3 Şubat 2018 Cumartesi

İcradan satılık hayatlar - REMZİ ÖZDEMİR

İstanbul'un Bakırköy'de yabancı sermayeli bir banka şubesi:
Müşteri temsilcisinin masasında bir kadın bir erkek ve iki çocuk. Kadının gözleri yaşlı. Erkek daha sakin konuşmaya çalışıyor ama her an patlayacak kadar gergin. Bir süre sonra masaya bir kadın daha geliyor.
Şube müdürü!
Şube müdürü yapılacak bir şeyin olmadığını dosyanın hukuk işlerine gittiğini söylüyor.
Yani muhatabınız biz değiliz artık avukatlar ve dolayısıyla icra diyor.
Adam sinirle elindeki kâğıtları buruşturup masada oturan bankacının yüzüne fırlatıp, "lanet olsun" diyor.
Ardından eşi iki çocuğunun gelinden tutarak şubeden çıkıyor.
Bir süre şubenin önünde elini yumruk şeklinde yapıp sıkan adam ve sürekli gözyaşı döken kadını alıp usulca çekip gidiyor.
Bu bizzat benim şahit olduğum bir olay.
Bu ödenemeyen bir konut kredisinin yarattığı bir trajedi.
Ünlü bir markaya fason üretimi yapan tekstil şirketi, bu firmanın Türkiye'yi terk etmesinden sonra batıyor ve çalışanlarına aylarca maaş ödemeyip kapının önüne koyuyor. 4 yıldır konut kredisini boğazından bile kesip ödeyen genç adam maalesef bankaya kredi taksitlerini ödeyemiyor ve icralık oluyor.
Banka eve el koyuyor. Adamın ödedikleri boşa gidecek. Çünkü banka ilk olarak anaparayı değil faizleri tahsil ediyor. Dolaysıyla ödedikleri paralar faize gidecek. Sonra banka evi icra ile satacak.
Bu olay Türkiye'nin her ilinde yaşanıyor.
Sadece konut kredisinde değil aynı zamanda ticari müesseslerde de yaşanıyor.
Batan küçük ölçekli işletmelerin sayısı o kadar çok ki. Bunların tezgâhları ve ürünleri banka tarafından icra yolu ile satılıyor.
İcra: Adeta sihirli kelime.
Bu kelime ticarette ahlaksızlığın yeni adı.
Çok değil daha 20-25 yıl önce icradan satılan malları almanın ayıp olduğu alanın ise vicdanının sorgulandığı bu ülkede şimdi insanlar icradan satılan malları almak için adeta yarış ediyor.
Bankalar son 10 yılda Türkiye'yi adeta borç bataklığına çevirdi. O kadar çok kredi verdiler ki, artık ipin ucunu kaçırdılar.
Nasıl olsa kanunlar hep bankaları koruduğu için rahat rahat kredi verdiler.
Dünyadaki bankacılar aptal bir bizim banka yöneticileri akıllı. Personele şubede oturma dışarı çık diye baskı yapan yöneticiler bir de kredi için hedef koydu. Sokaktan geçen adamı bile çevirip kredi verdiler.
Sonunda Türkiye bu kredilerle boğulmuş durumda.
Türkiye'nin en büyük bankası 770 milyon liralık takipteki alacağını 35 milyon liraya sattı. Bir başkası 660, yine bir başkası 400 milyon liralık milyonluk alacağını varlık şirketlerine sattı...
"Ben uğraşamam sen bunlardan alırsın" diye yüzde 90 iskontolu satıyor.
Alan ise vatandaşın altındaki yorganına bile el koyup parayı tahsil ediyor.
Her taraf icralık mal ve mülk satış ilanları ile dolu.
Adamlar icralık mal satışı ile ilgili site bile yapmışlar. Her gün yüzbinlerce ziyaretçisi var.
İkinci el konut ve malların satıldığı meşhur internet sitesinin bile en iyi satıcıları bankalar.
Sadece bu sitede 10 binin üzerinde satılık gayrimenkul ilanı var.
Arama kayıtlarında "bankadan satılık" kelimesi ilk sırada yer alıyor.
Burada satılan her evde aslında bir dram bir acı yaşanmış. Yarı fiyatına alınmaya çalışan her buzdolabında her halıda aslında bir "ah" var.
Eskilerin bir sözü vardı "ağlayanın malı gülene hayretmez".
Acı ama gerçek bugün Türkiye'de yüzbinlerce gülen insan, yüzbinlerce ağlayan insanın malında fayda arıyor!


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

2 Şubat 2018 Cuma

Servet mülkiyetinde 'Gayri Millîlik' artıyor - KORKUT BORATAV

Mülkiyette Gayri Millîlik    
Türkiye ekonomisinin “gayri millî özellikleri” adım adım yoğunlaşıyor. Bu bozulmaya katkı yapan iktidar çevreleri ise, “biz yerliyiz; millîyiz” diye bir tevatür tutturuyor.
Ekonominin artan “gayri millîlik” durumunun, “yabancılaşma” sürecinin AKP iktidarı döneminde nasıl hızlandığını birkaç hafta önce bu köşede nicel bulgularla gözden geçirmiştim.

Tekrarlayayım: Kullandığım istatistikler servet mülkiyeti üzerinde durmaktaydı. Bunlardaki “servet” (veya “varlık”) kavramı çok geniştir: Portföy (hisse senedi, tahvil, bono, mevduat), sabit tesisler ve alacak (banka kredileri) kalemlerinden oluşur. Mülkiyet (veya “aidiyet”) bakımından da yerliler (“yerleşikler”) ve yabancılar ayrımı yapılır.
Türkiyeli şirket, banka, rantiye ve kurumların dış dünyadaki servetleri ana kalemler ve toplam olarak belirleniyor: Türkiye’nin dış varlıkları... Keza, Türkiye’de yabancılara ait aynı servet kalemleri için de paralel bir istatistik tutuluyor: Yabancıların Türkiye’deki varlıkları...

2007-2015 döneminde iki servet mülkiyeti arasındaki farkın (Türkiye’nin net varlık durumunun) da hep “eksi” değerler gösterdiği ve hem milyar dolar olarak, hem de millî gelire oranlandığında hızla arttığı gözlenmekteydi. Zira, Türkiye’deki servet mülkiyeti önemli boyutlarda yabancılaşmakta; “gayri millî” hale gelmekteydi.

Son iki yılda servetin yabancılaşması
Bugün bu bilgileri 2016 ve 2017 için (ve yeni millî gelir verileriyle) güncelleyeceğim. Dolarlı millî gelir sayıları  IMF veri bankasından alındı. 2017 tahmini 841,2  milyar dolardır.
Aşağıdaki tablonun ilk üç satırında yerli ve yabancı servet toplamları ile Türkiye’nin net varlık durumu milli gelire oranlanarak veriliyor. Servet mülkiyetinde yabancılaşma eğilimi devam etmekte midir? Amaç, bu soruya ışık tutmaktır. 2016 sonu ile 2017’nin ilk dokuz ayı karşılaştırılıyor.
Servetin yabancılaşması ve kırılganlıklar: Milli gelire oranlar (%)
Sorunun yanıtı, açık-seçik “evet”tir. 2017’nin millî gelir tahmini dönem boyunca sabit tutulmakta; buna karşılık “yerli” ve “yabancı” servet öğeleri yıl boyunca artmaktadır.  Bu hesaplama yöntemi, bu iki toplamın millî gelire oranını da yukarı çekmektedir; ama çok farklı tempolarda…
Aralık 2016 ile Eylül 2017 oranlarındaki artışı karşılaştırın: Türkiyeli şirket, banka, kurum ve rantiyelerin dış dünyadaki servet toplamlarının milli gelire oranı 1,8 puan artmıştır (Satır 1). Türkiye’nin dış varlıklarının yarısından çoğunun tamamen “pasif” servet öğelerinden (TCMB ile ticarî banka rezervlerinden) oluştuğuna da ayrıca işaret edelim. Türkiye burjuvazisi dış dünyada varlık edinmeye pek heveskâr değildir.
Buna karşılık yabancıların Türkiye’deki servetlerinin  millî gelire oranında dokuz ay içinde 12,4 puan artış gerçekleşmiştir. (Satır 2).
Sonuç, satır 3’te gözleniyor: Türkiye’nin dış varlıkları ile yabancıların Türkiye’deki varlıkları arasındaki makas (“net varlık durumu”) dokuz  ay içinde daha da açılmıştır: Yüzde olarak -42,0  → -52,6…

Dış dünya bozulursa halimiz?
Ekonominin yabancılaşması, mülkiyette artan gayri millîlik niçin endişe yaratsın? İktisadî bağımsızlık alanının genişliği önem taşıyorsa…
Önemli ve daha güncel bir sorun daha var: 2017’de dünya  ekonomisinde iyimserliğin zirveye çıktığı bir konjonktür yaşandı. Şimdi yaygın bir öngörü oluşuyor: İki yıl boyunca coşkun seyreden “risk iştahı” zayıflamaya başlayınca, ilk olumsuz etkiler  “yükselen piyasa ekonomileri” üzerinde gözlenecektir. Birkaç yıldan beri Türkiye, bu grubun “en kırılganları” içinde yer almaktadır. Yabancı servet öğelerini eriten sert sermaye çıkışları, finansal çalkantıları, kriz olasılıklarını gündeme getirecektir.
Tablonun son iki satırı, önem taşıyan iki dış kırılganlık göstergesini (yine millî gelirde oranlar ile) veriyor. Birincisi, yabancıların kısa vadeli, “sıcak” servet kalemlerinin payıdır (Satır 4). İkincisi ise, Türkiyeli şirketlerin net döviz pozisyon durumudur (Satır 5).
Yabancı “sıcak” varlıkların millî gelirdeki payı, yabancı rantiyelerin ülke dışına kaçış kolaylığını ifade eder. Hisse senedi, tahvil gibi kâğıttan varlıklara, mevduata bağlanmış fonlar ve kısa vadeli borçlar “sıcak” varlık öğeleridir. Ani çıkış gösterebilirler; “döndürülmesi” son bulduğunda derhal ödenmesi gereken döviz yükümlülükleridir.
 Tabloda yer almayan bir bilgi ekleyeyim: Toplam yabancı varlıkların içinde yer alan “sıcak” öğelerin payı, Aralık 2016-Eylül 2017 arasında 33’ten 40,3’e yükselmiştir. Sonuç satır 4’te yer alıyor: “Sıcak” yabancı servet öğelerinin milli gelirdeki payı, dokuz ay içinde 5,4 puan artmıştır.
Türkiyeli şirketlerin dış dünyadaki varlıkları ile dış yükümlükleri arasındaki farka (“eksi” değer taşıyan net varlık durumuna) göz atalım. Aradaki makas, dokuz ayda açılmıştır: -206 milyar dolar → -211 milyar dolar… Millî gelire oran da 1,2 puan yükselmiştir (Satır 5). Pahalılaşan dövizin yarattığı sıkıntıların arka planında bu olgular yatıyor.

Dış borç tuzakları…
Tabloda yer almayan dış borçlarla ilgili üç kırılganlık göstergesine de değinelim.
2016 sonunda (405 milyar dolarlık) dış borçların milli gelire oranı yüzde 46,9’du. Eylül 2017’de Türkiye’nin dış borç toplamı 438 milyar dolara çıktı; millî gelirin yüzde 52,1’ine yükseldi. (“Kritik eşik” yüzde 50 kabul edilir.)
Aralık 2016-Eylül 2017 arasında dış borçların bileşiminde de kırılganlık arttı; kısa vadeli dış borçların payı yükseldi: %24,2 →%25,2…
Alacaklı bankaların yakından izlediği kritik bir risk öğesi daha var: Kısa vadeli dış borçların merkez bankası brüt döviz rezervlerine oranı… Kritik eşik, yüzde 100’dür. Aralık 2016’da da aşılmış olan bu oran, dokuz ay içinde daha da bozulmuştur: %106,5 → %116,0…

Kıssadan hisse…
AKP döneminde “servet mülkiyetinde artan gayri millîlik”, hem kendi başına, hem de ekonomiye kırılganlık taşıyan özellikleri nedeniyle ciddi bir yapısal bozulma olarak görülmelidir.
Kendi başına da önemlidir; zira, ekonomiyi yönlendiren manivelaların bir bölümü ülke dışına, emperyalizme devredilmektedir. Dış kırılganlıkların krizlere dönüşmesi ise, toplumsal çöküntüleri, emekçilerin çaresizliğini, teslimiyetini, son adımda faşizmi besler.
Bağımlılığa, kırılganlığa yol açan gayri millîlik, bugünkü iktidar için önem taşımaz. Yarattıkları sorunları yapısal hastalık olarak algılayamazlar; düzeltme çabası, becerisi bu nedenle yoktur.
Her resmî belgeye eklenen “yapısal reform” teranesi, müflis neoliberal söylemin bayatlamış bir sloganıdır. Bu metinleri yazanların dahi ciddiye almadığı; usulen tekrarlanan, içeriksiz bir klişe…

“Yerlilik ve millîlik” ise, ciddiye alınarak tartışılacak bir söylem değildir. Bence, “gayri millîsiniz…” tepkisi bile gereksizdir. Görmezlikten gelmek ehvendir. 

Bu içi boş zevzeklik, anlamsız olduğu için tutmaz; unutulur gider.

Korkut Boratav / SOL

Dolarlı milli geçiş ücreti ne şahane - ÇİĞDEM TOKER

Avrasya Tüneli’nin geçiş ücreti, 16.60 TL’den 21 TL’ye yükseltildi. Halbuki, ta 2016’da Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan, geçiş ücretinin 4 dolar+KDV olacağını söylemişti. 
Buna göre de -dolar üzerinden tarife belirleme “milli”liğini(!) bir yana bırakalım hadi-geçiş ücretinin bugünkü kur üzerinden, 17.71 TL olması gerekiyordu. 
Geçsek de geçmesek de milyonlarca liranın bizden alınıp şirkete aktarılacağının artık farkında olan vatandaşların tepkisi çığ gibi büyüyünce, Bakan Arslan gün içinde çok ilginç bir açıklama yaptı. 
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştüklerini ve KDV’nin indirilmesi için Bakanlar Kurulu kararı çıkarılacağını, böylece geçiş ücretinin yarından (yani bugünden) itibaren 19.20 TL olacağını açıkladı.
***
İncelik nerede mi? Anlatalım: 
Yap-İşlet-Devret (YİD) modeliyle yaptırılan köprülerin geçiş ücretinden alınan KDV zaten yüzde 18’den yüzde 8’e düşürülmüştü. 
2016 haziran ayında bu yöndeki değişikliği içeren Bakanlar Kurulu kararı da Resmi Gazete’de yayımlanmıştı. Fakat belli ki bu tebliğ, “tünel”i kapsamamış. Ve iki gün önce açıklanan zam yüksek bulununca, bu kez “tünel” için KDV indirimi formülü zorunlu hale gelmiş. Bakan Arslan, dün şöyle diyordu. 

“Uygulamaya başlayınca hesabını yaptık. Cumhurbaşkanı’na da arz ettik. Bir Bakanlar Kurulu kararı çıkarmak için çalışmaları başlattık. Resmi Gazete’de yayımlanınca yarın gece itibarıyla Avrasya tüneli geçişlerinde de KDV’yi yüzde 18’den yüzde 8’e indireceğiz. Küçük araçlar için 19.20 TL olacak.” 
Ülkenin nasıl yönetildiğini görmek bakımından benzersiz bir örnek bu. 
Koskoca Bakanlar Kurulu, herhalde sırf Avrasya Tüneli’nin geçiş ücreti KDV’sini indirelim diye fiziken bir araya gelip toplanmayacak. 
Muhtemelen önceden alınmış imzaların üzerine, KDV kanununa ekli listede değişiklik yapıldığına dair madde eklenecek. 
İşte size Bakanlar Kurulu kararı. İşte size zamdan indirim yaparak, indirim yapmış gibi görünen karar. 
 
Gizemli ‘çarpan etkisi’ 
Bakan Arslan,geçiş ücretinin yüksekliğiyle ilgili eleştirileri yanıtlarken, şartnameler hazırlanırken dövize endeksli fiyatlar belirlendiğini söylemiş ve 2 Ocak 2017’deki döviz kuru ile 2 Ocak 2018’deki döviz kuru arasındaki artış oranında fiyatların arttığını söylemiş. Sonra da “çarpan etkisi” demiş. 
Biz buradan 2017 ve 2018 döviz kurlarını verelim: 
2 Ocak 2017-USD: Döviz alış: 3.53 – Döviz Satış 3.54 
2 Ocak 2018 USD: Döviz alış: 3.76-Döviz satış: 3.77 
Yani, ABD Doları’nda bir yıl içinde 22-23 kuruşluk bir artıştan bahsediyoruz. 
Buna karşılık 16.60 TL olan Avrasya Tüneli geçiş ücreti, 4 lira 40 kuruş birden artırılarak 21 TL’ye çıkarıldı. 
Döviz kurundaki 22 kuruşluk artış, geçiş ücretine nasıl oluyor da 4 lira 40 kuruş birden yansıyor. Bu fiyat bugün KDV’de yapılacak indirimle 19 lira 20 kuruşa düşecek olsa bile yine 2 lira 60 kuruşluk bir artış var. 
Bu “çarpan etkisi”nin ne olduğunu birinin bize daha iyi anlatması lazım. 
Bu vesileyle hatırlatalım ki, devlet Avrasya Tüneli’nden 68 bin 500 araç garantisi verdi. Geçenlerde Vahap Munyar’ın Hürriyet’teki yazısında okuduk. Konsorsiyumun Türk ortağı Yapı Merkezi Başkanı Arıoğlu daha önce bu sayının çok rahat yakalanacağını söylemesine karşın böyle olmamış. 2017’de geçen ortalama araç sayısı 41 bin düzeyinde kalmış. 
Bu sebeple de Arıoğlu, 10 milyon araç eksik geçtiği için garanti kapsamında devletten 123 milyon TL alacaklarını söylüyor.

***

İnsanın aklına kötü şeyler geliyor. Yoksa Bakan Arslan’ın bahsettiği “çarpan etkisi”, şirkete verilen garanti gereği aktarılacak 123 milyon TL’yi çıkarmanın kibar söylenişi mi? Öyle ya da böyle, ABD Doları üzerinden tarife belirlemenin milliliği başka şeye benzemiyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Hayaller olimpiyat madalyası, gerçekler Survivor - MÜSLÜM GÜLHAN

İradenin hâkim kılma kudreti kişinin entelektüel yapısı ile doğrudan bağdaşır. İstek ve taleplerdeki gerçekleri yakalayabilme kapasitesi bilginin toplumda ve kişide karşılık bulmasıyla gerçekleşir. Bilginin kullanılma kapasitesi de başarıyı elde etmenin yanında, başarının sürdürülebilir olmasını da sağlar.

Başarının önüne koyulabilecek ve zarar verebilecek tek unsur olan maddi beklenti ise, ister istemez bilgiyi bertaraf ederek süreci farklı kılar. Tek atımlık başarıyla elde edilmesi düşünülen maddi beklenti sporcuyu ve antrenörü paranoya haline getirir. İşte her ne olursa bu süreçten sonra olur!
Süreç ister istemez dopinge kadar gelir!..

Bazen futbolda da görürüz bunu. Rekabet unsuru olarak algılanan bir maça verilen anormal primler ki bunu dış motivasyon olarak algılıyoruz, ‘prim dopingi’ diye lanse edilerek, tüm ligi sadece bir maça indirgeyip diğer süreci tamamen düşük motivasyonla kırılgan hale getirmesine rağmen, her şey tek maç üzerine kurgulanır ve pazarlanır.

Atletizmde de süreç aynıdır. Kazanılacak bir madalya ile elde edilecek maddi karşılık süreci tek atımlık başarı beklentisine sokar. Ve düşünülen altınlar, araba, ev beklentileri iradenin yetersizliğiyle ortaya çıkan açığın ilaç ve aşırı yüklemeyle kapanmasına neden olur. Çünkü bunu bir fırsat olarak görmenin paranoyası artık süreci çığırından çıkarır. Yarıştan sonra kalıcı sakatlıklar bile önemli değildir!

Üçüncü seviyede bir organizasyon olan ‘Akdeniz Oyunları’nda, 400 altın ile ödüllendirilmenin yarattığı travma ilaç kullanmayı tetikleyerek adeta bir kaos yaratmıştır. Burada iradenin hâkim kılınacağı bir süreçten bahsetmek mümkün olmaz. Zaten bilgi de rafa kaldırılmıştır ki; antrenör ve sporcunun entelektüel yapısı ile ilgi bir kaygının yaşanmasına olanak bile yoktur.

Türkiye’deki spor olgusu bir politikanın sınırları ile yapılandırılması yerine tamamen rant kurgusu üzerine bir sistem haline getirilmiştir.
Süreç içinde sadece sporcuları suçlamak doğru da olmaz.

Ama sporcuların popüler kültürün parçası olma istek ve talepleri, sürecin getirisinin ne kadar anlamsız ve yetersiz olduğunun da bir kanıtı olur. Sorgulanması gereken acı veren nokta burasıdır.

Olimpiyatlarda yarışmış, Dünya Şampiyonalarında yarışmış isimlerin, bir kısmının adlarının doping veya yanlış motivasyon unsurları ile anılması ne kadar acı ise, bu seviyeye gelmiş isimlerin, her şeyi bir kenara bırakarak, sporun içinde farklı pozisyonlarda hizmet etmenin gerçeğini dışlayarak popüler kültürün parçası olma isteğinin karşılığı gerçekten çok acı verici.

Pınar Saka, Sema Apak, Nevin Yanıt, Nagehan Karadere, Merve Aydın, Birsen Bekgöz... Bu isimlerin karşılığına bakıldığında, her ne olumsuzluk olursa olsun veya olmasın yılların emeğini heba etmelerinden dolayı bir özeleştiri yapmaları gerekmektedir. Bu kadar donanımlı atletlerin içine düştükleri durum ile ilgili en azından benim bir açıklama beklentim var.


Tüm bu olumsuzlukları gidermenin de karşılığı bir sosyal sorumluluk sorumluluğunu alarak, bu içine düştükleri duruma karşı gelecek mücadele içinde olmaları gerekmektedir. Bu konuda rol modeli olmanın getirisini anlatmaya gerek bile yok. Milyonlarca çocuk doğru yetiştirilecek spor programlarına ve eğitimcilere muhtaç durumdalar.

Bunun karşılığı Survivor’a katılmak olamaz.

Popüler bir kültürün ürünü olarak düzenlenen programın kendine göre birtakım beklentileri vardır ve gayet normaldir.
Ama Milli Atletlerin bu sürece katılmalarının karşılığı bende yok ve bulamıyorum.
Artık süreç kendini bertaraf ederek devşirme sporculara kadar geldi. Samanı bile ithal eden bir ülkede bu durum belki normal olarak algılanabilinir. Ama, insan unsurunun heba edilmesini kabul etmek mümkün değil.

Tüm branşların devşirilmesinin getirisi ne olabilir ki… Olimpiyat ya da Dünya Şampiyonu olmalarının karşılığı farklı bir ülkenin kimliği ile oluşturulamaz.
Ama kendi atletlerimiz doping veya yanlış ilaçlar ile aşırı yüklemelerden dolayı derecelerini devşirmeye çalışmakta. Ancak bu da aynı derecede bir zafiyet ve acı verici olaydır. Bunu önlemek ciddi bir politikadır. Olduktan sonra süreci temizlemek bir şey ifade etmez. Çünkü yıllarca emek verilmiş değerleri kaybetmenin insani ve ekonomik karşılığı ciddi bir bakiyedir.

Devşirme politikasının asıl zararı üretimden vazgeçme olgusudur.

Ve yıllarını spora adamış kişilerin, dışlanmışlıkları ve toplumda cevap bulacak eleştirici sürecini reddetmeleri, onları da sosyal anlamda da değişime uğratarak popüler kültürün parçası olma sürecinin içine sokmuştur.

Sanırım Survivor buna cevap bulunacak mükemmel bir alan. Çünkü burasıda tek atımlık yerdir.

Olimpiyat madalyası beklentisinden ‘like’ alma beklentisine geçiş, sosyal mutasyonun bir çöküş sürecini ifade etmektedir.

Çok yazık.

Müslüm Gülhan / BİRGÜN

1 Şubat 2018 Perşembe

Erdoğan'ın Lozan dosyalarını Kadir Mısıroğlu mu hazırlayacak - M.Ayhan Kara / ODATV

Cumhurbaşkanı ve Ak Parti Genel Başkanı Erdoğan, zaman zaman öteden beri partisinin platformlarında Lozan’a "kılçık" atıyor...


Cumhurbaşkanı ve Ak Parti Genel Başkanı Erdoğan, zaman zaman öteden beri partisinin platformlarında Lozan’a "kılçık" atıyor. Bir türlü Lozan’la barışamayan, Lozan’ı hazmedemeyen bir cumhurbaşkanı profili çiziyor.
Bir “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” hayal edebilir miydiniz Türkiye Cumhuriyeti’nin “tapu senedi”olan, bir devleti tescil eden Lozan Barış Anlaşması’nı ikide bir masaya yatıran, tartışmaya açan?!
LOZAN’I HAZMEDEMEYEN BİR CUMHURBAŞKANI!
Erdoğan, geride bıraktığımız hafta sonunda Ak Parti Kocaeli İl Gençlik Kongresi öncesinde kendisini bekleyen yurttaşlara yine şöyle seslendi ve tabiri caizse Lozan’a saydırdı:
“Lozan’da öyle olmadı mı? Kılıçdaroğlu’na sorsan Lozan’da kazandığımızı söyler. Ondan sonra da adaların faturasını AKP’ye kesmeye kalkar. Adaları siz verdiniz siz. Sizin partinizin başında olanlar verdi. Tarihi dosyaları hazırlatıyorum ve Lozan da dahil olmak üzere bunların önüne, milletin önüne bu belgelerle anlatacağız. Görecekler kim, nerede, neyi vermiş. Öyle yalanlarla, dolanlarla bu milleti aldatamazsınız.”
AKILDANE, FESLİ MUHTEREM
Lozan’la barışamayan bir kökenden geliyor tabii Erdoğan. Bir devlet adamının bulunduğu zaviyeden değil, rövanşist duygularla bakıyor Lozan’a. Akıl hocası kim? Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Kurtuluş’un ve Kuruluş’un lideri Büyük Atatürk’e dil uzatıp hakaret ettiği içi mahkum olan fesli zat. Yani, Kadir Mısırlıoğlu.
Bu zat-ı muhteremin “Lozan Zafer mi Hezimet mi?” adlı iki ciltlik bir kitabı var. Birinci cildi 1971’de, “Maddi Kayıplar” alt başlıklı ikinci cildi 1973’te (Elimdeki 5.baskı 1979 tarihli) yayınlanmış. Fesli, kitabını Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’e ithaf etmiş. Ali Şükrü Bey kim? Birinci mecliste Mustafa Kemal Paşa’nın bodoslama karşısında… Lozan’a muhalif.
Erdoğan’ın da feyz aldığını tahmin edebileceğimiz söz konusu kitabı yayınlayan Sebil Yayınları’nın kitabın başındaki notunu paylaşırsam, yukarıda alıntıladığım son Kocaeli konuşması daha bir yerine oturacaktır:
“Lozan; muazzam bir imparatorluk mirasının han-ı yağmasıdır… Türkün şahsında İslam’dan intikam alınarak, bütün bir İslam dünyasının başsız bırakılmasıdır!..
Lozan’ın getirdiği; adalarla Yunan strateji çemberine alınmış, iktisadi kaynaklardan mahrum, her türlü unvan ve sıfatı yolunmuş, gayri tabii hudutların çizdiği küçük bir Türkiye’dir.”
KİTABIN ÖNSÖZÜ ERDOĞAN’IN GÖZDESİNDEN
Şimdi sıkı durun; kitabın ikinci baskısına henüz genç bir inşaat mühendisi iken (belki o zaman asistan da) Evren Karadayı ile birlikte “önsöz” kaleme alan kim dersiniz? Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken ekibinde İSKİ müdürü olan, başbakanlığında hep bakanlık koltuğunda oturan, şimdi de bakanlığını sürdüren Prof. Dr. Veysel Eroğlu olabilir mi? İsim benzerliği değilse odur!
Bakın, Eroğlu nasıl da yüceltiyor Atatürk’e hakaretten hüküm giyen fesliyi; şu ifade “önsöz”den:
“Vecd ve iman gençliğine birçok değerli mücadele eseri kazandıran üstad Kadir Mısıroğlu’nun şahsiyet ve fikirleri üzerinde durmayı zaid addediyoruz. Ancak şu kadarını söyleyelim ki; o, sahip olduğu hudutsuz ilim, ahlak ve cesaretle -gençliğine rağmen- devrimizin ‘Şeyhülmuharririn’i sayılmayı çoktan hak etmiş bir büyük insandır.”
ERDOĞAN’IN LOZAN ÇIKIŞLARI HANGİ BAĞLAMDA ELE ALINMALI?
Erdoğan ve ekibinin Atatürk’ün kurduğu cumhuriyeti tasfiye edip rövanşist bir yaklaşımla cumhuriyete tepeden tırnağa başka bir hüviyet kazandırma zihniyetinde olduğunu saptamak için Lozan’a nasıl baktığını görmek yeter de artar. Kutuplaşma yaklaşımı o yüzden benimseniyor. Afrin’e yönelik Zeytin Dalı Harekatı’na destek vermesine karşın CHP’yi iç cephenin dışına atmaya çalışması o yüzden… Çünkü CHP, Atatürk Türkiyesi’ni kuran parti. Yaşatmakla da yükümlü olan parti… Normalde askeri harekat içindeki bir yönetimin ne yapması gerekirdi? İç cepheyi geniş ve kavi tutmak, değil mi? Oysa Erdoğan neler yapıyor?..
İşte Erdoğan’ın önceki ve son Lozan çıkışlarını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Muzaffer Ayhan Kara / ODATV

Davutoğlu'nun geri dönüşünün sırrı ne - Müyesser Yıldız / ODATV

Erdoğan-Davutoğlu görüşmesi tam 3 saat sürdüğüne göre; Yine “iç ve dış dengelerin” etkisinin yanısıra acaba Abdullah Gül'ün “Çıkış” yapmama karşılığında Davutoğlu üzerinden yeni bir talebi mi sözkonusu?


Erdoğan dün AKP Grup toplantısında sağına Başbakan Binali Yıldırım'ı, soluna azlettiği eski Başbakan Ahmet Davutoğlu'nu oturttu.Türkiye şimdi bu fotoğrafı konuşuyor. Yorumlar, Erdoğan'ın Davutoğlu'nu yanına alarak, Abdullah Gül'e bir darbe daha vurduğu yönünde. Yani Davutoğlu'nun dönüşü AKP içi mesele olarak değerlendiriliyor. Oysa daha büyük anlamı var.
Bundan önce Erdoğan'ın dün grup konuşmasında, CHP'nin Suriye PKK'sı PYD için, “Terör örgütü değil, siyasi partidir” şeklindeki söylemini eleştirmesine değinelim.
PYD'ye parti muamelesi yapan, başındaki Salih Müslim'i Türkiye'de ağırlayan, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu değil miydi?.. İmralı'daki teröristbaşı ile “müzakereler” sürerken, HDP'lilerle “Rojava ve Suriye politikalarını, PYD'nin durumunu” görüşüp, “Kurulacak bir komisyonla ortaklaşma çabasına girmeyi”kararlaştırmadı mı?.. Ve de iddialara göre, Başbakanlığı döneminde gerçekleşen Süleyman Şah Türbesi'nin “kaçırılması” operasyonunu Salih Müslim ile birlikte koordine etmedi mi?
Dahası; 2014 yılında Genelkurmay Başkanlığı, PYD için “terör örgütü” ifadesini kullanınca, dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, “HDP ile PKK aynı mı? Değil. Biri siyaset düzeyinde faaliyet gösteriyor. PYD ile YPG arasında da böyle bir durum var” demedi mi?
Yıllarca Dışişleri Bakanlığı'nda Davutoğlu'nun Müsteşarlığını yapan, şimdi de BM Daimi Temsilcimiz olan Feridun Sinirlioğlu, “YPG ve PYD’yi ayırmak lâzım. PYD bir parti. Bizdeki HDP gibi. YPG onun silahlı kolu. PYD’nin elinde ise silah yok”diye konuşmadı mı?
Özetle, dün AKP'lilerin söylediğini, bugün CHP söylüyor... Yani biri giderken, biri geliyor... Bize de bu hızlı dönüşlere yetişmek düşüyor!..
Davutoğlu'nun dönüşüne gelelim;
Daha dün yandaşlar, Musul Başkonsolosuyken CHP'li Öztürk Yılmaz'ı alnından öptüğü için yerden yere vuruyorlardı. Acaba dünkü manzaradan sonra nasıl viraj alacaklar, meraklanmamak mümkün değil. Bu, onların sorunu. Biz Davutoğlu'nun dönüşünün Türkiye açısından anlam ve önemine bakalım.
Bilindiği gibi, Erdoğan ile Davutoğlu 22 Ocak'ta 3 saat süren bir görüşme yaptı. Dünkü fotoğraf bundan sonra ortaya çıktı.
Abdülkadir Selvi'nin yazdığına göre, 3 saatlik görüşmenin yarısı başta Afrin operasyonu olmak üzere dış politikadaki gelişmelermiş.
İşte Türkiye'yi, hepimizi ilgilendiren de bu kısmı. 
Suriye politikasının mimarı o. 2011'de dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın telefonundan sonra Esad'la 7 saat görüşüp, Suriye'ye “demokrasi” getirmek için ikna etmeye çalışan, hatta iddialara göre, masaya yumruğunu vurup, “istifa edeceksiniz” diyen, sonrasında şu açıklamayı yapan o:
“Biz Suriye'de bütün alternatifi deneyerek bugünlere geldik, ama bu sancılı sürecin çok uzun süreceğini düşünmüyorum. Artık bu süreci yıllarla ifade etmek yerine aylar veya haftalarla ifade etmek gerekir.”
7 yıl geçti... Suriye'nin hâli ve bunun Türkiye'ye yansımaları ortada.
Devam edelim.
Mesut Barzani'yi “KAK” diyen, yazışma ve temaslarda “Kürdistan” sözcüğünün kullanılması talimatını veren ve Dışişleri Bakanlığı'nda “Barzanistan”ın bezini ilk açtıran da o. 
Peki Davutoğlu'nun “KAK Mesut”u Zeytin Dalı Operasyonu'na nasıl yaklaştı? Derhal durdurulmasını istedi. Sözde parlamentosu da operasyonu kınadı. 
Ya Davutoğlu'nun 2013'te Diyarbakır'da yaptığı konuşmada, “Ulus devletle hesaplaşma vakti geldi” demesini, “Bölgenin restorasyonunda PKK'yla yürütülen sürecin etkili olacağını” söylemesini ve HDP'lilere, “Bu görüşlerinin Öcalan'ın Nevruz deklerasyonu ile ne kadar örtüştüğünü” anlatmasını unutmak mümkün mü? 
Davutoğlu'nun Başbakanlığı döneminden de birkaç “açılım” hatırlatalım:
Şimdi hapiste olan Selahattin Demirtaş'ı ilk kez Başbakanlıkta ağırladı...
Diyarbakır'dan, Kobani'ye selâm gönderip, “Kobani’deki her kardeşimin alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin emanetidir” dedi...
Rus uçağının vurulması emrini bizzat kendisinin verdiğini açıkladı...
Danışmanlığından Başbakanlığına, dış politikadaki tüm bu hataların bedelini ise hepimiz ödedik, ödemeye de devam ediyoruz.
O halde soralım; Davutoğlu'nun “muhteşem” dönüşü, tüm bu yaptıklarından “ibra” olması veya “affedilmesi” anlamına gelmez mi?.. Böyleyse, bundan parti içi dengelerin Türkiye'nin hak ve çıkarlarından daha önemli olduğu sonucu çıkmaz mı?.. Erdoğan'la 3 saatlik görüşmesinde, “Pişmanım, kandırıldım”dediyse o başka!.. Öyleyse de yüreklerin bir nebze soğuması için milletimize, bu nedametin duyurulması gerekmez mi?
DAVUTOĞLU'NA YENİDEN GÖREV Mİ
Bundan sonrasına geçelim; Acaba Davutoğlu'nun “muhteşem” dönüşünün tek sebebi “Parti içi birlik ve beraberliği” tahkim mi, yoksa başka faktörler de var mı? Mesela kendisine dış politikada yeniden bir görev verilmesi veya yeni bir misyon yüklenmesi gündeme gelir mi?
Zira şunları biliyoruz:
Dışişleri Bakanı yapılmasını bizzat Obama'nın istediği öne sürüldü. Yalanlanmadı.
ABD, İngiltere, İsrail başta pek çok ülkeyle çok samimi ilişkileri oldu.
ABD, en çok ödülü ona verdi... Üç yıl üst üste “100 Küresel Düşünür” listesinde yer aldı. 
Bu tabloyu Erdoğan'ın Davutoğlu'nu yanına çekerek, Gül'e darbe vurduğu yorumuyla birlikte değerlendirelim.
Davutoğlu'nun Başbakanlığa atandığı dönemde de Erdoğan-Gül arasında sorunlar vardı ve birçok AKP'li, Gül'e yakın bu ismin seçilmesine şaşırmış ve önemli bir isim aynen şu yorumu yapmıştı:
“Gül’ün, iç ve dış dengelerin etkisi var mıdır? Mesela Abdullah Gül, çekilme ve konuşmama karşılığında Davutoğlu’nun Başbakanlığını ve kendisine yakın bakanların yerini korumasını şart koşmuş olabilir mi?”
Erdoğan-Davutoğlu görüşmesi tam 3 saat sürdüğüne göre; Yine “iç ve dış dengelerin” etkisinin yanısıra acaba Abdullah Gül'ün “Çıkış” yapmama karşılığında Davutoğlu üzerinden yeni bir talebi mi sözkonusu?
MHP NE DİYECEK?
Bir başka ayrıntı; MHP'nin Erdoğan'a tam desteği malûm. MHP ile Davutoğlu arasındaki gerilim de.
6 ay önce Tuğrul Türkeş'in kabine dışı kalması ve koalisyon görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanması tartışmaları yaşandığında Bahçeli, “Onu Ahmet Davutoğlu ölçüsüyle birilerinin izah etmesi lazım” dedi. Davutoğlu, “Bahçeli'den beklenen, nezaketten ve siyasi olgunluktan yoksun tavırlar yerine kendi sorunlarıyla yüzleşme cesaret ve erdemini göstermesidir” karşılığını verdi. MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın da şu sert açıklamayı yaptı:
“Mazul başbakanlardan Ahmet Davutoğlu, bir süreden beri sindiği köşesinde başarısızlık, kabahat ve veballerinin özeleştirisiyle meşgul olması gerekirken büyük bir unutkanlıkla eski defterleri karıştırma cüretini göstermiştir. Ahmet Davutoğlu, başbakanlıktan ‘hal' edildikten sonra iyice şaşırmış, tarihi sorumluluklarından kurtulmanın yolunu, başarısızlıklarının yükünü, eskiden olduğu gibi MHP'ye yüklemekte bulmuştur... Siyasette tutarlı duruş sergileyen MHP'nin kamuoyundaki imajının zedelenmesi, haklı iken haksız pozisyonda gösterilmesi için algı operasyonlarına girişilmesi Pensilvanya taktiğidir... Ahmet Davutoğlu'nun Okyanus Ötesine giderek FETÖ'nün elebaşıyla görüştüğü bilinmektedir. O zaman kendisine soruyoruz. Siz Pensilvanya'da hangi parti meselelerini konuştunuz? Okyanus ötesinde hayati devlet meselelerini de görüştünüz mü? Birlikte hangi kararları aldınız, hangi algı operasyonlarına girişmeyi planladınız?.. Ahmet Davutoğlu tarafından erken seçim için geçiş hükûmeti oluşturmak üzere siyasette her kaba girebilen, her siyasi renge uyum sağlayabilen, eşik bekçiliğine ve at uşaklığına müsait birtakım dönme ve devşirmelerin toplandığı unutulmamıştır. ‘Slime' tipi kanserojen politikacı devşirme ve kiralama yöntemini siyasi geleneklerimize yerleştiren Ahmet Davutoğlu'dur... Ülkenin 1 Kasım 2015 erken seçimlerine giden süreçte yaşadığı kaosun, olağan dışı terör saldırıları yüzünden verilen şehitlerin, yaşanan toplu ölümlerin vebali Ahmet Davutoğlu'na aittir. Biz Sayın Davutoğlu'nu, Süleyman Şah utancının mimarı, PYD'nin Habur'daki mihmandarı, 15 Temmuz'un kaçkını serok Ahmet olarak hatırlıyoruz. Ahmet Davutoğlu'nun, MHP Lideri Devlet Bahçeli'ye edep, hayâ ve saygı sınırlarını aşan çirkin ithamları ayaklarımız altındadır.” 
Çok değil, sadece 3 ay önce ise Bahçeli, Kerkük'le ilgili görüşlerini açıklayan Davutoğlu'na şöyle yüklendi: 
“Barzani'ye 'Kak Mesut' diyen eski Başbakan sosyal medya hesabı üzerinden kendini hatırlatma gereği duymuştur. Anlaşıldığı üzere Kerkük'ün Türkmen ruhunu inkar etmiş, Türkmen yurdu olduğunu yok saymıştır. Yani kendisinden bekleneni bir kez daha yerine getirmiştir. Stratejik derinlikte az kalsın Türkiye'yi boğmak üzere iken görevden el çektirilen bu zihniyet şimdi kalkmış, sanki fikrin nedir diye sorulmuş gibi mesajlar verme gereği duymuştur... Sayın Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu, Dışişleri Bakanlığı, TSK güçlü bir iradeyle ağız birliği içindeyken, bir eski Başbakan'ın durumdan vazife çıkararak devletin politikalarına aykırı beyanat vermesi, gafillik ve garabettir ve de hükümetin politikalarını sabote etmektir. Sorarım sana, durdun durdun da şimdi niye ortaya çıktın? Sıfır sorun enkazı daha kaldırılmamışken, sana ne oluyor, sen hangi yüzle konuşuyorsun? Barzani lobisinin değirmenine deyim yerindeyse su taşıyor. Kerkük'ün acıları büyürken, kayıpları artarken; hala zalimlerin sözcülüğüne cüret edenlerin varlığı, kabul edilemez işbirlikçilik ve ilkesizlik örneğidir.”
Erdoğan dün Davutoğlu'na iade-i itibarda bulunarak, bir anlamda MHP'nin bu ağır suçlamalarına karşı da ona kol kanat germiş olmadı mı?
Müyesser Yıldız / ODATV

Seçmeni korkutmanın yararları - Selçuk Erez

2002’de ABD Senatosu, Başkan Bush’a Irakla savaşılması için gereken yetkiyi vermişti. O zaman yapılan anketler, ABD halkının yüzde 70’inin 2001’de New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırının Saddam Hüseyin tarafından düzenlenmiş olduğuna inandıklarını yansıtmıştı. George Bush ve takımı, Saddam’ın kitleleri yok edebilecek silahlara sahip olduğunu da ileri sürmekteydiler. 


Bu savaşın sonunda bir ülke mahvoldu, milyonlarca insan öldü. Bugün biz ticaret merkezine saldırı düzenleyenin Saddam olmadığını ve kitleleri yok etme silahlarının da bulunmadığını biliyoruz. 

Bu rezalet nasıl oluştu? 

1993-2001 yılları arasında ABD’de başkan yardımcılığı yapmış olan Al Gore“Akla Saldırı” başlıklı kitabında açıklamıştır: 
Korku, aklın en güçlü düşmanıdır. İnsanoğlunun varlığını sürdürmesi için akla da korkmaya da ihtiyacı vardır. Akıl bazen korkuyu bastırır ama korku da sıkça aklın önüne geçer. 
İnsanların düşüncelerinin belli amaçlarla yayılan korkularla bastırılması demokrasiyi yok edebilir. Demogoglar bu korkuları çıkarları yönünde kullanırlar. Serbest basın ise demokrasiyi bu tür sapmalara karşı koruyan bağışıklık sistemidir. 
Bugün bilim adamları bir tür görüntüleme (fMR) yöntemiyle uyarıların beynin hangi köşesinde tepkiye yol açabildiğini saptayabilmektedirler. Bu araştırmalar, insanı korkutan görüntülerin, olayları akılla irdeleyen beyin bölümlerine uğramadan belli tepkileri göstermemizi sağlayan merkezlere götürülebildiğini saptamışlardır. Bu mekanizmayla verdiğimiz tepkiler, önceki deneyimlerimizin bizde oluşturduğu duygusal tepkilerdir. Bu tepkilerin oluşumunda sadece yaşayıp gördüklerimiz değil bize anlatılanlar da etkin olur. 
Televizyonda bize gösterilenler, duygusal tepkilerimizin oluşumunda yani sevdiğimiz, korktuğumuz nesnelerin belirlenmesinde çok önemli bir rol oynar. 
Reklamcılar bundan yararlanırlar: Etkileyici görsel desteklerle gerçekmiş gibi tekrar tekrar sunulan korkutucu iddialar, zamanla duygusal tepkileri pekiştirerek, oluşturarak bunların beynin olanı biteni akılla irdeleyen köşelerine uğramadan öne geçmesini sağlayabilir. 
George Bush ve takımı, bu tür propagandalarla politik gerçekleri saptırıp halkın 11 Eylül korkusunu körükleyip onlara, Saddam’dan kaynaklanacak ABD’ye yönelik terör saldırılarını önlemenin tek yolunun Irak’a asker yollamak olduğunu benimsetmişlerdi. Bu, seçim de “Demokratların kazanması, terörün kazanmasıdır” diyen Bush’a yaramıştır: Ekonomik sıkıntıların geri plana itilmesi sağlanmış, silah satışlarının getirisi artmıştı ancak bugün insanlar bu sahtekârlığın yol açtığı felaketlerle hâlâ cebelleşmektedirler. 

Sadece ABD’de değil dünyanın her köşesinde bu felaketleri engelleyebilecek en önemli etken, bağımsız bir basın ve güdümlü değil, bağımsız basını izlemenin önemini kavramış vatandaşların sayısının çoğalmasıdır.

Selçuk Erez / CUMHURİYET

Papa, RTE ve ‘reel politik’... - Nilgün Cerrahoğlu

Papa’nın 2017’nin son aylarında yaptığı Birmanya gezisi olay oldu. 
Papa ile Birmanya’nın “Nobel Barış Ödüllü” efsane lideri Ang San Su Çi, sözümona dünyaya beraber “barış mesajları” vereceklerdi. 
Ama son dakikada kızılca kıyamet koptu. 
Birmanya yetkilileri Papa Francesco’nun uluorta “Rohingya Müslümanları”bahsini açmasını arzulamıyorlardı. Eğer “Rohingya” ismini telaffuz edecekse, zahmet edip Birmanya’ya dek gelmemeliydi. 
Birmanya/Myanmar’da “Rohingya” sözcüğü, Türkiye’deki bir zamanlar “Kürt” sözcüğü misali tabu ve yasaktı. 
“Kutsal Peder bu çetrefil durumun nasıl üstesinden gelecek?” tartışmaları yapılırken yola çıkmadan önce Papa, Vatikan’da bir ayin yaptı. Ayinde “Rohingya zulmünü” açıkça kınadı. Myanmar’da ise otoritelerle anlaşması uyarınca doğrudan “skandal açıklamalardan”(!) kaçındı. Ama gezinin 2. ayağı olan komşu Bangladeş’e geçer geçmez, Myanmar zulmünden kaçan 700 bin Rohingya Müslümanı ile bir araya gelip burada gösterişli bir ayin yaptı: “BugünTanrı’nın adı Rohingya’dır. Rohingyalılardan özür diliyorum” dedi ve ekledi: 
“Rohingyalılar haklarına kavuşana dek, onlara desteğimizi esirgemeyelim.Kalbimizi onlara kapatmayalım. Başımızı beri yana çevirmeyelim!”

RTE’nin gördüğü ‘3. Papa’ 
Vatikan’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’la “Kudüs’ün geleceğini” konuşmak için hafta başında yan yana gelecek olan Papa böyle bir Papa. 
Birmanya hikâyesini, Papa Francesco hakkında çok şeyi özetlediği için aktardım. 
Birincisi bu Papa gayet “reel politik” bir aktör. Şartlar icap ettirdiğinde “pragmatizmi” seçmekten yüksünmeyen, çok usta bir diplomat. 
İkincisi kendisinden önceki Papaların, özellikle de Papa II. Jean Paul’un yeğlediği afaki “dinler arası diyalog” politikalarından çok, Müslüman dünyaya ilişkin (RTE ile Kudüs diyaloğu misalinde olduğu gibi) dünyevi politikalara yükleniyor. 
Papa Francesco için Müslüman âlemi ile ilişkiler “Ost politik/Doğu politikası”diye adlandırılabilecek Orta Doğu ve Kuzey Afrika siyaseti ile bu bölgelerdeki Hıristiyan azınlıkların haklarını korumaktan geçiyor. 
Pazartesi günü RTE ile gerçekleşecek buluşma önemli. 
Uzun yıllar Türkiye’de Vatikan temsilciliği yapan ve Papa seçildiğinde bu yüzden “Türk Papa” diye anılan Papa Giovanni XXIII’ün, Vatikan’da ağırladığı Celal Bayar’ın arkasından RTE, “59 yıllık” aradan sonra konuk edilen 2. devlet başkanı olacak.
RTE Papa’lardan daha dayanıklı ve de kalıcı. 
Erdoğan’ın işbaşına geldiği 2002’den bu yana “üç Papa” geldi geçti.
II. Jean Paul 2005’te hakkın rahmetine kavuştu. 
“XVI. Benedictus” adıyla markalaşan Ratzinger, strese 8 yıl dayanabildi. Ve bu makamda görülmemiş bir hamleyle, 2013’te “Ben yoruldum!”diyerek görevi bıraktı. 
Yerine, gerçek adı Bergoglio olan mevcut Arjantinli Papa geldi.

Sarayda yaşamıyor 
Aslen İtalyan olan ve Güney Amerika’ya göç eden bir aileden gelen Bergoglio/Francesco fakirlerin ve “3. Dünya”nın Papa’sı olarak biliniyor. Kapitalizmi eleştiren söylemleri nedeniyle sol çevrelerce de beğeniliyor. İlerici, laik kesimleri Francesco beri yandan dışlamıyor. 
Mevcut Papa’nın lugatında örneğin “kitapsız, Allahsız” diye bir deyim asla yok. 
Tersine Papa Francesco; “dinsizlerle dahi diyalog” öneriyor. Aydınlanmacı düşünceyle inananlar arasındaki köprüleri yakmak yerine, kendisini bu köprüyü kurmakla mükellef hissediyor. 

Hıristiyan dünyasında eğitim kurumlarını denetlemekle bilinen Cizvit tarikatından gelen ve dört dil bilen Papa ayrıca entelektüel donanımı ile dikkat çekiyor. 
Papa’nın dikkat çekici diğer özelliği lüzumsuz israf ve gösterişe karşı olması. Kendisi Papa’lık sarayları yerine 70 metrekarelik bir apartman katında yaşamayı tercih ediyor ve değerli taşlarla bezeli Papalık mücevherlerini de kullanmıyor. 
Ne dersiniz? 5 Şubat’ta Vatikan’da karşılaşacak Papa Francesco ile RTE’nin kimyaları birbirlerine uyar mı?
***

Yüz binlerin demir parmaklıklar ardında çile doldurduğu ülkede “hapishanekonseptli” kafe açmışlar. Kafe tıkır tıkır işliyormuş. Garsonlar gardiyan kılığında servis yapıyor, müşteriler “mahkûm kıyafetiyle” fotoğraf çektiriyormuş. Nutkum tutuldu. TTB hekimlerinin bile gözaltına alındığı ülkede “hapishane” teması ticari yatırıma dönüştürülebiliyor! Yuh olsun! Yüreğime öküz oturdu resmen.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET