4 Şubat 2018 Pazar

55 yılın ardından Kavel Kablo direnişi - SERPİL GÜVENÇ

“Sordum çobanlara
Yüksek dağa, kar mıdır?
KAVEL’in kapısında ölenlere
Sual soran var mıdır?”[1]

“Kavel” Türkiye işçi sınıfının ve sosyalistlerin belleklerine kazınmış bir isim. Belki de bu nedenle adı bu önemli işçi direnişine öykünülerek konulmuş olan Kavel Alpaslan’ın yazısını okuyunca içim ısındı ve altmışlı yıllara döndüm[2].

Turgut Reis Caddesi’ndeki o mütevazi evimiz, ufak salonun sol köşesine sıkıştırılmış uzunca masanın çevresindekiler içinde kıvırcık dağınık saçlarıyla kıpır kıpır, çoğunlukla ayakta, elini kolunu sallayarak heyecanla bir şeyler anlatan, gür sesli, güzel ozanımız Hasan Hüseyin Korkmazgil… Sofrada sosyalizm, TİP ve yükselen işçi sınıfı mücadelesi konuşulmakta.  Ne var ki, yazdığı o doyumsuz güzellikte ve mücadeleyle örülü şiirler nedeniyle hakkında işletilen TCK’nın 142. Maddesi Hasan Hüseyin’i mahkemeden mahkemeye sürükler. Ve dost sofrasındaki iki yoldaş, iki TİP’li arasında, ozan ve Halit Çelenk arasında, bu kez savunman ve müvekkil ilişkisi başlar.

Hasan Hüseyin siyasal çalışmalarının yanı sıra Kavel, Temmuz Bildirisi, Kızılırmak gibi olağanüstü yapıtların yazarıdır. Kavel, sosyalist ozanın işçi sınıfının direnişinden duyduğu heyecanı ve umudu, inancı ve sevgiyi şiirinin her dizesine yüklediği yapıtlarından birisidir.

Hasan Hüseyin’in siyasal yaşamını, yargılanma öykülerini ve yoldaş avukatıyla yaşanan o büyük dostluğu bir başka yazıya bırakalım ve Kavel’e dönelim.

Ozanı, ilk çocuğuna Kavel adını vermek isteyecek kadar heyecanlandıran Kavel olayı nedir?
9 Temmuz 1961’de Türkiye’de ilk kez işçilere grev hakkı tanıyan 27 Mayıs Anayasası kabul edilir. Konuya ilişkin Anayasanın 47. Maddesi aynen şöyledir:
“Madde 47: İşçiler, işverenle olan münasebetlerinde, iktisadi ve sosyal durumlarını korumak veya düzeltmek amacıyla toplu sözleşme ve grev haklarına sahiptirler. Grev hakkının kullanılması ve istisnaları ve işverenin hakları kanunla düzenlenir.”[3]
Görüldüğü gibi hak tanınmıştır ama kullanımı için yasal düzenlemeler gerekmektedir. Ne var ki, yasalar bir türlü çıkmaz. İşçiler Aralık 1961’de ünlü Saraçhane mitingiyle ve direnişler, yemek boykotları, yürüyüşlerle yasaların çıkması için hükümeti zorlamaya çalışırlar. İşte Hasan Hüseyin’in şiirine konu olan Kavel Direnişi de bu eylemlerden birisidir.

“Kavel çıktı greve
İşçi gitmiyor eve”[4]
E. Aktar, V. Koç ve E. Burla’nın kurduğu Kavel Kablo ve Elektrik Fabrikası’nda çalışan ve Türk İş’e bağlı Maden İş sendikasına üye olan 173 işçi, kıdem esasına göre verilmekte olan yılbaşı ikramiyelerinin işverenin kararıyla eksik ödenmesi, ücretlerde yapılan ayarlamalar, sendikadan çıkılması için yapılan baskılar ve dört sendika temsilcisinin işten atılması üzerine, 28 Ocak 1963 günü, beş gün sürecek bir oturma eylemi başlatırlar. Eylemin ilk gününde fabrikada asayişi bozdukları gerekçesiyle patron on işçinin işine son verir. İşten çıkarılan on işçi, aileleriyle birlikte Kavel’in önünde beklemeye başlarlar.
Kavel Direnişi’nin ne kadar haklı ve işverenin uyguladığı lokavtın ne kadar haksız ve yasa dışı olduğunu Maden İş sendikası başkanı ve TİP kurucusu Kemal Türkler şöyle özetler:
“İşçilerin kazanılmış hakları olan ikramiyeler eksik ödenmiş, böylece iş akdi tek taraflı bozulmuş, 3008 sayılı İş Yasası ihlal edilmiştir. Sendika temsilcileri işten atılmış, 7286 sayılı yasa çiğnenmiştir. İşçiler yasalara aykırı olarak, üye oldukları sendikalardan çekilmeye zorlanmışlardır. İşçi temsilcisi İş Kanunu ve diğer nizamname hükümleri çiğnenerek Hakem Kurulu kararı alınmadan işten çıkarılmıştır.”[5]

İşçiler tarafından fabrikaya sokulmayan idari kadro çalışanları Vali Niyazi Akı’ya şikâyette bulunurlar. Vali işçi ve işveren temsilcileri ile görüşür ve 9 Şubat’ta devreye İçişleri Bakanı Hıfzı Oğuz Bekata girer. Bakan yaptığı görüşmeler sonucunda anlaşmaya varıldığını açıklar ama ortada yazılı hiçbir belge yoktur. Bu durumda işçiler bu “sözlü” anlaşmayı kabul etmezler.

Bu görüşmeden birkaç gün sonra işveren fabrikaya polis çağırır. Gelen çevik kuvvet içindeki komiser Murat Naimoğlu tabancasını çıkarır ve “Komünist bunlar, bunları dağıtın!” diye bağırarak işçilerin üzerine yürür ve yüz polis “Biz komünist değiliz, ekmeğimizi bekliyoruz” diyen işçilere cop ve tabancalarıyla saldırırlar. Biri ağır olmak üzere 9 işçi yaralanır.

Fabrika önünde mal çıkışını engellemek için kocalarıyla birlikte direnen Kavelcilerin eşleri ile polis arasında çıkan arbedede yaralananlar olur. Hamile bir kadın yediği darbelerle çocuğunu düşürür. Nöbet bekleyenler arasında yaşlı bir ana da vardır. Rizeli Semiha ana Kavelcilerin yemeklerini pişirir, onlara sırtında odun taşır. “36 gün nöbet bekledim. Helâl olsun. 360 gün beklerim. 7 oğul yetiştirdim. Bu can fedadır bu yola…” diye konuşan Semiha ananın iki oğlu da Kavelcidir.

İstanbul kışının insanın iliklerine işleyen o nemli havasına ve onca baskıya rağmen Kavel İşçileri fabrikanın önünde gece gündüz demeden “çiğnenen haklarının barikatını kurmuş halde” direnirler[6].

Basında KAVEL
Kavel olayı sağ ve sol eğilimli basın organlarında geniş tartışmalara yol açar. Cumhuriyet Gazetesi, Sosyal Adalet ve Yön dergileri işçileri desteklerler. İlhan Selçuk “Kavel Grevinin Anlamı” başlıklı yazısında;
“Kavel fabrikası dediğiniz 150-200 işçi çalıştıran küçücük bir iş yeri. Bu küçücük işyerinin işçileri… bir büyük dayanışmanın örneğini bütün Türkiye’nin gözleri önüne serdiler… Kavel işçilerinin davranışlarını değerlendirmek için İkinci Cumhuriyetin Anayasasına aykırı cılız bir sürü kanunun maddelerine tutunmak istemiyoruz. Hadise tarih perspektifinden önemlidir. Sosyal hayatımızda emekçi şuurunun bükülmez bir inatla, şimdiye kadar kendisini hiçe saymış olanlara tanıtmasıdır” diye yazar.
Yazıda, Cumhuriyet Gazetesi yazı işleri müdürünün Kavel işçilerine yardım topladığını da anlatır.

20 Şubat 1963 tarihli YÖN Dergisi’nin “Tahammülsüzlük”başlıklı başyazısında, Doğan Avcıoğlu lokavt uygulayan Kavel işverenini şiddetle eleştirir ve şunları söyler;
“…Sanki ne yapmış Kavel işçileri? Kavel işçileri sadece ve sadece Anayasanın tanıdığı bir hakkı kullanmışlardır… sendikacı arkadaşlarının kovulmasını önlemek amacıyla tam bir dayanışma ve olgunluk içinde greve koyulmuşlardır… mecburen ekmeklerinin bekçiliğini yapmışlardır… İşveren, Anayasa tarafından tanınmadığı ve mevcut kanunlar tarafından yasaklandığı halde, grevi bozmak için, işveren konfederasyonunun da desteğiyle, lokavta giderek, fabrikayı kapattı. Kanunsuzluk ortada…”

YÖN’ün bu sayısında, Kavel olayının görüşüldüğü Bakanlar Kurulu toplantısında 17 işçi liderinin grev tahrikçiliği nedeniyle tutuklanmaları için harekete geçilmesi kararı alındığı ve bu işi Çalışma Bakanı Ecevit’in üstlendiği de belirtilir. Kararın dönemin İstanbul Emniyet müdürü Necdet Uğur ve Vali Niyazi Akı’nın itirazları üzerine geri alındığının vurgulandığı yazıda Ecevit de eleştirilir[7].

Kavelcilere bir destek de yabancı bir sendikadan gelir. 7 Mayıs 1963 tarihli Sosyal Adalet dergisindeki “Kavel grevi bütün dünyada yankılandı” başlıklı haberde, Ankara’da bir seminer yapıldığı ve Lewinson adlı Kanadalı ilerici bir sendikacının Maden İş Genel Kuruluna giderek bir konuşma yaptığı anlatılır. Konuşmasında, Kavel’in başarıyla sonuçlanmasını tüm dünyanın hayranlıkla karşıladığını, işçilerin aileleriyle birlikte verdikleri hak mücadelesinin Batı’da IMF’nin (Maden İşçileri Federasyonu) Kavel resimlerini de içeren bir özel yayın yapmasına neden olduğunu söyler Lewinson. “Dünya artık bizim dünyamızdır. Kapitalist sömürücülerin düzeni her gün biraz daha gerilemektedir… IMF’nin maddi ve manevi desteği sizinledir. Sizlerle iftihar ediyoruz” diyerek bitirir konuşmasını.

Sağcı gazete Tercüman “İşçinin hakkını korurken işverenin hakkına taarruz etmek hiçbir zaman haklı ve mubah görülemez” diyerek patron yanlısı tavrını sergiler[8].

Yine bir başka sağ eğilimli gazete Yeni Sabah;
“… Bilindiği gibi yürürlükte olan kanunlara göre yurdumuzda grev kanun dışı bir fiildir. Buna rağmen hükümet, Kavel fabrikasındaki işçilerin işi terk etmelerine ve hatta daha ileri giderek işi bıraktıktan sonra fabrikayı tahliye etmeyerek, işvereni fabrikasını işletemeyecek hale sokmasına… seyirci kalmıştır” diyerek hükümeti suçlar[9].

En tahrik edici yazı ise Dünya Gazetesi yazarı Bedii Faik’ten gelir;
“İstanbul’un göbeğinde bir fabrika. İşçiler çadır kurup kapıyı tutmuş. Grev yapıyorlar. İçeri kimseyi bırakmazlar. Memurlar devlete beyanname verecekler; hayır içeri girmeleri mümkün değil. Patronlar bonolarını ödeyecekler; hayır kendi fabrikalarına girmeleri imkânsız. Polis var, savcı var, kanun var, mahkeme var, vali var… ama hayır. O fabrikanın kapısında sadece işçiler var… Kuşatmayı kimseler yaramaz!” diye haykırır patron gazetesinin yazarı.

Dünya Gazetesi’nin hızını bu yazı da kesmez ve Kavel’i Türkiye’de sosyalizmi kurmak isteyen TİP’in örgütlediğini iddia eder[10].

Sağ basında grevin komünist bloktan bir ülkenin Türkiye iç pazarına egemen olması için çıkarıldığını savlayanlar bile çıkmıştır[11].

CHP’ye yakın KİM dergisine göre Kavel “kanun dışı bir grev”dir. TİP, Türk İş dışında bir başka odak yaratmak için çıkarmıştır Kavel grevini. KİM, Maden İş‘in Kavel’de yetkisiz bir sendika olduğunu iddia edecek kadar ileri gider.

Bu bağlamda TİP’in durumuna bakmakta da yarar olabilir. Kavel’i TİP örgütlememiştir ama Kemal Türkler TİP kurucularındandır ve Kavel’deki bir iki işyeri temsilcisi de TİP’lidir. Ayrıca TİP işçilerin davalarında da onları savunmuş ve desteklemiştir. TİP’in o dönemde TBMM’deki tek temsilcisi olan senatör Niyaz Ağırnaslı da yaptığı konuşmada, Kavel olayında işçilerin “rastgele bir kapris ile” işi terk etmediklerini, olayın yeni atanmış bir işveren temsilcisinin beş yıldır işçiye tanınan hakları vermemesinden doğduğunu vurgulamıştır[12]. 

Özetle, Alp Selek’in belirttiği gibi “Kavel’de işlerin organize edilmesinde TİP’in örgütü doğrudan doğruya yoktur ama işçilerin hareketlerinde TİP’in felsefesi etkili olmuştur.”

İşçiler omuz omuza
Kavel sadece bir “kanunsuz grev” değildir, aynı zamanda büyük bir işçi dayanışmasıdır da.

İlk dayanışma İstinye halkından, komşulardan, esnaftan, bakkaldan, kasaptan, tüm mahalle mensuplarından gelir. İşçilere ekmek, sigara, yemek taşırlar.
Maden İş işçilere para dağıtır, Türk İş çadır ve hasta bakımına yardımcı olur. Gemi İş sendikası kumanya dağıtır. Haller Meyve ve Sebze İşçileri Sendikası işçilere sandık dolusu portakal yollar. Liman-Dok sendikası öğlen yemeğini üstlenir. Grevi filme alan Sine İş sendikası grevcilerin üç günlük iaşelerini karşılar. 400 tersane işçisi grev yerine gelirler ve işçilere hem dayanışma mesajlarını iletir hem de topladıkları parayı verirler. Karayolları sendikası ve daha birçok sendika destek verir ve para yardımı yaparlar. General Elektrik Ampul fabrikası işçileri de aralarında topladıkları parayı teslim ederler Kavelcilere.

En ilginç dayanışma Türk Demir Döküm işçilerinden gelir. İşçi temsilcileri Kavel fabrikasındaki işçilerin greve çıkma nedenlerini ve işverenin yaptığı haksızlığı anlattıktan sonra yayınladıkları bildiriyi şöyle sonlandırırlar;
“… İşte şu bildirimizle sana görevini yazılı olarak bildiriyoruz: Sakalınızı kesmeyeceksiniz. Sakal bırakacaksınız. İşyeriniz sizi sakallı gördükçe, başka fabrikada Kave’lde hakları çiğnenenlere destek olduğunuzu anlayacak… Bu mücadele gününde yalnız değilsin. Bir elin nesi var, iki elin sesi var… Kaç kuruş verirsen ver, maddeten ve manen Kavel’deki kahraman 220 kardeşine yardım et ve destek elini uzat. İşte görevin… Görevini yap ki sen de yarın haksızlığa uğrama.”[13]

Sakal bırakma dayanışmasına Oto Makas yedek parça işçileri de katılırlar.

Sonunda protokol imzalanıyor ama…
Olayın yaygınlaşmaya başlaması hem hükümeti hem de işverenleri korkutur. 3 Mart 1963 günü toplanan Türk İş ve TİSK temsilcileri bir protokol yaparlar. Buna göre işçilerin ikramiyeleri, 1961 öncesinde olduğu gibi işçilerin işbaşı yapmalarını izleyen hafta içinde ödenecek, işten çıkarılan dört işçi temsilcisi işe alınmayacak ama yasal tazminatları ödenecek, diğer işten atılan dokuz işçi ise fabrika çalışmaya başladıktan sonra 20 gün içinde işlerine iade edileceklerdir.

İşçiler 11 Mart günü işbaşı yaparlar ama onları tatsız bir sürpriz beklemektedir. 14 işçi tutuklanır ve 12 Mart’ta mahkemeye çıkarılırlar. 13 Mart’ta beş işçi daha tutuklanır. Sarıyer savcısı protokolün imzalanmasından sadece iki gün sonra 28 işçi hakkında polise mukavemet, mesken masuniyetini ihlâl ve toplantı ve gösteri yürüyüşlerine muhalefetten dava açmış ve üçer buçuk yıl hapis cezası istemiştir. İşe iade edilecek dokuz işçinin beşi bu dava nedeniyle tutuklandıklarından işe başlayamazlar. Yukarıda da belirtildiği gibi TİP’li avukatlar davalara girerler ama Sultanahmet Cezaevi’nde tutulan işçilerin bırakılmaları ancak Nisanın 11’inde gerçekleşir.

İşçilerin işe iade edilmelerinde de sorunlar yaşanır. İşveren temsilcisi protokole rağmen işçileri işe almak istemez. Sonunda fabrikaya geri dönen işçiler becerilerinden çok farklı işlerde istihdam edilirler. Örneğin çok üstün nitelikli bir kablo kaplama ustası olan Ali Sarsar muşamba atölyesine yollanır. Kablo kaplamada makine ustabaşısı olan Hamdi Biçer’e hamallık yaptırılır. Yemekhanede görevli Sefer Mert tel çekme işine verilir.

Boşuna değil çekilen acılar…
Kavelciler cürümlerinden fazla yer yakarlar. Grevin başlamasından kısa bir süre sonra, 18 Şubat 1963’de hükümet 274 sayılı Sendikalar Yasasını ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası’nı TBMM’ye getirir. Yasa 15 Temmuz’da onanır ve 24 Temmuz’da resmi gazetede yayınlanır[14]. 6 Mart 1963’de ise Anayasa Mahkemesi 1936’da çıkarılan İş Kanununun grevi yasaklayan 72. Maddesini iptal eder.
Kavel, iş yasalarının - tüm yetersizliklerine ve işçi aleyhindeki içeriklerine karşın-  çıkarılması için siyasal iktidarı zorlamış olan bir hak grevidir. İşçilerin birlikte kurtuluşlarının ancak ortaklaşa bir dayanışma ile mümkün olacağını göstermiştir. Kavel’in çoban ateşleri bugün de sermayeye karşı direnen, OHAL’e karşı ekmek mücadelesinden geri durmayan cam işçilerini, metal işçilerini ve tüm işçi sınıfını aydınlatmaktadır. Gerçek kurtuluş ise ancak “tek bir burjuvaya boyun eğdirmek için böylesine dayanabilen insanların”, tek vücut olup kendi örgütlerinde birleştiklerinde, “tüm burjuvazinin gücünü kırabilecekleri” günlerde kazanılacaktır[15].

Biz yazıyı Hasan Hüseyin’in coşkulu sesiyle bitirelim.
“İşime karım dedim
Karıma kavel diyeceğim
ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada
güneşe karışmadıkça etim
kavel grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim
ve izin verilerse İstinyeli emekçi kardeşlerim
izin verirlerse kavel grevcileri
ve ben kendimi tutabilirsem eğer
sesimi tutabilirsem
o çoban ateşlerinin parladığı yerde kavel’de
o erkekçe direnilen yerde kavel’de
karın altında nişanlanıp
dostlarımın arasında öpeceğim
nişanlımı kavel kapısında
ve izin verilerse eğer istinyeli emekçi kardeşlerim
izin verirlerse kavel grevcileri
ilk çocuğumun adını
kavel koyacağım”   

 SERPİL GÜVENÇ / SOL    

[1] Bir Karadeniz türküsünün Kavel işçileri için uyarlanması, YÖN dergisi, 13 Şubat 1963, s. 6
[2] 28.1.2017, Evrensel Pazar eki
[3] Kemal Sülker, Mart 1976, “Türkiye’de Grev Hakkı ve Grevler”, s. 234, Gözlem Yayınları, İstanbul
[4] Bir Kavel işçisinin şiirinden bir parça. Zafer Aydın’ın Kanunsuz Bir Grev adlı kitabından alındı.
[5] Kemal Türkler, “Kavel Olayının İçyüzü”, Sosyal Adalet, 19 Mart 1963, s. 10
[6] YÖN, 13 Şubat 1963, Suha Baykal, “Kavel Önünde bir Gece”
[7] YÖN dergisi, 20 Şubat 1963, s. 4-5, “Kavel Grevi, Hükümet sendika liderlerini tevkif ettirmek istedi” başlıklı haberden
[8] Tercüman gazetesi, 3 Mart 1963, Kanunsuz bir Grev adlı kitaptan alınmıştır.
[9] Yeni Sabah, 14 Şubat 1963,Kanunsuz bir Grev adlı kitaptan alınmıştır.
[10] Dünya gazetesi, 24 Şubat 1963, Kanunsuz bir Grev kitabından, s. 44-45
[11] Son Baskı gazetesinden, aynı kitaptan, s. 102
[12] Kanunsuz bir Grev adlı kitaptan, s. 98
[13] YÖN dergisi, 13 Şubat 1963, s. 5
[14] 274 ve 275 sayılı İş Yasaları konusunda Kemal Sülker’in “Türkiye’de Grev Hakkı ve Grevler” başlıklı kitabında ayrıntılı bilgi bulunmaktadır. Anayasa’da olmayan Lokavtın 275 sayılı yasa ile işverene sunulduğunu, yasanın grev hakkını korumak bir yana onu ortadan kaldırıcı bir çok unsurla dolu olduğunu da söyleyelim.  Bu arada TİSGLK’ya eklenen bir geçici madde ile 8 Nisan 1963 öncesi 1947 tarihli sendikalar yasası ile TCK’nun 201, 258,266, 273 maddelerine aykırı fiillerden işlenen suçlar ve bunlara verilen cezalar affedildiğini de belirtelim. Bu bağlamda Kavelcilerin cezaları da affedilmiş olmaktadır.
[15] Kemal Sülker, Mart 1976, “Türkiye’de Grev Hakkı ve Grevler” içinde, F. Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu”ndan alıntı, s. 13.

Sevgisiz toplum, yönsüz aydın - GÖZDE KÖK

Solun dünyada önemli bir siyasi gücü temsil edemediği günümüz koşullarında “sıkı” kapitalizm eleştirilerinden de heyecanlanamaz olduk. Rusya’nın son yıllarda yıldızı parlayan ve başarıları yurtdışında aldığı ödüllerle taçlanan genç yönetmeni Andrey Zvyagintsev’in yeni filmi “Sevgisiz” de bunun son örneği oldu.


Boşanmış bir çiftin birbirlerine karşı sevgisizliklerinin ve bunun yarattığı felaketin etrafında dönen film çiftimizi saran toplumsal çevre ile birlikte bir bütün olarak “sevgisiz” bir toplumu resmediyor aslında. Bunun içinde çiftimizin paralel ilişkileri, iş yaşamları ve yönetmenin çeşitli vesilelerle kamerasını çevirdiği kamusal alandan insan manzaraları var.
Öykünün Moskova’da geçtiğini açıkça belirten sahneleri ve Rus kültürüne ait çok tipik bazı ögeleri çıkarsak yönetmenin hangi kapitalist ülkenin yabancılaşmış kentli orta sınıf hayatını resmetmeye çalıştığını ayırt etmekte zorlanırız belki. Ve böyle bir topluma “sevgisiz” sıfatına gelene kadar yakıştırılabilecek onlarca sıfat var. Kapitalizmin insana ait hemen her şeyi çürüttüğü ve yok ettiği bir toplumda sevgi eksikliğine işaret etmek biraz naif gelebilir. Oysa yönetmenin işin burasından tutmuş olması bana filmin en güçlü yanı gibi göründü. Sevgisizliğin altını çizmek adına kişiliklerine dair çok az şey söylenebilecek robotik karakterler yaratılmış olması onları izlerken gerçeklik duygumu kaybetmeme neden olmadı örneğin. Filmi izlerken bu tipleri yadırgamadım. Bu “sevgisiz” karakterler yönetmenin sanatçı kişiliğini de biçimlendiren son 30 yıllık büyük dönüşümün ürünleri ve bu yanıyla filmin herhangi bir yerde değil de Rusya’da geçtiğini bize anlatıyor.

Rusya’da bezvremeniye (zamansız ya da zamandışı) olarak nitelendirilen Sovyet sonrası yıllar toplumun parçalandığı, herkesin kendi başının çaresine bakmak zorunda olduğu ve toplumsal yaşamın insanların ayakta kalmak için birbirini ezdiği ilişkiler yumağına indirgendiği bir dönemdi. 5 milyon insan birkaç yıl içinde evsiz kalmıştı ve ülkenin bütün zenginliği yine aynı kısa süre içinde bir grup adamın eline geçmişti. En başta güven ve gelecek öngörüsü olmak üzere sahip olduğu her şeyi bir anda yitiren milyonlarca insan ve savrulan yaşamlarla birlikte tahrip olan toplumsal değerlerin yerine herhangi bir şey geçirilememişti. Vahşi bir sınıf atlama ve rahata kavuşma güdüsü çözülüşe gençlik yıllarında yakalanan geniş bir kesimin tek değeri haline gelmişti.

Böyle vahşi bir kapitalizme geçiş süreci hiçbir yerde yaşanmadı. Ve bu süreç elbette kendi insan tipini yarattı. Maddi zenginlik arayışının insan yaşamına içerik kazandıran her şeyin önüne geçtiği, cehaletin ve yüzeyselliğin norm haline geldiği bir dönemin “sevgisiz” insanları...

Zvyagintsev, ideal biçimde resmettiği “sevgisiz” karakterlerinin kişisel ikbal stratejileri dışında onları yaşadıkları çağa ve topluma bağlayan, uğruna mücadele etmek isteyecekleri herhangi bir perspektiften, yön duygusundan yoksun olduklarını ima ediyor. Filmin son sahnesinde televizyonda Donbas savaşının yarattığı insani yıkıma ilişkin haberler akarken ana kadın karakterin üzerinde kocaman Rusya yazan tişörtü ile koşu bandı üstünde kameraya boş bakışları bu yönsüzlüğü anlatıyor.*

Yönetmenimiz gerçekten yetenekli bir adam ve Rus toplumuna bakınca görülebilecek en belirgin fotoğraflardan birini bu kadar incelikli yakalamış olmasında şaşıracak bir şey yok. Bir önceki filmi Leviathan’da da kilise, yargı, yerel yönetim üçgeninde siyasi iktidar katındaki çürümeye bakmış ve oradan bize sunduğu çarpıcı öykü iktidar çevrelerini fena halde rahatsız etmişti.

Yine de yetenekli yönetmenimizin kamerayı her seferinde farklı bir boyutuna odaklayarak cesurca ortaya koyduğu çağdaş Rus toplumunun eleştirisinde eksik kalan ve insanı rahatsız eden bir yan var. Rusya’da benden daha fazla zaman geçirmiş bir arkadaşım filmdeki karakterleri hiç gerçekçi bulmadığını söyleyince aynı film üzerine nasıl bu kadar zıt fikirlere varabildiğimizi biraz düşündüm. Arkadaşım rahatsız olmuştu ve hakkı da vardı. Yönetmen Rus toplumuna dair çarpıcı bir fotoğraf sunsa da Rusya bundan ibaret değil çünkü. Hem tarih bilgimiz, hem siyasi kavrayışımız hem de oradayken karşılaştığımız çok sayıda durum ve insan Rusya’nın yaşadığı vahşi karşı devrime rağmen ne Leviathan’da, ne de Sevgisiz’de anlatıldığı gibi Haneke’nin Kurdun Günü'nde resmettiğine benzer ıssız bir yerden ibaret olmadığını söylüyor.

Filmde koskoca Sovyet mirası sinirleri harap olmuş bir babuşkada** temsil olunca, toplumda hâlâ var olan dayanışma olgusu, türünün son örneği olduğu izlenimini uyandıran bir avuç sivil toplum gönüllüsünün çabalarına indirgenince, karşı devrimin darbe vurduğu ancak çürütemediği, şimdilik sessizliğini büyük ölçüde koruyan milyonlarca Rus emekçisi görünmez olunca, yönetmen gerçekliğin bir boyutunu güçlü biçimde anlatırken daha büyük, karmaşık ve yön duygusunun nereden filizleneceğinin ipuçlarını sunan fotoğrafı görmemizi engelliyor.

Zvyagintsev’in kendi toplumuna dönük sert eleştirisi hem çıkışsızlık hem de ülkesinin potansiyeline dönük bir körlük barındırıyor.

Yetenekleri düşünüldüğünde Zvyagintsev’in “elinin kiri” sayılabilecek, ona kolayca Cannes ödülü kazandıran bu başarılı filmden çıkan asıl ilginç tartışma bugünkü Rus toplumundan ziyade Rus aydınının yönsüzlüğü sorunu oluyor.

Gözde Kök / SOL

* Ölü Canlar romanında Rusya’da feodalizmden kapitalizme geçişin destanını yazmış Nikolay Gogol romanının son sahnesinde ana karakter atlı arabayla memleketini terk ederken “Ah Rusya, nereye” diyor ve sonra sorunun cevabı olmadığını ekliyor. Zvyagintsev’in ana kadın karakteri koşu bandı üzerinde Gogol’e boş bakışları ile göz kırpıyor.
** Büyükanne demek. Ama Rusya’da ileri yaşlardaki kadınlara da böyle deniyor. Bu isimlendirmede yerine göre Sovyet tipi, sert ve huysuz kadın iması var.


“Yerli silah sanayi” ve savaşın ekonomi-politiği - FATİH YAŞLI

24 Aralık 2017’de çıkarılan 696 sayılı KHK, gayet haklı olarak, bir iç savaş düzenlemesi olarak görülen “sivillere cezasızlık” üzerinden kamuoyunda tartışılmıştı, oysa içinde çok sayıda kritik düzenlemeyi barındıran bu KHK’de üzerinde yeterince durulmayan bir hüküm vardı.

696 sayılı KHK ile Savunma Sanayi Müsteşarlığı ve Savunma Sanayi İcra Komitesi, Milli Savunma Bakanlığı’ndan alınarak doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı ve her ikisinin de artık Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanmasına karar verildi. Buna ek olarak, Komite’ye, “TSK için Stratejik Hedef Planı’na ve Jandarma Genel Komutanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü için İçişleri Bakanlığı’nın güvenlik önceliklerine göre temini gerekli olan modem silah, araç ve gereçlerin üretimi, yurt içinden veya gereği halinde yurt dışından tedariki hususunda” karar alma yetkisi verildi. Bu ise silah üretim ve alımında Cumhurbaşkanlığı’nın tek karar alıcı merci olması anlamına geliyordu. 

Savunma Sanayi Müsteşarlığı’na ilişkin yapılan düzenlemelerle ise personel atamasından, sözleşmeli personel alımına, ihale sözleşmelerinin yapılmasından ihale yapılacak firmanın seçimine kadar olan bir genişlikte bütün yetkiler Cumhurbaşkanlığı’na devredildi. Böylelikle Saray, devletin güvenlik aygıtı üzerindeki kontrolünü artırırken milyarlarca dolarlık bir fonun yönetimini de tek başına üstlenmiş oldu.

KHK sonrası ilk toplantısını bundan üç gün önce yapan Savunma Sanayi İcra Komitesi’nden toplantı sonrası yapılan şu açıklama, meseleyi gayet net bir şekilde özetliyordu: 

“Toplantıda, ‘Zeytin Dalı Operasyonu’nda ordumuzun ve güvenlik güçlerimizin gücüne güç katan yerli ve milli sistemlerimize yenilerini eklemeye yönelik projeler gözden geçirilerek yeni kararlar alınmıştır. Toplam 9.4 milyar dolar (36 milyar TL) bedeli olan 55 projenin değerlendirildiği toplantıda, savunma sanayini geliştirme, güçlendirme ve destekleme amaçlı muhtelif yatırım ve iyileştirme faaliyetleri de gözden geçirilmiştir.”

“Yerli silah sanayi” mevzu ile Türkiye’nin yeni rejimi arasındaki ilişki sadece bu son düzenlemeye bakarak anlaşılamaz kuşkusuz. Odaklanmamız gereken yerlerden birincisi iktidar-büyük sermaye ilişkisi. Son on beş yılda daha önceki hiçbir iktidar döneminde olmadığı kadar büyüyen Koç grubu, Otokar adlı şirketi üzerinden devasa askeri ihaleleri almaya devam ediyor ve bu “laik” ya da “seküler” diye adlandırılan sermayeyle iktidar arasında herhangi bir uzlaşmaz çelişki değil, bilakis bir tamamlayıcılık ilişkisi olduğunu gösteriyor. Koç, başka birçok alanda olduğu gibi savunma sanayi alanında da iktidarın gözdesi olmaya devam ediyor ve büyük sermaye ile iktidar arasındaki “kazan-kazan” ilişkisi sürüyor.

İktidar-sermaye ilişkisinin ikinci boyutunda ise rejimin geleneksel sermaye ile kavga etmeden kendi sermaye sınıfını yaratma arzusu var. Örneğin, Türkiye’nin savunma ihalelerinin önemlice bir bölümünü halen AKP MKYK üyeliği görevini sürdüren, bir süre öncesine kadar Star, Akşam ve Güneş gazeteleriyle Kanal 24’ün -dönemsel- sahibi olan ve kendisinden “Erdoğan aşığı” diye söz eden Ethem Sancak’ın şirketi BMC alıyor. En son TSK’nin milyonlarca dolar değerindeki zırhlı araç ihalesini de BMC aldı ve “Kirpi” adı verilen araçlardan TSK’ye tam 529 adet üretilmesi için anlaşmaya varıldı.

Üçüncü boyutta ise rejimin “aile-devleti” karakteristiği bulunuyor. “Yerli Silah Sanayi”nin ve özellikle İnsansız Hava Aracı (İHA) ile Silahlı İnsansız Hava Aracı (SİHA) üretiminin en önemli şirketlerinden birinin varisi ve teknik patronu, bir süre önce Saray’a damat olarak gitti. Üstelik gazetelerde çıkan haberlere göre Genelkurmay Başkanı, bütün teamülleri yıkarak düğünde nikâh şahitliği yaptı. Böylece, bizzat iktidarın sahibi “aile” ve “ailenin reisi” de dünürler üzerinden yerli silah sanayinin ortaklarından biri haline gelmiş oldu.

“Yerli silah sanayi” mevzu bir yandan iktidarın propaganda araçlarından birini teşkil ediyor; iktidar “yerlilik ve millilik” iddiasını da, “güçlü devlet” iddiasını da, “yedi düvele karşı verilen ikinci milli mücadele” iddiasını da bunun üzerinden güçlendiriyor, ekonominin dışa bağımlılıktan kurtulduğuna dair –elbette ki doğru olmayan- mesajı da bunun üzerinden veriyor. Ancak mesele bununla sınırlı değil, “yerli silah sanayi” aynı zamanda rejimin ekonomi-politiği açısından da son derece önemli. Muazzam büyüklükteki fonları tek merkezden kontrol etme, büyük sermaye ile iyi ilişkiler kurma ve kendi sermaye sınıfını yaratma projesi açısından olmazsa olmaz bir nitelik taşıyor.
Velhasıl, “savaş”la “rejim” arasında varoluşsal bir ilişki var. Savaş siyasetini “millilik” adına destekleyenlerin de, savaş karşıtlığını soyut bir “barış” söylemiyle ve salt vicdana dayalı bir tutum olarak sergileyenlerin de bunu görmesi gerekiyor. Ortada politik bir durum var ve bunun karşısında politik bir tutum geliştirmek şart.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

O haccameleri alınlarından öpüyorum - OSMAN ÖZTÜRK

Hep biz başkalarını protesto edecek değiliz ya, geçen pazartesi İstanbul Tabip Odası’nın önüne gelen bir grup da bizi protesto etti.

Basın açıklamasının altında Sağlık-Muhbir-Sen ve dahi Memur-Satan-Sen İstanbul İl Başkanı’nın imzası vardı ama nedense eline tutuşturdukları Hekim Haklayanlar Derneği, HHD Başkanı parafesöre okuttular.

Birincisi belagatine güveniyor olmalı ki irticalen konuştu.


Hadsiz, seviyesiz, karaktersiz, adi, gibi ifadelerle süslediği konuşmasıyla karakterini ve seviyesini ortaya koydu.

Bir de, hani sanki TTB’yi protesto etmek, sendikasının asli göreviymiş gibi, şunu dedi: Sivil toplum örgütleri asli görevlerini yapsınlar!..

Çağrıcı kuruluş sayısı otuza yakındı, açıklamaya katılan sayısı ise sekseni bile bulmadı.

Netice…

Sağ duyulu sağlıkçılar marjinal grupların çağrısına uymadı!..

•••

Pankartta imzası bulunan bazı kuruluşları, misal, TTB “Beşir”lere ne yapmış da Beşir Derneği kapısına gelmiş, TTB’nin basın açıklaması onları acep neden ilgilendiriyormuş, merak ettim.

Sitelerine baktım; misyonları “Kendisine yetemeyen, desteğe ve hizmete ihtiyacı olan, istismara açık hale gelmiş mahzun ve mahcup gönüllerin müjdeleyicisi ve onların hamisi olarak hiçbir ayrım yapmadan, paylaşmayı erdem haline getirmiş gönüller ile buluşturmak” olan bir dernekmiş.

Sağlıkta Kaynak Yönetimi Derneği (SKY-DER) “Sağlık hizmetlerinin daha etkin kaynak yönetimi ile gelişmesi için” çalışıyormuş.

İlaç Sektörü Mensupları ve Eczacılık Derneği’nin (İSMENDER) misyonu da “İlaç ve eczacılık sektörünün ülke ve toplum menfaatleri doğrultusunda gelişimine katkı yapmak”mış meğer.

Türkiye Evde Sağlık ve Sosyal Hizmetler Derneği (EVSAD) “Hastalarda kullanılmak üzere gerekli cihaz demirbaş ve eğitim materyallerinin sağlanmasına destek olur” imiş aslen.

İsminden “yerli ve milli” olduğu belli olan Alliance of International Doctors (AID) “Sağlık hizmetlerinin yetersiz olduğu coğrafyalarda ve afet bölgelerinde yaşayan insanların yanında olmayı kendisine görev edinen” bir kuruluş imiş.
Diğerlerini geçtim de, Dünya Erdemli Sanayici ve İşadamları Derneği (DERSİAD) ile Tüm Restoran Lokantacılar ve Tedarikçiler Derneği (TÜRES) ne iş, onu hiç anlayamadım.

Pankartın parasını bedavaya getirmek için araya reklam almışlar galiba.

•••

Sözde tarihçi yazar Murat Bardakçı da geçen hafta TTB’ye saldıranlar arasındaydı.

Efendim, mevcut tabip odası yöneticileri seçimleri kazanabilmek için her yolu denemekte, dört-beş bin kişi sadece iki veya üç sandıkta oy vermekte, saatler süren bu iş bıkkınlık getirmekte, seçimlere daha fazla üyenin katılması da bu yolla engellenmekteymiş.

İstanbul’daki doktorların bırakın tamamını, yarısına yakın kısmı gidip oy verse TTB’nin bugünkü yönetiminden ortada eser meser kalmazmış.

Saldırsın saldırmasına da, elinde belge sallamayı tarihçilik sanan hazret pek desteksiz sallamış.

Tabip odası seçimlerini tabip odaları yönetimleri değil, İlçe Seçim Kurulları organize eder, bu biiir...

İstanbul Tabip Odası seçimlerinde iki veya üç sandıkta değil, seksen sandıkta oy kullanılır, bu ikiii…

Oy vermek için sandık başında bekleme süresi on beş dakikayı bile bulmaz, saatlerce bekleyen bir tek hekim bile bulamazsın, bu üüüç…

Tabip odası seçimlerine katılım arttıkça mevcut yönetimin oyları da artar, bu da dööört!..


Hadi başka kapıya!..

•••

Asıl öldürücü darbe cuma günü geldi.

O sabah bizim Çapa’da toplanmamızı bile “Fatih ilçesi sınırları içinde basın açıklaması yapmak yasak!” diyerekten engelleyen Emniyet güçleri Çemberlitaş’ı Malatya sınırları içerisinde zannediyorlar olmalılar…

Bir grup haccam ve haccamenin, hacamatçının erkeğine ve dişisine böyle deniyormuş, Cuma namazını müteakiben Nuruosmaniye Cami önünde basın açıklaması yapmasına izin verdiler.

“Söz Konusu Vatansa Hacamatçılar Yanında Reis…”

“Biz Sana Sadece Oyumuzu Değil Gönlümüzü Verdik Reis…”

“Dik Dur Eğilme Hacamatçılar Seninle!..”

O pankartları tutan bütün haccameleri alınlarından öpüyorum.

Bunca yıllık AKP muhalifiyim, saatlerce klavye başında kafa patlatıyorum, ömrü hayatım AKP’yi hırpalayacak laf bulmaya çalışmakla geçiyor…

Bu kadarını hayatta akıl edemezdim.

Hay, aklınızla bin yaşayın!..


Osman Öztürk / BİRGÜN

Son Kurultay’ın anlamı derin - ORHAN BURSALI

İlginç bir CHP Kurultayı daha izlemekteyiz. Kılıçdaroğlu, adeta erken seçim manifestosu olarak da değerlendirilebilecek konuşmasından sonra, Muharrem İnce“arkadan gelen ve koşan”ların heyecanını ve yırtıcılığını sergileyen konuşmasının rengiyle, Kurultay’da heyecan estirdi. İnce, Kılıçdaroğlu’nun aksine tamamen Kurultay’a seslendi. Parti yönetimini eleştirdi. Cumhurbaşkanlığı’nı istedi. 1.2 milyon parti üyesinin adayı belirlemesini önerdi. “Malazgirt’ten bu yana bu topraklar bu kadar cahil bir adam görmedi” diyerek Cumhurbaşkanı’na yüklendi. 

Delege dağılımında yeniden genel başkan seçilmesi garanti görünen Kılıçdaroğlu’na, delegelerin sürpriz yapması çok zor. 

CHP dinamizm, hareket arıyor. Mesele bu. 
İnce de, İlhan CihanerSelin Sayek Böke ve arkadaşları da yayımladıkları manifesto ile partiye hareket getirdiler. Bu manifesto, olağanüstü koşulların yaşandığı ülkede, her şey yolundaymış gibi olağan davranılamayacağını ve yeni mücadele yöntemlerinin geliştirilmesi, tartışılması gerektiğini anlatıyordu. 

Kılıçdaroğlu’nun, izleyicilerin heyecanından, İnce’nin çıkışından ve “sol 
– sosyalist” cenahın manifestosundan etkilenmeyeceğini söylemek mümkün değil. Tabii bu değerlendirmenin ne kadar doğru çıkacağını pratik gösterecek. 
İnce’nin partiye yönelik eleştirileri yanıt buldu parti üyeleri arasında. Manifesto da çarenin sağ değerleri ön plana getirmek olmadığını söylüyor ve tersine sol değerlere daha sıkı sarılmasını öneriyor. 
 
Eleştiri şu: 
Bugüne kadar sağa açılırsak oyumuz yüzde 40’a yükselir biçimindeydi. Kaç seçimdir bunların hiçbiri doğru çıkmadı. O zaman kendi değerlerimize sarılalım... 
İlhan Cihaner ve diğer “manifestocular” mesela emek ekseninde bir politika izlenmesini öneriyor. 
Evet, vitrinde sağ isimler CHP’yi yükseltmedi. Her şey yerinde sayıyor. CHP şüphesiz ki bir kitle partisi, bir “sınıf partisi” değil. “Emekçi sınıfın” nerelere dağıldığı da biliniyor. 
Ama bu olağanüstü koşullarda her şeyin yeniden tartışılması gerektiği de açık ve seçik. “Bir doğru” yok. Pek çok bileşkenin bir arada değerlendirilmesi, yeni bir hareket yönü belirlenmesi gerektiği de açık. 
Bu aşamada, AKP’yi hangi seçmen, ekonomik ve sosyal dinamiklerin iktidarda tuttuğunu da, tarafsız ama bilimsel bir gözle tartışılması hayati önem taşıyor bence. “İyi muhalefet yapılmadığı için...” gerekçesinin ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğu da tartışmaya muhtaç... 
 

Hedef CHP 
İktidar, tüm yönetimiyle CHP’yi yıkmaya odaklanmış durumda. Seçim süreci içindeyiz. Günde beş vakit konuşma ve Anadolu’da halka hitaplar, Afrin askeri harekâtıyla birlikte yürüyor. Afrin açıkça başlıca seçim malzemesine dönüştürülüyor. 
İktidarın odağında CHP var. Geride kalan referandum sonuçları da “Hayır Cephesi”nin CHP çevresinde kümelendiğini gösterdi. O halde CHP’ye alabildiğine ve hiçbir etik düşünce tanımadan yapılacak her türlü saldırı ile CHP ve “Hayır Cephesi”ni başsız ve dağınık bırakarak, seçmeni iktidara muhtaç etmeyi amaçlıyor olabilir. 
Çünkü AKP ile MHP ittifakının seçimleri garantileyeceği konusunda derin şüpheler var. Dahası, kazanamama olasılığı ciddi gündemde. 
MHP ne kadar oy getirecek AKP’ye, tartışmalı. Bu oyların kaçı Cumhurbaşkanı’nı destekleyecek, tartışmalı. Böyle bir durum MHP’de yönetim değişikliğini kesin çözecek sonuç da üretir. 
Kılıçdaroğlu, referandumda hayır çıkan büyükşehirlere odaklanılacağı işaretlerini verdi... 
 
Anayasa Mahkemesi de kim 
Olağanüstü koşullarda yaşayan ülkemizde, devlet, demokrasi kurucusu anamuhalefet partisinin de olağanüstü koşullara göre davranış göstermesi doğru bir saptamadır. Tüm yönetimi ile, tüm üyeleriyle CHP’nin, sanki Meclis, sanki anayasa, sanki tarafsız ve bağımsız mahkemeler yürürlükteymiş gibi hareket etmesi beklenemez. Kılıçdaroğlu bunun en iyi örneğini 30 güne yakın süren Adalet Yürüyüşü ile gösterdi. 
Fakat ülke üzerindeki baskı çok ağır. Dur durak bilmeyen bir gündem ile iktidar, ekonomideki başarısızlıklarını, FETÖ birlikteliği ile ülkeyi sürüklediği darbe ortamını, Suriye politikasıyla ülkeyi soktuğu tehlikeli ilişkileri bile neredeyse CHP’nin üzerine yıkacak. Sanki 15 yıldır iktidarda CHP var. 
Anayasa Mahkemesi’nin, varlığını sağlayan anayasayı bile tavsattığı, en alttaki mahkemelerin bile “Anayasa Mahkemesi de kim” dediği yasasız bir ortamda, olağan politikalardan bahsetmek zor.
Özetle bu “Son kurultay” çok anlamlı... Herkes için son, herkes için yeni bir başlangıç...

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

‘Erdoğan bizi aldattı!’ - Nilgün Cerrahoğlu

İtalya’nın çok okunan, bir numaralı dış politika yazarı Sergio Romano -hehayt!-“aldatıldık!” diyor. 
“Aldatılan” öyle anlaşılıyor ki sadece Erdoğan değil. Kimileri de Erdoğan tarafından aldatıldıklarını ileri sürüyorlar. 


“Amiral gazete” Corriere della Sera’da çıkan başyazıda tarihçi ve eski bir büyükelçi olan Romano şöyle devam ediyor: “RTE’nin 2001’de kurduğu AKP’nin Hıristiyan Demokratlar’ın Müslüman versiyonu olacağına inanmıştık. Biz buna siyasi yatırım yaptık. Kendimize ve de Avrupalı partnerlerimize Erdoğan’ın gençlik yıllarındaki isyankâr, İslamcı militan çizgisinden çıktığını ve artık farklı olduğunu söyledik. Avusturya, Fransa, Almanya’nın itirazlarını; reformların önünü, başka hiçbir şeyin Türkiye’yi AB’ye yaklaştırmak denli açmayacağını söyleyerek karşıladık. 
Oysa bugün Erdoğan’ın beklentilerimize ihanet ettiğini söylemek zorundayız.” 


Erdoğan’ın Türkiye’de “Basının işini yapamaz hale getirdiğini” belirten, Kürt sorunundaki açılım sürecinin de hüsranla sona erdiğini kaydeden Çizme’nin etkili yazarı “birileri bu ziyarette bunları Erdoğan’ın yüzüne ifade etmeli” demeye getiriyor: 
Moskova’nın yanında NATO büyükelçiliği de yapmış olan Romano; “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ihanet ettiği beklentiler” başlıklı yazıyı şöyle sonlandırıyor: 
“Erdoğan’ın Roma’dan, siyasi çizgisi hakkında ne düşünüldüğünü bilmeden ayrılmaması lazım. Diplomasinin yasaları var. Çıkarlar, bazı durumlarda ağır basar. Ama Türkiye Cumhurbaşkanı uluslararası ilişkilerde çıkarlar denli, Ankara tarafından savsaklanan güçlü başka bir faktörün de bulunduğunu aklından çıkarmamalıdır. Onun adı ‘güven’dir!” 
 
İlişkiler tanınmaz halde 
Türkiye’nin “Batı ittifakı içinde değişen yeri” ve “güven” sorunu, RTE’nin İtalya ziyareti vesilesiyle kaleme alınan pek çok yazıda ya doğrudan ya satır aralarında vurgulanıyor. 
Berlusconi’ye yakın “Il Foglio”nun Ortadoğu uzmanı Daniele Raineri örneğin (Erdoğan’ı daha ocak ayında kırmızı halıda ağırlayan) Macron’un Suriye operasyonuna “işgal” göndermesi yaptığını, karşılığında Türkiye’den “Hadi oradan sömürgeci!” yanıtı aldığını yazıyor. 

Atatürk ve Erdoğan’ı hedef yapan kasımdaki skandal NATO tatbikatını da, Batı ile ilişkilerin kaygan zeminini not düşmek için hatırlatan yazar, Erdoğan’ın ziyaretinin böyle zarların yeniden atıldığı döneme rast geldiğini kaydediyor. 
“Roma’ya gelen Türk Cumhurbaşkanı” diyor Foglio, “NATO başta olmak üzere, müttefiklerle ilişkilerin tanınmaz hale geldiği ve her şeyin yeniden tartışmaya açıldığı ‘yeni düzen’ ile ‘eski düzen’ arasında asılı bir konumda!” 
“Güven sorunu” ile “ittifaklardaki belirsizlikler” ötesinde vurgu yapılan 3. konu; ziyarette dudak uçuklatan güvenlik tedbirleri. 

Çatılara keskin nişancıların yerleştirileceği, binlerce polisin kıskacında kalacak Romalıların yaşayacağı eziyeti, “Il Fatto Quotidiano” (FQ) gazetesi de beri yandan “Şaşaalı Kaddafi ziyaretleri döneminden beter” diyerek tanımlıyor. 
 
Papa bahane 
Sabah Papa buluşmasından sonra yarın öğle yemeğinde mevkidaşı Sergio Mattarella ve Başbakan Paolo Gentiloni ile bir araya gelecek olan ve “resmi görüşmeleri” Gentiloni’nin ofisinde saat 16’daki temaslarıyla tamamlaması beklenen Erdoğan’ın “sürpriz Roma çıkartması” için “Vatikan-Kudüs” bağlantısını bahane ettiği de öne sürülen iddialar arasında. 

Hesapta olmayan ziyaretin Türkiye, Fransa, İtalya arasında 1 ay önce imzalanan uzun menzilli Eurosam füze sözleşmesinin arkasından geldiğine işaret eden FQ, Papa ile teşriki mesai edilecek Kudüs meselesinin kılıf olduğunu, asıl mevzunun İtalya tarafıyla Eurosam ortaklığını pekiştirmek olduğunu değerlendiriyor. 

Gezinin gerçekte -Türkiye ile iş yapan büyük şirket temsilcileriyle de görüşmesi beklenen- RTE’nin inisiyatifiyle şekillendiği anlaşılıyor. 

Trump’ın Kudüs çıkışı üzerine Erdoğan’ın ısrarla (Ermeni soykırımı tavrı nedeniyle nicedir bozuk olduğu) Papa’yı aramasının ardından birinci aşamada Vatikan ziyareti belirleniyor. 

Bu kapının açılmasının ardından Ankara, “Eh Roma’ya gidince hükümeti de görmeden olmaz!” diyerek; Mattarella ve Gentiloni’yi de ziyaret etmek istiyor. 
Roma bu durumda “Başımızın üstünde” diyerek talebi karşılıksız bırakmıyor. Ankara’nın “değerli yalnızlığı” kırmak için başvurduğu yöntemler bunlar. Roma’daki iki gün bakalım ne gösterecek?

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

3 Şubat 2018 Cumartesi

Devlet ve hürriyet - ORHAN GÖKDEMİR

12 Eylül bozmak ve yıkmak için gelmişti. El attıkları her şeyi bozdular ve yıkılması için hazırlık yaptılar. 1961 Anayasasını bozdular, parlamentoyu bozdular, partileri bozdular, ceza yasasını bozdular, basını bozdular, laikliği bozdular ve nihayetinde Cumhuriyeti yıktılar.
Ancak bir anda, bir Eylül gününde olmadı yıkım. Onların açtığı yoldan başka bozucuların ve yıkıcıların girmesi gerekiyordu. Özal büyük bozucu olarak geldi, arkasından başka bozucular getirdi.
12 Eylül Anayasayı bozmuştu ama hukuk hala işlemekte ısrar ediyordu. İşlemekte ısrar eden hukuku yıkmak için iki “hukukçu profesör” ortaya çıktı. İlerici ve sosyalistlerin ceza hukukunun faşist ruhlu 141. Ve 142. maddelerinden cezalandırılmaları için fetva vermeyi bir iş edindiler ve bir sanata dönüştürdüler. Sahir Erman ve Sulhi Dönmezer’den söz ediyorum. Arkalarından Eralp Özgen gibi “sol” süsü verilmiş olanları da tezahür etti gerçi ama tekâmül edemediklerinden izleri daha siliktir. Eralp Özgen, bize bir dergideki yazılarda geçen her Kürt kelimesi için 15 yıl cezayı uygun görmüştü. Böyle bir hukukçu kuşağıdır. Açtıkları yoldan girenlerin sonuncusu Burhan Kuzu’dur. Bakın yazıp çizdiklerine; yaşayan Sulhi Dönmezer, “tivit atan” Sahir Erman’dır.
Öldüler ve silinip gittiler. 
Ancak hukuku bozmayı başarmışlardır.
Hukukla birlikte basında da eşzamanlı bir bozma işlemi sürüyordu. Öncüsü Ercan Arıklı’dır. Basına ansiklopedi işiyle girdi. Ansiklopedi bozmak için uygun araç olmadığından gazete dergi işine el attı. Yepyeni bir üslup getirmişti basına, öyle söylüyorlardı. Cari olanı gerçeğe tercih etme üslubuydu bu. Bir de gazeteciler için “uzun boylu ve sarışın olma” standardı getirmişti. Onun standardıyla mesleğe adım atanların bir kısmı sanırım halen büyük gazeteciler olarak mesleği icra etmeyi sürdürüyor. Esmer kara kuru olanlar ise bir sabah gazeteye geldiklerinde elektronik kartlarının elektronik kapıya hükmedemediğini gördü. Bu Ercan Arıklı-Dinç Bilgin usulü kovulmaydı.
Lüks aracı ve özel şoförü olmadan evinden çıkmayan bu bozucunun o gün halk otobüsünün yolunda ne işi olduğu hala muamma. Ama evet, halk otobüsünün altında kalarak can verdi ve silinip gitti. 
Bozmayı başarmıştır ve basının bugünkü hallinin yaratıcısıdır.

                                                                      ***

Bozulmanın sonuçlarını Yalçın Küçük’ün “Devlet ve Hürriyet”inden aktarıyorum. Birkaç başlık altında toplayabiliriz. 
Birincisi, bir tür yeni feodalite ile karşı karşıyayız. Yetenekli olanlara bütün kapılar kapanmıştır ve artık sadece feodalin adamları söz konusudur. 
İkincisi, bu yeni feodalite yeni bir Ortaçağ ile mümkün olabilmiştir. 
Üçüncüsü, bütün bunların getirisi olarak ulus devlet kurumakta ve bıraktığı boşlukta mafyalar türemektedir.

Devleti kaybettik ve ilk kapitalist şirketlerden türeyen modern devlet yeniden birer şirkete dönüştü. Devlet artık büyük ve ceberut bir şirketten ibarettir. Tek kuralı egemenin çıkarıdır. Hiçbir hürriyete ve hiçbir fikre tahammülü yoktur. Üniversiteler, özellikle devlet üniversiteleri bir kışladan daha az hürdür. Özel üniversiteler bütünüyle birer şirkettir. Hocanın deyişiyle Darülfünun’dan daha despotik ve geridir.

Bu büyük saldırıya karşı sığınıp korunabileceğimiz bütün kaleler ise yıkılmış ve ele geçirilmiştir. Sadece toprak kalelere dokunmamışlardır çünkü çürüktürler ve kimseye saklayacak halleri yoktur. Hürriyetsiz ve kıraç bir tekeliyet halidir. Öyleyse özetle kapitalizmden ve teorisinden uzaklaşıyoruz. Yeni feodalite ile birlikte yıkılmışlardır ve karşımızda sadece Guantanamo Cehennemi kalmıştır…

“Devlet ve Hürriyet”tten aktardım. Tekrardır ama bugünlerde tekrarda büyük fayda vardır.
Bizim “Aydınlanma Hareketi” bu büyük bozulmaya karşı bir cephe hareketi olarak başladı ve yürüdükçe gördük ki Aydınlanma mücadelesi artık bütünüyle sosyalizm mücadelesidir. Tekeliyet halinde bu kadar sade ve bu kadar nettir.

                                                                  ***

Kalelerimizin nasıl ele geçirildiğini, surlarımızın nasıl delik deşik edildiğini anlatıyoruz.
Generallerin işaretiyle bozmaya geldiler ve bozana kadar hüküm sürdüler. Büyük gazeteciler büyük hukukçular olarak öldüler. Sonra çok kısa zamanda ve çok hızlı bir biçimde silindiler. Tabutunun arkasından milyonu aşkın kişinin yürüdüğü Özal’ın mezarında bir yıl sonra karısından başka kimse yoktu. 
Şimdi bütünüyle kimsesizdir. 
Sahir Erman'ı, Sulhi Dönmezer’i, Ercan Arıklı’yı bugün hatırlayan var mı? 
İsimlerinin bütünüyle silinmiş olmaları yıkıcı etkileri nedeniyledir. Sulhi Dönmezer ne? Burhan Kuzuların dönemindeyiz. Ercan Arıklı ne? Artık Cem Küçükler ve Nagehan Alçılar var. Hukukçu da gazeteci de sadece birer sopadan ibaret. 
Muktedirin adamlarıdırlar ve emir kuludurlar.


Bir hukukçunun bir şüpheliye “sosyal medya üzerinden reisi eleştirmişsin. Reisin kim olduğunu bilmemen düşünülemez. Öyleyse tutuklusun” diyebildiğini öğreniyoruz mesela. Bir gazetecinin beğenmediği bir TV kanalı ve sunucusunu PKK’lıları konuk almakla suçlayıp, çıkarılacak ilk KHK ile kapatılmasını buyurabildiğini duyuyoruz.

Hizmeti karşılığında kendisine gazetecilik tahsis edilmiş kişinin üslubuna örnek olsun diye alıntılıyorum: "Stüdyoları İstanbul'da, kapatın bunları ya, PKK'nın yayın organı gibi davranamazsın. KRT, bildiğin PKK yayın organı gibi. Çağlar Cilara diye bir tane ne karın ağrısı bir tip var orada, PKK'lı mıdır ne karın ağrısı belli değil, Garo Paylan'lar bilmem ne, devlete küfrettiriyorlar, bu fikir özgürlüğü değil arkadaş, ilk KHK ile o kanal kapatılsın, buradan yetkililerimize sesleniyorum zaten dün onlar bana bunu hatırlattılar, KRT TV muhtemelen kapanır." Bunları söyleyeni gazeteci tanımı içine sığdırmamız imkânsızdır. Çıplak bir sopadır ve işi lordunun beğenmediği kişinin kafasına sopa indirmekten ibarettir. Olsa olsa gönüllü OHAL görevlisidir, diyebiliriz. Tanık olduğumuz şey müthiş bir “basın” halidir.

Öyle bir terör yaydılar ki CNN Türk’ün haber sunucusu Duygu Demirdağ, 2017’nin son günlerinde arka arkaya yapılan zamları anlattığı haberini “Bakalım o küçük, tatlı zamlar hangi alanlara geldi?” sözleriyle anons edebildi. Diğer yandaş basında zam olamıyor zaten, yasak. Ücretlerde ve fiyatlarda önemsiz değişiklikler olabiliyor sadece. “Zamcık”, güzel Türkçemize basın üzerinden yaydıkları o derin korku sayesinde girebildi. Bu tuhaf sözcük, korkudan yamyassı olmuş basının kendi üzerine çökerken çıkardığı sesten türetilmiştir. Basındır fakat basılmıştır.

                                                                    ***

Türk Tabipler Birliği’ni savaşa karşı açıklaması nedeniyle bastılar. Yöneticileri içeride, sorguda. Savcı önüne çıkarılanlara sorulan ilk soru “Afrin hakkında ne düşünüyorsunuz” oldu. Ne cevap verdiler henüz bilmiyoruz. Hekim ne düşünecek; kimsenin ölmediği, kimsenin yaralanmadığı durumu düşünüyordur.

Hacamatçılar Federasyonu TTB’yi protesto etmek ve Erdoğan’a destek vermek için basın açıklaması yaptı tam o sırada. Cuma namazından sonra TBB’yi kınadılar ve uyardılar. Bildirileri “Değerli Haccam ve Haccame arkadaşlar” hitabıyla başlıyordu.

Ortaçağ’da savaş nihayetinde bir hacamat işidir. Yetişen yetişeni hacamat eder. Ortalıkta bugün anladığımız anlamda insan kalmadığından savaşın bütün vahşeti silinir, doğal bir faaliyete dönüşür. Cihat da nihayetinde dincinin doğal bir faaliyeti sayılmıyor mu? Düşünmenin yasak, inanılan her şeyin doğru kabul edildiği bir yerde hekime gerek yoktur zaten. Onların yerine haccam ve haccameler geçer, hacamat kutsal bir işe dönüşür.

Çok yaşasın, Yalçın Hoca “Devlet ve Hürriyet”te kaybedilmiş devletin tarihine dikkat çekiyor. Tekeliyet bitirmiştir ve onunla birlikte bütün hürriyetler ve fikirler de nihayete ermiştir, söylediği bu. Devlet kaybedildi mi boşluğunda Sedat Peker türü çeteler türer. Hukuk yıkıldı mı Burhan Kuzu hukukçu olur, basın basıldı mı Nagehan Alçı gazeteci sayılır. Başbakanlar vasallar arasından seçilir ve hikmetinden sual olmaz tuhaf reisler hüküm sürmeye başlar.

Ellerinin değdiği her şeyi bozup yıktılar. Bu kir, bu ağır koku, bu hürriyetsizlik, bu Guantanamo Cehennemi onların eseridir. 
Silinip gidecekler yakında. 
Kaçınılmazdır…

Orhan Gökdemir / SOL

Lozan Olmasa... - IŞIK KANSU

Saraydaki, devletin başına geçmiş, devletin kuruluşunu belgeleyen anlaşmayı reddetmeye kalkıyor. Ege’de Türk karasularındaki adaları Yunanistan’a bıraktı ya, Lozan’ı suçlamaya kalkıyor. Ona göre; CHP’nin başındakiler (bir zamanlar “iki ayyaş” diye tanımlamıştı), yani Atatürk ile İsmet İnönü vermiş Ege adalarını. 
Tarih bilmiyor. İşin kötüsü bilmediğini de bilmiyor.
 
“Adalar” dediği, Lozan ile filan verilmemiş bir kere. Saraydakinin özendiği Osmanlı, 1912’de toplanan Londra Konferansı ile Ege adalarının geleceğini “büyük devletler”e devretmiş. 1919’daki Titoni-Venizelos Antlaşması ile İtalya, Rodos dışındaki 12 adayı Yunanistan’a; saraydakinin biricik övüncü Osmanlı da, Sevr Antlaşması ile Rodos ve 12 ada üzerindeki tüm haklarını İtalya’ya bırakmış. 

Anlayacağınız, 1923’teki Lozan Antlaşması’na gelene değin çoktan elden çıkmış gitmiş adalar. 

Saraydaki, Atatürk’ün Sevr ile Lozan’ı karşılaştırdığı Nutuk’u da okumamış, bilmiyor... 
Sevr’de Trakya sınırı; Çatalca hattından biraz ileride bulunan Podima-Kalikratya hattıdır. Lozan’da; Karaağaç da Türkiye’de olmak üzere Meriç hattıdır. Sevr’de İzmir bölgesi; Kuşadası, Ödemiş, Salihli, Akhisar ve Kemer iskelesine yakın yerlerden geçmektedir. Yani, İzmir Yunanistan’ındır. Lozan’da; saraydakinin “gâvur” diye tanımladığı İzmir bizimdir. 

Sevr’de Gökçeada ve Bozcaada, Yunanistan’ındır. Lozan’da; Gökçeada ve Bozcaada ile birlikte, saraydakinin şimdi tek tek Yunanistan’a bıraktığı “Tavşan ve Merkep” adaları Türkiye’nindir. 

Sevr’de Suriye sınırı; Karataş burnundan başlayarak Osmaniye, Bahçe, Antep, Birecik, Urfa, Mardin ve Nusaybin’i Suriye topraklarında bırakır. Yani, Lozan olmasa, saraydakinin bugün “Zeytindalı” dediği operasyonu yapmasına gerek kalmayacaktı. Çünkü Afrin, Türklere ayrılan bölgeninçok çok ötesinde bir yerde olacaktı. Üstelik, saraydakinin kankası Devlet Bahçeli de, “memleketi” Osmaniye’den milletvekili seçilemeyecekti. 

Sevr’de Türk Ermeni sınırı (Giresun’dan başlayıp Erzincan’a, Elmalı, Bitlis ve Van Gölü’ne uzanan hat) ABD Başkanı Wilson’a bırakılmıştı. Lozan olmasa, saraydakinin nüfus kaydı (Rize), Ermenistan sınırları içinde olacaktı. 
Sevr’de, Kürdistan sınırı; Fırat’ın doğusunda, Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan bölge için özerk bir yönetim hattı oluşturacaktı. Yani, Lozan olmasa, saraydaki, kişiye özel anayasa değişikliği sonrası Siirt’ten milletvekili seçilemeyecekti. 

Şimdi saraydakinin yerden yere vurmaya çabaladığı Lozan kahramanı İsmet İnönü’nün, 23 Ağustos 1923’te TBMM’de yaptığı konuşmayı da anımsatmak gerekir burada: 
“Osmanlı İmparatorluğu bütün menabi (kaynak) ve vesaitini (araç) Boğazlar etrafında teksif ederek ve memleketin diğer yerlerini faaliyetten mahrum bırakarak İstanbul’u ve Boğazları müdafaa etmeye çalıştı, fakat kaybetti. Yeni Türkiye, bütün kuvvet ve menabiini mahalli sarfını tâyin ve tanzim ettiği için İstanbul ve Boğazların muhafazasını ilelebed temin etmiş oluyor.” 

Saray, aynı saray. O gün de, bugün de kendini kurtarma peşinde!

Işık Kansu / CUMHURİYET

RTE için OHAL Roma’ya uzandı - Nilgün Cerrahoğlu

Erdoğan için tüm güvenlik önlemleri hazır. Reis için alınan önlemlerin eksiksiz olması için Roma valisi Paolo Basilone ile emniyet genel müdürü Guido Marino doğrudan çaba gösteriyor. İtalya’nın MİT’i DIGOS saat saat güvenliği izliyor. 

Çizme de ana konu özetle insan hakları ve demokrasi değil… Güvenlik! 

Erdoğan’ın Roma Havaalanı’na ineceği yarın gece 20’den itibaren, uçağının yeniden havalanacağı pazartesi gecesine dek Roma felç olacak. Cumhurbaşkanı’nın güzergâhındaki tüm yollar ve meydanlar, güvenlik ablukası altında kalacak. 
 
3 bin 500 polis görevde 
Erdoğan’ın pazartesi sabahı ziyaret edeceği Vatikan’dan, öğlen buluşacağı mevkidaşı Matarella’nın ikâmet ettiği “Quirinale Sarayı” çevresi ile parlamento - Başbakanlık binalarının bulunduğu Roma’nın kalbi “Montecitorio meydanı” ve Cumhurbaşkanı’nın otelinin çevresi “Via Veneto”ya kadar tarihi merkez kuşatmaya alınacak. 

3 bin 500 polisin gözetimindeki güvenlik uyarınca her gösteri yasaklanacak, tarihi merkezde kuş uçurtulmayacak. 

Yaşamımın yarısını geçirdiğim bu kentte şimdiye dek -çok büyük uluslararası toplantılar ve zirveler dışında- bu kerte sıkı güvenlik önlemi görmedim. 

Roma’dan her gün, Papa’yı ve hükümet temsilcilerini görmek için dünya liderleri gelip geçiyor. Kimsenin ruhu duymuyor. 

Ama Erdoğan’ın gelişi öncelikle “güvenlik önlemleriyle ilan ediliyor”. OHAL sanki Roma’ya taşınıyor. 

Bu bile başlı başına bir kartvizit gibi. 
 
Macron’dan farklı 
Mevcut havaya bakıldığında, ziyaret Cumhurbaşkanı’nın bir ay önceki Fransa çıkartmasından farklı koşullarda gerçekleşecek. 

Macron, hatırlanacağı gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a basın mensupları önünde, iki devlet arasındaki bol sıfırlı anlaşmalara karşın, “demokrasi dersi” ile ayar vermişti. 
İfade özgürlüklerinin hukuk devletinin temeli olduğunu” söylemiş, “özgürlükler konusundaki yaklaşımlarımız çok farklı” sözleriyle, “AB babında ikiyüzlülüğün bırakılmasını” talep etmiş Türkiye’nin asla “AB üyesi olamayacağını” beyan etmişti. 
Erdoğan, gezisine limon sıkan bu beyanlar için sonra; “Ben Macron’un dediklerini anlamak istemedim!” demişti. 

Fransa’da RTE’nin Paris çıkartması öncesinde güçlü lobi yapan, kamuoyunda etkili gazetecilik ve insan hakları örgütlerinin yoğun çabası olmasaydı, Macron’un da bu açıklamaları yapıp yapmayacağı kuşkuluydu. 

Fransa basınındaki yorumlara göre Macron, Ankara’da soğuk duş etkisi yaratan çıkışlarıyla gerçekte üzerindeki “Niye bu otokratla görüşüyorsun?” baskısını hafifletmeye çalıştı... 

İtalya da ise bu türden bir kamuoyu baskısı yok. 

Erdoğan’ın geldiği hafta tam, Mussolini’nin İtalyanlar arasına 2018’de geri dönüşünü anlatan “Sono Tornato/Geri Döndüm” isimli bir filmin vizyona girdiği bir ülkeden bahsediyoruz… 
 
‘Devlet raconu’ baskın 
Türkiye, ayrıca İtalya için, Fransa’ya nazaran çok daha önemli ve öncelikli bir partner. 
Akdeniz’i kuzeyden güneye bıçak gibi kesen İtalya için, Akdeniz ülkeleriyle güçlü diplomatik ilişkiler geliştirmek “yaşamsal önem” taşıyor. 

Libya’da İtalya ile büyükelçiliklerini açık tutan iki ülkeden biri olan Türkiye ile diyalog, diğer Ortadoğu konularında olduğu gibi, misal hiç savsaklanamayacak boyutta bir ağırlık arz ediyor. 

8 bin kilometrelik sahiliyle “göç”ten Akdeniz’de 1. derecede etkilenen ülke olarak, Türkiye ile işbirliği gene göz ardı edilemiyor. 

Çizme’de “devlet raconu” gözüyle bakılan tüm bu önceliklere, Türkiye pazarını önemseyen ve Türkiye de iş yapan 1400 İtalyan şirketin varlığı da eklenince; Roma’da Reis’in gözünün içine bakan bir hava doğuyor. 

İtalya kaldı ki Makyavel’in ülkesi. Şahsen ben ak saçlı Hıristiyan Demokrat kökenli Cumhurbaşkanı Matarella ile onunla aynı Hıristiyan Demokrat kökenlerden gelen 60’ını aşmış Başbakan Gentilone’yi, “Jüpiter” lakaplı genç ve atak Macron misali RTE’ye demokrasi dersi verirken düşünemiyorum… 

Olağanüstü bir durum ve sürpriz olmazssa RTE’yi Roma’da tam hayal ettiği ortam bekliyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

FETÖ'nün tavşan çocukları! - ARSLAN BULUT

FETÖ ile ilgili ibretlik bir fezleke var. Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu Savcısı Hüseyin Önelge, hazırladığı FETÖ'nün finansal yapısıyla ilgili 496 sayfalık fezlekede örgütün para toplama yöntemlerinden, gençleri nasıl devşirdiğine, halkın bilinçaltına nasıl mesaj gönderdiğine kadar birçok ayrıntıya yer verdi...

                                                                         ***

*"Paranın olduğu her yerde mutlaka FETÖ vardır. Örgütün en önemli özelliklerinden birisi de 'perdeleme' yöntemidir. Görünürde muhtaç insanlara yardım eden bir hayır kurumu vardır. Gerçek amaç ise gizlenmiştir. Örgüt, yardım talep ederken okulları, yurtları, dershaneleri, fakir ve zeki öğrencileri öne çıkarmıştır.
*15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra o zeki ve fakir öğrencilerin halkın üzerine tanklarla, toplarla, uçaklarla nasıl ateş ettikleri, devletin tüm mahrem bilgilerini Türkiye'nin düşmanı ülkelere nasıl servis ettikleri görülmüş, gerçek yüzleri tamamen ortaya çıkmıştır.
*Örgüt gerçekten çok gizli ve organize bir şekilde çalışarak, o dönem masum Anadolu evlatlarının genleriyle oynayarak teröristler ve casuslar devşirmeyi başarmıştır. Örgütün kucağına tavşan olarak giren bu kişiler zamanla sadece örgütünü düşünen, ailesini, ülkesini, vatandaşını hiçe sayan birer canavara dönüşmüşlerdir.
*PKK, DEAŞ, DHKP/C gibi örgütler insanları fiziken öldürdükleri gibi bu örgüt de insanları manen ve ruhen öldürmektedir. Çünkü insanların beyinlerini devre dışı bırakmak suretiyle adeta robotlaştırmakta ve ne emir verilirse yapacak hale getirmektedirler.
*Narkotik madde kullananların para vermeyen kişileri öldürmesi ya da yaralaması ile bu örgütün yardım vermeyen kişi ve kuruluşları ekonomik, sosyal ya da kişisel olarak itibar suikastı yaparak bitirmesi arasında bir fark yoktur.
*Örgüt, amblemlerle, resimlerle subliminal (bilinçaltı) mesaj vermede gerçekten çok başarılı olmuş, aylar hatta yıllar sonra gerçekleştirmeyi düşündükleri bir olayı yayın organlarında, bir resim ya da amblem vasıtasıyla mesaj vererek kabullendirmeye başlamıştır.
*Kod ve şifre kelimeleri bunların damarlarına nüfuz etmiştir. Buradaki asıl amaç beyni devre dışı bırakmak, verilen talimatlara kayıtsız, sorgusuz ve sualsiz itaat ettirmek ve en sonunda da mankurtlaştırmaktır.
*Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla örülmüştür. Fakir öğrencileri okutuyoruz, muhtaçlara yardım ediyoruz ve neticede 'altın nesil yetiştiriyoruz' diyerek iyi niyetli halkı, 'sağmal inek' gibi görerek kendi emelleri uğruna, esasında büyük çoğunluğu vatansever insanları, vatan düşmanlığı yaparken aracı olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir."

                                                                           ***

Anadolu Ajansı'nın haberinden özetle verdiğim fezlekedeki bu değerlendirmelere bir ilâvem olacak. FETÖ'nün yöntemleri her ne kadar Hasan Sabbah örneğinde olduğu gibi Orta Doğu kaynaklı olsa da ABD'deki Protestan cemaat ve tarikatlar tarafından geliştirilmiştir.

Şükrü Server Aya'ya göre Ermeni diasporası da benzer yöntemlerle kurulmuştur. Hitler'in Yahudileri ölüm kamplarına göndermekte kullandığı Ermeni lejyonundan kalan işsiz güçsüz askerler, göç ettikleri ABD ve Güney Amerika'da soykırım yalanlarıyla kendilerine acındırarak Hıristiyan halktan para toplamaya başlamış, sonra da toplanan parayı görünce bu işi meslek haline getirmişlerdir! En büyük dayanakları yalandır ve Ermeniler de bu yalanlardan rahatsızdır.

Türkiye, 15 Temmuz gibi büyük bir travmayı yaşamasına rağmen, AKP iktidarı, sonuç olarak aynı menzile gittiği belli olan başka cemaat veya tarikat gruplarına destek vermeye devam etmektedir. Zaten FETÖ'yü devletin kılcal damarlarına kadar yerleştiren kendileriydi. Şimdi aynı düzeni başka yapılarla yeniden kuruyorlar!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ