6 Mart 2018 Salı

Enflasyonda tek hane hayal gibi... - HAYRİ KOZANOĞLU

Enflasyonda bir düşüş eğilimi gözlenmiyor. Eğer bir de, ‘böyle olmuyor’ denir de, enflasyonun nedeninin faiz olduğu yolundaki tezler yeniden dolaşıma girerse,daha sıcak bir ilkbahar yaşanır.

Enflasyonu tek haneli rakamlara indirme umudu, ‘bir başka bahara’ olmasa da bir başka bahar ayına kalmış görünüyor. Çünkü tüketici fiyat endeksi (TÜFE) şubat ayında bir önceki aya göre yüzde 0,73 arttı. Böylelikle son 12 ayın enflasyonu yüzde 10,26 olarak gerçekleşti. Bir yılın ortalama enflasyonu da yüzde 11,23 oldu.

Bilindiği gibi Merkez Bankası’nın 2018 yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 7,9. İlk 2 ayda yüzde 1,76’lık bir fiyat artışı ortaya çıktığına göre, ancak yılın geri kalan 10 ayında toplam yüzde 6, aylık ortalama yüzde 0,6 enflasyon trendiyle hedefler tutturulacak. Şimdilik bu oldukça zor görünüyor. Çünkü başta Kredi Garanti Fonu hem talebi artırıcı politikaların yan etkileri, hem de artan döviz kuru sepeti ve enerji fiyatları sonucu, maliyet kaynaklı olarak yüksek enflasyon eğilimi sürüyor. Bu durum “enflasyon beklentilerini de” yukarı çekerek, üçüncü olumsuz bir etkiyi devreye sokuyor.


Çekirdek enflasyon umut vermiyor
Özel kapsamlı TÜFE göstergeleri denilen, fiyatları çok oynak enerji, mevsimlik trendlere bağlı gıda ürünlerini ayıklayarak oluşturulan endekslere göz attığımızda da, hükümet yetkililerinin yüreğine su serpecek bir manzara ortaya çıkmıyor. Örneğin çekirdek enflasyon denilen C endeksinin aylık değişimi yüzde 0,49, yıllık artış hızı ise yüzde 11,94.

Fasulye yemeyelim yemesine de...
İsterseniz bir de ana harcama gruplarına göz atalım: Şubat ayında yüzde 55 ile fiyatı en fazla artan ürün taze fasülye. “Mevsimini bekle, kışın ortasında da fasülye yeme” diyebilirsiniz. Ne var ki geçtiğimiz ayda gıda ve alkolsüz içeceklerde yüzde 10,27’lik, manşet enflasyona koşut bir eğilim gözlemliyoruz. Gıda yoksul kesimlerin harcama sepetlerinde, endeksteki yüzde 23 ağırlığından daha fazla yer tuttuğu için özellikle önemli. Ağırlığı yüzde 14,85 olan konut ise, yıllık yüzde 9,46 artışla ortalamanın altında kalan bir kalem. Bu da sektördeki durgunluğun bir yansıması kabul edilebilir. Düşüş görülen giyim ve ayakkabıya gelince, her yıl olduğu gibi, kış sezonunun ve yılbaşının geride kalmasıyla düzenlenen kampanyalar endeksi ocakta olduğu şubatta da aşağı çekti.
Üretici fiyatları sıçrama yaptı
Belki de, enflasyon cephesinde en fazla kaygı yaratacak sinyal yurtiçi üretici fiyat endeksinden (Yİ-ÜFE) geldi. Çünkü bu endeks şubat ayında yüzde 2,68’lik sıçrama yapınca, yıllık artış da yüzde 13,71 olarak gerçekleşti. Yİ-ÜFE 2017 Kasım’ında yüzde 17,30’u gördükten sonra, Ocak 2018’de yüzde 12,30’a kadar çekilmişti. Bu enflasyonun ivmesini kaybettiği, zamanla aynı trendin TÜFE’ye de yansıyacağı şeklinde iyimser yorumlara yol açmıştı. Muhtemelen ekimde döviz kurlarındaki artış şimdi fiyatlara aktarılıyor. Son üç ayda döviz sepeti göreceli istikrarlı seyretse de, önümüzdeki aylarda üretici fiyatlarını sakinleştirecek bir iklim bulunmuyor. Petrol fiyatlarının 60 doların üzerinde tutunması da, hem fiyat hem de kur etkisiyle enflasyona er veya geç yansıyacak. Ana sektör imalat sanayiindeki yüzde 14,27’lik yıllık artış oranı da iyimser bir yoruma izin vermiyor.

‘Faizleri düşürelim’ derlerse...
Büyümenin hızlanması aramalı ve sermaye malı ithalatını uyararak dış ticaret dengesini olumsuz etkilemişti. Aramalı fiyatları yüzde 17,66 ve sermaye malı fiyatları da yüzde 16,47 sıçrayarak Yİ-ÜFE’yi yukarı çeken unsurlar oldular. Bir yandan buralardan kaynaklı maliyet artışı, geçirgenlik etkisiyle tüketici fiyatlarına yansır. Bir yandan da, talebin zayıflamasıyla bunu ürün fiyatlarına tam bindiremeyen şirketler, sıkışan kârlar nedeniyle işçi ücretlerini kısma veya istihdamı daraltma yoluna gidebilirler.
Özetle, enflasyonda bir düşüş eğilimi gözlenmiyor. Eğer bir de, “böyle olmuyor” denir de, enflasyonun nedeninin faiz olduğu yolundaki tezler yeniden dolaşıma girerse, kurlar sıçrar. Daha sıcak bir ilkbahar yaşanır.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

‘Aslan’ sosyal demokratlar için dersler! - İBRAHİM VARLI

Almanya, Fransa, Yunanistan ve İspanya derken şimdi de İtalya. Avrupa’da köklü bir geçmişe sahip, yüz yıllık sosyal demokrat partilerin krizi, sadece peş peşe gelen seçim yenilgilerinden ibaret değil. Kendilerini bir asır önce tarih sahnesine çıkaran eşitlik, özgürlük, sosyal adalet, adil paylaşım kavramlarını bir kenara bırakarak, sağa açılmanın şehvetiyle gerçekleşen dönüşümün hezimetten başka bir sonuç vermesi beklenemezdi. “Aslan sosyal demokratlar” için sandık yenilgisinden ziyade “kimlik bunalımı” büyük sorun.


Sosyal demokrasi, uzunca bir süredir krizdeydi. Varoluşsal kriz ikibinli yıllarla birlikte daha da derinleşti. Soldan kopan, sağa dümen kıran, neoliberal politikaların gönüllü savunucusu Tony Blair’li İngiliz İşçi Partisi ile Gerhard Schröder’in Alman Sosyal Demokrat Parti’nin “üçüncü yol”u krizi aşmak yerine daha da kronikleştirdi.

Popülizmin cazibesine kapılarak yol alınamayacağı anlaşılana kadar, sosyal demokratların bir kısmı yere çakıldı. Yunan PASOK adeta tarihten silindi. İspanyol PSOE de aynı yolun yolcusu.

“Yaşlı kıta”daki bu deneyimlerden, benzer bir sevda peşinde koşan, dünyanın dört bir tarafındaki sosyal demokratların çıkarması gereken önemli dersler var. Dersler çıkarması gerekenlerin başında da gelecek yıl tarihi bir seçime hazırlanan memleketteki sosyal demokratlar geliyor. Sağa yamanmanın, yıldız isim peşinde koşmanın, neoliberal iş tutmaların kaçınılmaz sonu engelleyemediği, “istikrar”, “düzen”, “memleket bekası” söylemleriyle sağın arkasına dizilmenin bir getirisinin olamayacağı ortada.

İtalyan sosyal demokratların hezimeti
İtalya seçimlerinde iktidardaki merkez sol-sosyal demokrat Demokrat Parti, bırakın koltuğunu korumayı ana muhalefet konumuna dahi erişemedi. Sağ ve popülist partilerin domine ettiği seçimde Demokrat Parti, kemer sıkma politikalarının, neoliberal reformların bedelini ödedi. Mattio Renzi liderliğindeki Demokrat Parti’nin de içerisinde yer aldığı ittifak, büyük hüsran yaşadı.

Renzi, ağır ekonomik kriz yaşayan ülkede kemer sıkma politikalarıyla küresel finans krizinin faturasını halka çıkarmıştı. Sermayenin istemleri doğrultusunda ağır bir borç batağına sürüklenmiş, bu da yeni işsizlik ve yoksulluk yaratmıştı. Kuzey Afrika üzerinden gelen sığınmacı akının yarattığı ağır sorunlar da eklenince yenilgi sürpriz olmadı. Popülist Beş Yıldız Hareketi’yle sağ ve aşırı sağın domine ettiği yeni İtalya siyasetinde eski Başbakan Silvio Berlusconi’nin partisi Forza İtalia, aşırı sağcı Kuzey Ligi ve İtalya’nın Kardeşleri’nin oluşturduğu ittifak patlama yaptı.

Alman sosyal demokratlarının sefaleti!
Alman sosyal demokratlarının durumu ise dâhin ibretlik. Merkel liderliğindeki merkez sağ ile koalisyon kurmanın da etkisiyle eylül ayında tarihinin en büyük yenilgisini alarak yüzde yirmilere kadar düşen Sosyal Demokrat Parti (SPD) hatalar zincirine yenilerini ekliyor. Solla arasına mesafe koyarak sağ ile flörtleşmenin partiyi erime noktasına getirdiği fark edilmemiş olacak ki, pazar günü yeniden Merkel’li ‘büyük koalisyon’a “evet” denildi!

Genç sosyal demokratlar başta olmak üzere parti içindeki tüm itirazlara rağmen “merkez”in bastırmasıyla sosyal demokrat delegeler CDU/CSU ile koalisyona gidilmesine vize verdi. İş dünyası, finans çevrelerinin de devreye girmesiyle yelkenleri suya indiren “aslan sosyal demokratlar” birincisi 2005’te, ikincisi ise 2013’te olmak üzere iki dönem boyunca Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU/CSU) partileriyle “büyük koalisyon”a gitmişti. Şimdi bir kez daha “büyük koalisyon”un “küçük ortağı” olmak için teslim olundu.

Dördüncü kez seçimden zaferle çıkan Avrupa’nın yeni “demir lady”si Merkel’in peşine takılmanın partiye bir yarar sağlamadığı ortada. Seçim yenilgileri de bu tezi doğrular nitelikte. Alman sağının peşine takılarak iç politikadan dış politikaya, çalışma yaşamının esnekleştirilmesinden ülke dışına asker çıkarılmasına kadar birçok konu Hıristiyan demokratların arkasında saf tutan sosyal demokratların hali harap. Parti tabanı bir kez daha ittifak faturasının SPD’ye kesileceğinin farkında.

Sağa dümen kırmak kaybettiriyor
Avrupa sosyal demokrasisi fena halde neoliberalizmin tutsağı halinde. Ekonomik krizin, gelir adaletsizliğinin, toplumsal huzursuzluğun tırmandığı kıtada, sağın argümanlarıyla sağ ile yarışa girilerek sonuç alınacağı varsayılıyor. Angaje olunan neoliberal politikaların bugünkü hazin sonu hazırlayan ana etmen olduğu idrak edilmiş değil. Alman SPD’de olduğu üzere yanlışta ısrar devam ediyor.

Neoliberalizmle dans, bütün partilere kaybettirdi. Sosyal demokrasinin çöktüğü, sağ-muhafazakâr partilerin gücünü artırdığı Kıta Avrupası’nda sağ popülist, milliyetçi akımlar süreci domine etti. Çöküşe neden olan neoliberal politikalarla hesaplaşılmadıkça sosyal demokratların yeniden ayağa kalkması mümkün değil. Sosyal demokratların kitleleri sosyal adaleti getireceğine, gelir dağılımını adilleştireceklerine, mali krizin faturasını emekçilere çıkarmayacağına inandırmaları şart. Aksi halde tüm sosyal demokrat partileri, PASOK’laşma süreci bekliyor olacak.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Atatürk’ün Antalya’ya gelişinden Antalya’nın fethine - NEVŞİN MENGÜ

2006 yılından beri Antalya’da koşulan bir maraton var. Eski adı Runtalya idi Runatolia oldu. Eskiden Öger Tur tarafından organize ediliyordu, artık başka spor organizasyonlarında da tecrübeli olan Turset tarafında düzenleniyor. Eskiden çok fazla Alman koşucu bu yarışı koşmaya gelirdi, şimdi daha biz bize. Güzel bir koşu, parkuru güzel, eğlenceli. Daha önce 2015 yılında da 42 kilometre maratonunu koştum, parkuru İstanbul maratonundan daha güzel. Elbette bu canım koşuyu, sevgili büyüklerimiz kendi haline bırakmadılar. Antalya’nın sezon açılışında yaşadığı bu coşku anlaşılan başka bir şeye iliştirilmek istendi.

İki yıldır Runtalya’nın olduğu hafta yeni bir şey peyda oldu, Antalya’nın fethi. Peyda oldu diyorum, çünkü yıllardır Antalya’da bu yarışa gelir koşarım, bu fetih meselesini ikidir görüyorum. Anlaşılan valilik, bu haftayı fetih haftası ilan etmiş. Büyükşehir Belediyesi fethin 811’inci yılı falan diye reklam yapıyor ama Antalyalılara soruyorum, biz bugüne kadar böyle fetih falan bilmedik diyorlar. Eskiden 6 Mart’ta Atatürk’ün Antalya’ya gelişi kutlanırmış, anlaşılan, Atatürk Antalya’ya gelişi dönemin ruhuna uygun olarak Antalya’nın fethine dönüştürülmüş.

Selçuklular Antalya’yı Bizanslılardan almışlar evet doğru. Şimdi köpürtülen söylem, Selçukluların yüzyıl boyunca Bizanstan Antalyayı almaya uğraştığı falan filan, konuyla ilgili edebiyat bol. Ancak vaktiniz olursa Antalya Medeniyetler Müzesini mutlaka gezin. Müze çok güzel, fakat Selçuklulara ait pek az şey. Bunu arkeologlara sordum, Antalya çok fazla bir Selçuklu kenti sayılmaz, Selçuklular Antalya’yı alıp geçmiştir, Selçuklulara ait fazla bir şey bulunmaz şeklinde oldu.

Elbette burada mesele Antalya’nın 811 yıl önce nasıl, ne şekilde el değiştirdiği değil. Son iki yıldır peyda olan fetih meselesi aslında 12inci yüzyılı değil günümüzü anlatıyor. Deniz kıyıları ile bir türlü barışamayan, barışmak istemeyen, sen bana uyacaksın, benim gibi olacaksın ya da susacaksın diyen iktidarın fethi. iktidar Selçuklu referansıyla aslında kendini anlatıyor. Karşısında kendi kendine koyduğu, yarı kurguladığı, hain diye damgaladığı bir düşman. Ve düşmana karşı kendi kurguladığı zaferi.

Runatolia’dan iki gün önce yapılan fetih koşusu dedikleri organizasyon küçük ve sönük. Cuma günü öğrencilerin üzerlerine “fetih t shirtleri” giydirmişler, çocuklar o günlük okula gitmemiş olmanın coşkusuyla sohbet ede ede yürüyor. Pek koşan eden yok, trafiğe kapatılmış boş caddeler sokaklar, boş sokaklara bakan esnaf var. Aynı rota pazar günü koşan insanlarla dolup taşıyor. 


Kurgulanmış şeylere ilgi bir yere kadar oluyor. Zorlama zaferler ancak zorlama coşku yaratıyor.

NEVŞİN MENGÜ / BİRGÜN

5 Mart 2018 Pazartesi

‘Perçinci’den Jennifer ve Merve’ye, ‘kadın gücü’ - TAYFUN ATAY

Dünya Kadınlar Günü’ne 3 kala, kadın ve güç ilişkisinin popüler kültür/tüketim kapitalizmi ekseninde nasıl tatlı tatlı araçsallaştırıldığına iki örnek alt alta öyle bir düştü ki önümüze, gözümüzü alamadık onlardan!..

Hürriyet’in dünkü Kelebek ekinde üstte Jennifer Lawrence, Barbaros Tapan’a Los Angeles’ta “güç”ten bahsediyor. Hemen altında da “Küçük Sırlar”dan itibaren dizi endüstrimizde bol bol karşımıza çıkmış oyuncu Merve Boluğur’un artık adını kozmetik endüstrisi bünyesinde duyurmaya yöneldiğini onun “Gücümün zirvesini yaşıyorum” sözünü başlık yapmış haberden öğreniyoruz.

Hâlbuki şu ara hepimizi Kadınlar Günü heyecanı sardı ya, “kadın ve güç” deyince bir başka kadın “imge”sinin dolaşımda olmasını bekliyordum ben.

“Perçinci Rozi”ydi bu.
İkinci Dünya Savaşı yılları ABD’sinde çıktı ortaya “Perçinci Rozi” (“Rosie the Riveter”). Mavi işçi gömleği, pazılı kolları, kararlı görünümüyle “evcimen”liği reddeden yeni bir “ideal” Amerikan kadını tasviri olarak…

Çünkü art arda iki dünya savaşının erkek nüfusa ciddi sekte vurduğu ve ekonominin acil işgücü talep ettiği o yıllarda kadını evden çıkartmaktan başka çare yoktu. Savaş hükümeti ile reklam sektörü el ele, kafa kafaya vererek ihtiyaç duyulan kadını “ideal” olarak sundu topluma. Afişlerde, ilanlarda her yerde “We can do it!” (Yapabiliriz”) diyen, pazılarını şişirmiş ve vatansever bir ruhla evini, çocuklarını, kocasını bir kenara bırakarak işliğe koşan “emekçi” kadın “Rozi” boy gösterir oldu.

“Ekonomi-politik” değişim ve sarsıntıların, kadının toplumsal konumuna ilişkin kavrayışı nasıl farklılaştırdığına çok çarpıcı örnektir “Perçinci Rozi”.

Savaş sonrasında durum hemen değişti tabii. Kocası, çocukları ve evine amade kadın (“anne”) temsilleri reklamlarda yaygınlaştı. “Dışardaki kadın”a gelince, orada da şişkin pazılı “Rozi”nin yerini şişkin göğüsleri ve kalçalarıyla “Mariyn” (Monroe) aldı!..

Ama “Rozi”, yıllar sonra bir başka bağlamda çıktı geldi. “Feminist”ti artık!

1960’lar ve sonrasının düzen karşıtı, “sol” “İkinci Dalga Feminizm”i içinde “Rozi”nin pazıları tekrar şişirildi. Şu farkla ki artık 1940’larda olduğu gibi erkeklerin savaşı için değil, “erkek bir dünya”ya karşı savaş için şişmekteydi onlar! Ataerkilliğe karşı kadının ve kadınlığın gücünü vurgulamak için…

Yıllarca bu minval üzere feminizmle bağlantılı kullanıldı “Perçinci Rozi” tasvirleri. Gerçi bu bağlamda karikatürize ve dejenere edilmedi de değil… Ama her 8 Mart’ta tekrar tekrar aşina olduk ona, dünyada da, bu ülkede de.

Şimdi “kadın gücü”ne ilişkin imgesel motivasyonun “Perçinci”den yana pır pır ettiği bir “8 Mart” arifesinde karşımızda Jennifer’le Merve’nin kadınsı güç gösterileri var.

Jennifer Lawrence, vizyona yeni giren filmi “Kızıl Serçe”de soyundu ve cinselliğini öne çıkardı. Bundan uzun yıllar kaçındığını söyleyip diyor ki “Çekimi bitirdikten sonra kendimi daha bir güçlü hissettim”.
Ayrıca o, Vanity Fair dergisine verdiği röportajda yeni filmindeki görüntülerinin 2014’te telefonu hack’lenerek kamuya sızan çıplak fotoğraflarının kendisinde yarattığı tahribatı gideren “güçlendirici” bir etki yaptığını belirtmiş.

Lawrence, “Bilerek ve isteyerek tüm vücudumu ve ruhumu işime kiralıyorum” da demiş.
Filmde soyunmasının ona bir güç duygusu vermiş olmasını sorgulamak ve sorunsallaştırmaktan kaçınalım hadi!.. Ama vücudu ve ruhunu kiraya vermek?!.. Bunu yaptığınızda artık o vücut ve ruh sizin olmaktan çıkar “meta” olur.
Lawrence’in sözleri bana 2010 yılında Türkiye’ye çekim için gelmiş manken Missy Raider’ı hatırlattı. Kendisine vücuduyla ilgili sorular soran gazetecilere, “Artık popom, memem görünmüş umurumda değil, çünkü bedenim artık bana ait değil; o, bir nesne” demişti.
Marx’ın “yabancılaşma” kavramı ne bundan daha “sade” anlatılabilir, ne de o yabancılaşmanın “bilinci” (farkındalığı) bundan daha güzel örneklenebilir!..

Lawrence’in Raider’la karşılaştırıldığında tüketim kapitalizmi bünyesinde bedene ve benliğe yabancılaşma bilincinin çok uzağında olduğu ortada. Bedenini kiraya verdiği “iyimser”liğinde o…
Merve Boluğur’a gelelim! Onda daha katmerli şekilde, bedensel ve benliksel yabancılaşmanın bir “güç yanılsaması” ile kamuflajlanıp dışa vurulduğuna tanık oluyoruz.

Merve, kendi adını “marka”laştırıp sosyal medyada “#gücünüyaşa” etiketi ile tanıtarak ilk kozmetik ürünü ruju satışa sunmuş. Bu arada diyor ki “Şu an gücümün zirvesini yaşıyorum. Bütün kadınlara da tavsiyem, kendi güçlerini yaşasınlar.”

Demek ki Merve, bedenini ve benliğini (ismini) bir “meta” olarak hem “üreten” bir işçi, hem de “satan” bir sermayedar, bir patron konumunda. Ama tabii onun bu “sahip”liğine de sahip ve onun gücünün üstünde bir “Güç” olarak “piyasa sistemi” var.

Jennifer de, Merve de “erkek bir dünya”ya karşı değil, o dünya için, kadını bir tüketim nesnesi kılarak metalaştıran “ataerkil kapitalizm”den yana güç gösterisinde bulunuyor aslında.

Her ikisinin de o kapitalizminin eril tanrılarına kurban olmamasını dileyelim ve onları önce “Rahim” olan Allah’a, sonra da “Perçinci Rozi”lere emanet edelim!.....

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Kadın tiyatrocu olmak değil; tiyatrocu olmak - BURAK ABATAY

Ezgi Çelik... 2006’dan bu yana süren tiyatro kariyerine kendi yazıp oynadığı Hoşdeng adlı oyunla devam ediyor. Başka ‘Hoşdeng’ler olmasın diye mücadele eden bir kadının öyküsünü izlediğimiz oyun üzerine Çelik ile konuştuk. Hoşdeng mart ayı boyunca her pazartesi (5/12/19/26 Mart) Entropi Sahne’de oynayacak. Ve ilk turnesini de 26 Nisan Perşembe Ankara CernModern’de yapacak.

»Bir kadın hikâyesi anlatıyorsunuz… Hoşdeng, nasıl bir kadın profili çiziyor?
Hoşdeng, sesini kısmak zorunda kalmış bir kadın. Ve bunu o kadar küçükken yapmaya başlamış ki, bu onun bir öz­­­elliği haline gelmiş. “Ben de konuşamam…” diyor oyunun bir yerinde. İlk olmadığını anlatmaya çalışıyor. İlk de değil, gidişata bakarsak son da olmayacak. Bir süre daha. Hoşdeng’e ‘siz hangi kadın profiline giriyorsunuz?’ diye sorsak ne cevap verirdi bilemiyorum. Ama büyük bir değişimin öncüsü olabilecek kudrete sahip ve bunu oyunda bize gösteriyor. Yeter ki başka ‘Hoşdengler’ olmasın diye neler yapabileceğini izliyoruz bir kadının. Yok, ne cevap verirdi buldum; ‘ben insan profiliyim’ derdi.


»‘Hoş ses’ olayın vahametine karşın yapılan bir ironi midir?
Gerçek adı değil Hoşdeng. Sonra kendisi değiştirmiş adını. Şarkı söylemeyi çok seven bir kadın Hoşdeng. Kendini, hislerini, ifadesini orada bulmuş. Oğluna sevgisini de ninniyle anlatıyor, tuttuğu yası da kendi şarkısıyla dile getiriyor. Vahameti yerine tam tersi aslında, nefesi gibi hayatta müzik. Kısa bir hapishane geçmişi sırasında, orada tanıştığı Zişan Abla veriyor bu ismi ona. Zişan bakıyor ki, isyanını da öyle dile getiriyor Hoşdeng, onlara sevgisini de. “Hoş sestir anlamı, Hoşdeng olsun senin adın” diyor.
»Aynı zamanda bir de direniş öyküsü izliyoruz… Boyutları nedir bu karşı duruşun?
Sonunda geldiği noktaya bakınca, dibine kadar desek doğrudur. Baş koyuyor Hoşdeng, oğlunu diğer tüm tanıdığı erkeklerden koruyarak yetiştirmeye baş koyuyor. Onlara benzemesin diye. Bir kadın daha kendi yaşadıklarını yaşamasın diye. Bir insan daha… Kendi canından olana bile söz geçiremediğini, onu etraftan koruyamadığını anlayınca da sonuna kadar gidiyor. Zaten bir meselemiz de bu değil mi? Sen bir şeye niyet ediyorsun, bir süre sonra bu bir savaşa dönüşmüyor mu? İş anında romantik bir halden çıkıyor bizim ülkemizde ve bir direnişe dönüşüyor. Yahu hani mutlu mutlu niyetimi gerçekleştirecektim niye şimdi koca bir toplumla dişe diş kana kan oluyorum? Ama oluyorsun. Hoşdeng de oldu. Oğlunu yetiştirmeye çalışırken onu etraftan, toplumdan ne kadar koruyabildi? Bu bir nevi savaşa dönüşüyor oyunda aslında. Anne, oğlunu koruma savaşı veriyor, oğlu da anneye karşı bir savaş. Ve o çocuk, bize hayatın ne kadar acımasızlaşabileceğini gösteriyor. Bu oyunda herkes ‘kendi’ dibine kadar gidiyor.

»Tiyatro metninde “Toplum kendisinden ne beklemişse hepsini vermiş, ama karşılığında hiçbir şey alamamış” olarak anılıyor Hoşdeng. Verdiklerinin karşısında neyi bekliyor karakter?
Kendi için bir şey beklemeyi çoktan bırakmış Hoşdeng. Özellikle de toplumdan. Uzun zaman önce hayattan tek beklentisi kalmış, o da oğlu ve onunla ilgili hayalleri. Onlar da zaman içinde bir bir yıkılıyor zaten. Hoşdeng’i kıymetli yapan, toplumdan hiçbir beklentisi kalmamış bir insanın yine toplum ve tüm kadınlar için hayatını feda etmesi. Bu çok özel benim için. Ben sesimi kıstım başka kimse kısmak zorunda kalmasın diyor Hoşdeng. Hem de kendi yetiştirdiği bir erkek yüzünden. Koca topluma karşı savaşı kaybediyor, oğlunu çoğunluğa kaptırıyor. Ama yine de son anında bile pes etmiyor. Son adımını yine orada yaşayan kadınlar için atıyor. Bunu benim Ezgi olarak durduğum yerden anlamam baya bir zamanımı aldı mesela.

»Oyunun fikri nasıl gelişti peki?
Oyunun yönetmeni Ani ile (Ani Haddeler Pekman) biz çok uzun zaman önce hadi artık kendimiz bir şeyler yapalım demeye başlamıştık. Birbirimizi sıkıştırır vaziyetteydik. Bir sürü şeyler okundu bakıldı. Sonra araya zaman girdi, sonra tekrar bir gaza gelindi gibi gibi… İşin ciddiye bindiği bir gün, Ani’ye kafamda böyle bir hikâye olduğundan bahsettim. Ani’nin de esas isteği her zaman bizden bir hikâye olmasıydı. Hem bu ülkenin konuları olarak hem de metin olarak. Sonra o heyecanla yazmaya başladım. Hoşdeng’e ilham veren, bana ilk adımı attıran da Ramin Matin’dir. Böyle bir hikâyenin oluşmasına vesile olan. Bir gün bir haber izledim anneannemde, bir kadın gördüm ve ismini duydum. Sadece içimden şunu dediğimi hatırlıyorum ‘bir insan kızına neden bu ismi koyar?’ Böyle başladı her şey. Ramin’e anlattım, o bunun bir hikâyeye dönüşebileceğini inandırdı. Sonra Ani ve sonra da kocaman bir süreç.
Tabii ki dramaturgumuz Bilgesu Kasapoğlu. O zarif, o kibar, o ince sesli Bilgesu’nun, bir an da içinden çıkan pata küte eleştiriler olmasa, Hoşdeng de bugün bu şekilde hayatımızda olmazdı. Bana inanılmaz şeyler öğretti Bilgesu.

»Kadına ve çocuğa yönelik şiddet ve istismar son zamanların en büyük problemlerinden birisi. Sanat yeteri kadar eğilebiliyor mu bu probleme?
Elbette hayır. Bir şeyi tam olarak anlamadan ya da ciddiye alamadan onu yaratıcılığa nasıl dönüştürebiliriz ki? Ben ülke olarak bu konuların ne kadar farkındayız onu çok kestiremiyorum açıkçası. Bu neyin nesi? Hep mi sapıktık? Bir anda mı sapıttık? Ve daha da önemlisi bence kimse bunların cevabını tam olarak duymak istemiyor. İkisinin de cevabı çok ağır. Öyle bir noktadayız ki, bu ülke gündemiyle ilgilenmemeye çalışan arkadaşıma da kızamaz hale geldim. Görüyorum çünkü, biraz üstüne gitse bu konuların, okusa araştırsa beyni yanacak. Ne yapsın, kendini korumaya çalışıyor. Bu nefessizlikle nereye eğilecek, neyin sanatını yapacak bu konularda. O kendi derdinde. Çok sıkıştırıyor hayat bu ülkede.

»Türkiye’de kadın tiyatrocu olmak peki… Karşılığı nedir?
Budur. Sana bu sorunun bu şekilde geliyor olmasıdır. Sana ‘bu ülkede bir tiyatro oyuncusu olmak nasıl bir şeydir?’ denmez, ‘kadın tiyatro oyuncusu olmak ne demek’ denir. Bence bu yeteri kadar hazin. İnsanız yahu, önce insan. Bana en azından öyle öğrettiler. Ve zor bu ülkede insan olarak kalmak da, tiyatro oyuncusu bir insan olmak da bence zor. Ama acayip zevkli. Tadından yenmez.

BURAK ABATAY / BİRGÜN

Abdülhamid’den Börü’ye dizi yalanları, yalan dizileri - Fatih Yaşlı

Kurgu ile gerçek, fantezi ile hakikat arasındaki açının daralarak gözden yittiği, yalanın hükmünü ülke ve hatta insanlık tarihinde görülmemiş ölçüde icra ettiği zamanlardan geçiyoruz. Siyasetçisiyle, köşe yazarıyla, sanatçısıyla, televizyonuyla, gazetesiyle, bir büyük yalan endüstrisi, sonsuz kolları olan bir canavar misali, bir büyük yalanı ve onun türevi başka yalanları planlı programlı bir şekilde, her gün yeniden ve yeniden üretiyor, halkın zihnine düzenli bir şekilde boca ediyor.

Bir süredir televizyon dizileri bu büyük yalan endüstrisinin en önemli araçlarından biri olarak karşımıza çıkıyor; televizyon dizileri tam da zamanın ruhuna uygun bir kurguyu, bir fantezi evrenini ekranlardan evlere bir tür afyon misali yayıyor, kitleleri efsunluyor. Söz konusu yalan endüstrisinin “Osmanlı” ve “savaş” dizilerine yoğunlaşması ise şüphesiz bir tesadüf değil; yeni-Osmanlı hayalleriyle savaş politikalarının toplumu ve siyaseti dizayn etmek için kullanıldığı bir konjonktürde, “toplumsal algının popüler kültür ürünleri aracılığıyla inşası” diye tarif edebileceğimiz süreç, özellikle bu diziler üzerinden işletiliyor.

“Osmanlı” dizilerine biraz daha yakından bakalım. Bu dizilerden birinin Osmanlı’nın kuruluş dönemine odaklanırken, diğerinin ise Abdülhamid dönemine odaklanması şaşırtıcı değil. Dizilerden ilkinin –Diriliş- isminin de işaret ettiği “yeniden doğuş” temasına hem Alman Nazizminde, hem İtalyan faşizminde rastlayabiliyoruz, Naziler III. Reich’ı, İtalyan faşistleri yeni-Roma’yı kurmayı, imparatorluğu yeniden diriltmeyi bir vaat olarak toplumun önüne koyuyorlar. Bizde de yeni-Osmanlı, Osmanlı’yı yeniden diriltme iddiası buna denk düşüyor. Dizinin adının İslami kesimin önemli şairi Sezai Karakoç’un fikriyatının merkezinde yer alan “Diriliş” kavramından alınmış olduğunu da eklediğimizde tablo tamamlanıyor.

“Osmanlı” dizilerinden diğeri, kaçınılmaz olarak, Abdülhamid dönemine odaklanıyor. “Kaçınılmaz olarak” diyoruz, çünkü “bir mitos olarak Abdülhamid”in geçmişten bugüne İslamcılığın söylemi içerisindeki merkezi yerini biliyoruz. Necip Fazıl’dan günümüze yakın tarih Abdülhamid figürü üzerinden yeniden yazılıyor ve bugün de yeni rejimin tarih anlatısı Abdülhamid mitosu üzerine inşa ediliyor. Dizi de buna uygun bir şekilde ilerliyor, Abdülhamid İngiliz Büyükelçisi’ni tokatlıyor, Paris’te sahnelenecek olan ve “peygambere hakaret eden” bir piyesle ilgili olarak Fransız Büyükelçisi’ni tehdit ediyor, Duyun-u Umumiye temsilcisinin başına silah dayatıyor.

“Savaş” dizilerinin ortak teması ise belli: Kürt coğrafyasında ve Suriye’de devam eden savaş. Bu dizilerin hemen hepsinde devletin bekasının tehlikede olduğunu gördükleri anda “devlete küsülmez” diyerek tekrar göreve dönen Ergenekon / Balyoz kumpaslarının mağduru askerleri görüyoruz. Bu askerler, Fethullahçılara karşı ve devletin bekası adına iktidarla barışıyorlar ve ülkücü cenahtan gelen güvenlikçilerle birlikte “vatan savaşı” veriyorlar.

Bu dizi furyasının son örneklerinden birinde, kollarında Göktürk alfabesiyle “Türk” yazan, üniformalarında bozkurt figürü bulunan özel harekâtçıları izliyoruz. Sahnelerden birinde “Fethullah’ın p.çleri…” sözü geçiyor, başka bir sahnede “Atatürk’ten korkuyorlar” lafı ediliyor, diğer bir sahnede ise “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı duyuluyor. Tam da arzu edilen “yerli ve milli ittifak” bu dizilerde kuruluyor. “Cumhur ittifakı”nın doğasına uygun bir şekilde ülkücülere zeytin dalı uzatılıyor, tıpkı dinselleşme gibi MHP milliyetçiliğinin argümanları da popüler kültür alanına taşınıp kitleselleştiriliyor. Cemaate ve kumpas davalara yapılan göndermelerle ve asker övgüsüyle Atatürkçü kesimlerin ağzına bir parmak bal çalınması da ihmal edilmiyor. Tıpkı gerçek dünyada olduğu gibi, burada da “beka savaşı” üzerinden iktidara muhalif kesimlere “milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu şu günlerde…” mesajı veriliyor.

Bir yanda zaman zaman senaryosundan Cumhuriyet ve Mustafa Kemal düşmanlığı fışkıran Osmanlı dizileri, öte yanda İslamcılarla milliyetçiler arasındaki yeni ittifakı anlatan ama Atatürkçülere de göz kırpmayı ihmal etmeyen savaş dizileri… Tam da iktidarın doğasına ve işleyişine uygun yöntemlerle aktif rızayı ve pasif rızayı bir arada üreten popüler kültür araçlarıyla karşı karşıyayız.

Antiemperyalizm, yedi düvele karşı savaş, yeniden cihan devleti olma iddiası, Osmanlı güzellemeleri, savaş tapınmacılığı… Tüm bunlar tek bir söylemin içinde eritilerek bir tür ideolojik bulamaç haline getiriliyor, gündelik hayata ve sıradan insanların dünyasına diziler aracılığıyla taşınarak yeni rejimin “makbul vatandaş”ının yaratılmasına hizmet ediyor. Yalanın saltanatında, büyük yalanın hükmünü icrasında, kitlelerin aklının iğdiş edilmesinde bu dizilere büyük rol düşüyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

4 Mart 2018 Pazar

İtalya’da 4 Mart seçimleri ve Komünist Parti’nin programı - Nükhet Akgün Bordignon / SOL



İtalya'da tek başına seçime giren partiler arasında yer alan Komünist Parti sosyalizme yönelen bir programla seçimlere giriyor.


Son zamanlarda faşizme karşı gerçekleştirilen eylemlerle gündeme gelen İtalya’da seçmenler 4 Mart 2018’de genel seçimler için sandığa gidecekler. Belirsiz bir parlamento sonucu ile karşılaşılabileceği öngörülen seçimlerde, birçok farklı siyasi koalisyon da yer alacak. Tek başına seçime giren partiler arasında yer alan Komünist Parti sosyalizme yönelen bir programla seçimlere giriyor.

Ocak 2018’de Berlusconi’nin partisi Forza Italia (Haydi italya), Fratelli d’Italia (İtalya’nın Kardeşleri), Lega (Lig) ve başka bir sağcı parti olan Noi con l’Italia (Biz İtalya’yla) genel olarak göçmen karşıtlığı üzerinde birleşerek merkez sağ bir koalisyon oluşturmuşlardı.

Merkez solda ise hükümette bulunan Partito Democratico(Demokrat Parti), Emma Bonino’nun liderliğini yaptığı +Europa(+Avrupa) ile birlikte merkezci Halk Sivil Listesi ve Insieme(Birlikte) Partisinin oluşturduğu bir koalisyon yer alıyor.

Seçime tek başına giren en büyük parti ise Movimento 5 Stelle (5 Yıldız Hareketi). Bunun dışında merkez sola yakın başka bir sol parti olan Liberi e Uguali (Özgür ve Eşit), sosyalist bir parti olan Potere al Popolo (Halka Güç), Partito Comunista (Komünist Parti) ve son zamanlarda güçlenen ve popülerleşen faşist parti CasaPound (Pound Evi) seçimlere tek başına katılacak partiler arasında yer alıyor.

SON ANKETLER

Seçim öncesinde yapılan anket çalışmalarının sonucunda ise partilerin tek başlarına ya da kurdukları koalisyonlarla bile hükümet kurmak için gerekli olan yüzde 40’lık oy oranına erişemedikleri görünüyor.

Seçimlere tek başına katılan partilerden biri de Partito Comunista(Komünist Parti). İtalya’da bulunan 20 bölgenin 11’inde seçime girecek olan partinin Genel Sekreteri Marco Rizzo, 4 Mart seçimleri ile ilgili yapılan röportajlarda, Komünist Parti için parlamento seçimlerinden ziyade devrimin kendisinin önemli olduğunu vurguluyor.

‘AMAÇ PARLAMENTOYA GİRMEK DEĞİL, DEVRİMİ GERÇEKLEŞTİRMEK’

Komünist Parti’nin (KP) 4 Mart 2018 seçimleri için hazırladığı program, siyasi bir programdan ziyade her seviyede İtalyan toplumunun nasıl olması gerektiğine dair bir manifestoyu andırıyor. KP’nin programında AB’den ve NATO’dan çıkılması, kapsamlı kamulaştırmalar ve eşitlikçi bir toplumsal yaşam var.
Seçim programında yer alan ve yapılacak olan düzenlemeler şu şekilde belirtiliyor;

İş Alanında
* Saat başı asgari ücretin 10 avro olarak belirlenmesi,
* Ağır işler için saat başı asgari ücretin 11,5 avro olarak belirlenmesi,
* Haftalık çalışma saatlerinin 32 saate düşürülmesi,
* İşçilerin alım gücünün korunması için Değişken Ücret Skalası uygulanması,
* Kooperatif sisteminin tamamıyla reforma tabi tutulması,
* Kadın ve erkekler arasındaki eşitliği sağlayacak maaş düzenlemesi,
* Treu ve Biagi reformlarının tamamen kaldırılması,
* Renzi döneminde uygulanmaya başlayan Jobs Act’in iptal edilmesi ve iş kanununun 18. maddesinin geri getirilmesi.

Vergi Alanında
* Kademeli vergi kriterlerinin evrensel uygulaması,
* Birinci kademede maaşlar üzerindeki vergi alımlarının azaltılması ve ikinci kademede bu vergilerin tamamen kaldırılması,
* Yüzde 20 Web vergisi,
* Küçük işletmeler için gelir vergilerinin azaltılması,
* 3 milyon avroyu aşan varlık ve gelirlerin vergilendirilmesi.

Emeklilik
* Emeklilik yaşının 60 olarak belirlendiği Fornero Kanunu’nu iptal edilmesi ve ağır işlerde çalışan kişilerin emeklilik yaşında indirime gidilmesi.
* Sosyal emeklilik maaşının 1000 avro olarak belirlenmesi
* Kimi siyasetçi ve iş adamlarının orantısız olarak oldukça yüksek emekli maaşlar almalarına neden olan Altın Emeklilik uygulamasının iptal edilmesi.

Toplumsal Refah Düzenlemeleri
* Her kişiye ev hakkı,
* Kilise, banka ve büyük inşaat şirketlerinin gayrimenkullerinin tazminat ödemeden kamulaştırılması,
* Çocukların eğitim hayatlarını da kapsayan uzun bir süreye yayılmış doğum yardımı,
* Aylık olarak verilen engelli ödeneğinin iki katına çıkarılması,
* Anaokulu ve yuvaların daha iyi hizmet verebilmesi için gereken düzenlemelerin yapılması.

Okul, Sağlık ve Kültür Alanında
* Her kişiye her düzeyde sağlık ve bakım hakkı,
* Sağlık ile ilgili kurumların özelleştirilmesi ile ilgili tüm politikaların durdurulması,
* Okul personelleri için maaşların yükseltilmesi,
* Kültür alanında milli bir plan oluşturulması,

Dış Politika Alanında
* İtalya’nın Avrupa Birliği’nden çıkması,
* İtalya toprakları içinde faaliyet gösteren tüm şirketlerin İtalya’da kanuni ve vergisel yükümlülüklerini yerine getirmelerini sağlayacak şube bulundurma zorunluluğu,
* TTIP anlaşmasının reddi,
* İtalya’nın NATO’dan çıkması,
* İtalyan birliklerinin NATO ve Birleşmiş Milletler misyonlarından çekilmesi,
* Filistin Devleti’nin tanınması.

Ekonomi Alanında
* Tek taraflı kamu borçlarının iptali,
* Sigorta şirketlerinin ve bankaların kamulaştırılması,
* İtalya’nın avro bölgesinden çıkması,
* Ekonominin yönetilmesi için Ulusal Ekonomi Planlama Teşkilatı’nın kurulması,
* Üretim faaliyeti gösteren yerel şirketlerin yurtdışında faaliyet göstermelerini engelleyecek düzenlemelerin yapılması (delocalizzazione),
* Hizmet sektöründeki kurumların yeniden kamulaştırılması (Postane, Telekomünikasyon, Demiryolları gibi),
* Temiz ve yenilenebilir enerjilerin geliştirilmesi,
* Ulusal tarımın korunması ve geliştirilmesi için yatırım planlarının yapılması,
* Enerji ve maden çıkarma çalışmaları için ulusal tekel oluşturulması.

Devlet ve Adalet Alanında
* Devlet ve Kilise arasındaki anlaşmaların gözden geçirilmesi
* Ceza, İş ve Sivil hukuk alanlarında reformların yapılması,
* Devletin gelir ve giderlerinin eşit olması zorunluluğunun iptali,
* Parlamenterlerin partilerinin kararları doğrultusunda oy verme zorunluluğunun getirilmesi.

‘GÖÇ, KAPİTALİSTLERİN ELLERİNDE ÜCRETLERİN DÜŞÜRÜLMESİ İÇİN ARAÇ’

Son zamanlar Avrupa ve İtalya’da yükselen göçmen karşıtlığı ve seçime girecek olan aşırı sağ ve merkez sağ partilerin seçim propagandalarını göçmen karşıtlığı üzerine oluşturması ile ilgili olarak Marco Rizzo düşüncelerini şu şekilde açıklıyor:

Göç güzel bir şey değil. Hatta ülkesini terk etme kararını vermiş insanlar için tam anlamıyla bir trajedi. Bazı sol partiler gibi bunun bir zenginlik olduğu konusunda ikna olmuş değilim. Hatta kapitalistlerin elinde emekçilerin ücretlerinin düşürülmesine ve haklarının gasp edilmesine yarayan bir araç haline geldiğini düşünüyorum.
İki seçenek var. İnsanların kendi ülkelerinde rahatça yaşamalarını sağlayacak olan emperyalist savaşların, politikalarının bitirilmesi ve başkalarının zenginliklerinin sömürülmesine son verilmesi. İşçi haklarının erimesine neden olan rekabete son verilerek asgari ücretin garanti edilmesi. Bunun dışındakiler boş laf.Evlerimizi çalan göçmenler değil, daha fazla para kazanmak için uğraşan inşaat sektörü. Kapitalizme karşı mücadele etmek, göçe karşı mücadele etmek demek. Sağcıların yaptığı gibi zaten kurban olan göçmenlere karşı mücadele edilemez. Ayrıca tüm bu tartışmalarda asla söz edilmeyen başka bir husus var. O da dış göç. Yüz binlerce genç İtalyan işsizlik yüzünden ülkesini terk ediyor. İşsizliğe karşı önerilerimiz ve yapmayı planladığımız düzenlemeler bu sorunlara çözüm olacaktır. Mantık hep aynı. Yıkılması gereken adaletsiz sistem.

Rizzo, seçim sonuçları ile ilgili olarak ise Berlusconi’nin belirleyici bir rol üstleneceğini düşünüyor.

Berlusconi Lega ile hükümet kurmazsa Partito Democratico ile büyük bir koalisyon kuracaktır. Sonuç olarak yine NATO’nun askeri desteği ile birlikte Brüksel ve Frankfurt tarafından yönetileceğiz. Yalnızca devrim bu düzeni değiştirebilir.

Nükhet Akgün Bordignon / SOL


Çizme’nin seçimi: Avrupa ya da ‘kaos’ - Nilgün Cerrahoğlu

ROMA - Bugün 46 milyon seçmen İtalya’da sandığa gidiyor. 

Seçmenlerin üçte birinin son dakikaya kadar kararsız olduğu seçimde, “oy kullanmayanlar” ve “boş pusula” atanların, en büyük parti olmasından korkuluyor. 
Beş yıl önce katıldığı ilk seçimde oyların dörtte birini alan “fenomen” “5 Yıldız Hareketi(5*)”nin bu kez, üçte bir civarında oy oranıyla parlamentoya en geniş grubu sokması bekleniyor.

Sistem karşıtı öfke ve protesto oyları üzerinde yükselen ve tamamen internette örgütlenen 5* Hareketi’nin oyları, ne ki tek başına hükümet kurmaya yetmeyecek. 
Sandığın yanıtlayacağı en belli başlı soru, “müesses nizam”a karşı ezber bozan bir “anti politika” gücü olarak gelişen 5*’ın bundan böyle alacağı biçim olacak.

5 Yıldız evcilleşir mi? 
5* Hareketi, kurulu düzeni tehdit eden “devrim partisi profilini” terk edip hükümet kurma arayışında bir “reform partisi” olabilecek mi? Süreçte muhalefetteki hırçınlığını üzerinden atıp evcilleşecek mi? 
5*’ın evcilleşme sürecine girdiğine dair şimdiden işaretler var. 
Partinin gurusu komedyen Beppe Grillo örneğin, seçmenlerin öfke patlamalarıyla özdeşleşen “Vaffanculo/….tir Git” çıkışlarının bundan böyle artık tarih olduğunu söylüyor. 
Ayrıca oluşum, başka hiçbir partinin -pratikte karşılığı olmadığı için- düşünmediği sürpriz bir hamleyle, seçim arifesinde kabine listesini açıkladı. 
Çoğunluğu üniversite profesörlerinden oluşan “sanal hükümet listesinde”, devrimci ateş yakacak isimler dikkat çekmiyor. 
Grillo ilaveten, güdümündeki partinin liderliğine “ılımlı maske” kontenjanından, annelerin ancak yakışıklı damat adayı gözüyle bakabilecekleri 31 yaşındaki genç Luigi Di Maio’yu son dönem içinde göreve getirdi.

Brüksel’i korkutan canavar 
Bunların hiçbirisi ne ki, 5*’ın bundan böyle, düzen partileri içinde yer aldığına dair bir teminat sayılmıyor. Dün “Foglio” gazetesinde yayımlanan bir başyazı örneğin, “4 Mart’ta sakınılması gereken canavar” başlığını taşıyordu. 
Yazı; Di Maio liderliğinde 5*’ın, sağ ittifak içinde giderek en güçlü parti olmaya namzet gösterilen “Birlik/Lega” partisi ile beraber koalisyona gidebileceğini söylüyor ve bu durumda İtalya’nın başına gelebilecek badireleri sıralıyordu. 
Sadece İtalya’daki düzen aktörlerinin değil, Brüksel’in de çok derin kâbusu olan bu olasılığın gerçekleşmesi halinde, belirebilecek senaryolar arasında taş taş üzerinde bırakmayacak bir “Avro referandumu”ndan söz ediliyor. 
“Foglio”ya göre sandıkta bu itibarla iki ana tercih var: “Avrupa’ya, Avro’ya, küreselleşmeye açık olmak ve Trumpçılık, korumacılığa karşı çıkmakla;Avrupa’ya, Avro’ya, küreselleşmeye sırt çevirmek, korumacılığa yönelmekarasındaki bir seçim bu.”


İtalyan usulü koalisyon 
Sandıkta seçmenin önüne fiilen aslında üç tercih konuyor: “Le Pen’in İtalya şubesi olan ırkçı, anti- Avrupacı Salvini, Berlusconinin başı çektiği sağ ittifak ki, bu ittifakın, sağın küçük partileriyle birlikte ilk güç olması bekleniyor. 
Yıldızı sönen Matteo Renzi liderliğinde 2. ya da 3. olması beklenen “merkez sol ittifak”… 
Bir de başta bahsettiğim, parti olarak tek başına en güçlü olan 5* Hareketi.... 
Basit çoğunluk ve nispi temsil karması bir cebir formülü denli karmaşık yeni bir sistemle yapılan seçimlerde sayım çok uzun sürecek. Bu nedenle sonuçlar ancak yarın belli olacak. 

Yarınki tablo için de beri taraftan, “Salvini-5* kâbusu” dışında olası 3 senaryo gündeme geliyor: 
1. Oyların üç siyasi blok arasında, hiçbirine üstünlük sağlamayacak şekilde dağılması. Bu durumda ufukta yeni seçim görünüyor. 
2. Salvini-Berlusconi ve aşırı sağdaki parti “Fratelli d’Italia/ İtalya’nın Biraderleri”nin oluşturduğu bir sağ kesim zaferi... 
3. Cumhurbaşkanı Mattarella’nın “derin tercihi” diye söz edilen olası “Renzi (PD-Partito Democratico) ve Berlusconi (Forza Italia) ittifakı”. 
“İtalyan usulü geniş koalisyon” olarak da adlandırılan bu formül, “istikrar”ın garantisi sayılıyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Abdüller ve hamitleri - Mine G. Kırıkkanat

Türkiye, her alanda yalana dayalı bir zaman dilimini yaşıyor. Sahtecilik, yargıdan eğitime, politikadan medyaya ve hatta edebiyata yayıldı; yalancı gazeteci, yalancı yazarlardan profesör unvanı taşıyan soytarılara kadar, toplumsal yaşamın her katmanını sardı. 

Doğu kültürlerinde ortak bir kanı vardır: Kırk kez söylenen bir yalanın gerçekleşeceğine inanılır. Çünkü oral (sözlü) gelenekte yalan da, gerçek de nasılsa sözden ibarettir, sözün biri uçar, öteki konar… 

Türkiye’ye şaibeli seçimler ve mühürsüz oylarla el koyan zihniyet, işte bu uçucu geleneğe güvenerek tarihi de tahrif ediyor. Osmanlı’nın yenilgisini zafer, Türkiye Cumhuriyeti’nin zaferini yenilgi diye yutturmaya çalışıyor. Ve tabii çapsız, omurgasız son halifeleri; özellikle de Abdülhamit’i kahramanlaştırıyorlar. 

Dine dayalı olduğunu iddia eden ve sonunda iktidar olan siyasal zihniyetin Erbakan’dan beri süren Abdülhamit hayranlığının bir açıklaması var. Abdülhamit, bu zihniyetin sadece fikir babası değil. Aşağıdaki gerçek tarihi okuyunca, yasakçılığından yolsuzluğuna, tüccarlığından ticaniliğine günümüz muktedirlerini bire bir temsil ettiğini göreceksiniz.
 
Abdül, kul demek. Hamit de şükreden. 
Suyun başını tutup hep bana, hep bize ilahileriyle nemalananlar elbette abdüller, elbette hamitler… 
                                                                ***Ama tarihi, ancak yarattıkları ve besledikleri cühelaya pazarlayacak kadar cahiller. Ötesine geçemez, dünyayı ikna edemezlar. Çünkü akla dayalı toplumlar, sözlü değil yazılı gelenekten geliyor. El oğlunun arşivleri var, kanıta dayalı yazıyor tarihi. Tarihi TV dizilerinden öğrenenleri de dış politikadan savaş alanlarına, suya götürüp susuz getiriyor, tabii… Robert Mantran yönetiminde bir grup tarihçinin hazırlayıp yayımladığı Osmanlı Tarihi * kitabında, bakın Abdülhamit nasıl anlatılıyor: 

Abdülhamit, Kadiri tarikatındandı. Saltanat biçimini ‘Tanzimat’ anlayışından ayıran en önemli özellik, İslam dininin devlet politikasının merkezineoturtulması oldu. Kızıl Sultan’ın tahta geçişiyle saraya ‘seyyid’, ‘hoca’ ve ‘molla’lar dolduruldu. Daha çok cami yapımına hız verildi, okul programlarındaki din dersleri arttırıldı. Osmanlı’nın gücünü İslamiyet çerçevesinde pekiştirmek isteyen Abdülhamit; Cezayir, Mısır, Hindistan ve Çin Müslümanlarına özel elçiler gönderdi. Bu elçileri özellikle Rifai ve Kadiri tarikat müritleri arasından seçti. 
Saraydaki tarikatçıların en önemlisi de zaten, Suriye asıllı “Osmanlı Rasputin’i”, Rifai tarikatından Şeyh Ebülhüda idi. 
Sade bir yaşam sürer gibi görünen Abdülhamit, sultanlığı sırasında görkemli bir servet toplamıştı. Bu serveti, Osmanlı topraklarında bırakmak istemedi,saltanatının başında “paralanma” dersleri aldığı Galatalı banker ve sarraf Agop Zarifi aracılığıyla Avrupa’daki bankalara yatırdı. 
Abdülhamit’in topladığı servet öylesine muazzamdı ki, ölümünden sonra paylaşımı için iki yabancı finans şirketinin yıllarca çalışması gerekti! 
Peki Abdülhamit zenginleşirken yurt ekonomisi ne durumdaydı dersiniz? Okuyalım: 
Kızıl Sultan, Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını yapılandırmak için ‘Düyun-u Umumiye’yi kurarak, imparatorluğun Mısır ya da Tunus gibi ‘ödeyemez’duruma; dolayısıyla Avrupa’nın pençesine düşmemesini amaçlıyordu. Ancak kazın ayağı, pençeye karşı koyamadı ve Düyun-u Umumiye, bir süre sonra devlet içinde devlet haline geldi. Ülke sathında 750 şubesi vardı, maliye bakanlığından çok daha fazla personel, tam olarak 5500 kişi çalıştırıyor ve devlet gelirinin yüzde 30’una el koyuyordu. 
Abdülhamit sayesinde Osmanlı İmparatorluğu, yirminci yüzyıla “yarı sömürge” olarak girdi.
Dini bütün Ulu Hakan devletin dizginlerini yabancılara öylesine kaptırmıştı ki; 1907 yılında Japonya, Osmanlı mülkünde büyükelçilik açmak için İngilizler, Fransızlar, Almanlar gibi ‘kapitülasyon’ ayrıcalıkları talep ediyordu!*

***

Ekleyin bu saptamalara Abdülhamit’in baskıcılığını, sansürcülüğünü ve gaddarlığını. 
Günümüz muktedirlerinin kendisine beslediği muhabbetin nedeni ve giriştikleri yıkımda mülkü bekleyen son, apaçık değil mi?

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

* Robert Mantran, Histoire de l’Empire Ottoman/Fayard, 1989