29 Mart 2018 Perşembe

Sisi ve Mısır’ın sırları - Nilgün Cerrahoğlu

“Kahire Sırları/The Nile Hilton Incident” bu kış gördüğüm en sürükleyici filmlerden biriydi. “Mısırlıların Fatih Akın’ı” diyebileceğimiz Mısır asıllı İsveçli yönetmen Tarık Salih tarafından yapılan film, gerçek bir cinayeti anlatıyor. 

Uluslararası medyada yıllar önce günlerce gündemde kalan konuyu hatırlıyorum... 
Suzanne Tamim isimli genç, alımlı bir Arap şarkıcı, Dubai’de bir otel odasında ölü bulunmuştu. Şok yaratan cinayeti, hâlâ o dönemde Mısır Devlet Başkanı olan Mübarek’in çevresinden Talat Mustafa adlı bir emlak kralının azmettirdiği anlaşılınca olay daha da büyümüş, skandala dönüşmüştü. 

“Tamim cinayeti”nde bir bestseller için gerekli her malzeme vardı; aşk, intikam, şan, şöhret, para, kirli siyaset ve derin devlet ilişkileri. 

Tarık Salih de işte öykünün bu potansiyelini görmüş ve perdeye aktarmış. Etkileyici hikâyeyi Dubai’den Kahire’ye taşıyarak köklerinin olduğu ülkenin siyasi içeriğine yerleştirmiş. 

Cehennemin içyüzü 
Olaylar silsilesi, Nil Hilton Oteli’nde Arap Baharı arifesinde ünlü bir şarkıcının boğazı kesilmiş olarak bulunmasıyla başlıyor.

Sudanlı kaçak bir göçmen olan kat hizmetçisi Selva, o sırada koridorda. Birtakım bağırış çağırışların ardından odadan çıkan katili görüyor... 

Gerisi “tek görgü tanığı” olarak hayatı tehlikeye giren Selva’nın kaçışı ve olayı kovalayan rüşvetçi polis Nurettin’in serüveni hakkında. 

Selva ile Nurettin’in kaçış-kovalamacası ardından tam bir Ortadoğu cehennemine savruluyoruz. 

Mısırlı-İsveçli yönetmenin, cinayet üzerine dayalı öykü kurgusu ne denli sağlamsa, ‘70’lerin neorealist filmlerini andıran “Mısır cehennemi tasvirleri” de o denli güçlü ve etkileyici. 

Salih’in kamerasıyla örneğin Kahire’nin yeni küresel evrenine dalıyoruz. 
İş güvencelerinden yoksun kaçak göçmenlerin sahipsizliğini, Mısırlılar arasındaki uçurumları, güçlünün güçsüzü birer sinek gibi ezdiği cangılı, tepeye uzanan rüşvet piramidini, iktidarı kuşatan dokunulmazlık halkasını, “Reis”e çıkar ilişkisiyle bağlı olanların yargı üstündeki konumunu ve derin devletteki araçlarını.. yönetmen, baştan sona salt bir cinayet öyküsü gerilimi içinde anlatmış. 

Polis Nurettin’in “şüpheli emlak kralı” ile görüşmeye gittiği süper lüks siteler, örneğin bize Mısır’ın tüm çarpık toplum yapısını anlatıyor. 

Çölde yemyeşil golf sahaları ve özel güvenlik korumalarıyla çevrili yaşamların, ülkenin gerisiyle hiçbir ilgisi bulunmuyor. 

Maskaralığa dönüşen seçim 
Sisi Mısır’ının da şimdi işte bu “Kahire Sırları”nda anlatılan Mübarek Mısır’ından farkı yok. 
Bilakis... Hafta başından bu yana üç gün süren son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sayılıp dökülenlerden, Salih’in anlattığı tezatların misliyle büyüdüğünü anlıyoruz. 
“Figüran” makamından Reis’in yandaşları arasından cımbızla seçilen göstermelik tek bir rakip adayın yer aldığı son Cumhurbaşkanlığı seçimindeki Mısır da, Salih’in naklettiği gibi tam, devasa bir şantiyeye dönüşmüş durumda. 

Mısır “Reis”inin tek bahsi, Ortadoğu’daki çok ülkede olduğu gibi “inşaat sektörü”
Halen Kahire’ye 70 km. uzaklıkta, bu itibarla mesela yeni bir idari başkent inşa ediliyor. İçinde ramazanda açılacak muazzam bir cami barındıran yeni mega kentte 663 hastane ve 40 bin odalı oteller bulunacakmış. 800 bin işçinin çalıştığı “çılgın proje”, 2019’da bütünüyle işlev kazanacakmış. 

Mısır’da inşaatçılığın en faal dallarından biri de bu arada ne var ki “hapishane inşa etmek” olmuş. 

Sisi’nin işbaşına geldiği 2014’ten bu yana tam 17 yeni hapishane inşa edilmiş ve boş kalmasın diye hemen içlerine 60 bin siyasi tutuklu doldurulmuş. 54 gazeteci de bu meyanda demir parmaklıkları boylamış... 

Hal böyle olunca seçimler baştan sona OHAL şartlarında, “Reis”in borazanı olan bir medyayla yapılıyor. 

Bu ortamda biricik sorun “katılım”ı yüksek tutmak. 

Sandıkların üç gün açık tutulmasının tek nedeni bu. 

Sandığa gitmeyenleri “hain” ilan etmekten, din adamlarından alınan “şeriata uygun” fetvalarına kadar.. “Reis” her yöntemle, seçmeni(!) oy kullanmaya zorluyor. 

Dünyanın “maskaralık” gözüyle baktığı, sonuçları önden belli “Sisi seçimi”nde katılım bir de istendiği gibi çıkmazsa, bu “meşruiyet şovu” zira boşa gitmiş olacak.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Cehalet ile bilginin kavgası; Boğaziçi - AYŞE YILDIRIM

Polis, gözaltına aldığı Boğaziçili öğrenciye “Kafanıza vurursak daha az zeki olursunuz” diyor. 

Rektör yardımcısı “Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede” diyor. 

Biri polis, diğeri öğretim görevlisi. Aslında bu iki cümle Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik operasyonun nedenini apaçık ortaya koyuyor. 

İtiraz etmeyen, sorgulamayan, farklı bir görüş açıklamayan, bilimsel değil dinsel düşünen ‘yerli ve milli bir gençlik istiyoruz’ diyorlar. Kısaca, AKP’li ya da Erdoğan’a biat eden de diyebilirsiniz. 

2015’te Erdoğan çocuklarının öğrenimi hakkında konuşuyor: 
“Kartal Anadolu İmam Hatip’ten mezun olan evladım, Boğaziçi Üniversitesi’ne gidebilecekken katsayı yüzünden gidemedim. Kızlarım bu akıbete uğradı.” 
Erdoğan’ın iki oğlu Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde okumuştu. Ve onlar okurken katsayı meselesi ortada bile yoktu. Ama bunun bir önemi de yoktu. Nasılsa soru soran bir iki medya organı vardı onlar da zaten ciddiye alınmıyordu. 

Bu mağduriyet iz bırakmış olmalı ki Erdoğan, bu yıl 5 Ocak’ta aynı konuyu yine açıyordu: “Benim çocuklarım kendi öz vatanında okuma hakkına sahip olmadıkları için yurtdışına gittiler. Aldıkları üniversite puanı çok çok yüksek olmasına rağmen. Mesela erkek oğlum katsayı engeline takılarak ki o zaman aklımda kaldığı kadarıyla Boğaziçi’ne tutuyordu puanı. Mesela katsayı engeli nedeniyle farklı bir üniversiteye gitmesi gerekti. Kızlarım başörtüsü nedeniyle yurtdışında okumak zorunda kaldılar.” 


Oğlu gidemediği için üzüldüğü Boğaziçi’ni bu sözlerinden üç gün sonra Boğaziçi’nin kalbinde eleştiriyordu. Boğaziçi Üniversiteliler Derneği’nin genel kurulunda “Milletin değerlerine yaslanmadığı için uluslararası alanda beklediği başarıya ulaşamadı. Belli bir fikrin savunucusu olanlara kapıyı aç, bu fikrin savunucusu değilse kapat” diyordu.

Buyurun bakalım… 
Uzun zamandır Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik algı operasyonlarının sinyali veriliyordu. 2016 yılında, tarihinde ilk kez Boğaziçi’nin bir öğretim görevlisi “barış” dediği için tutuklanıyordu. 

Dünyadaki en iyi üniversiteler sıralamasına Türkiye’den 1. sırada giren üniversitenin rektör ataması da tarihe geçecek cinstendi.

Rektör seçimlerinde mevcut rektör Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu oyların yüzde 86’sını alarak üniversite tarihinde bir rekor kırmıştı. Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan, akademisyenlerin oylarını, üniversitenin iradesini yok saymış ve seçimlere bile girmeyen AKP milletvekilinin kardeşi de olan Prof. Dr. Mehmet Özkan’ı rektör olarak atamıştı. 

Ama bu da istenileni vermedi. Özgür ve bilimsel eğitime inanan hocaların yetiştirdiği öğrenciler ilk mezuniyette atanan rektöre arkalarını dönerek “OHAL’e ve KHK’lere” karşı çıkan, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın yanında olduklarını bildiren pankartlar açarak “ele geçirilemeyeceklerini”söylemişlerdi. 

İşte, bilimsel, çağdaş ve özgür üniversiteyi yok etmeye kararlı bu zihniyet Afrin için lokum dağıtan öğrencilere karşı açılan “işgalin, katliamın lokumu olmaz” pankartını fırsat bildi. 

Çünkü onların “yerli ve milli” üniversiteden anladıkları şey; “Kadınla tokalaşmak ateş tutmaktan daha korkunç”, “Nuh tufanı sırasında Hazreti Nuh cep telefonu kullandı, gemisini nükleer enerjiyle çalıştırdı, insansız hava aracı kullandı” diyen, akademisyenlere kep yerine sarık öneren, cehaleti öven hocaların eğitim verdiği kurumlar. 

Onun için ODTÜ’yü de Boğaziçi’ni de “solcu”, “ateist”, “komünist”, “terör yuvası” olarak görüyorlar. 

Solcuyu, ateisti, komünisti, barıştan yana olan herkesi “terörist” damgası vurarak dünyanın sizi kıskandığını sanıyorsanız ... siz sanmaya devam edin...

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Arapça resmi dil mi oluyor? - BATUHAN ÇOLAK

Modern devletler; genel kaideler esas alındığında benzerlik gösterseler de, kendilerine has yönetim usulleri, kontrol mekanizmaları ve uygulamaları ile birbirlerinden ayrılırlar.

Türkiye ve Avrupa'daki devletleri esas aldığımızda, "ulus-devlet" modelinin öne çıktığını ve bu bağlamda devletle birey arasındaki bağın "vatandaşlık" üzerinden kurgulandığını görüyoruz.
Bu yönetim biçiminin sürdürülebilir olmasının temelinde "devlete güven" esastır. Devlet ile vatandaşlar arasındaki "güven" bağı da "kimlik" temelinde oluşturulur.

Kimlik, farklı yönetim şekillerini arzulayan zümreler tarafından yıpratılmak, anlamsızlaştırılmak, ana değerinden saptırılmak istenebilir.

Kimliğin ortadan kaldırıldığı, ortak paydanın azaltıldığı toplumda devlete olan güven sarsılır.
Beraberinde ortak tarihe olan saygı ortadan kalkar. Vatandaşlar arasında sınıf farklılıkları çatışma noktasına dönüşür. Bu durum; vatandaşların farklı ülkelere gitme, göç etme taleplerinde patlamaya neden olur.

Dünya tarihi, tıpkı bu şekilde gerileyen, esir olan ve nihayetinde yıkılan devletlerle doludur.

***

Millî devletleri ayakta tutan vatandaşlık bağının ana harcını dil oluşturur. Konuşulan ortak dilin kaybolması, çeşitli etnik gruplara ait derme çatma dil yapılarının resmileştirilmek istenmesi son derece tehlikelidir.

Hollanda gibi bağdaşık olmayan devletlerde resmi diller birden fazla olabilir. Ancak Türkiye gibi en büyük dayanak noktası ortak dil olan ülkelerde bunu yapamazsınız.


Resmi dil bakımından dağınık olan; sokağında, okulunda, Meclisinde farklı dillerin konuşulduğu bir ortamda devleti ayakta tutamazsınız.
Fransa Parlamentosu dildeki yıpranmanın önüne geçebilmek için, tabelalarda Fransızca dışında bir dil kullanımını yasaklamıştı. Yabancılaşmaya karşı dillerini korumak için sürekli bir arayış içerisindeler.
Türkiye ise en çok ihtiyaç duyduğu ortak dil kullanımını her geçen gün yıpratıyor.
Çözüm sürecinde Kürtçe yaygınlaştırıldı, Doğu ve Güneydoğu'da Türkçe tabelalar söküldü, onlarca Kürtçe kursu açıldı, Kürtçe seçmeli ders haline getirildi.

Öğrenciler daha ilkokulda bile yanında sıra arkadaşının farklı olduğunu hissediyordu. Halbuki geçmişte kimse kimsenin etnik kökenini araştırmaz, ders seçimlerini buna göre yapmazdı.
Çözüm sürecinde alınan kararların, uygulanmak istenen yöntemlerin hiçbiri karşılık bulmadı. Aksine 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarında görüldüğü gibi tam tersi bir etkileşim oluşturdu.

Ama vazgeçmediler!

Şimdi bambaşka bir süreci dikte ediyorlar.

Yeni moda; Arapçanın yaygınlaştırılması. Bunu da "ümmet" kılıfıyla pazarlıyorlar. Halbuki amacın ve niyetin çok başka olduğu ortada.

Kurumlarıyla çalışan, üreten bir "millî devlet" modelinde, yönetimde kalmalarının mümkün olmadığını çok iyi biliyorlar. Çünkü o modelde adalet var, hesap var, sorgulama var.

Bu yüzden millî devleti temellerinden sarsıp, yönetim süreçlerini uzatıyorlar.
Türk Standardları Enstitüsü (TSE) yeni bir karar aldı. Birçok haber sitesi ve ajans "Yabancı tabelalara kısıtlama" diyerek haberleştirdi.

Karara göre, Türkçe dışında bir dil kullanılması durumunda tabelada kaplayacağı alan en fazla yüzde 25 olacak!
Bu bir sınırlama değil, aksine serbestleştirmedir!
Özellikle Arap nüfusunun göç ettirildiği, büyükşehirler ve sahil kentlerinin belediyeleri aldıkları kararla Arapça tabelaların önüne geçebiliyorlardı. Birçok tabela bu sayede düzeltildi.
TSE'nin bu düzenlemesiyle artık böyle bir işlem yapılamayacak!
Tabelalarda göstermelik bir Türkçe, hemen altında ise Arapça veya İngilizce kelimeler olabilecek.

Bu adı konmamış bir resmi dil değişimidir.
Ticari tabelaların içine konulan Arapça yazıları kimse denetlemeyeceği için bir süre sonra tabelanın yarısını kaplayacak, sonraki yıllarda ise tamamını.
Ticarethanelerdeki serbestlik yakında trafik levhalarında da çıkar. Sonrasında kurumlara sirayet etmesi çok zor olmayacaktır!

"Bir millet kendine nasıl yabancılaştırılır" diye soracak olursanız, Türkiye'nin bugün uyguladıklarını dikkatle takip edin.


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

Türkiye, hangi tünelin altında kaldı? - Arslan BULUT

Başbakan Binali Yıldırım, "20 yılda 3 kilometrelik Bolu Tüneli'nin altında kalan bir Türkiye'den bugün Ovit, Zigana Tüneli'ni, Marmaray'ı, Avrasya'yı yapan, dünyanın en büyük havalimanını yapan bir ülke haline geldik. Ülkemizle gurur duyalım." dedi.

Elbette bu hizmetler önemlidir, değerlidir. Gerçi yeni havaalanı projesine bilimsel itirazlar vardır, henüz başlamamış Kanal İstanbul projesi için de çok büyük uyarılar vardır. Meselâ Semih Kalkanoğlu, "İstanbul kanal projesi, son 1000 yılın en büyük ihanet projesidir." diyor.
Kalkanoğlu, "Bu projenin arka planında ne olduğu mutlaka araştırılmalıdır.  Maliyeti nereden bakarsanız bakınız, en az 60 milyar Dolar düzeyinde bir rakam olup, bu rakamla Türkiye'de kirada oturan en az 10 milyon aileye üç oda bir salon konut yapılır, dağıtılır. Bu parayla Türkiye'de okulsuz köy kalmaz. Bu parayla 10 milyon gence lise ve üniversitede okumaları için burs verilebilir. Ve böyle bir kanal, Türkiye Cumhuriyeti'nin en büyük uluslararası başarılarından biri olan, 20 Temmuz 1936'da İsviçre'nin Montreux kentinde imzalanan Uluslararası Boğazlar Sözleşmesi'ni de tüm dünyada tartışmaya açar. Bugün İstanbul Boğazı'ndan ton başına 0.9 Dolar bedel ödeyerek geçen ticaret gemileri, petrol tankerleri, yeni kanaldan, ton başına 5,5 Dolar bedelle kesinlikle geçmeyeceklerdir. Türkiye için bir çöküş, İstanbul'u coğrafî olarak bitirecek bu saçma sapan proje mutlaka durdurulmalıdır." diyor.

CHP İstanbul Milletvekili Gülay Yedekçi de "Bu proje, doğanın ve eko sistemin idam fermanıdır" uyarısında bulunuyor.

***

Bir de Türkiye'nin Bolu tünelinin değil ama 15 Temmuz gecesi Kastamonu Ilgaz tünelinin altında nasıl kaldığını en iyi Sayın Binali Yıldırım bilir! 15 Temmuz'u yapan FETÖ'cülerin, o güne kadar ordu, yargı, emniyet, üniversiteler ve eğitim camiasına hâkim olmasını kimler sağladıysa, Türkiye'nin o dar tünele sokulmasına da onlar sebep olmuştur. Üstelik bu bahaneyle, Türkiye'nin rejimi değiştirilmektedir. Asıl altında kalınan tünel budur!

***

Binali Bey, "Stratejik yatırım türünden 128 milyar liralık yeni yatırım teşvikini onayladık. Bunu kamuoyuyla önümüzdeki günlerde paylaşacağız. İkincisi, bankaların, piyasaları rahatlatmak ve krediye erişimi kolaylaştırmakla ilgili aldıkları tedbirler var, bunu da paylaşacağız. Son 15 yılda, AK Parti iktidarında Türkiye'ye 191 milyar dolar doğrudan küresel sermaye geldi. Bu, az bir rakam değil. Bu, Türkiye'ye olan güveni ve istikrarı gösteriyor." dedi.

Güzel de 15 yılda satılan kamu kurumları, petrol tesisleri, haberleşme sistemi, limanlar, ne olacak? Şimdi bu kurumlar kime hizmet ediyor, kime para kazandırıyor?
Ve 15 yılda yapılan yaklaşık 800 milyar dolarlık ihalenin komisyonları ne oldu?
Kimse, "Ne komisyonu?" demesin. Amerikalılar bu komisyonların, hangi ülkelerde, hangi bankalara, kimlerin isimleriyle yatırıldığını biliyor ve bu bilgileri, Türkiye'ye karşı siyasi şantaj malzemesi olarak kullanıyor.

Türkiye işte böyle dar bir tünelin altında kalmıştır! Kurtuluş mümkündür ama mevcut kadrolarla değil!

***

Bütün medyayı yandaşlaştırmak, kalanları da mahkeme kararıyla tehdit ederek susturmak, bir ülke için darboğaz değil midir?
Artık AKP'li seçmen de bu baskıları görmekte ve Türkiye'nin geleceğinden endişelenmektedir. AKP'yi destekleyen medyada da "Afrin'e pirince giderken, Hatay'ı kaybetmeyelim!" deniliyor artık!

Bu kadar baskı, elbette bize de zarar verebilir ama yapanlara hiçbir hayır getirmeyecektir. Bunu görmek için de fazla beklemeyeceğiz!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

28 Mart 2018 Çarşamba

‘Azıcık adalet olmaz’ - ÇİĞDEM TOKER

OECD tarafından düzenlenen konferans, yolsuzluğun bütün Avrupa’nın derdi olduğunu ortaya koyarken yurttaşların adalete ilişkin inançlarını kaybettiğini de gösterdi.

PARİS - Kısa adı OECD olan Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nce düzenlenen “Yolsuzluğa Karşı Küresel ve Entegrasyon Forumu” Paris’te başladı. 
Bu yıl altıncısının düzenlendiği ve dünyanın dört bir yanından iki bin kişinin kayıt yaptırarak izlediği forum, geniş ölçekli katılımın yanı sıra canlı tartışmalara sahne oluyor... Yolsuzluğa Karşı Küresel Entegrasyon Forum programının ilk günü başbakan, bakan, uluslararası kuruluş yöneticisi gibi siyaset ve bürokrasi figürlerinin yanı sıra akademi, medya ve sivil toplumdan da temsilcileri bir araya getirdi. 

Forumun ana teması daha adil bir dünya ve güvenin yeniden inşası. 

Açılış konuşmalarının yapıldığı ilk oturum, güçlü kadın lider figürlerin katılımı ve anlattıklarıyla da ilgi odağı oldu. 

OECD merkezinde; İzlanda Başbakanı Katrin Jakobsdottir, Norveç Başbakanı Erna Solberg, Arjantin Başkan Yardımcısı Gabriela Michetti, Uluslararası Şeffaflık Örgütü Başkanı Delia Matilde Ferreira, Avrupa Komisyonu’nun ilk başkan yardımcısı Frans Timmermans’ın konuştuğu salonda yer kalmazken izleyiciler için ayrıca barkovizyonlu bir salon daha tahsis edildi. 

OECD Genel Sekreteri Angel Gurria, yolsuzluğun bittiği bir dünyanın uzak bir hayal değil, çok acil bir zorunluluk olduğunu söyledi. 

Gurria açılış konuşmasında  “Yurttaşlar krizlerle kötüleşen bu dünyada, güvenlerini ve inançlarını kaybediyorlar çünkü” dedi. 

Avrupa Komisyonu’nun ilk Başkan Yardımcısı Timmermans, “Birazcık entegrasyon olamayacağı gibi, adaletin de birazcılığı olmaz. Ya adilsinizdir ya da değil” sözü salonda alkış aldı. 

- Uluslararası Şeffaflık Örgütü Başkanı Ferreira, Nasrettin Hoca’nın “Un var, şeker var, yağ var” diye sıralayıp helvanın neden yapılamadığını sorduğu fıkrayı hatırlatan bir vurgu yaptı: “Yasalarımız var, kurallarımız, kurumlarımız var, peki neden yolsuzluk  artıyor, sorun nerede” diye soran Ferreira, yolsuzlukların, yaptırımların zayıf, uygulamaların eksik olduğu alanlarda kökleştiğini, yolsuzluğun, yolsuzlukların ortaya çıkarılması ve yaptırıma bağlanması konusunda araştırmacı gazeteciliğin yaşamsal rol oynadığının altını çizen Ferreira, yolsuzluktan şikayet eden bütün kişi ve kurumlara, gerçeğin peşindeki gazetecilere daha çok sahip çıkılması çağrısında bulundu...

Mücadele formülü 
Ferreira, yolsuzlukla mücadelenin formülünü dört maddede özetledi: 
- Daha çok bilgi, daha fazla entgrasyon, 
- Daha az cezasızlık, daha az umursamazlık. 
Arjantin Başkan Yardımcısı Gabriela Michetti, yolsuzluğun azatılması ve mücadelenin başarılı olabilmesiyle, ülke kültürü arasında derin bir bağ olduğunu söyledi. Michetti, “Eğer liderleriniz ve kamu görevlileriniz örnekkişilikler değilse, o ülkenin yolsuzlukla mücadele çabalarına entegre olmasımümkün değildir. O nedenle kamu görevlileriniz rol model olmak zorundadır”diye konuştu. 
Michetti, ülkesinde yolsuzluklarla mücadele ederken gerçekleştirdikleri uygulamalardan da örnekler verdi: 
- Modernizasyon Bakanlığı adı altında yeni bir bakanlık kuruldu. 
- Yolsuzlukla Mücadele Ajansı’nın kurumsal kapasitesi güçlendirildi. 
- Bilgi teknolojileri konusunda yeni bir yasal düzenleme yapıldı.

386 gazeteci öldürüldü
Öğleden sonra düzenlenen bir oturumunda “Araştırmacı GazeteciliğinYolsuzlukla Mücadelede Rolü” tartışıldı. Kısa adı OCCRP olan Organize Suçlar ve Yolsuzluk Haberciliği olan örgütün direktörlerinden Camille Eiss, araştırmacı gazeteciliğin dünya ölçeğinde saldırı altında olduğunu söyledi. 

Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün verilerine göre 2012 yılından bu yana yolsuzluk dosyaları üzerinde çalışan 386 gazetecinin öldürüldüğü aktarıldı. Bir başka oturumda Küresel İç Denetçiler Kurumu’nun başkanı Richard Chambers, yolsuzluk karşıtı kurumlara ve etik kodları taahhüt eden liderlere ihtiyaç olduğunu söyledi. 

Daha adil bir dünya için yolsuzlukla mücadele yöntemlerini bir hafta boyunca tartışmayı programına alan OECD’nin, Avrupa açısından bir özeleştiri gayreti olduğu anlaşılıyor. Temel mesele ise köklü değişimler gerektiren bu özeleştirinin hayata nasıl geçeceğinde düğümleniyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Barbie, sen nelere kâdirmişsin! - TAYFUN ATAY

Tam da üniversitede “Popüler Kültür ve Çocuk” dersinde “Barbie’nin marifetleri”ni tartışmaya açtığımız gün düştü önüme Diyanet bünyesinden bir "Barbie-bebek" değerlendirmesi. Basına yansıyan bir haberle…

Haberin dayanağı, kurumun kalbi durumundaki Din İşleri Yüksek Kurulu’nda uzman Murat Kalıç’ın Diyanet dergisinde yayımlanan ve kapitalizmle Freudyen psikanaliz arasında pozitif yönde ilişki kuran yazısı.

“Ulema-i rüsum”dan hocamız Kalıç’ın yazısı, “Kapitalizmin görünmez eli: Psikanalizm” başlığını taşıyor. Yazıda kadını nesneleştirirken o kadının bilinçaltına çalışan kapitalizmin Freud’ün psikanalitik kuramından, özellikle onun yeğeni Edward Bernays’ın marifetleriyle nemalandığı; hem de  “Barbie bebekler"in bu bakımdan nasıl belirleyici bir "eğitsel" etkiye sahip olduğu iddia ediliyor. Elbette “Kurtuluş, İslam’da”, yazının ana fikri!..

Amcasının insanlık, bilim ve sosyal bilim tarihi açısından çığır açıcı nitelikli eşsiz kuramını kapitalizmden yana “operasyonel” kılmaya yönelmiş Bernays’ın görüşleri doğrultusunda makaleye atılan başlığın Freud’ü mutlu etmekten çok kemiklerini sızlatması beklenir! Çünkü Freud’ün psikanalitik kuramı, esas olarak kapitalist uygarlığın insanda yarattığı “hoşnutsuzluklar”ın tespit, tetkik ve tenkidine hasredilmiştir. Nevroza yol açan baskılanmaların endüstriyel kapitalizmin sonucu olduğu iddiası içkindir Freud’ün kuramında.

Evet, Freud’ün “haz ilkesi”, tüketime endeksli “geç-kapitalizm” çağında öne çıkartılmıştır ama bu, Freud’ü bağlamaz; çünkü o, “haz ilkesi”nin değil, Kalvinist “dünyevi-çilecilik” ahlakının itici güç oluşturduğu erken (endüstriyel) kapitalizm bünyesinde düşündü ne düşündüyse ve de o kapitalizmi sorguladı, sorunsallaştırdı.

Geçelim asıl gümbürtü koparacak kısmına yazının… Kadınlarla ilgili, Barbie bebekle de ilişkili söylenenlere:
“Meseleye ahlaki açıdan yaklaşıldığında, belli mihrakların çıkarlarını ihya etme adına, içinde olup biten her şeyi dışa vurması istenen ve güçlü/özgür birey imajıyla ifsat edilen [düzeni bozulup ‘fesatlaştırılan’] kadın özelindeki toplum, moda anlayışa hizmet eden tüm ürünlerle her geçen gün kan kaybetmeye devam etmektedir. Nitekim Barbie bebeklerle yetiştirilen dünün kız çocukları, bugün moda dergilerinin tutkulu takipçilerinden olmuştur.”


Bu sözler yalınkat bir ataerkil cinsiyetçilik işareti olmanın ötesinde anlam ifade etmiyor. Öyle ki, ah şu “içinde olup biten her şeyi dışa vurması istenen kadın” yok mu?! Tüm musibetlerin sebebi o! Onun yüzünden oluyor ne oluyorsa!..

Moda endüstrisinin, tüketim ekonomisi ve kültürünün temel besin kaynağı, böylesine içinde olup biten her şeyi dışa vuracak ölçüde (“güçlü/özgür birey imajıyla”) özgürleş(tiril)miş kadın yani!.. Eğer onun içinde olup biten her şeyi dışa vurmasının önüne geçecek bir kültürel-ahlaki düzenleme gerçekleştirilirse (ki bu da “İslam”dan başkası değil), o zaman tüm zehirli akış engellenecek, “kan kaybı” duracak!..

Barbie ile ilgili sözlere bakıldığında da sanki bu oyuncak bebekler olmasaydı moda tutkunluğundan, tüketim çılgınlığından azade olacaktı çocuklar gibi bir noktaya varılmış. Barbie’nin sebep değil sonuç olduğunun altının daha belirgin çizilmesi gerekir. Tabii Barbie eleştirisinin/alerjisinin itici gücü hakikaten bu mudur, yoksa tüm sorunlu yanlarına karşın onun “seküler/laik” bir kültürel simge oluşu mudur, bu da ayrı bir soru ve sorun...

Ama asıl, Barbie’yi bu şekilde moda ve tüketimin baş müsebbibi sayarken İslami moda dergilerini; gayet “çekici/cezbedici” tesettür defilerini; billboardlarda alımlıca seyrimize sunulan “Barbie-bebek gibi” tesettürlü modelleri; “kozmetik Müslümanlığı”nı; “helâl kapitalizm” peşinde koşanları da görmek ya da hiç olmazsa görmezden gelmemek gerekir!..

Onları da mı “Barbie bebekle yetiştirilen dünün kız çocukları”na borçluyuz?!

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Metal yorgunluğu’ndan ‘diriliş’e, Afrin’den nereye? - FATİH YAŞLI

31 Ocak 2018’de bu köşede yayımlanan “Afrin’le seçime mi?” adlı yazıda şöyle demiştik:“Erdoğan partisinin kongrelerini birer miting meydanına çeviriyor, operasyonla eş zamanlı mitingler düzenliyor, halka cepheden gelen haberleri anlık olarak aktarıyor, kitleleri savaş söyleminden büyülenmiş bir şekilde adım adım seçim atmosferine hazırlıyor.”

Malumun ilamı birkaç gün önce geldi ve Erdoğan partisinin Samsun il kongresinde aynen şu ifadeleri kullandı:“Şimdi diriliş hareketini Afrin ile başlattık. İnşallah bu ümmeti parçalamak isteyenler, bu milleti parçalamak isteyenler gerekli tokadı, gerek mart yerel seçimleri gerekse kasım Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi seçiminde yiyeceklerdir.”

Buradan hareketle çok basit bir soru soralım: YPG’nin kentten çekilmesi neticesinde Zeytin Dalı Harekâtı’nın kimse tarafından öngörülmeyen bir şekilde erken bitmesi, iktidarın işine geldi mi?

Neden “kimse tarafından öngörülmeyen” diyoruz? Çünkü Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu 8 Mart’ta “Harekât Mayıs’a kadar biter” demişken, büyük ihtimalle Erdoğan’ın “Afrin bu akşam düşer” dediği 14 Mart’ta, henüz ayrıntısına vakıf olamadığımız birtakım pazarlıklar neticesinde YPG kentten çekilmiş, “zafer” açıklaması ise ne tesadüftür ki 18 Mart’a, yani Çanakkale Zaferi anmalarına denk gelmişti.

Şimdi sorumuzun yanıtına geçebiliriz ve “Hayır, gelmedi” diyebiliriz. Çünkü harekâtın bir süre daha devam etmesi, iktidar partisinin il kongrelerine eşlik ederek “metal yorgunluğu”nu ortadan kaldırması ve İslamcılarla milliyetçiler arasındaki “Cumhur ittifakı”na kan taşıması açısından işlevseldi, dolayısıyla harekâtın zamansız bitişinin iktidar açısından arzu edilmeyen bir durum olduğunu söylememiz mümkün görünüyor.

Peki bu soruyu niye soruyoruz? Çünkü aylar öncesinden seçim konjonktürüne giren Türkiye’de, iktidarın ve kurduğu yerli ve milli ittifakın yeni savaşlara ihtiyacı var; ülkenin seçime savaş üzerinden yaratılan bir teyakkuz haliyle, bir beka mücadelesi söylemiyle, estirilen milliyetçilik rüzgârlarıyla götürülmesi gerekiyor, bu nedenle de Zeytin Dalı bir son değil başlangıç. Dolayısıyla Zeytin Dalı’nın öngörülenden önce bitmesi, “Afrin’den sonra nereye?” sorusunu da beraberinde getiriyor, evet madem Zeytin Dalı iktidar partisindeki “metal yorgunluğu”nu ortadan kaldırdı ve “diriliş”i başlattı, o halde soralım: Afrin’den sonra nereye?

Verilen ilk mesajlar bu sefer Suriye’de değil Irak’ta, Sincar’da bir operasyon düzenleneceği yönündeydi. Ancak geçen günlerde PKK bir açıklama yaparak IŞİD tehdidinin sona ermesi nedeniyle bölgedeki güçlerini geri çektiklerini açıkladı ve çok geçmeden de Irak hükümeti ordunun bölgeye yerleştiğini duyurdu. Sınırda olmayan bir bölgeye Irak’la anlaşma yapmaksızın ve sadece Irak’taki üsleri kullanarak bir operasyon düzenlemek zaten çok kolay bir iş değildi, Irak ordusunun Sincar’a yerleşmesiyle birlikte operasyonun gerekçesi de ortadan kalkmış oldu. Dolayısıyla Sincar’a bir operasyon olasılığı şu an itibariyle son derece zayıflamış durumda.

Peki ya Menbic? Afrin’de ABD yoktu ama Menbic’te var. Afrin için herhangi bir müzakere heyeti kurulmamıştı ama Menbic için kurulmuş durumda. Belki birtakım blöf niteliğinde girişimlerde bulunulabilir ama ABD ile herhangi bir sıcak çatışmayı göze alma ihtimali pek mümkün görünmüyor. Dolayısıyla YPG güçlerinin Fırat’ın doğusuna kaydırılmasıyla ve ABD ordusu ile TSK’nin bir tür “güvenli bölge” oluşturmasıyla burada bir uzlaşıya gidilebilir, bu nedenle burada da bir operasyon ihtimali son derece zayıftır.

O halde neresi? Şimdilik en yakın hedef Tel Rıfat’tır, çünkü buranın alınmasıyla İdlib’le El Bab birleştirilmiş olacak ve Menbic dışında Fırat’ın batısına yerleşilmiş olunacaktır. Buradaki esas mesele ise Rusya ve Suriye’nin ne yapacağıdır. Çünkü böylesi bir birleşme TSK ve ÖSO’nun Halep’i kuzeyden basınç altına alması anlamına gelecektir ki, Halep’in Şam yönetimi açısından stratejik önemi ortadadır. Dolayısıyla böyle bir girişim, Rusya izin verse dahi, İran ve Suriye’yle sahada karşı karşıya kalma riskinin artması anlamına gelecektir.

Tel Rıfat’la birlikte Suriye siyaseti üzerindeki esas etken ise pazartesi itibariyle başlayan yeni krizdir. ABD ve AB ülkeleri öncülüğünde başlayan Rus diplomatların sınır dışı edilmesi ve buna Rusya’nın verdiği yanıtın Suriye’de yansımaları olacaktır ve bir süredir ısıtılan “kimyasal saldırı” provokasyonunu da hesaba katarak söyleyecek olursak Suriye’nin ABD/Batı merkezli yeni bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya kalma olasılığı giderek artmaktadır. Bu ise “hem S-400 hem Patriot alma, hem ABD’yi hem Rusya’yı aynı anda idare etme” siyasetinin yavaş yavaş sonuna gelinmesi demektir ki, bunun sahada yeni birtakım gelişmeler ve sonuçlar yaratması kaçınılmaz görünmektedir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

27 Mart 2018 Salı

Hangi güçlü kadınlar? - SEMA KARADAL

Vuslat Doğan Sabancı... “Kadının Gücü” konferansının açılış konuşmasını yapıyor. Kadının güçlenmesinin önündeki engelleri ve yapılacakları anlatıyor. Hürriyet ailesi olarak habercilik açısından, kadına şiddet meselesinde oynadıkları büyük rolü anlatıyor. “Çok yol aldık” diyor, “Artık üçüncü sayfa haberi değil kadın cinayetleri.” Kadına yönelik şiddet, taciz ve cinayetlerdeki artışın, yıllardır işbirliği içinde oldukları gerici AKP hükümetinin eseri olduğundan ise hiç bahsetmiyor. 

Onu dinlerken düşünmeden edemiyor insan. Sahnede böylesi bir riyakarlık ve özgüven içinde konuşan bu kadın, gücünü nereden alıyor? Hepimiz biliyoruz, herhangi bir kadın değil o, bu ülkedeki en büyük sermayedarlardan biri. “Güçlendirmek” için adına konferanslar düzenledikleri kadınlar ise bizzat sömürdükleri milyonlarca emekçi.


Konferans devam ediyor... İstanbul’un en lüks beş yıldızlı otellerinden biri. Işıl ışıl parlıyor A’dan Z’ye her şey. İş dünyasından başarı öyküleri anlatılıyor… Alanında ün yapmış isimler fırsat eşitliğinden, girişimci kadınlardan bahsediyorlar. Biz emekçi kadınlar ise soruyoruz kendimize ve çevremize: “Güçlünün güçsüzü, patronun işçiyi ezdiği mevcut düzenin içinden çıkacak güçlü kadınlar kimler? Gerçekten kadının toplumdaki konumlanışını önemsiyorlar mı? ‘Kadını güçlendiriyoruz’ diyenler aslında ne yapıyorlar?” diye...

Konferansın sponsorlarından biri Dove, çoğunlukla kadına hitap eden bakım ürünleri satan bir şirket. “Kadın ve özgüven” başlığını kapmış. Özellikle gençleri önemsediğini, toplumun güzellik dayatmalarıyla mücadele ettiğini söylüyor. Buraya oynadığını reklamlarından anlıyoruz aslında. Bu marka dünyada feminist reklamcılık (femvertising) denen yeni bir akımın öncüsü. Reklamlarında “bedeni ile barışık”, “özgür” ve “biricik” kadınlar var. Bu isyankar kadın figürü tabii ki kimlik arayışı içindeki genç nüfusta oldukça alıcı buluyor kendine. Dove duyarlı politikasıyla gençlere şunu söylüyor: “Siz de bu kadınlar gibi olabilirsiniz, elbette ürünlerimizi kullandığınız sürece.”

Migros da burada tabii ki, “kadın elçileri” ile birlikte. Kadınlar fikirleriyle ilham versin, bir araya gelsin, güçlensin diye kurmuşlar bu “elçilik” makamını. Kadın elçiler, yaptıkları alışverişleri, beğendikleri ürünleri değerlendirerek “sihirli puan”lar kazanıyorlar. Sonra bu sihirler birikiyor, birikiyor, birikiyor. Sonunda bir bebek bezi almaya bile yetmiyor ama olsun birikiyor ve geçici süreliğine “teselli” ediyor kadınları. Biriktiren kadınlar, zincirin büyümesine epey hizmet etmiş oluyorlar. Ya alışveriş köleliğine layık görüyor ya kasa başlarında nefes aldırmadan çalıştırıyor ya da reyon önlerinde üç kuruşa saatlerce ayağa dikiyor kadınları Migros. Migros her türlü kazanıyor. Kazanırken önüne çıkanlara da hiç acımıyor. Sendikalı oldukları için hiç düşünmeden işten çıkarıyor çalışanlarını. Çay molasında direnen arkadaşlarına destek oldukları için de kapı önüne koydu işçilerini, hafızamıza kazıdık.

Kapitalizmin iki yüzlülüğünün bir örneğidir aslında bu konferans. Dünyanın dört bir yanında göz boyayan büyük markaların fabrikalarında, insanlık dışı koşullarda çalışıyor işçiler. Sermaye bir yandan kadının emeğini sömürürken öte yandan “bir başka kadın”a sahip çıkıyor. Önce kadının emeğini sömürüyor, sonra zaten hakkı olanları bir lütuf gibi sunuyor. Modern, eşitlikçi, kadın haklarını gözetiyormuş gibi görünen her girişimin arkasında ayrı bir hesap var, olmak zorunda. Kapitalizm başka türlü sürdüremez varlığını. İşçiler zaman zaman daha iyi koşullarda, bazı hakları korunarak çalıştırılmak zorunda. Kadınları bazen öne çıkarmak, desteklemek zorundalar. Zaman zaman özgürlük rüzgarları esmek zorunda. Başka türlü kontrol altında tutamazlar milyonlarca emekçiyi. Ara sıra nefes aldırmak zorunda ki, ölmesinler ama ölesiye çalışmaya devam etsinler.
Ve konuşmaya devam ediyor Vuslat Doğan Sabancı: "Bu mesele güçlü kadınlar ve güçlü erkeklerin el ele, omuz omuza vermesiyle çözülecek.” 

Güçlü kadınlar ve güçlü erkekler dediği onlar, yani sermaye sahipleri, patronlar, yönetenler. Çözeceklerini iddia ettiği mesele ise geriye kalan milyonlarca emekçinin insanca yaşam hakkı. Çözemezler. Çözemeyeceklerini bildikleri için atıyorlar bunca taklayı. Bu mesele bizim meselemiz. Bir araya geldiğinde yenilemez güçte olan halkın meselesi. 

Er ya da geç çözülecek, kazanacak insanlık.

Sema Karadal / SOL

Kırmızı çarşaf neyi örtüyor? - ORHAN GÖKDEMİR

Ne zaman İslamcıların zulmü düşse gündeme hep o fotoğrafı hatırlıyorum. Sağda Şanar Yurdatapan, üzerinde kırmızı bir çarşaf var. Yanında iriyarı dinci Abdurrahman Dilipak, yakasız beyaz gömleği siyah ceketiyle gayet resmi. Güya üniversiteye türbanla girme yasağını protesto ediyorlar birlikte. İslamcı Dilipak bunun için bile çarşaf giymeye yanaşmamış yalnız, o konuda militanlığı Şanar Yurdatapan’a bırakmış.


Şanar Yurdatapan İslamcılar için militanlık yaparken bile günah işlediğinin farkında değil, yüzünde zafer kazanmış edasıyla gazetecinin objektifine bakıyor. Dini kurallara göre renkli, hele hele kırmızı çarşaf giymek büyük günah. Renkli çarşaf erkekleri tahrik ediyormuş çünkü. Mesela Suudi Arabistan’da kadınlar, yabancılar da dâhil, siyah çarşaf giymek zorunda. O siyah şeyi üzerine geçirecek, başları kapalı olup ayakları görünmeyecek. Hâlbuki Şanar Beyin suratı kabak gibi ortada. Kollar dirsekten itibaren çırılçıplak. Göbeğin de maşallahı var. Külliyen günah!

Toktamış Ateş de bu Abdurrahman Dilipak adlı şahısla program yapmış, el âleme dincilerin ne kadar demokrat olduğunu ispat etmişti vakti zamanında. Biri İslamcı uzun, diğeri laik şişman kılığında bir tür Lorel-Hardi taklidi yapmışlardı. Güldürüyorlar mıydı, hatırlamıyorum. Toktamış’la tanışıklığım var, aramızdan ayrıldı, hasretle yâd ediyorum. Fethullah’la da yan yana fotoğrafları var Ateş’in, galiba hukukları da. Olup bitenin farkında olduğunu sanmıyorum, suçlamıyorum. Birlikte bulunduğumuz bir sofrada bu yobazlarla ne işi olduğunu sormuştum. “Orhan babam ilahiyatçıydı, bilirim, iyi insanlar onlar” dediğini hatırlıyorum. Sözünü ettiği iyi insanlardan biri olan Fethullah’ın icraatları malum. Diğeri, Abdurrahman Dilipak ve adını anmaya değmez gazetesinin son zamanlardaki hali ise ondan hallice… Bunun tersine olan her umut bir dönemin kolektif yanılsamasıdır.

***

Birkaç gün önce AKP Genelcumhurbaşkanının Boğaziçi’nde komünistleri hedef gösteren konuşmasının ardından bir polis ordusu üniversite yurtlarını bastı. Komünist olduklarını sandıkları öğrencileri yaka paça sürükleyerek gözaltına aldı. O sırada türbanlı öğrenciler gülümseyerek olup biteni izliyor, anı fotoğrafını çekerek ölümsüzleştirmeye çalışıyordu. Karede eksik olan tek unsur kırmızı çarşafıyla Şanar Yurdatapan’dı. Özgürleşti üniversite, türban elini kolunu sallayarak dolaşıyor her yanda. Hatta giymeyenin dayak yiyeceği günler kapıda. Yani istediği oldu kırmızı çarşaflı adamın…

Şanar Yurdatapan hayatta mı, hala nefes alıp veriyor mu bilemem. Hem zaten kolektif bir yanılgıyı sadece ona yüklemek de istemem. Daha bunun Murat Belgesi, Ömer Laçiner’i, Oya Baydar’ı, Ufuk Uras’ı, şusu busu var. Gördüğünüz gibi bir sürü “sol”cu görünümlü gerici yancısı aynı suçu, aynı yanlışı başka başka kılıklarla işlemiş. O nedenle kırmızı çarşaf cuk oturuyor üzerlerine. Çarşaf yancılıklarına, kırmızı solculuklarına delalet. Günahı da cabası!

***

Aydın Doğan’ın emaneti tüpçüye teslimi vesilesiyle hatırladım; AKP’nin iktidara gelişinden en büyük sevinci Hürriyet gazetesi ile Birikim dergisi duymuştu. Birikim’in başlığı “Muhafazakâr demokrat inkılap”, Hürriyet’inki “Sandıkta sosyal patlama”ydı. Patlayan gericiliği birlikte böyle selamlamışlardı.

Hâlbuki iktidarı ele geçirdiklerinde yapacakları dünden belliydi. Kenan Evren açmıştı yolu. O yoldan girenler ramazan geldi mi karanlık mağaralarından çıkıyor, kendi gibi olmayanlara terör estiriyordu. “İlk”lerden birini hatırlıyorum. 3 Mayıs 1987’de Van’da üniversitesi kampüsünün hemen karşısındaki bir kafede arkadaşlarıyla oturan Mehmet Şirin Tekin adlı öğrenci, oruç tutmadığı için bıçaklanarak öldürüldü. Beş kişi ağır yaralandı o saldırıda. Saldırganlar 30 kadar öğrenciden oluşuyordu. Aylardan ramazandı, Mehmet Şirin Tekin’i bıçaklayanlar kendilerine “ülkücü” diyordu.

12 Eylül karanlığı üzerine çökeli beri oruç tutmayanların tutanlar tarafından dövüldüğü, öldürüldüğü bir ülke burası. Kulluğun makbul, sorgulamanın sapkınlık sayıldığı bir ülke. Saldırgan yobazı insan yapan tek şey ağır aksak-kör topal işleyen laiklikti nihayetinde. Artık o da yok. Diyorlar ki şimdi, komünist olanı yaşatmayacağız. Şanar Bey ve yoldaşları ellerinde orak çekiçli bayraklarla üniversite kapılarına dayansın diye değil, bilinsin diye not ediyorum.

***

Bakın tarihlerine, ya Komünizmle Mücadele Derneklerinden geliyorlar ya da “Kanlı Pazar” var çıkışlarında. Tarikat erbabı veya siyasal İslam militanı babalarından Komünizmin İslam’a düşman olduğunu duymuşlar. Sonra akıllarınca Komünizmle Masonluğu ve Yahudiliği özdeşleştirmişler. Her şey apaçık ortada; Komünizm denilen şey sonuçta bir Mason-Yahudi oyunu değil mi? Hatta bugün siyaseti şekillendiren beyefendinin kariyerinde “Mas-Kom-Yah” diye bir müsamere bile var.

Fakat bütün bunlar Kenan Evren adındaki vampir ortaya çıkana kadar bir İslamcı fantezisi olarak kalmıştı. O gelince patlama yaptı, önleri açıldı, özgüvenleri geldi. Hatta aralarından eli silah tutanlar kahraman ilan edilmeye bile kalkışıldı. Polis üniversitede Komünist avındayken ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu onların birinin ölüm yıldönümünde arkasından gözyaşları döküyordu mesela.

Şaşırıyor muyuz? Tabii ki hayır. Fethullah Gül’den Abdullah Gülen’e, Muhsin Erdoğan’dan Recep Yazıcıoğlu’na, Kemal Ecevit’ten Bülent Kılıçdaroğlu’na antikomünizm bütün düzen siyasetçilerinin birleştirici tutkalıdır. Varoluşlarını ona borçludurlar. Günü gelince borçlarını öğrenci avlayarak öderler…

***

Muhafazakârlıktı, demokratlıktı, hoşgörüydü, Medine sözleşmesiydi, yeni gömlekti, eski dondu falan derken bombayı patlattılar sonunda. Komünistleri üniversiteye almayacaklarmış bundan sonra, eğer güçleri yeterse.

Şanar, Murat, Ufuk, Oya, Ömer, Aydın… Çarşafları alıp koşun, ülkeye özgürlük geldi!

Orhan Gökdemir / SOL

Doğan: Bize her türlü kötülüğü yapabilirler - ORHAN BURSALI

Evet “Deniz Feneri” yolsuzluğunun iktidarın eteklerine adamakıllı bulaşması ve davanın Hürriyet’tede iyi takibi bardağı taşıran damla oldu. Havuzlama 2007’de başlamıştı Sabah-ATV’nin TMSF’den iktidar tarafına satılmasıyla. Ethem Sancak medyaya girmiş, Başbakan’a ilanı aşklar ediyordu.


Zaten FETÖ’nün güçlü bir medya ayağı vardı iktidarın yanında. Başbakan, “Bu gazeteleri evlerinize sokmayın” diyerek bir kampanya başlatacaktı. Aynı gün Aydın Doğan iktidarla gerginliğin ne kadar süreceğini hükümetin demokrasiye bağlılığının belirleyeceğini söyledi. 
Bakın neler söylüyordu 7 Eylül 2008’de: 
Alman mahkemesinde görülen davada sanıklardan biri toplanan paraların Başbakan’a verilmek üzere biri tarafından alındığını söylüyor, Deniz Baykal bunu açıklıyor, gazetem de Baykal’ı kaynak göstererek bunu haber yapıyor... Başbakan ise beni hedefe alıyor... Bize her türlü kötülüğü yapabilirler.. Devlet bütün kurumlarıyla ellerinde.. Ama hür basını susturmaya kalkışan başbakanı tarih demokrasi defterine değil, diktatörler sayfasına yazar.. Dünkü konuşması Türk basın tarihinde çok tehlikeli bir dönemin başladığının işaretidir.. 
 
‘Sessiz Türkiye istiyorlar’ 
Çok geçmeyecek, üç ay sonra tehlikeli dönemin anlamı 2009’un başında 6.8 milyar dolarlık inanılmaz bir vergi cezasıyla içerik kazanacaktı. 
İktidarın lideri, hemen arkasından ülke çapında mitinglerde muhalif medyaya karşı “yalan haber yazıyorlar” kampanyası yürütecekti. 
Doğan susmadı: Erdoğan sessiz bir Türkiye istiyor. Doğan Holding yöneticisi Nebil İlsevenÖzgür gazeteciliği susturmaya çalışıyorlar, ilkelerimiz doğrultusunda yayın yapacağız.. 
Yabancı basın, WSJErdoğan medyayı susturan Putin’e benzetiliyorDie WeltTürkiye’de hükümeti eleştiren medya kalmayacak.. 
Basına yönelen baskı ve sansürü protesto için Cumhuriyet beyaz sayfa çıkacaktı. 
 
Habercilikten arındırma 
Burada medyayı baskılama ve yandaşlama politikasının sadece bir kısmını yazdım. Unutmayın, o tarihte Ergenekon kumpas davası başlamıştı, FETÖ’nün Taraf adlı çamur operasyon gazetesi yayımlanıyordu. Daha gazetecilere kumpas davaları gelecekti ve Ergenekon ve Balyoz alçaklığı ile tam bir terör estirilmeye başlanacaktı. 
Doğan Medya’nın bugün Milliyet patronuna satılmasına varan zincirleme tepkimenin başlangıç tarihini özetledim. 
Milliyet de 2013’te epey arındırılacak, hükümet icraatlarını eleştiren bazı yazarlar ve haberler, iktidarın baskısıyla artık iyice tırpan yiyecekti... Şüphesiz ki NTV dahil... 
Doğan Medya, durmadan kurban verecekti.. İstenmeyen yazarların işine bir bir son verilecek, bunların bir kısmı yerini yandaş yazarlara bırakacaktı. Bir kısmı da yandaşlaşacak, bazıları da kendini ağırlıklı olarak magazin haberlere vuracaktı. 
 
Baskı hiç eksik değil 
Ama iktidar, sopasını bugüne kadar hiçbir zaman Doğan Medya’nın sırtından eksik etmedi. 
Hep bir kurban verildi, en son Mehmet Yakup Yılmaz.. 
İktidar bırakın eleştiren yazarlara, tarafsız ve dengeli haberciliğe bile tahammül edemiyor: Hep beni yaz, hep beni öv, hep beni sev, hep beni manşetlere çıkar; eleştiriyorsan iktidarı, hain olabilirsin, insan hak ve özgürlüklerinden bahsedersen Batı ajanı olabilirsin (ekran yandaşlarının bu konuda geldikleri felaketi sonra yazacağım..) 
Ergenekon zamanında medya gazeteci hapishanesine dönüştürüldü. O zamanlar FETÖ’nün alçaklıkları gündemdeydi, ama ortağı iktidar da “Aaa onlar gazetecilikten değil ki, adi suçlardan içerideler” diyecekti.
Sonra FETÖ yıkıldı, medya yine gazeteci hapishanesi, Cumhuriyet’e hukuksuz tutuklamalar, Berberoğlu içeride, yargı siyasetin nalıncı keseri olarak çalışıyor ve iktidardan aynı nakarat: Aaaa onlar gazetecilikten içeride değiller, hepsi kriminal suçlu, terörist! 
 
İktidar hep haklı 
Evet, iktidarı hep haklı bulan gazetecilik yapacaksınız. 
Yolsuzluk haberlerine rastlayan var mı? 100 milyara yakın büyük ihalelerin millete küfür eden şirket ve ortaklarına verildiğini yazan çizen “büyük medya”? Bizim Çiğdem’den başka ihaleleri takip edip yazan kimse? Şöyle işliyor ihaleler: Çağır, istediğine ver, payını al. 
İhale yasaları onlarca kez iktidarın keyfiyetine uygun değiştirildi, mevcut yasalar da göstermelik. 
Medyayı susturma faaliyetleriyle ihale faaliyetleri eşgüdüm içinde. 
17- 25 Aralık 2013 büyük yolsuzluklarından bahsetmek bile bugün FETÖ terör örgütü üyeliğiyle suçlanmanıza neden olabilir. 
Aydın Doğan’ı medyasını satmak zorunda bırakan durum budur. 
Büyük seçim sürecine girilirken, zamanlama tam.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Afrin ve Sincar’da ne oldu? - İBRAHİM VARLI

Ortadoğu coğrafyasında denklem her zamankinden de karışık, saha toz duman. Pazarlıkların, ittifakların, hesapların iç içe geçtiği bölgede birbiri ardına yaşanan iki önemli gelişme yeni bir takım planların devreye sokulduğunun işareti.

1) PYD/YPG “Türkiye’nin Vietnamı” olacak dediği Afrin’den beklenmedik hızla çekildi.
2) Hemen ardından PKK Irak’taki Sincar Dağı’ndan tamamen çekileceğini açıkladı.


Afrin’i Türkiye’ye, Sincar’ı Irak’a bırakan PKK/YPG güçleri Kandil ve Fırat’ın doğusuna çekildi. Sembolik anlamı büyük bu hamlelerde sahadaki güç dengelerinin yanında, masadaki pazarlıkların da rol aldığı aşikar.

Peki ne oldu da PKK/YPG güçleri Afrin ve Sincar’dan çekilme kararı aldı? Hangi dinamikler bu çekilmelerde rol oynadı?

PYD/YPG’nin çekilmesinden bir hafta önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Afrin Harekatı’nın Mayıs’a kadar süreceğini söylemişti. Erdoğan ise bu açıklamayı tekzip edercesine bir iki gün içinde Afrin’e girileceğini duyurdu. Hatta konuştuğu günün akşamında Afrin’in alınacağını söyledi. Erdoğan’ın bu derece kesin bir dille konuşması akla perde arkasında bazı temasların olabileceğini düşündürttü. Ve iki gün sonra 18 Mart’a da denk getirilecek şekilde Afrin kent merkezine hiçbir dirençle karşılaşılmadan girildi.

Buna mukabil birkaç gün sonra da PKK Irak topraklarındaki Sincar Dağı’ndan çekileceğini açıkladı.

Afrin için İmralı’ya heyet mi gönderildi?
Afrin’den çekilme, Sincar’ı boşaltma, Menbiç ve Fırat’ın Doğusu’nu da kapsayan geniş kapsamlı pazarlığın bir parçası mı sorularını gündeme getirirken, KCK liderlerinden Murat Karayılan’ın açıklamaları mevzuya yeni bir boyut kazandırdı.

Dengê Welat radyosuna konuşan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Karayılan, ‘Büyük savaşın İmralı’da yürütüldüğünü’ söyledi. Türkiye ile Rusya arasında stratejik bir ittifakın yapıldığını belirten Karayılan, Afrin’deki direnişin durdurulması için devletin İmralı’ya heyet gönderdiğini ancak Öcalan’ın kendilerini reddettiğini ifade etti.

Teklif neydi?, 
Giden heyette kimler vardı?, 
Ne tür pazarlıklar yapıldı? bilinmiyor. 
Muhtemelen uzun bir süre de bu soruların yanıtı alınamayacak. Yanıtlar gelmese de kapalı kapılar ardında bir takım işlerin çevrilmeye çalışıldığı ortada. Ankara iddiaları yalanlamadı.

Rusya ve ABD neden Türkiye’ye ‘yeşil ışık’ yaktı?
Karayılan’ın iddia ettiği üzere Türkiye ile Rusya arasında stratejik bir ittifak yapıldı mı? Bilinmez. Bilinen şu: İmralı’dan çok çok daha önce Rusya Türkiye ile “stratejik” ittifaka giderek, Ankara’yı olabildiğince ABD’nin yörüngesinden çıkarıp Suriye-Irak denkleminde yanına çekmek için çeşitli hamlelerde bulunuyordu. Astana ve Soçi süreçleri için Ankara’nın Moskova’nın yanında bulunması Kremlin için hayati önemliydi. Moskova Ankara’yı küstürmemek, süreçten kopmasına vesile olmamak için tıpkı Fırat Kalkanı’nda olduğu gibi Afrin harekatında bulunmasına icazet verdi.

Benzer bir “küstürmeme”, “karşı cepheye kaptırmama” hali Washington için de geçerliydi. ABD her ne kadar SGD/YPG ile yakın ilişkiler kursa da Ankara’yı da gözden çıkarmış değil. Her iki güç arasında tıpkı Rusya gibi bir denge tutturma arayışında. Bu denge hali Kürt hareketi tarafından görülmedi. PYD/YPG cephesi bölgede bilek güreşine tutuşan küresel güçlerle sürdürdüğü yakın ilişkilere aşırı güvendi. ABD ve Rusya’nın bir noktada Türkiye’ye “dur” diyeceği varsayıldı. Ancak hesap ttmadı. Her iki ülke de Türkiye’ye yol verdi.

ABD, operasyonun daha başında Afrin’in kendilerini alakadar etmediğini açıkladı. Rusya ise gerek PYD/YPG’nin ABD’ye fazla yanaşmasından gerekse de Türkiye ile kurduğu “özel” ilişkiden dolayı operasyon yapılmasına olur verdi.
Bu süreçte uluslararası camiadan Türkiye’ye sadece göstermelik tepki gösterildi. Almanya ve Fransa Afrin’e girildikten sonra Türkiye’ye tepkide bulunması bunun somut örneği oldu. Merkel haftalarca süren kamuoyu baskısına rağmen Afrin’e kayıtsız kalırken, Türkiye’ye silah satışına devam etti. Merkel-Macron ikilisi Afrin’e girildikten sonra sadece operasyonun hassasiyetle yönetilmesine dönük temennileri dile getirmekle yetindi. Bu tavır PYD/YPG’nin hesaplarını boşa çıkarırken Türkiye’nin operasyonunu daha kolay şartlar altında yapmasını sağladı.

Büyük fırtına Fırat’ın doğusunda mı kopacak?
Şimdi denklemin yeni bir safhasındayız. Ne Afrin ne de dillendirilen Sincar ve Menbiç operasyonu son olmayacak. Bölge uzun erimli bir çatışma sürecinin arifesinde. Afrin’i terk eden YPG’nin birliklerini çektiği Fırat’ın Doğusu ABD’nin “doğal” kontrolünde. ABD’nin bu bölgede kalıcı olduğuna dair bir şüphe yok. Washington halihazırda bu kalıcılığı SDG/YPG üzerinden devam ettirme eğiliminde. ABD’nin hamleleri savaşın da seyrini belirleyecek. 

Ankara’nın “Fırat’ın Doğusu’nda herhangi bir yapıya izin vermeyeceğiz” sözlerinin kısa ve orta vadede yansıması olacak. Yeni kriz dinamiklerinin hayata geçirildiği Irak-Suriye cephesinde suların uzun bir süre daha durulmayacağı aşikar.

AKP/Saray rejiminin her seçim öncesinde olduğu gibi, bir kez daha İmralı’nın kapısını çalması şaşırtıcı olmadığı gibi, yaşadığı sıkışmışlığın da somut bir göstergesi.

İbrahim Varlı / BİRGÜN