kapatıldı ancak başsavcı, Netanyahu ve eşinin bir dereceye kadar yolsuzluk nedeniyle yargılanması gerektiğini belirtti.
Seçim kampanyasını takiben 1999'da Ehud Barak ve diğer Avoda yetkilileri (İshak Herzog dahil) sivil toplum örgütlerinden, seçim kampanyası için yasadışı olarak milyonlarca şekel aldığı iddiasıyla sorguya çekildi. Bu, kampanya fonlarının yalnızca devlet bütçesinden gelebileceğini belirten İsrail seçim yasalarına aykırıydı. Soruşturma 2006 yılında, delil yetersizliği nedeniyle (esas olarak Herzog'un soruşturmalarında susma hakkını kullanması nedeniyle) herhangi bir suçlama yapılmaksızın sona erdi.
2001'de Başbakan seçilmesi üzerine Ariel Şaron, Lod ve Yunan adası Patroklos'taki gayrimenkul projeleri için işadamı Dudi Appel'e yardım ettiği iddialarıyla karşı karşıya kaldı. Appel, Şaron'un oğlu Gilad'ı istihdam ettiği ve kendisine "danışmanlık" için yılda birkaç milyon şekel maaş verdiğini iddia etti. Appel sonunda Lod kentinin o zamanki belediye başkanı da dahil olmak üzere birçok İsrailli politikacıya rüşvet vermekle suçlandı ancak mevcut hükümetin hukuk danışmanı Meni Mazuz, Şaron ve Kudüs Belediye Başkanı Ehud Olmert hakkında suçlamalarda bulunmak için yeterli delil olmadığına karar verdi.
Ehud Olmert 2006'da izledi. Holyland gayrimenkul projesi davasında, Kudüs belediye başkanlığı yaparken İsrailli inşaat firması Hillel Cherney'den rüşvet almaktan suçlu bulundu ve 6 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
15 yıl sonra tekrar Netanyahu'ya döndük. Şimdi binlerle değil, milyonlarla ilgileniyoruz. Netanyahu'nun gelecek seçimlerden sonra başbakan olma şansının hâlâ yüksek olması, İsrail halkının yolsuzluğa nasıl alıştığı hakkında çok fazla şey söylüyor.

Emre Köse / SOL

İdlib gazabı - CEYDA KARAN

Yeni yılla birlikte beklenen İdlib fırtınası koptu. ABD’nin Suriye Kürtleri üzerinden son hamleleri ile sınırlansa da kuzeydoğuda Deyr ez Zor’u IŞİD’den kurtararak halifelik olgusunu fiziken bitiren Suriye ordusunun, dikkatini İdlib’de yaratılmış ‘El Kaideistan’a çevireceği belliydi. Doğrusu bu ya, Suriye ordusu Rusya’nın desteğiyle çok hızlı ilerledi. Ve 2015’te 59 askerin El Kaide’nin kolu Nusra Cephesi tarafından katledildiği Ebu Duhur üssüne dayanıldı. Bu durum bir dizi gelişmeyi tetikledi.

***

Önce 31 Aralık’ta, ardından Ortodoks Noel’inde (5-6 Ocak) 13 SİHA (silahlı insansız hava araçları) ile Rusya’nın Hmeymim ve Tartus üsleri hedef alındı. Bir kısmının etkisizleştirildiği, bir kısmının hack’lenerek ele geçirildiği, bir kısmının da hasara yol açtığı anlaşılıyor. 
Rusya doğrudan Türkiye’yi suçlamasa da saldırıların Astana süreciyle İdlib’de oluşturulmuş çatışmasızlık bölgesinin içinden, yani Türkiye’nin sorumluluk alanından gelmesi işleri karıştırdı. Rus basını bazı bilgiler verse de Rusya Savunma Bakanlığı’nın ikazını 10 Ocak’ta Krasnaya Zvezda (Kızıl Yıldız) haberiyle öğrendik. Genelkurmay Başkanı Akar ve MİT Müsteşarı Fidan’a mektup yollanmıştı. 6 Ocak’ta, yani SİHA saldırısı sonrası, üstelik Ankara’nın Rusya ile İran elçilerini 9 Ocak’ta Dışişleri’ne çağırması ile Mevlüt Çavuşoğlu’nun Moskova’ya çıkışının öncesinde...

***

Unutmamak gerek ki, eylülde İdlib için çatışmasızlık bölgesi El Kaide’yi koruyup kollamak için yaratılmadı. Ortak açıklamada, ‘ateşkesin tesisi, Suriye’nin toprak bütünlüğünün temini ve terörle mücadelenin sürdürülmesi’ vardı. Rusya’nın çizgisi en baştan radikal cihatçı grupların temizlenmesi. Astana’da bu temizliği ve ‘ılımlıların siyasi sürece katılmasını’ Türkiye üstlendi.
Hal böyleyken Ankara’nın tutumu en naifinden pek tuhaf. Hem Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenlik haklarını tanıyıp hem de ülkeyi BM’de temsil eden yönetimin ordusunun sınırları kontrol etmesine itirazın izahı yok. Ankara’nın neyi istediği/ hedeflediğini netleştirmesi gerekeceği açık. Nitekim Rus Dışişleri kaynakları açıkça Ankara ile yapıcı diyaloğu korumak istediklerini ama El Kaide ile mücadeleden taviz vermeyeceklerini söyledi.
***

Yaşananları anlamak için ‘büyük resme’ bakmalı. O resimde başka işler var. 
Moskova, üslerine saldırılarla ilgili asıl ABD’yi işaret ediyor. SİHA’larla bu düzeyde saldırı, uydu navigasyonu ve uzaktan ateşleme içeren yüksek teknoloji gerektiriyor ve bölgede buna sadece ABD ve İsrail sahip. Suriye’de Rusya ile ilişkilerini dengelemiş İsrail’in buna cesaret edebilmesi zor. Geriye rejim değişikliği ajandası için cihatçı grupları silahlandırıp kullanmış ABD kalıyor.

***

Peki Suriye’de Fırat’ın batısı-doğusu paylaşımı varmış gibi görünürken ABD bunu niye yapsın? 
• İşlevsiz kalmış olsa da Rusya ve İran’ın dışlamamaya özen gösterdiği Cenevre sürecinin yerini almış Astana süreci ve Soçi’de ocak sonu planlanan Ulusal Diyalog Kongresi’ni engellemek. 
• IŞİD olmayınca ABD’nin bölgede bulunmasının yasal zemini yokken, bu süreç Rusya’nın başlattığı sürece eklemlenmek olur. 
• Mesele salt Trump yönetiminin Ankara’yı kızdırıp YPG’yi silahlandırması değil. Suriye Kürtleri ABD’nin daimi varlığını açıkça istiyor. ABD’nin tek taraflı ilan edilen Kuzey Suriye Federasyonu’nda en az 12 askeri üssü ve 5 bin askeri var. 
• Trump yönetimi Suriye altyapısını tesise soyundu. Trump bizzat ‘yerel konseylerle’ ilerleme hedefi koydu, Pentagon şefi Mattis sahaya daha fazla diplomat gönderileceğini söyledi. Yakın zamanda Suriye’nin kuzeyindeki yapının tanınacağı iddiaları sökün etti.
***

Ama işte ABD ‘genişletilmiş’ Kürt bölgesinde sıkışmış halde. Kürtlerin ele geçirdiği petrol kaynakları ve tarım arazileri siyasi süreç için koz olsa bile Suriye-Irak-Türkiye sınırının ortasında, Lübnan büyüklüğünde bir bölgeden bahsediyoruz. Akdeniz’e çıkışta ise İdlib var. Hibrit savaş veren ABD için İdlib’de Şam kontrolü arzu edilmez. 
Rusya’nın üslerini hedef alıp rejimi devirmeye yeminli gruplara tahammülü beklenmiyorsa eğer asıl soru şu: 

Türkiye’nin pozisyonu hakikaten ne?

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Türkiye Varlık Fonu’nun denetimi - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye Varlık Fonu A.Ş. (TVF) 2016 Ağustos ayından bu yana faaliyette. 

OHAL KHK’siyle devredilen ve portföy değeri 40 milyar dolar olarak tanımlanan kamu şirketlerini bünyesinde barındırıyor. 

Başbakan Binali Yıldırım’ın dahi “arzulanan bir süreç olmadı” dediği TVF, ilk başkanı görevden alındığından bu yana dört aydır vekâletle yönetiliyor. Yaklaşık bir buçuk yıldır, ne stratejik yatırım planı ne de bir denetim verisi paylaşıldı. 

CHP Antalya Milletvekili Çetin Osman Budak’ın TBMM Başkanlığı’na verdiği kapsamlı önergeye gelen “kapalı” ve kısa yanıtlar, küçük de olsa bir fikir veriyor.

Başkanvekili Himmet Karadağ imzası ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in üst yazısıyla verilen cevaplarda iki unsuru paylaşabiliriz: 
- DenetimKaradağ, TVF A.Ş’nin ilk yılını kuruluş ve yapılanma faaliyetleriyle geçirdiğini söylüyor. Sonrasında şirketin mali tabloları ile faaliyetlerinin bağımsız denetime tabi olduğunu anımsatıyor. Bu yanıttaki kritik ifade ise şu: “2017 yılı bağımsız denetim çalışmaları tamamlandığı zaman yıllık faaliyet raporu Kurumsal Yönetim İlkeleri gereği olarak kamuoyu ile paylaşılacaktır.”

Baker Tilly Güreli atandı 
Bu paylaşımın zamanının nasıl belirsiz olduğu dünkü Ticaret Sicili’nde yayımlanan bir kayıtta gün yüzüne çıkıyor. Sicil gazetesinin 11 Ocak 2018 tarihli sayısında TVF A.Ş’ye bağımsız denetçi atandığını öğreniyoruz. 2017 yılı hesap döneminde görev yapmak üzere Güreli Yeminli Mali Müşavirlik ve Bağımsız Denetim Hizmetleri Anonim Şirketi’nin bağımsız denetçi olarak atandığı kararı tescil edilmiş. 


Denetim firmasının adı kararda Güreli Yeminli Mali Müşavirlik adıyla yer alsa da şirket kendi web sitesinde Baker Tilly Güreli olarak geçiyor. Güreli, uluslararası bir denetim ağı olan Baker Tilly International’ın üyesi olduğunu bildiriyor. 

Şimdi Karadağ’ın geçen aralık ayında soru önergesine verdiği cevapla birlikte değerlendirdiğimizde, 2017 yılı bağımsız denetim çalışmalarının daha yeni başladığı/ başlayacağı anlaşılıyor. 
Bu durumda 
TVF’nin mali yapısını bizlerin öğrenmesi için epeyi bir zaman geçmesi gerekiyor. TVF’nin 2016 yılı hesap dönemi için de Akis Denetim atanmıştı. Bu denetim Ticaret Sicili’ne göre geçen ekim ayında yani 3 ay önce başladı. (Bu gelişmeyi duyurduğum yazıda, Akis Denetim’in çokuluslu denetim firması KPMG’nin Türkiye üyesi olduğunu belirtmiştik.) 
2018 yılına girdik ve ilerliyoruz.
200 milyar dolarlık kamu şirketini elinde tutan Varlık Fonu’nun 2016 ve 2017 yılı hesapları denetlenecek de kamuoyuyla paylaşılacak. Ne zaman, Allah bilir. 
- Stratejik yatırım planıKaradağ imzalı 13 Kasım 2017 tarihli yazıda, önem taşıyan iki ayrıntı daha. Gecen yıl “açıklandı açıklanacak”, “eli kulağında” denilen bir Stratejik Yatırım Planı çoktan hazırlanmış. TVF yönetimi 10 Nisan 2017’de “değerlendirilmek üzere Başbakanlık makamına” iletmiş. Dokuz aydır Başbakanlık’ta bekliyor. 
Ne oldu, ne, neden beğenilmedi soruları cevapsız. 

Bu arada Budak’ın “TVF’nin bugüne kadar sağladığı bir gelir olmuş mudur” sorusuna gelen yanıtı da aktaralım. TVF kurulurken, Özelleştirme İdaresi’nce ödenen 50 milyon TL bir sermayesi vardı, meraklısı anımsar. Bu tutarın vadeli mevduatta değerlendirilmesinden kaynaklanan ortalama aylık geliri 480 bin TL’ymiş. 
Sadece 480 bin TL mevduat faizi değil; TVF Başkanvekili Karadağ’ın asli görevinin Borsa İstanbul Başkanlığı olduğunu hatırlayacak olursak, şirket sermayesinin tamamının banka mevduatında değerlendirilmesi bana ilginç geldi. Daha doğrusu bu tercihin arkasındaki motivasyon.
 
Bağımsız denetim meselesine dönecek olursak. TVF’nin 2016 ve 2017 hesaplarının iki ayrı şirket tarafından denetimi, denetim süreci için öngörülen mekanizmanın sadece bir aşaması. Bağımsız denetim ile birlikte Başbakan’ın görevlendireceği üç denetim elemanının denetimi yapıldı mı, ne zaman yapılacak bunu bilmiyoruz. 
Bunu bilmediğimiz için, konunun TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu aşamasına ne zaman geleceği de gerçek bir meçhul.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET