Türkiye, her alanda yalana dayalı bir zaman dilimini yaşıyor. Sahtecilik, yargıdan eğitime, politikadan medyaya ve hatta edebiyata yayıldı; yalancı gazeteci, yalancı yazarlardan profesör unvanı taşıyan soytarılara kadar, toplumsal yaşamın her katmanını sardı.
Doğu kültürlerinde ortak bir kanı vardır: Kırk kez söylenen bir yalanın gerçekleşeceğine inanılır. Çünkü oral (sözlü) gelenekte yalan da, gerçek de nasılsa sözden ibarettir, sözün biri uçar, öteki konar…
Türkiye’ye şaibeli seçimler ve mühürsüz oylarla el koyan zihniyet, işte bu uçucu geleneğe güvenerek tarihi de tahrif ediyor. Osmanlı’nın yenilgisini zafer, Türkiye Cumhuriyeti’nin zaferini yenilgi diye yutturmaya çalışıyor. Ve tabii çapsız, omurgasız son halifeleri; özellikle de Abdülhamit’i kahramanlaştırıyorlar.
Dine dayalı olduğunu iddia eden ve sonunda iktidar olan siyasal zihniyetin Erbakan’dan beri süren Abdülhamit hayranlığının bir açıklaması var. Abdülhamit, bu zihniyetin sadece fikir babası değil. Aşağıdaki gerçek tarihi okuyunca, yasakçılığından yolsuzluğuna, tüccarlığından ticaniliğine günümüz muktedirlerini bire bir temsil ettiğini göreceksiniz.
Abdül, kul demek. Hamit de şükreden.
Suyun başını tutup hep bana, hep bize ilahileriyle nemalananlar elbette abdüller, elbette hamitler…
***Ama tarihi, ancak yarattıkları ve besledikleri cühelaya pazarlayacak kadar cahiller. Ötesine geçemez, dünyayı ikna edemezlar. Çünkü akla dayalı toplumlar, sözlü değil yazılı gelenekten geliyor. El oğlunun arşivleri var, kanıta dayalı yazıyor tarihi. Tarihi TV dizilerinden öğrenenleri de dış politikadan savaş alanlarına, suya götürüp susuz getiriyor, tabii… Robert Mantran yönetiminde bir grup tarihçinin hazırlayıp yayımladığı Osmanlı Tarihi * kitabında, bakın Abdülhamit nasıl anlatılıyor:
Abdülhamit, Kadiri tarikatındandı. Saltanat biçimini ‘Tanzimat’ anlayışından ayıran en önemli özellik, İslam dininin devlet politikasının merkezineoturtulması oldu. Kızıl Sultan’ın tahta geçişiyle saraya ‘seyyid’, ‘hoca’ ve ‘molla’lar dolduruldu. Daha çok cami yapımına hız verildi, okul programlarındaki din dersleri arttırıldı. Osmanlı’nın gücünü İslamiyet çerçevesinde pekiştirmek isteyen Abdülhamit; Cezayir, Mısır, Hindistan ve Çin Müslümanlarına özel elçiler gönderdi. Bu elçileri özellikle Rifai ve Kadiri tarikat müritleri arasından seçti.
Saraydaki tarikatçıların en önemlisi de zaten, Suriye asıllı “Osmanlı Rasputin’i”, Rifai tarikatından Şeyh Ebülhüda idi.
Sade bir yaşam sürer gibi görünen Abdülhamit, sultanlığı sırasında görkemli bir servet toplamıştı. Bu serveti, Osmanlı topraklarında bırakmak istemedi,saltanatının başında “paralanma” dersleri aldığı Galatalı banker ve sarraf Agop Zarifi aracılığıyla Avrupa’daki bankalara yatırdı.
Abdülhamit’in topladığı servet öylesine muazzamdı ki, ölümünden sonra paylaşımı için iki yabancı finans şirketinin yıllarca çalışması gerekti!
Peki Abdülhamit zenginleşirken yurt ekonomisi ne durumdaydı dersiniz? Okuyalım:
Kızıl Sultan, Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını yapılandırmak için ‘Düyun-u Umumiye’yi kurarak, imparatorluğun Mısır ya da Tunus gibi ‘ödeyemez’duruma; dolayısıyla Avrupa’nın pençesine düşmemesini amaçlıyordu. Ancak kazın ayağı, pençeye karşı koyamadı ve Düyun-u Umumiye, bir süre sonra devlet içinde devlet haline geldi. Ülke sathında 750 şubesi vardı, maliye bakanlığından çok daha fazla personel, tam olarak 5500 kişi çalıştırıyor ve devlet gelirinin yüzde 30’una el koyuyordu.
Abdülhamit sayesinde Osmanlı İmparatorluğu, yirminci yüzyıla “yarı sömürge” olarak girdi.
Dini bütün Ulu Hakan devletin dizginlerini yabancılara öylesine kaptırmıştı ki; 1907 yılında Japonya, Osmanlı mülkünde büyükelçilik açmak için İngilizler, Fransızlar, Almanlar gibi ‘kapitülasyon’ ayrıcalıkları talep ediyordu!*Saraydaki tarikatçıların en önemlisi de zaten, Suriye asıllı “Osmanlı Rasputin’i”, Rifai tarikatından Şeyh Ebülhüda idi.
Sade bir yaşam sürer gibi görünen Abdülhamit, sultanlığı sırasında görkemli bir servet toplamıştı. Bu serveti, Osmanlı topraklarında bırakmak istemedi,saltanatının başında “paralanma” dersleri aldığı Galatalı banker ve sarraf Agop Zarifi aracılığıyla Avrupa’daki bankalara yatırdı.
Abdülhamit’in topladığı servet öylesine muazzamdı ki, ölümünden sonra paylaşımı için iki yabancı finans şirketinin yıllarca çalışması gerekti!
Peki Abdülhamit zenginleşirken yurt ekonomisi ne durumdaydı dersiniz? Okuyalım:
Kızıl Sultan, Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını yapılandırmak için ‘Düyun-u Umumiye’yi kurarak, imparatorluğun Mısır ya da Tunus gibi ‘ödeyemez’duruma; dolayısıyla Avrupa’nın pençesine düşmemesini amaçlıyordu. Ancak kazın ayağı, pençeye karşı koyamadı ve Düyun-u Umumiye, bir süre sonra devlet içinde devlet haline geldi. Ülke sathında 750 şubesi vardı, maliye bakanlığından çok daha fazla personel, tam olarak 5500 kişi çalıştırıyor ve devlet gelirinin yüzde 30’una el koyuyordu.
Abdülhamit sayesinde Osmanlı İmparatorluğu, yirminci yüzyıla “yarı sömürge” olarak girdi.
***
Ekleyin bu saptamalara Abdülhamit’in baskıcılığını, sansürcülüğünü ve gaddarlığını.
Günümüz muktedirlerinin kendisine beslediği muhabbetin nedeni ve giriştikleri yıkımda mülkü bekleyen son, apaçık değil mi?
Günümüz muktedirlerinin kendisine beslediği muhabbetin nedeni ve giriştikleri yıkımda mülkü bekleyen son, apaçık değil mi?
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
* Robert Mantran, Histoire de l’Empire Ottoman/Fayard, 1989
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder