2 Nisan 2018 Pazartesi

Salisbury'de patlayan Rus krizi: May’in çıkmazı ve küçülen Büyük Britanya - İBRAHİM SİRKECİ

Siyasi olarak Corbyn de Wood da daha ulusalcı bir çizgi belirleyip May’in yetersiz olduğunu daha sert hamleler yapılması gerektiğini vurgulayan bir söylem tercih edebilirlerdi. Bunu yapsalar belki May’in hamlesi geri tepebilirdi ancak bu tarz bir milliyetçi tırmanışın sonuçlarını tahmin etmek kolay ancak kontrol etmek zor.


Rusya ve İngiltere arasındaki Skripal krizi büyüyor. Önemli soru bu krizin neden şimdi çıktığı ve hangi amaca hizmet ettiği. Öncelikle olayın detaylarını yeniden gözden geçirmekte fayda var.

İngiltere’nin güneyinde Salisbury kasabasında 4 Mart 2018 tarihinde öğleden sonra 4 civarında bir restoranın önündeki bankta Sergey Skripal ve kızı kendinden geçmiş olarak bulundular. Skripal 66, Moskova’dan henüz gelmiş olan kızı ise 33 yaşında.

Ertesi gün Dışişleri Bakanı, Boris Johnson olayda Rusya’nın parmağı olduğuna dair kanıtlar bulunursa sert tepki vereceğiz diye açıklama yapıyor. 12 Mart’ta Theresa May olayda Rusya’nın parmağı olduğu yönde kanıtlar olduğunu ve Rusya’dan açıklama beklediğini ilan ediyor. Kullanılan Novichok adlı maddenin Rusya menşeli olması kanıt olarak öne çıkarılırken Rusya olayla ilgisi ve bilgisi olmadığını ilan ediyor.

14 Mart’ta Başbakan Theresa May, Rusya’nın açıklamalarının yetersiz olduğunu ve 23 Rus diplomatını sınır dışı edeceğini ilan ediyor ve müttefiklerle dayanışma içinde olduklarını ve destek beklediklerini belirtiyor. Rusya da teamüller gereği beklendiği üzere 23 İngiliz diplomatını sınır dışı ediyor.

26 Mart’a geldiğimizde NATO ve AB üyesi müttefiklerden bir kısmı ve Arnavutluk, Makedonya gibi bazı küçük ülkeler -sembolik sayıda- Rus diplomatı sınır dışı edeceklerini açıklamıştılar. ABD’nin 60 Rus diplomatı sınır dışı edeceğini açıklaması en büyük hamlelerden birisi oldu. Karşılığında, 29 Mart’ta Rusya St Petersburg’taki ABD konsolosluğunu kapatacağını ve 60 diplomatı sınır dışı edeceğini açıkladı.

Bir parantez açıp Skripal ve kullanılan sinir gazından bahsedelim. Skripal uzun yıllar Rus ve İngiliz istihbaratına hizmet etmiş bir uluslararası ajan. Rusya’dan uzaklaştırılmış ve güney İngiltere’nin Salisbury şehrine yerleşmiş. Her iki ülkeye de istihbarat hizmeti vermiş bir emekli ajandan bahsediyoruz.

Olayda kullanılan sinir gazının adı Novichok, Rusça’da ‘yeni buluş’ anlamına geliyor ve 1970’ler ve 1980’lerde Sovyetler Birliği tarafından geliştirilmiş. Bu Sovyet dönemi bağlantısı ve ardından gelen diplomatik sınırdışı manevraları daha ilk günlerden “Yeni bir Soğuk Savaş mı başlıyor” sorusunu gündeme getirdi.

Bu soru hala geçerli ve tehlikeli sularda yol aldığımız ortada. Sınır dışı etmeler, British Council faaliyetlerinin durdurulması, karşılıklı olarak mal varlıklarının dondurulması ve benzeri hamleler müzakere ortamının yavaş yavaş sertleştiğini ve ortadan kalkma riski taşıdığını gösteriyor.

Bütün bu karşılıklı hamlelerin olduğu sırada Rusya’da seçimler yapıldı ve Putin yüzde 76 ile yeniden seçildi.
Theresa May’in siyasi geleceği ise pamuk ipliğine bağlı ve Brexit süreci uzadıkça daha da zayıflıyor. Geçtiğimiz ay, ana muhalefet İşçi Partisi ve lideri Jeremy Corbyn Brexit konusunda tavır değiştirip Gümrük Birliği devam etmeli eksenindeki açıklamalarıyla siyaseten bir adım öne geçmişti.

Durumun bu yüzüne bakınca ortaya saçılan milliyetçi iddialar ve hamaset ister istemez insanı düşündürüyor. Bu işte bir bit yeniği var mı? Bunu muhtemelen hiçbir zaman bilemeyeceğiz ancak bu sert hamleler muhakkak ki muhaliflerini büyük oranda susturmuş Putin’in elini iç politikada çok daha sağlam hale getirdi.

İngiltere’de Corbyn, İşçi Partisi ve bazı küçük ulusal partilerin kanıt talep eden, daha detaylı bilgi talep eden konuşmalarının da Theresa May’in batan siyasi geleceğine kısmen can verdiği söylenebilir.

Corbyn’in çıkışı
14 Mart’ta May’in parlamentodaki konuşmasına eleştirel sorular yönelten İşçi Partisi lideri Corbyn neredeyse sözlü olarak linç edildi. Corbyn’e yöneltilen eleştiriler ‘komünistler Moskova’ya’ sloganını hatırlatır cinstendi.

Halbuki Corbyn’in de, Galler Ulusal Partisi lideri Wood’un da dile getirdikleri -sakin kafayla düşünülürse- mantıklı sorular. Wood, kanıtları görmeden Muhafazakar Parti’nin söylediği hiç bir şeye inanmanın mümkün olmadığını söylediğinde Kremlin savunucusu olmakla suçlandı.

Corbyn saldırıyı kınarken olayda Rus mafya tipi yapılanmaların olma ihtimalini araştırmak gerektiği ve eldeki kanıtların gösterdiğinden daha fazlasını iddia etmenin doğru olmadığı ve riskli olduğunu söylemişti. Bu ‘kanıtların ötesine’ gitmenin Irak savaşında gördüğümüz sonuçlarına vurgu yapmış ve yaptırımların Londra’da cirit atan Rus oligarklarının kirli paralarını da kapsaması gerektiğini belirtmişti. Bu sözler, karşısında hem muhafazakarlardan hem de azınlık bir İşçi Partili milletvekili grubundan tepki gördü.

Siyasi olarak Corbyn de Wood da daha ulusalcı bir çizgi belirleyip May’in yetersiz olduğunu daha sert hamleler yapılması gerektiğini vurgulayan bir söylem tercih edebilirlerdi. Bunu yapsalar belki May’in hamlesi geri tepebilirdi ancak bu tarz bir milliyetçi tırmanışın sonuçlarını tahmin etmek kolay ancak kontrol etmek zor. Örneğin Brexit referandumunda Doğu Avrupalıların karşılaştığı gibi hafiften Rus’a benzeyen herkes milliyetçilerin hedefi haline gelebilir.

Bardağın dolu tarafını görmek isterse, Theresa May kendini muzaffer görebilir. Sonuçta 21 ülke Rus diplomatlarını sınırdışı ediyor ve en önemlisi artık “pek de güvenilemez stratejik ortak” diyebileceğimiz Trump’lu ABD hem Rusya’nın Seattle konsolosluğunu kapatıyor hem de 60 diplomatı sınırdışı ediyor. Fransa ve Almanya’yı yanına alabilmiş olması da artı puan olarak düşünülebilir.

Ancak bardağın boş tarafına bakarsak May’in elinin ne kadar zayıf olduğunu da görürüz. Birincisi, destek veren ülkeler kayıtsız şartsız bir destekten bahsetmiyorlar ve söylenen özetle Skripal olayının ardında “muhtemelen” Rusya’nın olduğu... May veya Johnson’ın dediği gibi “Bunu Rusya yaptı” demiyorlar.

İkincisi AB ülkelerinin 19’u Rusya’nın diplomatlarını sınır dışı etme kararı alırken 9’u bu ‘dayanışma’ya katılmadı. AB dışında ise 9 ülke ve NATO Rus diplomatları sınır dışı edeceğini açıkladı. Yani dünyadaki 190’dan fazla bağımsız ülkeden sadece 28’i tepki vermiş durumda. Daha da önemlisi Çin’in olaya çok temkinli yaklaşıp İngiltere’yi gerçeklere dayanmak konusunda uyarması. “Bu bağımsızlığımıza bir saldırıdır, Rusya sorumludur” demiş olmak yakın zamanda May ve hükümetini sıkıntıya sokabilir. Amerika’nın ve AB’nin desteğine karşın şimdi herkes haklı olarak ‘kanıtların’ açıklanmasını istiyor. Ancak olayın doğası gereği bu kanıtların bulunması ve Rusya ile ilişkisinin ispatlanması neredeyse imkansız olacaktır.

Üçüncü nokta, May ve müttefiklerinin buradan sonra gidecekleri yerin belirsizliği. Rusya’ya yönelik yaptırımlar muhtemelen bugün geldiği noktadan daha ileri gitmeyecek. İngiltere’nin mali sınırlamalar getirmeyi düşündüğü Rus sermayesi için eminim bugünkü dayanışmaya dahil olmayan 160 ülkenin bazıları ellerini ovuşturmaya başlamıştır.

May’in dördüncü başağrısı ise kabinesinde ve partisinde bulunan “kirli eller”. Dışişleri Bakanı’nın Londra’daki bir Rus oligarktan eşiyle tenis oynamak karşılığında yüklü bir bağış aldığı teyit edildi. Ticaret Bakanı’nın da Rusya bağlantılı bir takım paralar aldığı hafta içinde ortaya çıktı. Bunların buzdağının görünen ucu olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Bundan sonrası…
May’in başını ağrıtacak ve Rusya ile düellosunda elini zayıflatacak bir başka konu da bu düzeyde olmasa da yakın geçmişte benzer birçok zehirleme olayının varlığı. Propaganda ustalığı ile de bilinen Rusya’nın ve Putin’in bu konuların üzerine giderek bunlardan fayda sağlayacağı muhakkak.

Uzun vadede iç politikada da başta Corbyn ve İşçi Partisi olmak üzere muhalefet partilerinin May’in zayıflıklarından fayda görmesini bekleyebiliriz.
Skripal krizi ile ortaya çıkan Büyük Britanya ile Birleşik Krallık’ın artık büyük olmadığı ve Brexit olayıyla hızlanan bir biçimde daha da zayıfladığıdır. AB’nin dışına itilmiş ve ABD ile ilişkilerin giderek daha az “özel” olduğu bir dünya düzeninde Büyük Britanya, Rusya’nın diplomat veya değil ajanlarıyla ve şüpheli paralarını Thames nehrinin sularında aklayan oligarklarıyla müdahale edebileceği küçük bir devlet olma yolunda ilerlemektedir.

14 Mart’ta Theresa May’in meclisteki konuşmasını dinlediğimde ilk tepki olarak “Soğuk Savaş yeniden mi başlıyor” demiştim. Son iki haftada olup bitenler bu savaşın başladığını hatta zaten hiç durmadığını düşündürüyor. Seçimden zaferle çıkan Putin’i de düşünerek bundan sonraki gelişmeleri kaygıyla izlemek için daha çok nedenimiz var.

İbrahim Sirkeci / BİRGÜN

Daryush Shayegan öldü; “Kültürel Şizofreni” yaşıyor mu? - TANER TİMUR

83 yıl önce Tahran’da doğmuştu; bir hafta önce de aynı şehirde hayata veda etti. Çağdaş İran’ın en büyük düşünürlerinden biriydi. Türkiye’de de aydın çevrelerde tanınıyordu. Temel davasını anlatan eseri (Yaralı Bilinç; Metis) Türkçeye çevrilmiş ve beş baskı yapmıştı. Yine de ölümü bu topraklarda hiçbir yankı uyandırmadı.


Shayegan, varlıklı bir ailede Azeri bir babadan ve Gürcü bir anneden doğmuştu. Yaşamı ve eğitimi, onu özel bir İranlı ve İran yurtseveri yaptı. Bunu sağlayan da Fars dili olmuştu. Bir konuşmasında söylediği gibi, “Farsçaya adeta dinî bir saygı duyuyordu.” Kendisinde bu duyguyu yaratan ve “İran ruhu”nu en iyi temsil eden şairler hakkında bir de kitap yazdı. Çok kültürlü, çok dilli eğitimi, bu duygusunu ölene kadar sarsamadı.

•••

İlk derslerini bir Rus dadıdan alan; çok genç yaşlarda Fransa, İngiltere ve İsviçre okullarında okuyan; doktorasını da Sorbon’da, Fransa’nın en ünlü İslam bilginlerinden Henry Corbin’in danışmanlığında yapan Shayegan aslında tam bir “dünya vatandaşı” profilindeydi (Le Monde, 28 Mart, 2018). İslamiyet alanında değil, Hint dinleri ve Sanskritçe üzerinde uzmanlaşmış ve yirmi beş yaşında Tahran Üniversitesi’nde bu konularda ders vermeye başlamıştı. Oysa bunlar da daha temel bir davanın parçası idiler. Shayegan, adeta Samuel Huntington’un “anti-tez”i oldu; “uygarlıklar çatışması”nı değil, “uygarlıklar buluşması”nı savunuyordu. Ve bu soruna da, bir “Doğulu” olarak, Amerikalı profesörden çok daha öğretici bir pencereden bakıyordu. 

Kuşkusuz onun penceresi de engellerle, tuzaklarla doluydu ama o bunların farkındaydı. Zaten asıl davası da yasaklarla, tabularla savaşmaktı. Ne var ki 1979’da mollalar iktidara gelip ülkeye fanatizm egemen olunca ülkesinde barınamaz hale geldi ve Fransa’ya sığındı.

•••

Orada da yayın faaliyetlerine devam etti; ödüller aldı; ünü dünyaya yayıldı fakat aklı kendi ülkesinde idi. Nitekim on bir yıl sonra, hava biraz yumuşayınca, İran’a döndü ve bir yayınevi kurarak felsefi-edebi nitelikte eserler yayımlamaya başladı. Altı yıl sonra da onun düşüncelerinden etkilenmiş olan Muhammed Hatemi, Cumhurbaşkanı seçiliyor ve “uygarlıklar buluşması” konusunda –ürkek de olsa- bazı adımlar atıyordu. 2009 yılında Danimarka’da “küresel diyalog” ödülü bu iki şahsa, birlikte verildi.

•••

Shayegan’a göre İran, özgür bir ülke değildi ve bu durumu hukuki ve siyasi önlemlerden çok, kültürel gelenekler yaratıyordu. 2012 yılında İranlı bir gazeteciyle yaptığı söyleşide “İran zihniyeti hep kendi efsanelerinin mahkûmu oldu,” diyordu, “bugün bile büyük İran düşünürlerini hâlâ İran şairleri teşkil ediyor ve bunlardan bize en yakın olanı da yedi yüz yıl önce yaşamış olan Hafız! Bunun içindir ki biz İranlılar özgürce düşünemiyoruz.” Kısaca İran kültürel bir şizofreni içindeydi ve geçici siyasal dalgalanmalar ötesinde özgürlükleri ortadan kaldıran asıl neden de buydu. Nitekim ona göre bu son seksen yıl içinde İran toplumuna damgasını vuran iki liderin (Şah Rıza ve Humeyni) benzerlikleri, farklarından fazlaydı. “Göze batıcı farklılıklarına rağmen” diyordu Shayegan, “bu iki adam aynı kaçınılmaz hatayı işlediler ve İran’a özgü iki özelliği, kendi tarzlarında canlandırdılar: Kültürel şizofreni ve büyüklük hülyası.” (Les Illusions de l’Identité, Paris, 1992. s. 318). 

Osmanlıların “Acem palavrası” dedikleri bu “büyüklük hülyası” elbette İran’a özgü bir “illüzyon” değildi. Bilmiyoruz Farsçada da “Osmanlı palavrası” diye bir deyim var mı? Oysa son günlerine kadar bir sürü Osmanlı “ulema ve şuara” da benzer “büyüklük hülyaları”nı besleyip durdular. Sadece İslamcı hülyaların yerini Türkçü, “Kızıl Elma”cı hülyalar almıştı. Ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün “Biz hayatını ve istiklalini kurtarmaya çalışan erbab-ı sâyiz; zavallı bir halkız” teşhisiyle başlattığı ölüm kalım savaşı ile yeni Türkiye’nin temelleri atıldı. Osmanlıcılığın yeniden yüceltildiği bu son yıllarda ise, Abdülhamid’in allanıp pullanarak bir “Cihan hükümdarı” gibi sahneye sürülmesi eski “Osmanlı kibiri”nin bir tezahürü değil midir? Gerçekten de kof ve temelsiz “büyüklük hülyaları” 19. yüzyıl boyunca Osmanlılara en iyi niyetlerle yaklaşan yazarlarda bile düş kırıklığına yol açıyordu. Bilmiyorum ne kadar incelemiştir; fakat herhalde Azeri kökenli Shayegan’ın da bu konuda ilginç gözlemleri olmuştur. 

•••

Shayegan, Batı’da 1980’lerde moda olan bir akım bağlamında, bir “zihin yapısı” analizcisi idi; zihinleri de biçimlendiren sosyo-ekonomik, sınıfsal güçler üzerinde durmadı. “Her türlü siyasal ideolojinin dışında” olduğunu söylüyordu; fakat bu tüccar çocuğu liberal demokrasinin sınırlarını aşamadı. Yine de kendi toplumu ile ilgili tahlilleri geniş ölçüde bizler için de geçerliydi. Üstelik gelecek için kötümser de değildi. 2015 yılında Financial Times’a verdiği bir beyanatta “İran toplumunun bir bütün olarak şimdiden post-İslam dönemde olduğunu düşünüyorum”, demişti; “Genç nesil çoğulcu kimlik gerçeğini kabul etti.” Yazar “post-İslamic” derken kuşkusuz İslam’ın değil, Humeyni-Hameney devrinin sona yaklaştığına işaret ediyordu. Ne dersiniz bizde de tüm demagojik söylemlere rağmen “post-Erdoğan” döneminin başlamak üzere olduğunu gösteren bazı işaretler yok mu?

Taner Timur / BİRGÜN

Zenginin medyası züğürdün algısını yorar - ÜMİT ALAN

Doğan Medya’nın da aslında bir illüzyon olduğunu hatırlatıp durmanın bundan sonra pek faydası yok. Yenilgi almış Anadolu takımının mağrur topçusu gibi önümüzdeki maçlara bakacağız. Bu maçta okur (izleyici) ve gazeteciler aynı takımda. Okura düşen, kendine yakın gördüğü gazeteciliği desteklemek, gazetecilerinse görevi bu desteğe yakışır bir gazete sunmak.

“Türkiye Türklerindir” ibaresi 1949 sonundan beri Hürriyet logosunun yanındaki yerini koruyor. Bu ibare ara ara tartışma konusu olsa da neden oraya yerleştiği pek konuşulmaz. İrem Barutçu, Babıâli Tanrıları- Simavi Ailesi’nde (Agora Kitaplığı 2004) bu konuya değinmişti.

Evet, Hürriyet’in kurucusu Sedat Simavi milliyetçi bilinir. Hatta Kıbrıs Davası gibi o güne kadar hiç hesapta olmayan bir konuyu gazetenin kuruluşundan itibaren düzenli işleyerek kamuoyu gündemine sokacak kadar. Ancak asıl dert, Hürriyet’in kuruluşundan itibaren ortalıkta gezen “Hürriyet gazetesi Yahudi sermayesiyle kuruldu” dedikodularına cevap vermektir. Çünkü, Simavi gazeteyi kurarken Musevi işadamları Burla Biraderler’den borç almıştır. Sonradan bu borcun komisyonuna kadar ödendiği dillendirilse de dedikoduların önü alınamaz. Bir de gazetenin kuruluşu, İsrail devletinin kuruluş sürecine denk gelip bununla ilgili haberlere ağırlık verilince dedikodular iyice ayyuka çıkar. Bunun üzerine Simavi önce logoya bayrak ekler, sonra altına “Türkiye Türklerindir” ibaresi ekler ve hatta iddialara “Yüzde Yüz Su Katılmamış Türküm” cevabı içeren bir yazıyla cevap verir. Hürriyet’in sermayesine ilişkin iddiaları doğrulayan bir belge yok. Dedikodu ya da hakikat, Hürriyet gazetesinin kamuoyundaki ilk yankısı “ardındaki sermayenin” sorgulanması şeklindedir. Öyle ki, bugün gazetenin geleneğini özetlediği sanılan o meşhur ibare bile bunun sonucudur.

Sermaye nereye, medya oraya
Tesadüf o ki, bugünlerde Hürriyet’le birlikte koca bir medya grubunu elinden çıkaran Aydın Doğan’ın medyadaki yankısı da sermaye üzerinden olur. Bir kere gazetecilik dışından biridir ve Babıâli geleneği buna tepkilidir. Daha da ötesi, 1979’da Milliyet’e büyük ortak olarak giren Aydın Doğan’a sermayeyi Koç ailesinin sağladığı dedikoduları epeyce dillendirilir. Koç’un sahibi olduğu Tofaş’ın baş bayiinin de Aydın Doğan olması söylentileri kuvvetlendirir. Söylenene göre Vehbi Koç, bir gazete sahibi olduğunun bilinmesinin şirketlerine ve itibarına zarar vereceğini düşünerek böyle dolaylı bir alım yaptırmıştır. Ara ara gündeme gelen bu iddianın da delili yok elbette. Ancak her iki örneğin de gösterdiği şu ki, medya sahipliği ve sermaye ilişkisi basın tarihi boyunca merak konusu oldu. Haliyle, bunun yapılacak gazeteciliğe etkisi olacağı düşünülüyordu. Oldu da. Sermaye ve iktidar arasındaki ilişki malum. Gazetenizden ve gazetecilikten başka çıkarlarınız varsa hangi görüşten olursa olsun iktidarlar karşısındaki konumunuz pek değişmez. Ağırlığı, frekansı, yönü değişir ama ilişkinin özü değişmez.

‘Eskiden gazetecilik vardı’ romantizmi
Türkiye’de koalisyon hükümetlerinin hüküm sürdüğü 90’lar boyunca, medyanın hükümetler karşısındaki konumu bugünkünden farklıydı. Ekonomi de bıçak sırtında olduğundan medyanın hükümetler karşısında baskı kurma şansı vardı. Bunun karşılığında da gelsin ihaleler, kurulsun bankalar, kapılsın teşvikler, peşkeş araziler gibi bir ilişki biçimi gelişti. Aslında gazetecilik asıl itibarını o günlerde kaybetti ama bunun asıl sonuçlarını hissetmesi için daha görecekleri vardı. Gazeteciliğin sermayeyle bütünleşme açısından ‘altın çağı’ sayılacak 90’larda gazetecilik yapanlar, şimdi bir kısım muhalif medyada “Eskiden gazetecilik vardı arkadaş” diye romantik romantik takılıyor. Ancak pek azı bu sağlıksız ilişki biçimi doğarken orada olduklarını hatırlamak istiyor. “Ben önce işadamıyım” diyenler zaten mutlu hatırlıyor o ayrı. Aslında bu dönemin sağlaması tek bir soruda saklı: Ya Aydın Doğan eskiden olduğu gibi bugün de hükümetle uzlaşmanın ya da ona hükmetmenin bir yolunu bulsaydı? Bunu denemediğini söylememek mümkün mü? Gazetecilik için savaştığını filan düşününlerinse işin aslını görmek için 90’lardaki ortama biraz derinleşmeleri yeterli. “Ne olursa olsun asla bugünkü kadar kötü değildi” diyebilirsiniz. Haklı da olabilirsiniz. Ancak medyanın iktidar imkânlarına öyle göbekten bağlanmasının, hangi görüşten olursa olsun güçlü bir hükümet geldiğinde doğuracağı sonuç bundan farklı olur muydu sizce?

Bağımsız medya derken neden söz etmeliyiz?
Özetle; medyanın bu hale gelişine bir neden ararken, bunun aslında bir dönemin sonucu olduğunu unutmamak gerek. “Şimdi ne yapacağız?” sorusunun tek cevabı artık kılavuz istemeden görünen köy: Bağımsız medya. Bağımsız derken bunu sadece iktidardan bağımsızlık gibi algılamak hata olur. Sermayenin her türlüsü ve herhangi bir çıkar odağı, lobi grubu da dahil buna. Hatta uzun vadede medyanın klasik gelir kaynağı reklam bile bu gruba eklenir. Bir bağımsız medya kuruluşuna reklam vermenin sermaye için ne gibi riskler doğurduğu ortada. Çünkü çıkarların kesiştiği yerde her defasında ilk feda edilenin gazetecilik olacağını görmek zor değil. Geçiş dönemleri belki biraz farklı hissettirir ama sonuç hep olacağı yere varır. Sermaye el değiştirirken, okura da bir değişim değeri olarak bakılır. Örneğin; bir gazeteci ekrandan veya gazetesinden uzaklaştırılırken okurun veya izleyicinin tepkisi hiç düşünülmez. Mahallede sadece tek bir lokanta veya onun farklı şubelerinin olması ve yemeklerimiz ne kadar kötü olursa olsun bizden yemek zorundasınız demek gibi bir şey bu.
zenginin-medyasi-zugurdun-algisini-yorar-445865-1.
Taz’ın proje yöneticisi Konny Gallenbeck, 2017 yılında Journo’dan Canberk Beygova’ya verdigi röportajda önemli bir detayın altını çiziyordu. 3 bin kişiyle kurulup bugün 17 bin üyeyi aşan kooperatifin geliri çalışanların maaşları için değil, gazeteyi geliştirmek için kullanıyordu. Gallanbeck’in aynı röportajda Türkiye’den BirGün’ün dijital abonelik modelini de geleceğin gazetecilik modelleri arasında göstermesini bir detay olarak ekleyelim. 

Çıkış yolu var mı? 
Eskiden de dillendirilen ancak ütopik olarak görünen bazı şeyleri biraz gecikmiş de olunsa ciddi ciddi tartışmak gerek artık: Var olan bağımsız medyayı güçlendirmek ve sadece okurunun (ya da izleyicisinin) ve çalışanlarının sahibi olacağı yeni bir haber medyasına odaklanmak. Bunları kağıt üzerinde dillendirmek kolay da işin uygulamaya geçmesi biraz zor. Çünkü çoğunluğunu bu yazıyı da okuyanların oluşturduğu bir grup dışında kalan geniş kitleler, haber ihtiyacına karşılık para ödemesi gerektiğini unuttu. Bunda internetin de katkısı büyüktü tabii. Bu sadece ülkemizde değil tüm dünyada bir tıkanma yarattı. Bu tıkanmayı aşmak ve dijital medyayı kârlı bir hale getirmek için yapılan “tık avcılığı” da farklı bir sorun yarattı. İçeriğin kalitesizliği, gazeteciliği ucuzlaştırdı, ona para ödeme motivasyonunu iyice olanaksızlaştırdı. Yine de çıkış yolları var.

Digidays’de Jessica Davies, (Türkçe çevirisi journo.com.tr’de) İngiltere’nin saygın gazetelerinden The Guardian’ın modelinin çarpıcı sonuçlarını özetlemiş. The Guardian’ın gelirlerinde reklamın payı artık eskisinden çok daha az. Bu da gazeteyi tık avcılığından uzak durmak, nasıl olursa olsun daha çok okura ulaşmak gibi takıntılardan kurtarmış. Bu yükten kurtulup, bağış yoluyla finansmana dönen kuruluş, 300 bini düzenli 800 bin bağışçıya sahip olmuş. Bu yola çıktığında sadece 50 bin dijital abonesi olan The Guardian’ın bugün geldiği nokta önemli. Bu bağışların tek anlamı, okurun, kendi haber kaynaklarına sahip çıkması ve onları ödüllendirmesi. Bunun için de bir farkındalık eşiğini aşmak gerekiyor.

Kooperatif modeli
Almanya’nın sol görüşlü gazetesi Taz’ın gelir modeli de bir başka alternatif. Taz, 1979 yılında, gazetecilik için kurulmuş bir kooperatifin gazetesi. Şu anda 17 bini aşan kooperatif üyesiyle bağımsız gazetecilikte başarılı bir model haline gelmiş durumda. Taz’ın proje yöneticisi Konny Gallenbeck, 2017 yılında Journo’dan Canberk Beygova’ya verdigi röportajda önemli bir detayın altını çiziyordu. 3 bin kişiyle kurulup bugün 17 bin üyeyi aşan kooperatifin geliri çalışanların maaşları için değil, gazeteyi geliştirmek için kullanıyordu. Çünkü gazete zaten abonelik ve ilan gelirleriyle çalışanların maaşlarını karşılayabiliyor. Kooperatifse, gazeteyi geleceğe güvenle taşımak için adımlar atıyor. Yunanistan ve İsviçre’de de kooperatif modelinin örnekleri var. Gallanbeck’in aynı röportajda Türkiye’den BirGün’ün dijital abonelik modelini de geleceğin gazetecilik modelleri arasında göstermesini bir detay olarak ekleyelim.

Okurdan destek beklemek kolay da…
Türkiye’deki okur veya izleyicinin, gazeteciliğe sahip çıkmak için fedakarlık yapacağı noktaya eriştik mi? Türkiye’deki okurluk geleneğini İngiltere’yle ya da Almanya ile bire bir kıyaslayamayız ama Doğan Medya’nın satışından sonra özellikle sosyal medyada yaşanan panik havası umutlandırıcı bir işaret. Doğan Medya’nın da aslında bir illüzyon olduğunu hatırlatıp durmanın bundan sonra pek faydası yok. Yenilgi almış Anadolu takımının mağrur topçusu gibi önümüzdeki maçlara bakacağız. Bu maçta okur (izleyici) ve gazeteciler aynı takımda. Okura düşen, kendine yakın gördüğü gazeteciliği desteklemek, gazetecilerinse görevi bu desteğe yakışır bir gazete sunmak. Kitlelerde karşılık bulacak bir gazetenin “Al muhalefet yapıyorum işte daha ne istiyorsun” deme gibi bir lüksü olmamalı. Çünkü gazetecilik=muhalefet değildir. Gazetecilik haliyle yani doğası gereği iktidarları rahatsız edecek sonuçlar doğurabilir, ama adı üstünde bu bir sonuç. Ancak günümüzün medya ortamında geniş kitlelerle buluşması için bu tek başına yeterli değil. Her ne kadar bugün geldiği nokta üzerinden eleştirecek olsak da Hürriyet’in 1948’de girdiği gazetecilik ortamında kırdığı bazı klişeler vardı, örneğin; önceden bir gazete için daha hafif görünen konuları işlemeye başlamıştı, Londra Olimpiyatları’na kimse muhabir göndermezken Hürriyet göndermişti ve karşılığını geniş kitlelerin ilk kez dikkatini çekerek almıştı. Bugün de yeni medyanın sağladığı olanaklar var diyoruz ama her biri maliyet. Kaldı ki gazetecilik gibi düşünsel emeğin yoğun olduğu bir sektörden söz ediyoruz. Öyleyse “iyi gazeteciliği” abonelik veya yeni modellerle desteklemekten başka çare yok, bunun için de bu alana yatırım yapacak “iyi ve cesur bir zengin” beklemek hem hayal hem yanlış. Çünkü öğrendik ki zenginin medyası züğürdün algısını yorar.

Ümit Alan / BİRGÜN

Emperyalizm üzerine bazı hatırlatmalar - ÖNDER İŞLEYEN

Bölgemizde bugün halkları etnik ve mezhepsel temelde birbirine kırdıran emperyalizme karşı güçlü bir karşı çıkışın olmamasının en önemli nedeni onun yarattığı yıkım içinde bir gelecek arama fikridir. Emperyalizmin belki de en büyük yıkıcılığı da budur.

Emperyalizm ve emperyalizme karşı mücadele konusu son dönemlerde sol içinde fikri bir bulanıkla ele alınıyor. Bunun temelinde küreselleşme politikaları karşısındaki tutum alışlar bulunuyor. Reel sosyalizmin yıkılışı sonrasında kapitalizmin ideolojik hegemonyası ile birlikte dünya sermayenin sınırsız hareket kazanmasına dayanan neoliberal politikalar ekseninde bir değişim sürecine sokuldu.

Kapitalizmin, bir önceki dönemdeki ulus devlet ölçeğinde işleyen ekonomik düzeni neoliberal açılımla birlikte ulus ötesi ve yerel ölçeklerde esnetildi. Sermayenin sınırsızlaşması ve tüm alanlara doğrudan sirayet etmesine dayanan bu dönüşüm sürecine karşı tutumlar solun önemli kırılma noktalarından birisi oldu.

Solda bir kesim neoliberal küreselleşmeyi demokratik değişimin manivelası olarak görerek destekledi. Ülkemizdeki neoliberal dönüşümün parçası olarak gündeme gelen ve her konuda ortaya çıkan bu ideolojik bulanıklık, muhalefet hareketinin etkisizliğinin kaynaklarından birisi oldu. Emperyalizmin küreselleşme rüzgarlarını arkasına alarak gelişen bu fikirler sonu, siyasal İslamcı rejim değişikliğinin demokratikleşmeye yol açacağı fikri üzerinden ABD politikalarını desteklemeye kadar vardı. Bunun karşısında da emperyalizme karşı çıkmak adına mevcut iktidar yapısını savunmayı temel alan milliyetçi yaklaşımlar yer aldı. Liberal ve milliyetçi sağ savrulma içinde muhalefet hareketi parçalanarak bu dönemde etkili bir siyaset yapmaktan uzak kaldı.

• • •

Bu fikri dağılmanın en önemli sonuçlarından biri, solun bir bölümünün siyasal İslamcı rejimin gelişimini “demokratikleşme süreci” olarak ele almasıydı. Bu, o kesimin ülkenin cihatçı-dinci bir grubun idaresi altına girmesine sunduğu unutulmaz bir katkıdır! Ancak bunca dersin ardından durumun bugün değişik olduğunu söylemek de mümkün değil. Siyasal İslamcı rejime karşı mücadeleyi, ABD ve Batı’nın programından koparmadan, onların müdahalesiyle dolaylı olarak bütünleşerek ilerlemeye çalışan bir hattan söz etmek mümkün. AKP’nin Gül’lerle restore edildiği bir değişime bel bağlayan ve bunun için ABD eliyle gerçekleşecek her tür adımla da uzlaşmaya hazır siyasi akıl, hiç de küçümsenmeyecek bir etkinlik alanına sahip (Diğer yanda da bir kesimin sözde antiemperyalizm adına AKP’nin arkasında saf tuttuğu yeni bir yetmez ama evetçilik türedi. Bu konuda ileri sürdükleri görüşler üzerinde durmaya gerek dahi yok. Bunlar, malum çevrenin ordu eksenindeki siyasetine bir kılıf uydurma uğraşından ibaret).

• • •

“Emperyalizmin sona erdiği, küreselleşme ile birlikte karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin hakim olduğu…” gibi görüşler barındıran tezlere bugün eskisi kadar rastlamak mümkün değil. Öte yandan dünyada artık eski dünya değil.
Küreselleşmenin, AB ve ABD merkezli ilerleyiş hatları özellikle 2000’lerle birlikte kırılmaya uğradı. 2008 krizi sonrasında artık küreselleşme ekseninde kurulan yeni dünyanın geride kalmaya başladığı, emperyalizmin hegemonya kaybının ortaya çıkardığı kapitalist bloklaşmalar etrafındaki paylaşım mücadelesinin yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. Bunun en önemli yansıması bölgemizde sürüp giden savaşın içinde yaşanıyor.

Suriye’de etnik ve mezhep temelli iç savaş, ABD’nin Orta Doğu’da kurmaya çalıştığı yeni düzen arayışının sonucu olarak gelişti. Türkiye’de aslında arkasında 12 Martların, 12 Eylüllerin birikimi olan siyasal İslamcı rejim bunun için kuruldu. Türkiye’de iktidar sahipleri, ABD politikalarına bağlı ve onların tezgahlarında yetiştirilerek iktidara getirildiler. AKP’de, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde, Ortadoğu’da İslamcı iktidar kuşağının parçası olması için iktidara taşındı. Türkiye, ABD’nin bu politikalarına bağlı olarak Suriye’deki savaşın içine sokuldu. Bugün de ABD-Rusya dengesinde ilerleyen savaşın cereyanı altında ve operasyon alanı içinde kalmış bir durumda bağımsız politika geliştirme kabiliyetini tümüyle yitirmiş durumda. AKP, bu sıkışma içinde kimi zaman ABD kimi zaman Rusya dengesine sığınarak ilerlese de bu makas artık iyice daralmış durumda. Bunun en önemli sonucu da Suriye’de, ABD’nin zorladığı parçalanma içinde cihatçılarla alan tutmaya çalışmaktan ibaret bir politikanın bugün ‘yerli ve milli’ olarak sunulmasıdır. (Bunu anti-emperyalizm olarak savunanlara söyleyecek söz yok zaten!)

emperyalizm-uzerine-bazi-hatirlatmalar-445869-1.
Bu hatırlatmalar, emperyalizme karşı hatalı yaklaşımları sıralamanın ötesinde, bu mücadelenin güncelliğine ve yakıcılığına ilişkindir. Kızıldere’nin yıl dönümünde, bunların altını çizmek ayrıca önemli. Devrimci hareket 60’larda emperyalizme karşı mücadele içinde gelişti. 6. Filo protestosundan Commer’in arabasının yakılmasına kadar tüm eylemler, ülkemizi emperyalizme bağımlılık rotasından çıkarma fikrinin sonucuydu.

• • •

Suriye’deki ABD dengesinin bir ucunda da Kürt hareketi bulunuyor. Kürt ulusal hareketi, Suriye’deki iç savaş sürecinin ilk evresinde büyük güçler arasında dengeli bir politika izleyerek, ağırlıkla kendini savunma hattında kaldı. Ancak, daha sonraki evrede Kürt ulusal hareketi iktidar alanlarını korumayı ve geliştirmeyi ABD ile işbirliği içinde gerçekleştirmeye yöneldi. ABD ile kurulan ittifak, Kürt hareketini giderek ABD’nin Suriye politikasının bir kara gücüne dönüştürdü. ABD, Suriye içindeki kontrol alanlarını, Kürt hareketinin merkezinde olduğu askeri güçlerle sağladı. Bu ittifaka yönelik eleştirilere, Kürt hareketi ve belki ondan daha fazla liberal ve kimi sol çevrelerce “milliyetçilik-şovenlik” ifadeleriyle karşılıklar verildi. Soldan kimileri, ABD politikalarına bağlı hareket edilse dahi bunun sorun edilmemesi gerektiğini savunan kallavi yazılar da yazdılar!

Bunların hepsi bir yana şimdi Afrin sonrasında, ABD ile ittifaka ilişkin Kürt hareketi başta olmak üzere bu çevreler bir tartışma içerisine girmiş görünüyor. ABD’nin Suriye planında Afrin’in vazgeçilebilir olduğu görüldü. ABD, şimdi Menbiç dahil başka noktaları da pazarlık unsuru olarak kullanıyor. Bunun sınırının nereye kadar geleceği, Fırat’ın doğusundaki düzenlemelerin nasıl olacağını şimdiden kestirebilmek güç. Burada, Türkiye ile yürütülen pazarlıkların da etkili olacaktır. ABD, bir yandan tavşana kaç tazıya tut derken, öte yandan da hem Türkiye’yi hem de Kürt hareketini ayrı yakalarda aynı politika ekseninde tutmanın da yollarını aramaya devam ediyor. ABD’nin yarattığı yıkım içinde kazanmaya çalışan bir politikanın ortaya çıkardığı sonuçlar bunlar! Bölgemizde bugün halkları etnik ve mezhepsel temelde birbirine kırdıran emperyalizme karşı güçlü bir karşı çıkışın olmamasının en önemli nedeni onun yarattığı yıkım içinde bir gelecek arama fikridir. Emperyalizmin belki de en büyük yıkıcılığı da budur!

Bu hatırlatmalar, emperyalizme karşı hatalı yaklaşımları sıralamanın ötesinde, bu mücadelenin güncelliğine ve yakıcılığına ilişkindir. Kızıldere’nin yıl dönümünde, bunların altını çizmek ayrıca önemli. Devrimci hareket 60’larda emperyalizme karşı mücadele içinde gelişti. 6. Filo protestosundan Commer’in arabasının yakılmasına kadar tüm eylemler, ülkemizi emperyalizme bağımlılık rotasından çıkarma fikrinin sonucuydu. Mahir Çayan’ın ve devrimci hareketin bu konudaki görüşlerini tekrar etmeye gerek yok. Ancak, bugün de demokrasiyi geliştirmenin, halkların özgürce yaşayabilmesinin, emekçilerin kazanabilmesinin emperyalizme karşı mücadeleden bağımsız olmayacağını hatırlamaya gerek var.

Kızıldere’nin arkasındaki bu devrimci düşünceleri sahiplenerek, 70’lerde başardığımızı bir kez daha başarabiliriz!
On’ların anısına sevgi ve saygıyla...

Önder İşleyen / BİRGÜN

1 Nisan 2018 Pazar

Ya cemaat başa, ya cumhur leşe! - Mine G. Kırıkkanat

Cümbür cemaat” sözü, “cumhur cemaat”in bozulmuş halidir. Zaten uyduruk “cümbür” sözcüğü de, “cümbüş” ile “cumhur”un Türk halkına pek yakışan arabesk kaynaşmasından ibarettir. 

Yıllardır kurmaya çalıştıkları İkinci Cumhuriyet, buymuş demek: Cümbüşle cumhurun kesiştiği “cümbür” noktasından, “cemaat cumhuriyeti”ne varıldı. 

Birinci Cumhuriyet ile İkinci Cumhuriyet’in kurucuları arasındaki fark, heyhat! Yalnız zekâ, zarafet, bilgi, birikim, vizyon ve uygarlıkta değil, aynı zamanda fasıl heyetlerindeymiş meğer. 

Böyle bir cemaat cumhuriyetinin fasıl heyetine de elbette çümbüşle eşlik edilir!
Ama kanunla değil.

Oysa Atatürk’ü gerek kendi heyetinden, gerekse İkinci Cumhuriyetin müteahhit ve taşeron kadrosundan, ölçülemeyecek kadar üstün kılan en baş özellik, Türkiye Cumhuriyeti’ni  “kanun” üzerine kurabilmiş olmasıdır. 

Mustafa Kemal, olağanüstü halin ta kendisi Kurtuluş Savaşı’nın en şiddetli, en belirsiz, tehlikenin en büyük olduğu, kazanmakla kaybetmenin arasındaki o ince çizgide, cephe ile Meclis arasında mekik dokuyor, savaşta atılan her adımı bile, TBMM’nin çıkardığı kanunlarla “hukuksal zemine” dayandırıyordu.

***

13 Temmuz 1921’de Yunan orduları Ankara’nın 80 km. yakınına kadar ilerlemiş ve Meclis’te başkentin daha doğuya taşınması tartışılırken, Sakarya Savaşı’nı başlatan ve zaferle sonuçlandıran komutan, TBMM Başkanı Mustafa Kemal’di!


Kurucu Meclis, bir ulusun var ya da yok oluşunu belirleyecek bir kurtuluş savaşının yasama kurumu, savaşın sürdüğü üç yıl boyunca ara vermeden çalışan ve henüz var olup olmayacağı belirsiz yeni Türkiye’yi “hukuk devleti” yapacak, onlarca yasa çıkaran meclistir. 

Öyle bir yapılanmadır ki bu, cumhuriyetin her tuğlası, önceden hazırlanan yasal zemine oturtuluyor, harcı hukukla karılıyordu. Her yasa tek tek, hem de şiddetle tartışılıyor, ayrı ayrı oylanıyordu. 

O insanlar, bir devlet kurduklarının farkındaydılar. İster Mustafa Kemal yandaşı olsunlar ister muhalif, baş sallayıp maaş almak için orada değillerdi. Savundukları ilkeleri ve inançları, cephede savaşan evlatlara saygıları vardı. Meclis’te biri konuşurken oynayacakları cep telefonları, Candy Crush yoktu; ama ahlak vardı, onur vardı. O milletvekillerinin hiçbiri aman tüm yasaları bir torbaya dolduralım, bir kerede oylayalım bitsin, gidip çay içelim, hasbıhal edelim diye düşünmedi. Böyle bir davranış, akıllarına bile gelmezdi. 

Bir de bugüne bakınız. Gecekonduculuktan gelen devletliler; dağları tepeleri işgal, ormanları talan ettikleri, denizleri, gölleri, nehirleri kirlettikleri gibi, cumhuriyetin üzerinde yükseldiği tuğlaları tek tek söküyor, yerine kendilerine benzeyen, çünkü içinde yetiştikleri, gecekonducu, oldubittici etik ve ucube estetiği koyuyorlar.

***

İktidar milletvekilleri torbalara doldurulan çorba yasaları, içinde ne olduğunu bile bilmeden, parti emriyle oyluyor; Meclis’teki işi beyhude itiraz çığırtkanlığı yapmaktan ibaret “Twitter muhalifi” vekillerle birlikte maaşlarını alıp keyiflerine bakıyorlar.
Oysa devlet ve adalet, her şeyden önce kurumlara saygıyla ayakta duran soyut güçlerdir. Bu soyutluğa saygıyı kaldırırsanız ortadan, geriye kaba gücü elinde tutanın somut yaptırımları kalır ki, hukuk tabanından yoksun bu yaptırımlara anarşi denir. Anarşinin de bir ülkeye ne getireceği bellidir: Ya dikta, ya da çöküş.

Bugün hukuku temsil eden yargıya, cüppesinin iliksiz olduğunu unutan yargıcın kızını, partizanın kızanını ve daha nice yandaş yakınını hâkim, savcı atayanlar, sadece liyakati yok etmediler. Toplumda hem adalete saygıyı, hem de devlete güveni ortadan kaldırdılar. 

Türkiye’yi “ya cemaat başa, ya cumhur leşe” düsturuyla yönetenler, bundan böyle ancak korkutarak, ancak zor ve zorbalıkla ayakta kalabilir. Nitekim öyle yapıyorlar.
Ama korku ve zorbalığın bekası yoktur!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Doğan Kuban: Umutsuzluk Yakışmaz - ORHAN BURSALI

Kırmızı Kedi, “Cumhuriyet Bilgeleri” başlığı altındaki serisinin ilk kitabını Doğan Kuban Hoca’nın yazılarına ayırdı: İflah olmaz iyimser bir bilge olan Kuban Hoca’nın kitabının adı: Umutsuzluk Yakışmaz. 


Önce kitabın başlığının çağrıştırdıklarının peşinden gidelim: Doğan Hoca’nın bir umut insanı olduğunu bilirim. Türkiye, Osmanlı ve Rönesans tarihine, Türkiye’nin kuruluşuna ve yarattıklarına ve geleceğe yaklaşımı, derin analizleri hep umut taşır. Kuban, tarihin üzerinden adeta koşar adımlarla geçer, dönemleri birbirine bağlar ve vardığı sonuçların hakikatin bir parçası olmasına ve yeni geleceğin kurulmasında basamaklar oluşturmasına gayret eder ve hepimizin önüne ödevler koyar.

Toplumların yönü nereye? 
Kitabın adı Karamsarlığa Yer Yok da olabilirdi. Hocanın bu umudunun kaynağı, tarihe geniş zaman dilimlerinden bakışıdır. Geçmiş gerçekten geriye değil ileriye, kötüye değil daha iyiye, kötümserliğin yoğunlaştığı zamanlarda birden iyimserliğin çiçek açtığı zamanlara doğru ilerler. 

“Geçmiş daha iyiydi” sözü bazen özlemle dile getirilir ama gerçekten geçmiş daha iyi miydi ve neye göre, hangi açıdan, yaşamın hangi kalemine göre? Toplumların ve insanlığın gerilediğini mi söyleyeceğiz yoksa ilerlediğini mi… Her ne kadar insanlık çok temel sorunlarına henüz kalıcı çözümler ortaya koyamamışsa da ve geleceğin meşalesi gürül gürül yanıyor olmasa da geleceğe yaklaşımımızın iyimser olmasından vazgeçebilir miyiz?

İyilik ve kötülük birlikte var
İyilik ve kötülük iç içedir. İnsanlığın çabası iyiliğin hep üstün geleceği, ağırlıkta olduğu bir yaşam varlığını hedefler. Felsefe de iyiyi, güzeli, hakikati arayış içindedir. Öyle midir gerçekten, yoksa salt umudu koruma düşüncesinin dışavurumu mudur? Umut, yaşamın, daha iyiyi arayışın ve güzelliğin adıdır. Bundan vazgeçmemiz mümkün mü? 
Kaybettiğimiz eleştirel düşünen aydınlarımızdan Ahmet Cemal, Kuban’ın yazıları için “Türkiye’nin yakın kültür tarihinin ender rastlanır bir saydamlıkta çözümlemesidir” diyordu; “Tarihimizin gerektiğinde en uzak köklerine kadar uzanan bu çözümleme, bütünüyle eleştirel düşünce temeli üzerinde yükselmiştir.” 

Kuban’ın haftalık yazıları, önce Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’de, iki yıldır da Herkese Bilim Teknoloji’de büyük bir merakla okunuyor ve toplumda derhal binlerce paylaşıma konu oluyor. İki Bilge konferanslarının meraklıları tanıktır: Yaşadığımız kötücül siyasi ve toplumsal durumlar karşısında yükselen  “Eyvah!” söylemlerine karşı, Doğan Kuban bilgece umudu yeşertmiştir ve çağdaş yaşamı belirleyen unsurların herkesi birleştireceğini ve kimsenin bunun dışında kalamayacağını söylemiştir.

Umut, yaşamın adıdır 
Kötülükler, eninde sonunda hep yıkılmıştır, bunun nedeni belki de, insanlığın akış yönü iyilikten yana olduğu içindir. 

Bu akışın, yazgısal bir yaklaşımda bulunursak büyük bir bilgelik içerdiğini söyleyebiliriz. Yani, tek tek bireylerin düşüncesinden bağımsız, uzun vadede iyiliğe koşan, umudu içselleştirmiş bir bütünsel insaniliğin varlığını belki düşünmeliyiz... Çünkü yıkıntılar arasından toplumların dünyası her zaman yeniden kurulur. 

Belki insanlığın geçmiş yaşamından yeterince ders alamadığından veya kötülüğün geçici egemenliğini engelleyemediğinden, sistemde bir yanlışlıktan bahsetmeliyiz. 
Umutsuzluk Yakışmaz kitabının konuları ve içerdiği düşünceler üzerine iz sürüyorum kaçıncı kez. Toplum, Çağdaşlık, Kültür, Düşünce, İslam, Kent, Kaos, Cumhuriyet başlıkları altında toplanmış 58 yazının her biri, bir Rönesans insanının eleştirel süzgecinin nasıl çalıştığının ders dolu örnekleridir. Bazen cehaleti ele alır yerden yere vurur, bazen de kurtuluşun yolu olarak halkın aydınlatılmasını önerir. 

Ben ise halkın yüz binlerce öncü kadrosunun adanmışlığıyla toplumun değişebileceğini düşünürüm. 

Umutsuzluk dağıtır, bireyi içine kapatır, onun tüm ilişkilerini kopartır ve salgın hastalık gibi yayılmasını sağlar. Kötülüğün sürmesine yarar. 

Oysa düşünceye, insana, aydına Umutsuzluk Yakışmaz, hiç mi hiç! 
Kuban kitabıyla hepimizi her şeyi yeniden düşünmeye çağırıyor.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Yine aynı plak; "Camileri ahıra çevirdiler.. - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Son dönemde sağlık camiasının bir sloganı öne çıkıyor;
" Ne yersen O'sun..."
Sağlıklı beslenirsen sağlıklı kalırsın, zehirli gıdalar yersen bir süre sonra ona dönüşürsün...
Bilgi de her insanın düşünce dünyasının gıdası değil mi?
Sağlıklı bilgiye ulaşmak, sağlıklı gıdaya ulaşmak kadar zorlaşıyor...

***

Özellikle Cumhuriyet tarihimizle ilgili GDO'lu, yani genetiği değiştirilmiş bilgiler; doğrularla yalanlar harmanlanarak topluma yedirilmeye çalışılıyor.
 Atatürk'ün tokadını yemiş emperyalizm, Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak, içeride Atatürk Türkiyesine düşman gerici unsurlarla iş birliği içinde yeni bir tarih yazıyor...
Son yıllarda yandaş kanallardaki "besleme tarihçilerin" halkı geçmişinden soğutmaya yönelik açıklamaları, Kurtuluş Savaşı'nın kahramanlarına ve onların kurduğu Cumhuriyet'e sıktıkları iftira kurşunları ile bu yıkıcı faaliyet hız kazandı.
Yine, tek partili dönemde camilerin ahıra çevrildiği, camilerin kapatıldığı plağı dönmeye başladı...
Bu iddiaları dile getirenlerin GDO'lu tarihçiler tarafından bilgilendirildiği ortada... Özellikle çocukluk yaşından itibaren Cumhuriyet tarihi yalanlarına maruz kalanlarda, bu katılaşmış, betonlaşmış hormonlu bilgileri yıkmak kolay değil...
Soğuk Savaş döneminde, (yakın zamanda Suudi prensin de itiraf ettiği gibi) maaşını Suudi Arabistan'dan alan bazı imamlar üzerinden cami cemaatlerine, oradan da aile sohbetlerine konu edildi Cumhuriyet tarihi yalanları...
Körpecik, masum beyinler yalanlarla yıkandı...
Emperyalizm; Çanakkale'de, Anafartalar'da, Conkbayırı'nda... Sakarya'da, Maraş'ta, Urfa'da, Adana'da... Memleketin batısından doğusuna, güneyine her tarafında almış olduğu yenilgilerin öcünü, yıllar içinde; "eğitim sisteminin içine sızarak" iktidarları belirleyip, muhalefeti dizayn ederek almaya çalışıyor...
Yeri gelmişken belirteyim; bir "moda" gibi yayılan, internetten "etnik köken araştırmalarının da" benzer bir ayrışmayı tetiklemek için yapıldığını düşünüyorum.
Tarihine, kimliğine, kültürüne, kurucu değerlerine, kahramanlarına düşman edilen bir milletin dikiş tutması da mümkün değildir...

***

Cumhuriyet tarihi yalanlarında, Atatürk ve Cumhuriyet'e ağır saldırı ve hakaretleri ile "ünlü" Mehmet Şevket Eygi'nin payı büyük... Eygi bu yalan ve iftiralarını bir kitapta toplamış, Cumhuriyet döneminde; kapatılan, saz evi ve depo olarak kullanılan, tuvalete dönüştürülen(!), içki evi yapılan camilerin sözde hazin hikayesinden söz etmiştir!
Günümüzdeki bazı siyasi kadrolar da zaman zaman neredeyse aynı cümlelerle bu yalanı tekrar eder hale gelmiştir.

***

Mesele Cumhuriyet tarihi yalanları olduğu için, bu konuda ciltlerle belgeli kitap yazan değerli dostum Sinan Meydan'ı aradım.
"Öncelikle" dedi, "İslam'da cami fetişizmini yapanlar Emeviler'dir... İslam'ın ilk yıllarındaki mütevazı mescitler Emevilerle birlikte gösteriş ve şov aracı haline getirilmişlerdir. Dindarlığın göstergesi; küçücük mahallelerde ardı sıra cami yapmak değildir. Üstelik bu camilerin altı dükkan, çay ocağı olarak işletilmektedir."
  Cumhuriyet'in cami politikasının ihtiyaç kadar cami olduğunu söyleyen Meydan, 1927 yılında 14 bin 425 okula karşılık 28 bin 705 cami olduğunu hatırlatıyor:
"O dönemde bazı camilerin ihtiyaç fazlası olduğu için kapatıldığı doğrudur, düşünün 14 milyon nüfuslu bir ülkede 29 bine yakın cami vardı. Cumhuriyet, savaşta yanmış, yıkılmış, harap olmuş camiler de dahil tüm camileri bir yıl boyunca titizlikle incelemiş, gerekli olanları onarmış, gerekli olmayanlara da kaynak harcamamıştır..."
Meydan üzerine basarak şu gerçeği söylüyor; "... camiler asla ahır, tuvalet, eğlence merkezi yapılmamıştır! Bu insafsızca bir iddiadır..."

***

Yazının başında belirttiğim; "doğrular ile yalanlar harmanlanıyor, GDO'lu bir tarih yazılıyor" cümlemin de sebebi işte bu:
Genç Cumhuriyet'in ihtiyaç fazlası camileri kapatması, harap ve yıkık olan ancak kullanımına gerek olmayanlara "bütçe" ayırmaması olgusu, hormonlu yalanlarla "Camiler ahıra dönüştürüldü, tuvalet yapıldı!" iddiasına çevrilerek topluma anlatılıyor...
Çarpıcı bir örnek ile bitireyim, yine Sinan Meydan'ın anlatımı ile;
"Camilerin bazılarını İsmet İnönü depo yapmış, kapısına kilit asmış, önüne asker dikmiştir... Yalancılar bunun asıl nedenini gizliyor. Neden bazı camiler depo yapılmıştır? Çünkü İnönü, İkinci Dünya Savaşı'nın kapımıza dayandığı dönemde, uçaklarla kentlerin bombalandığı, yıkıldığı süreçte, savaşa girmek zorunda kalırsak, dini ve kültürel değeri yüksek hazinelerimizi korumak için onları İstanbul müzelerinden uzaklaştırmış, Anadolu'nun orta yerindeki bazı camileri geçici depoya çevirerek buralarda korumuştur. Bir düşman saldırısında hem İstanbul'dan uzakta hem de ibadet yerlerinin bombalanmayacağına dair inançla bunu yapmıştır..."

Topkapı Sarayı'ndaki eşsiz kutsal emanetlerin, bu emanetlerle ilgilenen özel görevlilerle birlikte Niğde'ye götürüldüğünü ve güvenlik nedeni ile ibadete kapatılan bazı camilerde, koruma altına alındığını da belirtelim...

İşte camiler kapatıldı, ahır yapıldı iddialarının, genetiği değiştirilmeden önceki hali böyle...
Sağlıklı bir ülke, sağlıklı nesiller için, iyi ve güvenilir gıda kadar, hormonsuz bilim insanları, hormonsuz siyasetçiler, gazeteciler de şart...


 Tuncay MOLLAVEİSOĞLU - YENİÇAĞ

31 Mart 2018 Cumartesi

Sirk Çadırı - ERHAN NALÇACI

Uzun süredir sirkler tükendi. Çocukluğumda arkası akasına sirkler Türkiye’ye gelir, sirk çadırı kurulur, dayakla ve eziyetle eğitilmiş hayvanların, kaba bir güldürüye dayanan palyaçoların ve hayatını riske etmeyi satan cambazların gösterilerini izlerdik.
Bu tuhaf gösterinin on yıllarca devam etmesini sağlayan şeyin bizim beğenimiz ve alkışlarımız olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz.

Dünya; medyası, kanlı gösterileri, gaddar hayvan eğitimcileri ve palyaço karışımı yöneticileri ile bir sirk çadırına dönünce bu eğlencenin modası geçti.

***

ABD ve müttefikleri on yıldır abluka altında can çekişen Irak’ta kitle imha silahları olduğunu iddia ettiler. O zaman İngiltere başbakanı olan Blair kitle imha silahlarının varlığını konusunda yemin etmişti.

Bu bahaneyle Irak’a yapılan insanlık dışı saldırıda yüz binler katledildi, ancak hiçbir yerde “kitle imha silahı” bulunamadı, Blair birkaç yıl önce söyledikleri yalandan dolayı özür diledi. Bu arada daha önce Yugoslavya ve sonra Irak saldırılarında NATO’nun kullandığı uranyumla zenginleştirilmiş bombalar nedeniyle kendi askerleri de dâhil olmak üzere sayısı tam olarak saptanamayan binlerce insan kansere yakalandı.

***

ABD’nin Rusya’yı kuşatmak ve zayıflatmak, Almanya’nın toprak kazanmak için Ukrayna’yı elde etmeye ihtiyacı vardı. 2014’te çıkan ve bir “renkli devrim” provasına benzeyen olaylarda her iki taraftan çok sayıda kişi silahla vuruldu. Kısa bir süre önce bu faşist darbeyi desteklemek amacıyla Gürcistan’dan paralı keskin nişancıların getirildiği belgelendi. Keskin nişancılar Maidan Meydanı’nı gören otellere yerleştirilmiş ve onlara orada temin edilen tüfeklerle her iki taraftan insanlara rastgele ateş etmişler.


Şimdi Ukrayna NATO’ya girme girişiminde bulunuyor ve Karadeniz’de yapılan NATO tatbikatlarına destek veriyor.

***

NATO şemsiyesinde ABD ve müttefiki emperyalist ülkeler Petersburg’a 10 dakika uçuş mesafesinde olan Baltık ülkelerine büyük bir askeri yığınak yaptılar, içinde ABD tank taburları da olmak üzere adeta Rusya sınırı bir askeri kampa dönüştü.
Karadeniz ise, sürekli olarak ABD’nin yönettiği ve Türkiye gibi ülkelerin de katıldığı büyük askeri manevralara sahne oluyor. Bütün bu askeri hareketlilik Rusya’nın işgal girişimine karşı diye takdim ediliyor.

***

İki taraflı casusluk yapan ve bir karşılıklı casus iadesinde İngiltere’ye gönderilen eski Rus ajanın İngiltere’de kimyasal saldırıya uğradığı söylendi. İnandırıcı bir belge ve araştırma olmaksızın saldırı İngiltere tarafından Rusya’ya yıkıldı. Bu hemen ABD, Fransa ve Almanya’da yankılandı ve Rusya’yı uluslararası ortamda izole etmek için NATO ülkeleri Rus diplomatları sınır dışı etmeye başladılar.

***

Bu tezgâhın sirk çadırının bir gösterisi olduğu öylesine belli ki. Açıkça bir savaşa hazırlanıyorlar ve her türlü kirli senaryoyu daha önce de sahneye koydukları gibi oynuyorlar.

Birçok kere bu köşede Rus sermaye sınıfına karşı beslediğimiz kinin çok büyük olduğu yazıldı. Sovyetler Birliği’ni yıkan ve emekçi sınıflara ait mülke el koyarak ortaya çıkan bu sınıf hırsızlığının yanında dünyanın böylesine bir felaketin eşiğinde bulunmasının suç ortaklığını taşıyor.

Ama bu, İngiltere’nin göbeğinde Rusların kimyasal silah kullanmasının büyük bir yalan olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Sirki yaşatan nasıl bizim aptal alkışlarımızsa, bu sirk çadırının altında her türlü yalanı üzerimize salgılamalarını sağlayan da bizim buna boyun eğmemizdir.
Oysa çadırı yıkıp açık havaya, özgürlüğe ve akıllı bir dünyaya çıkmamız gerekiyor. Bunun için toplumun bir ön hazırlık yapması gerekli.

Bu bağlamda, bugün Beşiktaş’ta emperyalizme ve NATO’ya karşı toplanan gençlere selam olsun.

Erhan Nalçacı / SOL

Minareler süngü, kubbeler miğfer - ORHAN GÖKDEMİR

Doğan Kuban bilge mimarlarımızdan biri. İlerlemiş yaşına rağmen üretmeyi kesintisiz sürdürüyor. Geçen yıl yayınlanan “Türk Ahşap Konut Mimarisi”ni yakında keşfettim. Fırsat kolluyorum okumak için. Kuban, Türk-İslam sanatının da uzmanlarındandır. Yıllar önce editörlüğünü yaptığım bir TV programı için kapısını çalmıştım. Yaptığımız o uzun söyleşiden o cümle çakılıp kalmış hafızama. Söz dönüp dolaşıp AKP’nin mimari uygulamalarına gelince şöyle demişti: “Bunlar kendine muhafazakâr diyor. Muhafazakâr olmak için muhafaza etmek lazım. Muhafaza etmek için de bir şeyleri beğenmelisiniz. Bunlar hiçbir şeyi beğenmiyor, neyi muhafaza edecekler?”


Beğendikleri tek şey göçüp geldikleri köy veya kasabalarda gördükleri o ilk cami. Onun da ne sanatı, ne mimarisi, ne estetiği var. Bir kubbe ve bir minareden ibaret çoğu. Mevcut cami mimarisini Allah’ın emri sanıyorlar haliyle. Ne kubbenin kökeninden, ne minarenin tarihinden haberleri var. İbadethanelerinin altına iş yeri yapılmasına itirazları yok ama minaresiz, kubbesiz camiyi görünce kırmızı görmüş boğa gibi saldırıyorlar. Toprak yitirdi kutsiyetini, parayı geçirdiler yerine. İş yerlerine secde ediyorlar beş vakit.

***

Kadın oyunculara yaptığı aşağılama ile gündeme gelen Meclis Başkanı İsmail Kahraman iktidarı elinde tutan o nevzuhur muhafazakârlarımızdan biri. Ta “Kanlı Pazar”dan biri üstlendiği bir misyon var, nefes alıp verdiği her an o misyona uygun davranıyor. Düşman eski olan ne varsa. Yıkmaya meyilli…

Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne sahip olan Meclis Camii'nin yıkılması için de uzun süredir uğraşıyordu. Geçen hafta bu yolda önemli bir adım attı. TBMM Camii’nin bir parçası olan ve minare yerine dikilen Selviler, Meclisin kapalı olduğu bir zaman kollanarak onun talimatıyla kesildi. O Selviler oraya 1989’da caminin hizmeti açıldığı yıl dikilmişti. Yani Meclis Camii artık minaresiz. Kestirdi minareyi, odun yaptırdı. Ne doğaya saygısı var, ne yeşile tahammülü. Kubbeye ve minareye tapıyorlar sadece. O da ağaç olmamak şartıyla…
Bilen bilir, minaresi olmadığı gibi kubbesi de yoktur Meclis Camii’nin. Tek katlıdır ve düz bir çatısı vardır. Önünde bir havuz uzanır. Mimarı Behruz Çinici şöyle açıklamıştır bu yapının mimari mesajlarını; Müslümanlar toprağa secde eder. O yüzden yapı zemindedir. Minare ve kubbe caminin asli unsuru değildir, İslamiyet’ten çok sonra bu mimariye eklenmişlerdir ve zamanının mimari zorunluluklarından kaynaklanır. Yani betonarme binada kubbeye gerek yoktur. Hoparlör varsa minare gereksizdir. Havuzun amacı ise dekorasyon değildir. Müslümanlar ibadet için camiye girerken ve çıkarken suda suretlerini görsün, titreyip kendine dönsün diyedir.

Fakat artık nevzuhur Müslümanların kendi suretlerini görmeye tahammülleri yok. O kadar günah işlediler ki görmesin, görülmesin istiyoryorlar.

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan diyor ki, "Bu eser Müslümanlığın ilk ibadethanesinden esinlenerek yapıldı. Bu yüzden bu caminin ne kubbesi ne de minaresi var. Bunun yerine bir Selvi ağacı minare olarak stilize edilmişti." İsmail Karaman ne bilsin. O Selvilere bakıp dine bir saldırı görüyor. Zaten yoldaşlarından bazıları da camiyi kiliseye benzediği gerekçesiyle hedef almışlardı. Benziyor, evet. Hangisi benzemiyor ki. Bakın Sultanahmet’e, Ayasofya’nın birebir kopyasıdır. Camiler esinini kiliselerden almışlardır. Sadece Çan kulesinin yerinde minare yükselir. Birisinde çan çalar, öbüründe aynı işi müezzinin sesi üstlenir.

Selvilerini kestiler. Bütünüyle yıkacaklar yakında o ödüllü eseri. Yerine hep birlikte dolaşacakları kubbeli, minareli devasa bir yapı yükseltecekler. Havuz olmayacak avlusunda. Girerken kimse suda suretini görüp dehşete kapılmayacak…

***

Atatürk Kültür Merkezi’nin temelleri 1946’da atıldı. 1953’de açılması planlanıyordu ancak inşaat 1969’da tamamlanabildi. Aynı yılın Nisan’ında Devlet Opera ve Balesi’nin “Aida Operası”yla açıldı. Bu büyüklükteki bir kültür merkezi, ülkemiz için bir ilkti.
Mimarı Hayati Tabanlıoğlu. Binada 1320 kişilik büyük salon, 700 kişilik konser salonu, 350 kişilik oda tiyatrosu, 350 kişilik çocuk tiyatrosu, sanat galerisi, 400 kişilik lokanta salonu, çeşitli yönetici odaları ve diğer yan tesisler bulunuyordu. Çeşitli eğilim ve kademeler verebilen altı tane podyumlu esas sahnesi; alt, arka, iki yan ve döner sahnesi vardı.

27 Kasım 1970’de Arthur Millerin “Cadı Kazanı” oynanırken sahnenin üst kısmında başlayan yangın, az zamanda bütün yapıyı sararak küle çevirdi. Yangında Topkapı Sarayı’ndan getirilip sergilenen pek çok tarihi eser de yanıp kül oldu. Büyük bir çabayla onarıldı bine. Sahne tekniği çalışmaları Alman Mimar Willi Ehle, mimari çalışmalar ise Hayati Tabanlıoğlu tarafından hazırlanıp uygulandı. İç dekorasyonu değiştirildi. Lokanta salonu sanat galerisi haline getirildi. Bina, “Atatürk Kültür Merkezi” olarak 1977-1978 sezonunda yeniden hizmete açıldı.

Eksiğiyle fazlasıyla Cumhuriyet döneminin bir anıtıdır AKM. Onu da yıkıyorlar şimdi. AKM iş makinaları tarafından alaşağı edilirken karşısında koca bir cami yükseliyor. Tabii minaresi ve kubbesi ile birlikte. Mimarı kim, bilmiyoruz. Avlusunda havuz olmayacak, bunu biliyoruz…

***

12 bin 500 kişilik kapasitesiyle ülkenin en büyük spor salonlarından biri olan Abdi İpekçi’nin mimarları ise Ragıp Buluç, Ziya Tanalı ve Ercan Yener. Temeli 1979 yılında atılan spor salonuna, aynı yıl suikast sonucu öldürülen gazeteci Abdi İpekçi’nin adı verilmiş. 3 Haziran 1989’da Amerikan Harlem Wizards ve Washington Generals takımlarının yaptığı gösteri maçıyla hizmete açılmış. 2004 yılında Türkiye’de gerçekleştirilen Eurovision’a ev sahipliği yapmış. Yani ülkenin böylesine büyük organizasyonları yapabileceği tek salonuydu Abdi İpekçi.

Yıktılar Abdi İpekçi’yi de. Şimdi büyük bir depremin tokadını yemiş gibi kendi üzerine çökmüş halde akıbetini bekliyor. AKP’nin yan kuruluşu haline getirilen Türkiye Basketbol Federasyonu, yıkılan Abdi İpekçi’nin arazisinde, Basketbol Gelişim Merkezi adıyla yeni bir tesis inşa edileceğini açıkladı. Neden orada, neden illa yıkarak yapıyorlar belli değil. Eski olan hiçbir şeye saygıları yok. Cumhuriyetin yaptığı her şeye kin besliyorlar. Abdi İpekçiye tu kaka, Mustafa kemal bir nefret objesi. Yakında bütün kültür merkezlerini, bütün spor salonlarını kubbeli ve minareli yaparlarsa kimse şaşırmaz.

***

Malum Marmaray inşaatı sırasında Yenikapı’da Bizans Limanı’nın kalıntıları çıktı karşılarına. Çok sinirlendiler bu rastlantıya. Alelacele kazı yaptırdılar ve kaldırıp attılar geri kalanı. Zamanın başbakanı şöyle değerlendirdi bu talihsizliği; "Aslında Marmaray 2010’a yetişebilirdi. Bize gecikmek yakışmaz, ertelemek yakışmaz. Sürekli yok arkeolojik şey, yok çömlek çıktı, yok şu çıktı, yok bu çıktı ile önümüze engeller koydular. Bunlar insandan çok daha mı önemliydi? Bundan sonra ne olursa olsun engel mengel tanımıyoruz. Yok kuruluydu, yok yargısıydı bunlara takılıp kaldık. 3 sene bizi engellediler Bundan sonra engel mengel tanımıyoruz, bedeli ne olursa olsun…”

Ne Bizans kalıntısı, ne Cumhuriyet anıtı; Tanımıyorlar artık engel mengel. Osmanlıysa duraklıyorlar sadece, sonra onu da yıkıp geçiyorlar. Üsküdar meydanına bakın inanmıyorsanız. Üsküdar’da yaptıkları gibi Yenikapı limanının üstüne beton dökmekle yetinmeyip kıyısını da doldurdular. Tarihi Yarımada’nın o bölümünde kocaman, kanserli bir ur var şimdi. Tek işlevi AKP’nin miting alanı olması.

Göbeklitepe’ye beton döktüler. Aspendos Antik Tiyatrosuna mutfak mermeri döşediler. Sivas’taki Selçuklu Sultanı Türbesinin çinilerini öyle bir restore ettiler ki sanırsın türbede yatan soytarılar kralıdır. IŞİD ülkeyi işgal etse ne yapar diye merak ediyorsanız dönüp bir daha bakın ülkeye.

Ülkenin tamamı kendine muhafazakâr diyen bir çetenin tasallutu altında. On binlerce Tayyiban kamyonu her yanda hafriyat taşıyıp duruyor. Önlerine ne çıkarsa yıkıp yerine yenisi yapıyorlar. Gömüyorlar vatanı. Beton döküyorlar üstüne ki bir daha başını kaldırmasın.

“Minareler süngü kubbeler miğfer” nidasıyla başlamıştı bu hikâye. Doğruymuş…

Orhan Gökdemir / SOL

Sadece medya hamuru değil aynı zamanda Selefi çukuru - ERK ACARER

13 Ekim 2015 Salı günü; Gar Katliamı’ndan 3 gün sonra… Hava kararırken ince bir yağmur, Keçiören Adli Tıp Merkezi’nin önüne kurulan çadırın üzerine düşüyor. Cenaze sayısı fazla olduğu için sonradan kurulan bir çadır. Bir cenaze aracı geliyor, kayıplarını arayanlar, ona doğru koşturuyor. Ceset torbasının içinden bir insan bacağı çıkıyor sadece. Türkçe ve Kürtçe ağıtlar yükseliyor. Gönüllü koordine merkezi günlerdir ulaşılamayan kişileri arıyor, listelere bakıyor, sabırla ailelere bilgi veriyor. Çadırın karşısında müştemilata benzer bir yapı var. Afet ve Acil Durum Yönetmenliği Başkanlığı (AFAD) görevlisi içeride çay içiyor. “Bir bilgi verir misiniz?” Cevap, ‘cevap’ bile değil: “Bilgi filan yok!” Ateşin düştüğü yerde, ailelere de aynı şekilde muamele, sert, mekanik, baştan savma hatta suçlayıcı! Cenaze arabaları gidip geliyor… “Sizin göreviniz ne? Ölüler bizim. Yoksa bizden değil misiniz?” Karşılık basit: “Çıkın dışarı!”

AFAD kartı
‘Dışarı çıkanların’, IŞİD bölgeleri Telabyad, Cerablus’a geçenlerin önemli bir kısmı AFAD kamplarını kullandı. İçeri girenlerden kamplarda kalanlar oldu. Kâh sohbetle, kâh ailelere para verilerek genç insanlar devşiriliyordu. Doğum tarihi bölümünde 01.01.1992, doğum yerinde Telabyad yazıyordu. 2015 yılında eylem yapmak için Kobani’ye sızan ancak burada öldürülen IŞİD’ci Ahmed Hasan’ın üzerinde AFAD’a ait kimlik kartı bulundu. Urfa, Akçakale kaymakamlığı tarafından düzenlenen kimlik kartı, ilçedeki Süleymanşah misafirhanesinde kalma hakı da veriyordu.

HDP Urfa Vekili Osman Baydemir, o günlerdeki Meclis konuşmasında durumu anlattı. Vekilliği düşürülen, Urfa Milletvekili İbrahim Ayhan ise, İçişleri Bakanlığı’nın yanıtlaması isteği ile verdiği soru önergesinde bazı önemli noktalara değindi: “…Buna benzer birçok IŞİD çetesinin AFAD’ın kamplarında barındığı, şehir merkezinde hücre evlerinin hatta hastanelerinin bulunduğu iddia edilmektedir. Bunlara dönük Bakanlık olarak Terörle Mücadele Kanunu kapsamında bir operasyon talimatınız olacak mıdır? Tüm bu iddialara dönük kamuoyuna Bakanlık olarak bir açıklamanız olacak mıdır?”

AFAD açıklama yaptı: “Söz konusu kişi 18.09.2012-16.08.2013 tarihleri arasında Akçakale’de bir çadır kentte kalmıştır.”

‘Ilımlılar’ bana bela olacak
IŞİD tehlikesi bertaraf edildi! Lanetli bir örgüttü. ‘DEAŞ’la inkâr edilen samimiyet, somut veriler, bilgiler, belgelerin gölgesinde kaldı. IŞİD ile ‘aynı bağın gülü’, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) konusunda ise farklı bir yol izlendi. İlişkiler hiçbir zaman gizlenmedi, ÖSO’ya açıktan destek verildi, ortak operasyonlar yapıldı. Şehirler zaptedildi. Türkiye’nin yakın bir gelecekte başını hem dışarıda hem de ileride çok ağrıtacak bir konudur.

İnkâr-yalan
Afrin operasyonu bitti. Sıra bölgede bir Sünni kemeri kurulmasına geldi. Bölgedeki Ezidilere yapılanlar ile ilgili çarpıcı iddialar var. Ezidi kuruluşu Yazda’nın kurucusu ve yöneticisi Murad İsmail, Afrin’e ilişkin olarak, şunları aktardı, Afrin’in kimi yerlerinde ÖSO üyelerinin Ezidi kadınları çarşaf giymeye zorladığını, Ahrar’uş Şam’ınsa Ezidilere zorla İslam eğitimi verdiğini söyledi. Görüştüğümüz Ahrar yetkilileri ise bu durumu külliyen reddetti: “Bu Ezidileri nereden buluyorsunuz siz, Afrin’de Ezidi yok!” Önemlidir aslında, bir deşifre ya da asimilasyon-inkâr arasındaki bağdır.

Geçen haftanın gündeminin en önemli başlıklarından biriydi. Habertürk televizyonunun 27 Mart tarihli özel yayınında, kanalın genel müdürü Veyis Ateş’e konuşan Afrinliler, Türk Silahlı Kuvvetleri’yle (TSK) birlikte hareket eden ÖSO milislerinin yaptığı ‘talan ve zulmü’ anlattı. Ancak her şey ‘YPG zulmü’ olarak aktarıldı. Türkiye tarihine vurulan yüz karası bir habercilik örneğiydi. Medyanın, düştüğü çamuru gösterdi.

Organize işler
Ancak aynı konuyla ilgili başka kritik meseleler üzerinde yeterince durulmadı. Afrin’de YPG’ye atfedilen, ÖSO talanı ve ahlaksızlıkları şöyle anlatılıyordu: “15 yaşındaki kızlarımıza tecavüz ettiler, mallarımızı paralarımızı çaldılar.” Habertürk’e yüzü kızarmadan çeviri yapıp, yüzü kızarmadan tanık ifadelerini değiştiren kişi ise Mehmet Beşir Kurnaz isimli şahıstı. Üzerinde AFAD yeleği, kitlediği sosyal medya hesabının profilinde AFAD’a ilişkin bir fotoğraf var.

TSK ile birlikte Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarına katılan ÖSO mensupları, Türkiye’den ‘gazilik’ ve ‘şehitlik’ unvanı istedi. Kuvayi Milliyedir hepsi, haklarıdır!

Türkiye’nin düştüğü yer, sadece medya çamuru değil aynı zamanda Selefi çukurudur.

Tek tip, mezhepçi, işgalci, ganimetçi bir yapı hızla kurumsallaşıyor. ÖSO’su ile medyası ile ‘insani kurumları’ ile organize işler hepsi. Kullanışlı Suriye iç savaşıyla birlikte, bir enkaz daha inşa edildi: Uçurumun kıyısında Türkiye. Barışı savunanlar, ortak bir yaşam isteyenler, samimiyetle çağdaş bir ülke için çabalayanlar dışında gören yok.

Yoksa siz bizden değil misiniz?

Evet değilsiniz.

Erk Acarer / BİRGÜN