5 Mayıs 2018 Cumartesi

Marx olmasaydı! - ERHAN NALÇACI

Bundan tam 200 sene önce bugün Almanya’nın Trier kentinde Brückengasse sokağı 664 numaralı evin ikinci katında bir çocuk doğdu. Merak ediyorsanız söyleyeyim, sakalsız doğmuştu, henüz komünist olmadığı için kuyruğu da yoktu!

Bir peygamber adayı olarak dünyaya gelmemişti ama gözünü açtığı çağ ve mekân görülmemiş bir alt üst oluşu ve devrimleri çağıran bir nesnelliğe sahipti. Almanya hızla kapitalistleşmesine karşın burjuva devrimi gecikmişti. Marx’ın doğduğu Ren bölgesi Almanya’nın en sanayileşmiş ama Fransız devriminin etkisine en fazla maruz kalmış bölgesiydi. Bir yandan tarihte hızla sahnesini alan işçi sınıfı eylemleri 19. yüzyılın ilk yarısında yükselirken Almanya devrimini sırtlayacak bir sınıf arıyordu. Ama nafile, burjuvazi tarihsel rolünden korkuyla kaçıyor ve gerisinde sadece eyleme dönüşmeyen Prusya devleti altında üretilen gelişkin bir felsefe bırakıyordu.

Marksizm işçi sınıfının dünya görüşü, siyasi programı ve eylem kılavuzu olarak bu koşullarda doğdu. Birazdan Marx olmasaydı ne durumda olurduk diye bakacağız ama burada temkinli olmakta yarar var. Çünkü Marx olmasaydı da başka birilerinin o çağda, bu veya şu içerikle, aynı ilkeleri keşfedeceğinden eminiz. Ayrıca Engels’in ve sonraki devrimcilerin kuramsal katkısı da bulunuyor.

Bu yüzden en iyisi soruyu Marksizm olmasaydı, diye formüle etmek.
Bir kere Marksizm olmasaydı, toplumsal eşitsizliğin kaynağını kavrayamayacaktık. Toplumsal eşitsizliğin akıllı insanların yoksullara da iş olanağı sağladığı girişimlerden doğduğunu düşünecektik. Bu hayırsever girişimcilerin kârlarını pazarda fiyat oyunlarıyla elde ettiklerini sanacaktık. Hâlâ egemen düzen bunu vaaz eder, burjuvazinin bağışları, yurtları, hobileri, duyguları, evleri… Hatta “işveren” kelimesi bile yoksullara sahip çıkan, doyuran imajı yaratır.

Ancak Marx sömürünün kaynağında işçilerin saatler boyunca bedava patron için çalıştırılan bir düzen ve üzeri güzelleme ile örtülmüş bir hırsızlık mekanizması olduğunu gösterince işin rengi değişti, uzlaşması mümkün olmayan bir sınıf mücadelesi tanımlanmış oldu.

Marx’ın döneminde insanlığın nasıl kurtulacağına ilişkin, o zaman devrimci özellikler de taşıyan küçük burjuvaziye veya onun ufkunu aşamayan kuramcılara ait bir sürü görüş bulunuyordu.

Eğer Marksizm olmasaydı, büyük olasılıkla hâlâ zenginlerin çeşitli kooperatifler kurarak sosyalizmi inşa edeceklerine dair bir umut besliyor olacaktık. Bazı hayırsever sermayedarların ikna edilmesine bakacaktı kurtuluş.

Veya bütün işçilerin küçük sermayedarlara dönüşeceği bir düzen arayışına karşı bir yanlışlık olduğunu fark etsek de ne diyeceğimizi bilemeyecektik.

Bugün hâlâ sermaye ve emperyalizmle barışık bir komün düzeni vaaz edenler yok mu? Neyse ki aklımızı karıştırma yeteneğinde değiller.

Veya daha iyi bir “demokrasi” için mücadeleye adanmış sol ideolojik olarak bu kadar biçare kalmayacak, etrafı kaplayacaktı.

Marx’ın insanlığın kurtuluşu için işçi sınıfının siyasi iktidarını ve bu iktidar altında üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin sağlanmasını formüle etmesi çığır açıcı bir keşifti.
Bu, yukarıda bahsettiğimiz burjuvaziye dayalı bütün kurtuluş teorilerini darmadağın etti. Burjuvazinin önümüze tekrar bir sandık koyduğu bu günlerde burjuvaziye dayalı bir kurtuluş hayal edenler Marx’ın alaycı bakışlarını kendilerine çekiyorlar.

Saçmalıklar tek değil, her yönden geliyordu. Eğer Marksizm işçi sınıfının iktidarı ele geçirdikten sonra devletleşmesini sosyalist kuruluş için teorize etmeseydi ve reel sosyalist deneyim tarafından sağlaması yapılmasaydı, anarşistlerin her türlü devletin acilen yıkılmasına ilişkin abukluğu bugün işgal ettikleri marjinal yere göre çok daha saygın ve etkili olacaktı.

Marksizmin toplum tarihinin soyutlanabilir mekanizmaları olduğuna ilişkin genellemesi de çok önemliydi. Aksi takdirde nesnel mekanizmalar yerine konan “ileri demokrasi”, “vesayet rejimi”, “Osmanlı seviciliği”, “Kurtuluş savaşı biricikti”, “Hepimiz aynı gemideyiz”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”  ve bütün bulara ilişkin saçmalıklar yağmuru karşısında çok daha çaresiz kalıp ıslanacaktık.

Ayrıca Marksizmin bütün doğa tarihi boyunca maddenin hareketine ilişkin ulaştığı genellerin yaptığı kılavuzluk büyük bir değere sahipti. Böyle bir kılavuza sahip olmasaydık, bugün kendi alanı dışında her türlü saçmalığı üretme özgürlüğüne sahip ve düzenin ideoloğu olan bilimcilere karşı kendimizi güvencede hissetmeyecektik.

Nice yıllara koca Marx, görüşlerin toplumsal mücadeleler boyunca test edildikçe insanlık kurtuluşa biraz daha yaklaşacak.

Erhan Nalçacı / SOL

Ve evler ve duvarlar ve semtler ve gölgeler - ORHAN GÖKDEMİR

Küçükçekmece’de oturuyorum. Basın Ekspres yolundan geçiyorum günde birkaç kez. Dünyanın en çirkin en biçimsiz yapıları bu hat üzerinde. Daha havaalanı kavşağını geçmeden başlıyor çirkinlik. Birkaç yıl önce dere yatağını Cemaate peşkeş çekmişler, yağı bol bulmuş Cemaat de oraya devasa bir yapı yapmıştı. Geçen gün fark ettim, el koymuşlar yapıya. Cemaat kampüsü, “15 Temmuz İmam Hatip Kampüsü” olmuş. Sahibi değişmiş, zihniyet aynı. Dağ taş imam hatip. Artık yağmalanmış dere yatakları da dâhil oldu buna. Şevkle imam hatip tabelası asıyorlar her yere.


Bunun tek anlamı var aslında. İmam Hatip dedikleri AKP’nin birer şubesi. Din dedikleri de reise tapınma kültü zaten. Sabah akşam yatıp kalkıp dua ediyorlar reislerine, başına bir şey gelmesin diye. Yoksa yandı gülüm keten helva.

Bu caddenin kıyısından İstanbul’un derelerinden biri geçer. Ayamama deresidir adı. Aya “hacı”, Mama da “anne” demek. Papaz Köprüsü de geçer üzerinden ki bu yerin eski sakinlerinin bakiyesidir.  Başakşehir sınırları içerisinde doğar, Küçükçekmece sınırlarını geçerek havaalanı kavşağına ulaşıp yolunu Bakırköy’e çevirir. Ataköy yakınlarından denize dökülür. Eskiden etrafı bağ, bostanmış. Şimdi sadece bir beton çölü. Turgut Özal nam, mezarında ters dönesice başlattı bu hat üzerinde bu betonlaşma modasını. Önce basını taşıdılar dere kenarına.  Sonra hastane, kumarhane ve otelleri bu hat üzerine taşımayı planladılar. Kumar işi Ömer Lütfü Topal olayı ile patladı, yönetemeyeceklerini anlayınca yasakladılar. Onun yerine birbirinden şekilsiz, birbirinden ucube alışveriş merkezleri yükseliyor dere kenarında.

30-40 yıl içinde oldu bunlar. Bundan sekiz yıl önce, demek ki 2009’da, yağmaya, talana daha fazla dayanamayan dere taştı. Sel olup önüne ne çıktıysa sürükleyip götürdü. Götürdükleri arasında 7 kadın tekstil işçisi de vardı. İkitelli TIR parkında uyuyan 6 şoför uykularında can verdi. İkitelli ve Halkalı‘da 8 ceset daha bulundu sonra. İki günde 31 can yitip gitti o taşkında. Yüzlerce araç su altında kaldı. Sorumlusu olan utanmaz AKP’liler çıktı selden sonra, dere yatağında yapılaşmaya izin verenin CHP’liler olduğunu söyledi.
Şimdi yolunuz düşer de Basın Ekspres Caddesinin kıyısındaki bağlantı yolundan geçerseniz sağa sola bir bakın. Burası AKP’nin Türkiye’sidir işte. Alabildiğine yüksek, alabildiğine çirkindir binalar. Basın çoktan çekip gitmiştir. Üçüncü köprü şeyinden sonra bu yolu aşıp herhangi bir yere ulaşmak mümkün değildir. Hatta kıyısındaki AVM’lerden biri gemi şeklindedir. O selde yüzmesine az kalmıştı, hatırlıyorum. Olmaz sanıyordum, daha çirkinlerini yapmayı başardılar sonra. Ağaoğlu estetiği bütün bölgeye hâkimdir.

***

Artvin’deydik geçen hafta. Giresun’dan başlayarak Artvin’e kadar bütün Doğu Karadeniz’i boydan boya geçtik. Karadeniz’in ve dağların büyüleyici manzarası olmasa bu hat ile Basın Ekspres Caddesi arasında hiçbir fark yok. Aynı çirkinlik, aynı hoyratlık. En çirkini ise tartışmasız Rize. Çünkü AKP yatırımı en çok oraya yapmış. Denize paralel sokaklar oluşmuş kentte. Haliyle deniz kenarındaki bu kent denize kıçını dönmüş bir halde. İçki içmez, balık yemez. Haliyle böyle bir denklemden böyle bir kent çıkmış ortaya. Zavallı kent öyle bir halde ki bu yağmacılar gidince bir kente benzemesi için yıkılıp yeniden yapılması gerek.

Kıyıda görmediğim tek kent Artvin. Hopa’dan sağa kıvrılıp dağlara vurduğumuzda bu yağmadan kısmen kurtulmuş bir kent hayal ediyorum. Fakat burası da en az kıyı kentleri kadar tarumar edilmiş. Tayyiban kamyonları her yerde. Bir dağda maden ocağı hafriyatı sürüyor. Eteğinde HES inşaatı, Çoruh’un önüne bir zebani gibi dikilmiş. Artvin’in dereleri bu inşaatlar ve madenler yüzünden gri akıyor.  Cerattepe biraz yukarıda, maden inşaatı devam ediyor. Yasak Artvinlilerin yanına yaklaşması. Kentin bitimindeki yamaç çöplük. Kıyısına Tayyiban kamyonları yanaşıp hafriyat döküyor dağdan aşağı. Dereye doğru yuvarlanan taş-toprak yığını, savaş çıkmış gibi sesler çıkararak yuvarlanıyor dereye doğru. Artvin, sınırsız yağmanın kenti. Böyle bir güzelliğin böyle bir çirkinliğe bulanması akıl almaz. Hem de Artvinlilerin şanlı Cerattepe direnişine rağmen.

Ne yapsın Artvinli? Din ile yağma bu kadar iç içe geçmemişti hiç. Dini siper eden siyasal İslamcı hareket geldi, ne varsa yağmaladı, beton döktü ülkenin üzerine. Ne akan dere bıraktı, ne çiçeğe duran ağaç. Bu yağmadan devşirdikleri tek şey Ağaoğlu, Cengiz gibi türedi zenginler. Onlara dayanarak iktidara tutunmaya çalışıyorlar şimdi. Daha fazla saldırıyorlar taşa, toprağa, dağa, dereye, yeşile. Çünkü doymak bilmez bir iştaha sahipler. Onlar saldırdıkça bir öfke birikimi oluyor ülkenin her köşesinde. Biliyoruz, alıyoruz kokusunu, patladı patlayacak…

***

Harun Güzeloğlu tiyatro yazarı, yönetmen. Bir İslamcıyla bir ateistin karşılaşmasını konu edinen bir oyun yazdı. Kadıköy Altkat Sanat'ta prömiyerine bizi de çağırdı. Müthiş bir oyuna ve müthiş bir oyunculuğa tanık olduk o akşam. Mezhep savaşıyla bölünmüş ve savaşın vahşetinin yakıcılığıyla kavrulan ülkede farklı gerekçelerle savaştan kaçan iki düşmanın kaderi sığındıkları duvarın arkasında birleşiyor. Biri fanatik bir dindar, öbürü laik bir ateist. Anlayamadıkları bir savaşın ortasında kalmış iki kaçak. Güneşin uzatıp kısalttığı iki tuhaf gölgenin hikâyeleri o duvarın arkasında birbirlerine dokunuyor.  Anlaşılıyor ki hikâyeleri aslında aynı hikâyenin parçaları. Duvar, korunmak ve sığınmak için ellerinde kalan tek şey. Akıllarında ise o korkunç soru; Ya bütün bir ülke bu yıkık duvara dönerse?

Yazarının dediği gibi, savaş bu, bazen Tanrı’nın buyruğudur bazen de onun adına konuşanların. Sebeplerine ve sonuçlarına da “kader” derler, olur biter… Gölgelerin kaderi ve kederidir bu.

Harun’un metinleri Yazılama’dan kitap olarak da basıldı. “Karanlık Kıvamı” adını taşıyor. Tek perdelik üç oyundan oluşuyor kitap. İçinde “Gölgeler”in metni de var. Seyredemediyseniz alıp okumanızı öneririm. Ama daha iyisi 8 Mayıs akşamı yolunuzu Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ne düşürüp sahnede seyretmeniz.

Bir de not: Bu başarılı oyunu sahneye koyan arkadaşlar 18 Mayıs’ta aynı sahnede İranlı şair Furuğ Ferruhzad’ı sahneye taşıyacaklar. İran şiir ülkesi. Bizde son zamanlarda az bulunan bir şey şiir. Yobaz şiirini de kuruttu ülkenin.

***

“Ev Kira Semt Bizim” ise bir filmin adı. İçinde kimler yok ki? Harun orada, Orhan Aydın orada, Cansu Fırıncı orada. Yönetmeni de bizim Mustafa Kenan Aybastı. Bir dolu dostumuz, yoldaşımız kafa kafaya vermiş, ter dökmüş ve müthiş bir iş çıkartmışlar ortaya.  
Aynı muhitte doğup büyüyen bir grup arkadaşın hikâyesi anlatılıyor filmde. Eski muhitleri malum yıkım-yapım ekibinin tasallutu altında. “Kentsel dönüşüm” adını verdikleri bu yağma hareketi, girdiği her yerde kentsel ve toplumsal dokuyu paramparça ediyor, yıkıyor, dönüştürüyor. Yoksullar siliniyor, yerlerine varsıllar yerleştiriliyor. Dönüşüm canlarına tak edince mahalleli direnmeye karar veriyor ve o andan sonra bambaşka bir hikâye ortaya çıkıyor. Anlatılan senin hikâyen yani. Kentlerimizin, derelerimizin, dağlarımızın, ovalarımızın nasıl ve ne adına yağmalandığının, o yağmaya direnişinin ve teslimiyetinin hikâyesi.  

Filmin yönetmeni arkadaşım Mustafa Kenan ile yıllar önce tuhaf bir şekilde karşılaşmıştı yolum. O, Redhack’i anlatan “Red” adında bir belgesel çekmişti. Ben de aynı konuda bir kitap kaleme almıştım. Yayınevi belgeselin görsellerinden birini kullanmış kapakta. Mahcup oldum, telefonlaştık, bir rakıya tatlıya bağladık sorunu. Ama hala ödemiş değilim. Sadığım borcuma, en kısa zamanda artık.

***

İşte hayat, işte sanat. İşte ülke, işte toprak. Sinemada, tiyatroda, sokakta, yolda, okulda, derede, dağda, Ayamama’da, Artvin’de, Cerattepe’de amansız bir mücadele kesintisiz sürüyor. Hayatı, sanatı, ülkeyi, toprağı kurutmak isteyenlerle acımasız, topyekûn bir savaştayız. Kaçıp sığınabileceğimiz bir duvar arkası da kalmadı üstelik. Çünkü bütün ülkeyi bir duvara dönüştürdü yağmacılar.

Ama öğrenecekler yakında, biz duvarın arkasına sığınmış gölgeler değiliz. Bu ülke bizim, bu hayat bizim, bu semt, bu sokak, bu toprak, bizim. Savunacağız mecburen haramilere karşı. Mücadeleden başka çıkar yol var mı?

Orhan Gökdemir / SOL

Ekonomi dikiş tutmuyor! - HAYRİ KOZANOĞLU

Nisan enflasyonu yüzde 1.87 gelince, son 1 yılın enflasyonu yüzde 10.85’e sıçradı. Bu durumda 2018’in ilk 4 ayında tüketici fiyatları yüzde 4.69 arttı. Böylelikle, “2018’de enflasyon inişe geçecek” iddiasının dayanaksızlığı kanıtlandı.

24 Haziran’a doğru hızla yol alırken, ekonomi de raydan çıkmak üzere. Nisan ayı tüketici enflasyonu bir önceki aya göre yüzde 1.87 arttı. Enflasyonun artık dikiş tutmadığı ayan beyan ortaya çıktı. Sırf enflasyon mu? Dolar bu satırlar kaleme alınırken 4.20’ye dayanmıştı. Gösterge faiz, yani 2 yıllık devlet tahvilinin getirisi de 15’e sıçramıştı… İşsizliğin tek hanelere kolay kolay inmeden yüzde 10’un üzerine demir attığı da zaten biliniyordu.

İsterseniz son enflasyon rakamlarını alışıla geldiği üzere 10 maddede değerlendirelim.

1- Nisan ayı enflasyonu yüzde 1.87 gelince, son 1 yılın enflasyonu da yüzde 10.85’e sıçradı. Bu durumda 2018’in ilk 4 ayında tüketici fiyatları yüzde 4.69 artmış oldu. Böylelikle, “2018’de enflasyon inişe geçecek” iddiasının dayanağı bulunmadığı kanıtlandı.

2- Enflasyonu farklı göstergelerle izleyip, mevsimsel dalgalanmaların fazlaca etkilediği kalemleri ayıklayarak, daha gerçekçi değerlendirmeler yapılabileceği düşünülüyor. Bu kapsamda Türkiye İstatistik Kurumu’nun yakından izlediği B endeksi (işlenmemiş gıda, enerji, alkollü içkiler ve tütün ile altın hariç) ve C endeksi ( B’ye bir tek gıdayı ekliyor) sırasıyla aylık yüzde 2.27 ve yüzde 2.63 arttılar. Son 1 yılın değişimleri de yüzde 11.61 ile yüzde 12.54 düzeyinde manşet enflasyonun (yüzde 10.85) üzerinde gerçekleşti. Üzgünüz ki, hükümet yetkililerine buradan da bir teselli fırsatı yaratmadı.

3- Enflasyonda döviz kuru geçişkenliğinin, yani döviz kurundaki değişimin fiyatlara yansımasının etkileri görülmeye başladı. Bu etki genelde yüzde 15 varsayılıyordu. Yani döviz kurunun yüzde 10 değer kaybı enflasyonu yüzde 1.5 yukarı çekiyordu. Geçtiğimiz yıl Merkez Bankası, yüzde 15 gibi sihirli bir oran bulunmadığını, ekonomide ısınma dönemlerinde yüzde 25’ler bile görülürken, soğuma sırasında bu oranın yüzde 10’a inebileceğini söylemişti. O zaman durum daha da vahim: Madem ekonominin motoru KGF kredileri benzer uygulamalarla aşırı ısındırıldı, şimdi döviz kuru enflasyonu daha fazla hoplatacak.

4- 2017’de Mayıs-Eylül arası 5 aylık dönemde tüketici fiyatları toplam yüzde 1.50 oynamış, aylık ortalama artış yüzde 0.30’da kalmıştı. Bu da önümüzdeki aylarda baz etkisinin, yıllık enflasyonu daha da yukarı taşıma tehlikesinin bulunduğunu gösteriyor.

5- Yıllık üretici fiyat endeksi (ÜFE) de, 2018 Nisan’da yüzde 2.60 arttı. Bu sonuç yıllık ÜFE’yi yüzde 16.37’ye taşıdı. Ara mallarında ise, yıllık değişim yüzde 20.43’ü buldu. Bunların anlamı, önümüzdeki aylarda maliyet enflasyonu dinamiğiyle, yurttaşın cebini daha fazla yakacak sonuçların ortaya çıkacak olmasıdır.

6- Fiyatı, aylık en çok artış gösteren maddelere hızla bir göz atınca, ceket yüzde 28.52, elbise yüzde 26,96 dikkat çekiyor; pekâlâ onları bir geçelim, eskilerle idare edelim diyebilirsiniz. Bir salata sever olarak benim için maruldaki yüzde 20 sıçrama çok kritik. Tatil geliyor, yurt dışı turlara bir bakmaya niyetlenirseniz, artış yüzde 13.64; bari yurt içine döneyim derseniz, yüzde 10.75; beni sadece Umre ilgilendirir diyen muhafazakar yurttaşın durumu da parlak değil: Değişim yüzde 11.30. “Bunlar benim neyime, soğan-ekmekle idare ederim” mesajı veren kanaatkâr kesime dahi iyi bir haber yok, kuru soğan yüzde 8.92 fırlamış.

7- Bu arada 30 Nisan Pazartesi günü Enflasyon Raporu açıklandı. Fiyat istikrarını sağlamakla sorumlu Merkez Bankası’nın (MB) 2018 yılı enflasyon tahmini yüzde 8.40. Anlaşılan başka bir alemde, moda ifadeyle “alternatif gerçeklik” ortamında yaşıyorlar. Ne var ki, onlar da enflasyonun yükseliş trendini itiraf ediyorlar. MB 2018 tüketici fiyatları için, Ekim 2017’de yüzde 7, Ocak 2018’de yüzde 7.9 öngörüsünde bulunurken, şimdi oranı yüzde 8.40’a çekiyorlar. Bu arada 30 Nisan’da erişime açılan IMF Gözden Geçirme Raporu da, 2018’de yüzde 10.9’luk bir tüketici enflasyonu öngörüyor.

ekonomi-dikis-tutmuyor-459463-1.

8- Hatırlanırsa geçtiğimiz hafta Merkez Bankası, Geç Likidite Penceresi’nden verdiği faizleri 75 puan yukarı çekerek, yüzde 13.50’ye yükseltmişti. Bir an için “faizler enflasyonun nedenidir” tezi unutuldu. Çünkü bu faizlerin doları gemleyeceği, ekonomi soğutma etkisinin 3-6 ay arasında, seçim sonrasında ortaya çıkacağı düşünülüyordu. O zaman da, “At bir kez daha Üsküdar’ı geçmiş” olacaktı. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı!

9- Çünkü açıklanan dış ticaret rakamları bir kez daha vahim tabloyu ortaya koydu. Hükümet “ihracat patladı” hamasetiyle övüne dursun, martta ihracat yüzde 12.7 artışla 21.4 milyar dolara yükseldi. Böylelikle mart dış ticaret açığının 5.9 milyar dolara, yılın ilk üç ayında da 20.7 dolara çıktığı anlaşıldı.

10- Arkasından Binali Yıldırım’ın, “her dini bayramda emeklilere 1000 TL ikramiye” müjdesi geldi. Bu vaadin yıllık tutarı 24 milyar TL’yi buluyor. IMF’nin yüzde 3.3 öngördüğü bütçe açığını otomatikman yüzde 0.77 yukarı çekiyor. Yanlış anlaşılmasın, bizim emekli yurttaşlarımızın cebine konacak paradan bir şikâyetimiz olmaz. Ne var ki, yıllarca küresel sermayeye “mali disiplin” üzerinden mesaj verenler açısından sorun yaratabilir. 

Nitekim piyasaların halinden durum anlaşılıyor. Özetle, döviz kurunu, faizi, enflasyonu dizginleyemeyen AKP’nin tırmanan bütçe açığıyla birlikte son kalesi de çöktü.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

4 Mayıs 2018 Cuma

Türkiye ekonomisi nasıl ayrıştı? - KORKUT BORATAV

İktisat medyasında zaman zaman “Türkiye’nin olumsuz veya olumlu ayrışması…” ifadesine rastlarsınız. Türkiye ekonomisinin finans kapital  için önem taşıyan ölçütlere göre değerlendirilmesi kastedilmektedir. Yükselen piyasalar diye adlandırılan 25-30 ekonominin göstergeleri karşılaştırılmakta; ülkeler, olumlu /olumsuz ayrışmalara göre sıralanmaktadır..  

Finans Sermayesi Nelere Bakar? 
Finans sermayesi, doğası gereği istikrarsızlık yaratır;  bunun da farkındadır. Bu nedenle öncelikle istikrar göstergelerini yakından izlemek durumundadır. Ya fırtınalı ortamları kazanç fırsatına dönüştürmek, ya da erkenden kaçmak için… Dışsal kırılganlıklar, riskler açısından ülkeler farklılaşmıştır; karşılaştırma ölçütleri gerekir Döviz kurları ve piyasa faizlerinin seyri, artan kırılganlıkları hızla yansıtır; çıkış / giriş kararları için yakından izlenir. 
Enflasyon, tek başına bir refah göstergesi değildir; dolaylı olarak bölüşümü etkiler; ama finans kapital için büyük önem taşır. Finans çevreleri “Güney” coğrafyasında  düşük enflasyonu sever. Merkez bankalarının politika faizlerini (dolaylı olarak da tüm faizleri) enflasyon üzerinde belirlemesini ister.  Böylece “Güney”e giren sıcak para, yerli para ile belli bir getiri güvencesi sağlamış olur.  Gerisi, döviz kuru hareketlerine bağlıdır. 
Bu yazıda, bu tür göstergelerden üçünün 2017’de Türkiye’deki değerlerini diğer  yükselen piyasa ekonomileri ile karşılaştırıyorum. Dış kırılganlığın en genel göstergesi olan cari işlem dengesi (açığı veya fazlası), enflasyon ve reel döviz fiyatının seyri…  
Aşağıdaki tablolar, “petrolcü” olmayan büyük  (toplam milli geliri 200 milyar doları aşan) on beş çevre ekonomisinin verilerinden derlendi.  IMF’nin veri bankası ve Bank of International Settlements’in (BIS’in) istatistikleri kullanıldı. Türkiye için de TÜİK/TCMB istatistiklerini değil, IMF ve BIS verilerini yeğledim. 
Cari açık /millî gelir oranlarına göre sıralanan “en kırılgan” beş ülke Tablo 1’de; “en sağlamcı” beş ülke ise Tablo 2’de yer alıyor. Cari denge, ayrıca, milyar dolar olarak da veriliyor. Tüketici fiyatlarına göre yıllık enflasyon  ve döviz sepetinin reel fiyatı satır 3 ve 4’te yer alıyor. Reel döviz fiyatı, iç ve dış enflasyon farkı dikkate alınarak hesaplanmıştır. Finans akımları açısından “pahalılaşan döviz”, artan riskler, gerilimler ortamını gösterir. “Dövizin ucuzlaması” ise, net sermaye girişleri cari işlem finansmanını aşmışsa gözlenir; genellikle sağlıklı dış denge, bazı durumlarda “aşırı balonlaşma” olarak yorumlanabilir.   Finans çevreleri için doğrudan öncelik taşımayan 2017’nin büyüme oranları da  tablolarda yer alıyor. 
İki grubun arasında yer alan (ve “kırılganlık” derecesine göre sıralanan) beş “orta halli” ülke, Endonezya, Meksika, Şili, Brezilya ve Filipinler’dir. Hepsi cari açık vermektedir; ama , Tablo 1’de yer alanlardan daha düşük (yüzde 2’nin altında kalan) oranlarda…   

“Kırılgan Beşli” ve Türkiye
Büyük çevre ekonomilerinde dış açık oranı bakımından Türkiye ilk sıradadır; bu konumu reel döviz fiyatlarında da  (%8,4’lük artışla) geçerlidir. (Ocak-Mart 2018 döneminde de “pahalılaşan döviz” bakımından Türkiye liste başındadır.) Enflasyonda ise, Arjantin’in ardından ikinci sıradadır.  
“Beş kırılgan ülke” içinde Güney Afrika ve Hindistan’da 2017’de döviz reel olarak ucuzlamıştır. Hindistan’da bu durum kalıcı değildir; 2018’in ilk üç ayında reel döviz fiyatı on iki ay öncesine göre yükselmeye başlamıştır.
Büyük çevre ekonomileri içinde son yıllarda büyüme temposu bakımından ön sırayı Çin’le paylaşan Hindistan’ın 2017’deki yüksek cari açığının geçici bir durum olmadığı anlaşılıyor.  IMF kestirimlerine göre 2023’e kadar bu ülkenin cari açık düzeyi 100 milyar doları aşacak; millî gelire oranı da yükselme eğilimi gösterecektir. Yüksek büyüme ile dış fazla birlikteliğini sağlayan Doğu Asya / Çin modeli, Hindistan için yakın gelecekte söz konusu değildir. Dış finansman sorunu bu ülkenin gündeminde kalacaktır. 
AKP’lileri “Türkiye’nin olumlu ayrışması” olarak sevindiren yüksek (%7’lik) büyüme hızı ise, finans sermayesi için, istikrarı bozan bir risk öğesidir.  Finans çevreleri de algılamıştır ki, 2017’de iç talep pompalaması, ithalatı ve cari açığı tırmandırmış; döviz fiyatlarını yukarı çekmiş; enflasyonu yüzde 10 üzerine yerleştirmiştir.  Fazlasıyla “ısınan” ekonomi büyümeyi sürdüremez. 
Türkiye ekonomisinin %3,2 oranında büyüdüğü 2016’ya baktığımızda da Tablo 1’deki sıralama fazla değişmeyecektir: Kolombiya %4,3’lik cari açık oranıyla ilk sıraya çıkacak; dış açık oranı %3,8 olan Türkiye de liste ikincisi olacaktır. Demek ki Türkiye’nin dış kırılganlığı konjonktürel değil, yapısaldır. 
IMF 2018-2023 döneminde Türkiye için ortalama yüzde 3,6’lık bir büyüme temposu  öngörüyor. Bu oran, TÜİK’in millî gelir revizyonlarından önce IMF’nin ülkemiz için potansiyel büyüme kestirimi ile uyumludur.  Bu tespitlere göre 2017’nin %7’lik büyümesi “bir atımlık barut” olarak görülmektedir. 

    
Asya’nın “Sağlamcı” Ekonomileri
Tablo 2’de yer alan  Asyalılara göz atalım. Hepsi cari işlem fazlası vermektedir. Enflasyon oranları “kırılgan beşli”nin altındadır. Reel döviz fiyatları ucuzlamakta veya (Çin’de) %1’lik artışlarla sınırlı kalmaktadır. (Çin’in 2018 Ocak-Mart verilerinde ise döviz fiyatları düşme göstermektedir.)
Türkiye’nin “bir atımlık” başarımına rağmen, 2017’de Asya’lıların büyüme ortalaması (%5,3), “kırılgan beşli”nin (%3,9’luk) ortalamasını aşmaktadır. 
Makro-ekonomik yapısı ile Güney Kore azgelişmişlik özelliklerini aşmış durumdadır.  Alım gücü paritesi hesaplarına göre millî gelir düzeyi ABD’yi aşan Çin, son yıllarda net sermaye ihracatçısı konumundadır. Ekonomik ve siyasî ağırlığı ile dünya sisteminin kumanda merkezinde yer aramaktadır.  
Emperyalist sistemin geleneksel merkez / çevre kutuplaşmasının “Güney” kanadı, Tablo 1 ve 2’de de yansıyan ikili bir ayrım içindedir. Yüksek dış bağımlılık içinde göreli olarak durağan  Latin Amerikalılar ve dış dengeleri koruyan dinamik Asyalılar… Türkiye ve Güney Afrika,  Latin Amerika özelliğine yakındır; listeyi genişletecek olsak, Orta Doğu / Kuzey Afrika’nın petrolcü olmayan ülkeleri de buraya eklenecektir. 

“Doğu Asya”nın dinamizmi üzerinde çok yazıldı; Güney Kore, Tayvan, Singapur  ile başlayan “sınıf atlama” öyküsüne Çin katılmıştır. Vietnam ve Tayland da aday olarak tarih sahnesindedir. 

Standard & Poors’tan Bir Darbe 
Tablo 1’de Türkiye’nin yerleştiği “en kırılgan konum”, uluslararası finans kapital için önem taşıyan ölçütlere göre belirlenmişti. 
Bu değerlendirme 1 Mayıs 2018’de Standard & Poors (S&P) tarafından da doğrulandı. Bu uluslararası derecelendirme kuruluşu Türkiye’nin (esasen “çöp” konumunda olan) kredi puanını bir çentik daha indirdi. 
S&P, Türkiye kararının  gerekçesini, Tablo 1’de kullanılan ölçütlere dayandırıyor. Aktaralım: “Borçlanmaya dayalı cari işlem açığının artması ve yüksek enflasyon… TL’nin değer yitirmesi, aşırı dalgalanması… Doların pahalılaşması nedeniyle özel sektörün döviz borçlarını ödeme güçlükleri…” 
S&P, ayrıca, TCMB’nin “giderek artan siyasî baskı” altına olduğunu belirliyor ve geç likidite penceresinde 25 Nisan’da gerçekleştirilen faiz artışının “enflasyonu yüzde 5’lik hedefe çekemeyeceğini ve reel döviz kurundaki dalgalanmayı azaltamayacağını” belirtiyor. 
OHAL, KHK’lar, seçimler ve Suriye temaları içeren siyasî sorunlara da değindikten sonra S&P’den ağır bir uyarı geliyor:  “Türkiye’nin borçlanmayla beslenen, aşırı ısınmış ekonomisi sert bir iniş riski ile karşı karşıyadır…” 
Bu uyarının muhatabı Türkiye’yi yönetenler değil, portföylerini ülkeler arasında dağıtan Batı’nın kurumsal yatırımcıları ve fon  yöneticileridir. 
Cumhurbaşkanı elbette “komplo” şamatası koparacaktır.  Finans sermayesinin tepkisi “sert bir iniş” yaratacak mı? Olasılık artıyor; bekleyip göreceğiz.

Korkut Boratav /SOL

Laik eğitim kimin derdi? - ÜNAL ÖZMEN

Doktordan biri, servisine gelen hastaya önce sosyal güvenlikle ilgili durumunu, diğeri cinsiyetini, üçüncüsü ödeme gücüne ve cinsiyetine bakmaksızın şikâyetini soruyor. Doktorunuzun bunlardan hangisi olmasını istersiniz?
Birincisini liberal, ikincisini dinci, üçüncüsünü laik okul üretir. Nasıl bir eğitim, nasıl bir okul tercihinizi doktor tercihinize göre yapın! Ve sizden oy istemeye gelenlerden onu isteyin!

Aslında birinci (liberal) ve ikinci (dinci) gramaj farkı dışında aynı. Biri olmadan diğeri olamıyor: Malum liberalizm muhafazakarlık, din tüccarlığı demek aynı zamanda. Yine de birini tercih etmek durumundaysanız politikacıdan istemenize gerek yok, mevcut sistem tam size göre demektir. Laik eğitimden yanaysanız onu istemek, bir şeyler yapmak zorundasınız. Kolay değil laikliği bu iki yırtıcının arasından çekip çıkarmak…

Eğitim laik olsun diyenler önlerindeki güçlüğü yenecek çoğunluktaymış gibi görünüyor ama onların içinde de çok sayıda liberal virüs taşıyıcısı var. Seçime giderken ekonominin krizine odaklanıp laiklerin laikliği göz ardı etmesi biraz da buna bağlı. Laikliğin siyasal bir dava olmaktan çıkması laikleri denge unsuruna dönüştürüyor. Bu da Erdoğan’ın arada laik biri gibi ortaya çıkmasını mümkün kılıyor.

Eğitim sisteminin laikleştirilmesinin muhalefet partilerinin gündeminde olmayacağı anlaşıldı. CHP, İYİ Parti, SP, DP ittifakından giyim kuşam laikliğinden fazlasını beklemek saflık olur. Liberallere gün doğdu denebilir. Sınavlar, okullar, öğretmen (performansa), üniversitelerin bölünmesi gibi eğitim gündemlerinin dinselleşmeyle ilgisi yokmuş gibi laiklik bağlamında ele alınmaması liberallere fırsat sunuyor. Hazırlıksız, niyetsiz muhalefetten niyetini bozacak talepte bulunmanın anlamı yok.

Bu durumda eğitimde iyileşme hayalleri suya düşecek gibi! Bari diyorum muhalefet, bugünkünden daha adil, daha demokratik, daha bilimsel, daha laik olan 2003 öncesinin eğitim politikasına dönmeyi vaat etse! Eskiye dönüşü önermemin nedeni, olası iktidar adaylarının insanların nitelikli eğitim arayışına yanıt veremeyecek olması değil sadece asıl tehlike, mevcut durumun sürmesi çabasına hız veren liberallerin “yeni” fikirlerine kanma korkusu. İslamcılarla baş etmede güçlükle karşılaşan solcuların liberal fikirlere itibarı beni daha da tedirgin ediyor.

AKP’yi aşmak, bu partinin kurduğu düzeni yıkmak derin bilinç gerektirmiyor; fakat kaostan kaçanlara kurtuluş yolu olarak özel okulların kapısını aralayan, AKP’den daha organize, küresel desteğe sahip neoliberallerle baş etmek için eleştirel bilince sahip olmak gerektiriyor.


Her biri özel okul zinciri sahibi veya onlara hizmet sunan bir dizi liberal eğitimciyi CHP’nin peşinde görüyorum bugünlerde (yoksa CHP mi onların peşinde). Bunlardan biri de muhaliflerin “eğitimde dünya markamız” dediği Selçuk Şirin. İki hafta önce, konuşmacı olduğu sempozyumda “imam hatipleşmeyi dert etmeyin” diyen Şirin, geçenlerde Hürriyet’teki köşesinden “Eğitimi dert edelim” başlığı altında bir dizi öneride bulundu. Sıraladığı yedi önerinin birkaçı şöyle: (1) “Eğitime dair her karar verilere dayanmalı.” (2) “Okulöncesi eğitim, geri dönüşü en yüksek yatırımdır.” (3) “Öğretmenlik profesyonel bir meslek olmalı.”

Hangi veriye? 

İş insanlarının işgücü ihtiyacına mı, demokrasiye olan güven istatistiklerine mi? Şirin’in piyasa verilerini kastettiği açık. Okulöncesi eğitimle “yatırım” kavramını birlikte kullanan, iki yaşındaki çocuğa verilecek eğitimi yatırım planı olarak gören kişi gerçek anlamda eğitimden söz ediyor olamaz. Profesyonellikle öğretmenlik ise hiçbir şekilde birlikte düşünülemez: Meslek, insanların kazanç elde etmeden de yaptığı işin adıdır. Profesyonellikten kasıt uzmanlaşma ise “meslek” zaten uzmanlaşma ile elde edilen bir unvandır.

Size, rahatsızlığınızdan önce sigorta numaranızı soracak doktor mezun edecek liberal okul (eğitim) projesinin önerisi böyle olur. Liberalin laiklik diye bir derdi olmadığını Türkiye’deki müttefiklerinin islamcılar olduğunu asla unutmayın. Aksi halde belli bir noktaya getirdiğiniz laik eğitim mücadelesinde başa dönmek zorunda kalırsınız.

Ünal Özmen / BİRGÜN

Trump ile Bibi’nin ‘nükleer oyunu’ - Ceyda Karan

Suriye planları yolunda gitmeyen ABD öncülüğündeki cephe, savaşı Ortadoğu’ya genişletme hamleleri yapıyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın kabinesindeki yeni ‘şahinler’ yerlerini ‘Suriye’den çekilmeyiz, İran’ıetkisizleştireceğiz’ diyerek aldılar. Trump, bir mucize olmazsa, 12 Mayıs’ta İran’la 2015’te imzalanmış nükleer anlaşmadan (Ortak Kapsamlı Eylem Planı-JPCOA) çekilmeye hazırlanıyor. Bu koşullarda ‘Bibi’ lakaplı İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun pazartesi günü ‘İran’ın nükleer arşivini’ yeniymiş gibi sunması doğrusu hiç şaşırtıcı olmadı.

***
Netanyahu, televizyondan yayımlanan ve İngilizce yaptığı şovunda ‘İran yalan söyledi’ tezi eşliğinde 110 bin kâğıt, uydu fotoğrafları, klasörler ve CD’leri sundu. İsrailli yetkililere bakılırsa, Mossad geçen ocakta çok gizli bir operasyonla Tahran’ın güneyindeki bir depoya girip ‘yarım tonu’ bulan belgeleri tereyağından kıl çeker misali alıp aynı gece İsrail’e götürmüş. 
Doğruysa istihbarat tarihine geçecek operasyon! Yine doğruysa İranlılar en değerli gizli belgelerini bir depoya tıkıp Mossad’ın almasını izleyecek denli aptal demektir!

***
Gel gör ki, Netanyahu’nun söz ettiği ve İran’ın Bush yönetimi tarafından ‘şermihverine’ alınması sonrasında yaptığı ‘Amad planı da, uranyum zenginleştirme çalışmaları ve modellemeler de’ UAEK için yeni değil. Öyle ki kimi uzmanlar Mossad’ın aslında 2015 anlaşması sürecinde İran’ın bizzat teslim ettiği ve UAEK’nin dosyasını kapattığı belgeleri ‘hacklediğini’ söylüyor. 
Dolayısıyla sunum, İsrail’in eski güvenlik bürokrasisi dahil kimseyi ikna etmediği gibi, herkesin aklına Netanyahu’nun 2002’de Irak’la ilgili yalanları ve 2012’de BM Genel Kurulu’ndaki kartonlu şovu düştü. 
UAEK 2016’dan beri 10 raporla İran’ın anlaşmaya uyduğunu belirtmişken, İsrail’in Ortadoğu’nun nükleer silahlı tek gücü olduğu herkesin malumu. Yine ortak görüş, JPCOA’nın zaten İran’ın sağladığı ilerlemeler yüzünden yapıldığı. Anlaşmayı yaptırımları kaldırma sürecine uymayıp bankacılık sisteminde pürüzler çıkararak ihlal edense Trump yönetimi.
***
Fakat İsrail liderinin derdi, doğruluk yahut dünyayı ikna etmek değil ve aşikâr ki, bu iş ABD ile koordineli. Nitekim, Mossad en baştan CIA’yı bilgilendirmiş, Netanyahu da mart başında Trump’ı. 
JPCOA çok taraflı. Bugüne dek sorun AB cephesinin tutumuydu. Son temaslardan Almanya dışında Britanya ve Fransa’nın JPCOA’nın yeniden müzakeresine meylettiği anlaşılıyor. Aslında anlaşmadan memnun Avrupalıların ‘İran’ı yitirmeden ABD’ye kur yapmak’ diye özetlenebilecek ‘etkisiz eleman’ hallerinin karşılığı yok. 
İranlılar nükleer programlarından onca taviz vermiş, sıkı denetim sürecine girmişken, anlaşmayı yeniden müzakere etmez. Üstelik nükleer silahların yasaklanması anlaşmasından çekilme hakları doğar. Bu çok net. Arkalarında Rusya ve Çin’in duracağı da.
***
Peki, bunlar niçin oluyor? Çünkü ABD Suriye sıkışıklığında Rusya’yı ‘şimdilik’ idare ediyor ama İsrail, ‘varoluşsal tehdit’ gördüğü İran’ı eşiğinde buldu. Suriye’de İran’a ait olduğu söylenen hedeflere vurkaç’lar İranlıların serinkanlılığında yitip gidiyor. Rusya ile İran arasına ‘kara kedi’ sokulamıyor. Üstelik Suriye ordusunun saha hâkimiyeti eşliğinde artık gerek duymadığı Hizbullah askeri gücünü 2006 savaşından bu yana iyice pekiştirip Lübnan’da pozisyonunu tahkim ediyor. 
İsrail’in elinde Golan’da Rusya’ya benimsetemediği 60 km’lik tampon bölge ve Körfez bağlantılı cihatçılar var. Körfez monarşileriyle ‘kutsal olmayan ittifakın’ olası getirileri soru işareti.
***
Bu koşullarda Suriye’de İran’a tahammül edemeyeceği kayıplar yaşatılamayacaksa, Lübnan üzerinde kara bulutların biriktiğini söylemek yanlış olmaz. İronik olan olası çözüm için kimse artık ABD’ye bakmazken, ‘acaba Rusya bir şey yapabilir mi’ sorusunun yöneltilmesi. 
Kıssadan hisse, Suriye’de Sünni siyasal İslamcı yatırımı üzerinden savaş çıkararak başlarına büyük işler açtılar. Bölgeyi biteviye ‘yıkım ve kaosa’ boğanlar, bizzat yarattıkları hayaletlerle boğuşuyor. Bedelini ‘şimdilik’ başkaları ödüyor.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

‘Makyavel’ de şaşardı! - Meriç Velidedeoğlu

Televizyonu her açtığımızda, Erdoğan ile karşılaşmanın ne denli bir “lütuf (!)” olduğunu pek bilenlerdenim... 
“Yeter, kanal değiştireyim!” diyerek, kendimizi rahatladığımız günler çok gerilerde kaldı. 
Ayrıca oluşturduğu “Tayibizm”de, siyasal düşünce tarihinde, “Amaca ulaşmak için her araç meşrudur!” diyen “Makyavelizm”i, birçok bağlamda aştı, geçti. 
“16. yy”ın, siyasal bilimcisi Makyavel’in (Machiavelli, 1469-1527), “siyaset” bağlamında oluşturup, geliştirdiği bir kuram olan “Makyavelizm” ile “Tayibizm”i, kısaca karşılaştırsak, diyorum değerli dostlar.

 
Şöyle başlayalım:
 • Makyavelizm, daha ilk adımda, siyaseti dinden uzak tuttuğunu, ünlü yaptığı, “Il Principe”de ortaya koyar. 
“Tayibizm” ise, “Referansımız İslamdır!” diyerek, temelinin de, amacının da, “din” olduğunu vurgular. 
• Makyavelizm’de, “toplumun uzlaşmaz, çelişkiler içinde iki kampa bölünmüşlüğü” kabul edilir. 
Tayibizm” ise, toplumu ilkin, “laik olanlar” ve “laik olmayanlar” diyerek böler, ayırır. 
• Makyavelizim, “siyaseti, hukuka bağlamak istemez.” 
Tayibizm” ise, “bağlar görünüp bağlamaz!” 
• Makyavelizm’e göre, “Sıradan bir insan iken, hükümdar olmak ya yetenek ya da bir talih işidir.” 
“Tayibizm”de ise, din eğitiminin ardından, “emperyalist ‘ABD’nin seçtiği siyasetçi olarak, adım adım yükseltilmesi işidir..” 
• Makyavelizm’de, “bir hükümdarın tarih okuması gerekir; böylece büyük adamların eylemleri üzerinde kafa yormuş olur!” diye önemle vurgulanır.
“Tayibizm” ise -özellikle- başında bulunduğu devleti, “77 düvelle savaşarak” yaratan kurucu büyüklerini, “ayyaş” diye anmak yeterlidir; bunu bilmek “tarih okumaktır (!)” 
Ayrıca, “İslam”ın tarihini noktasından virgülüne dek öğrendikten sonra, artık tarihten söz etmeye gerek yoktur... 
• Makyavelizm’de, “hükümdarın esen rüzgârların değişikliklerine uyabilecek bir yeteneğe sahip olması” önemli kurallardandır. 
“Tayibizm” de bu konuda istenen, neredeyse, “rüzgâr fırıldağı” gibi olmaktır... 
• Makyavelizm’de, “bir hükümdar verdiği sözü tutmayabilir!” 
Tayibizm”de ise, “söz verip tutmamak, yerine getirmemek”“Takiyye yolu” ile “olağan”dır. 
• Makyavelizm, “her zaman aldatılabilecek insanlar bulunur!” söylemini pek bir keyifle dile getirir. 
“Tayibizm” ise, bunun “bir paket makarnayla”, daha yoğun olarak yapılabileceğini ileri sürer... 
• Makyavelizm’de “doğruluk ve barıştan başka söz etmeyen hükümdarın aslında, bunların düşmanı olması da geçerlidir...” 
“Tayibizm”in, durmadan “birlik beraberlik” çağrısı yaparken bile “dindar-kindar” bir kuşak yetiştirilip, böylece “bölünmenin” yolunu açtığı ortadadır. 
• Makyavelizm’de hükümdar, halkı öyle korkutmalı ki, sevilmese de, “nefret” uyandırmamalı! 
“Tayibizm”de ise, “sevilmemek de nefret uyandırmamak da”, kaçınılacak konu oluşturmaz; yalnızca, “Ulülemr”in isteğini yerine getirmek söz konusudur. 
Ehh, bu “rejim”de, “Ulülemr” pek üstün özellikler (!) taşıdığına göre... 
Ve değerli dostlar, “16. yy”ın siyasal bilimcisi Makyavel’in de önemli bir konusudur “Danışmanlar!”... 
Hükümdarların, “Dalkavuklardan korunmak için, doğruyu söylemekten çekinmeyecek insanlara ihtiyacı” olduğundan söz ederek girer bu konuya Makyavel. 
Ve şöyle de sürdürür: “Fakat herkes size doğruları anlatabildiği zaman da saygınlığınız azalır. Bu nedenle hükümdarın, ülkesindeki akıllı insanlarıseçerek, onlardan sadece kendi sorduğu sorular konusunda bilgi alması, geri kalanları karıştırmaması gerekir: Fakat bu insanlara her konuda soru sormalı,düşüncelerini almalı, sonra da kendi anlayışına göre karar vermelidir. Öyle davranmalıdır ki, bu insanlar ne kadar açık konuşurlarsa kendilerinden o kadarmemnun kalacağına inansınlar...” 
Böyle diyor ve sürdürüyor bu konuyu Makyavel; bir ara şunu söylüyor: “Hükümdar, bu insanların dışında kimseyi dinlememeli...” 
İnsan büsbütün merak ediyor; “Tayibizm”deki durumu...


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Hayaller ve gerçekler - MİNE SÖĞÜT

Bu ülkenin popüler cumhurbaşkanı adayı; 
Peşinde zırhlı araçlar olmadan, bisikletiyle makamına gidebilmeliydi. 
Etrafında korumalar dolanmadan elini kolunu sallaya sallaya metroya binebilmeliydi.
Herhangi bir lokantada eşiyle dostuyla sıradan biri gibi yemek yiyebilmeliydi. 
Saraylarda değil, herkes gibi evlerde yaşamalıydı. 
Yasalar karşısında boynu kıldan ince genç biri olmalıydı. 
Çok değil beş yıl önce bile... 
Hepimiz böyle birini hayal edebilirdik. 
Ya da demokrasi tutkunu, erdemli, deneyimli bir cumhuriyet ve laiklik havarisi, cumhurbaşkanı aday olarak gönüllere taht kurmalıydı. 
Bunu da yakın zamana kadar kolayca düşleyebilirdik. 
Ya da ya da...



Her türlü önyargıyı ve ideolojik tabuyu bir kenara bırakıp bir araya gelmiş Türk, Kürt, sosyalist, kapitalist, sağcı, solcu, milliyetçi, ulusalcı tüm politik partiler ortak bir aday konusunda tartışmasız uzlaşmalıydı.
Üstelik istesek bunu bugün gerçekleştirebilirdik. 
Ama yapamadık. 
Neticede... 
Ölümle korkutulduk; sıtmaya razı ediliyoruz. 
Korkularımız var. Kaybetmek istemediğimiz şeyler ve kazanmak konusunda ısrar ettiğimiz şeyler elimizi kolumuzu bağlıyor. 
Seçmen olarak da hem kifayetsiz hem de muhterisiz. 
Sahip olduklarımızdan vazgeçemediğimiz için elde etmek istediklerimize hiç ulaşamayacağımızdan habersiziz. 
Sıradan siyasi liderler de halklara benzerler. 
Kalabalıkların korkularından şekillenirler. 
Kitlelerin yılgınlıklarından biçimlenirler. 
İsteksizlikten müteşekkildirler. 
Ve şuursuzca muhteristirler. 
O yüzden birbirimize benziyoruz. 
Bu işi hep birlikte beceremiyoruz.
***
Sadece devrimciler... 
Ne diğer siyasilere ne de kalabalıklara benzerler. 
Sistemin beklentilerine yüz vermeyenler...
Kendi bildiği yoldan ilerleyenler... 
Onlar, siyaseti de halkı da nihayetinde kendilerine benzetirler. 
Bu ülkede bir şeylerin değişmesini, ama gerçekten değişmesini istiyorsanız, şu bahar günlerinde gelmiş geçmiş devrimlere ve devrimcilere dair romanlar okuyun, filmler seyredin ve hayaller kurun. 
Bu ülke başına gelen şahane bir devrimi nasıl hiç etti ve hangi akılla yeni aydınlık devrimlere sırtını döndü, bu soruya cevap arayın.

***
Bu ülkenin kurtuluşu... 
Eğer işler yolunda gider de iktidar değişirse; 
Başa geçecek olandan sadece parlamenter döneme dönülmesini isteyerek gerçekleşmez. 
Ondan, yetkiler elindeyken acilen eğitim sistemini de 1920’lere döndürmeyi vaat etmesini beklemek gerekir. 
Yoksa bu ülke şu kısa sürede hızla kaybettiği şeyleri kolay kolay geri kazanamaz. 
Bu sistemde yetişen bir nesille, kaçırdığı uygarlığı kuyruğundan bile yakalayamaz.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

3 Mayıs 2018 Perşembe

Değinmeler - OĞUZ OYAN

Haftalar yoğun geçiyor. Geçen hafta da seçim siyasetinden, seçim paketlerine ve futbola kadar her uğrakta yozlaşmış ve kapkaçcı siyasetin bütün görüntüleri bolca vardı.

Saray'dakinin futbola açık müdahalelerinin sürmesi, otokratın, hiçbir alanın kendi iradesi dışında özgür bir gelişim çizgisine sahip olmasına müsaade etmeyeceğinin adeta uygulamalı bir kanıtı gibidir. Bunun yakın bir örneğini Galatasaray-Başakşehir maçı öncesinde vermiş, Başakşehir taraftarlarını stadyuma çağırmıştı. Herhalde çifte bir amaçla: Hem Başakşehir bu iktidarın bir proje takımı olduğu için, hem de "muhterem" Fenerbahçeli olduğu için... Ettiği tarafsızlık yeminine bile uymayarak Cumhurbaşkanlığını partizan bir anlayışla yöneten ve taraflılığını futbol takımlarını kayırma noktasına kadar götüren bu zihniyete gereken tepkiyi Galatasaray seyircisi (diğer takım taraftarlarının da anlamlı desteğiyle) maç sırasında göstermişti.

Fenerbahçe-Beşiktaş arasında oynanan Türkiye Kupası yarı finalinin, Beşiktaş yedek kulübesine yapılan sözlü ve fiziki saldırılar ve Beşiktaş teknik direktörünün yaralanması sonucunda tatil edilmesinden sonra Türkiye Futbol Federasyonu Disiplin Kurulu üzerinde iki cepheden baskı kuruldu. Başlangıç startını veren, Saraylının "Burada bir kumpas var" açıklaması oldu. İddianın iması, hiç kuşkusuz, ev sahibi olduğu için olaylardan sorumlu tutulması gereken Fenerbahçe'ye karşı kumpas kurulduğuydu. Sonuçta olay, Reis'in işaretini kapanlarca, bir polisiye vakaya indirgenerek halledilmek istendi. Başbakan ve Bahçeli de koroya katılmakta gecikmediler.

Ama bir karşı suçlamayla ortalık bulandırılmadan bu kadarı hafif kalacaktı. Bundan sonra ikinci cephe açıldı. Yakınlarda Demirören'e hediye edilen Doğan Medya'nın Hürriyet'inde birinci sayfada manşet-üstü bir haber olarak Fenerbahçe kulübü teknik direktörünün Şenol Güneş'in 'sahtekarlık yaptığına' dönük iddialarına yer verildi. Ertesi gün Aziz Yıldırım da koroya katıldı. Aslında Hürriyet'in yeni sahibi aynı zamanda TFF Başkanı da olduğundan, Hürriyet'in haberi sunuş biçimi ve zamanlaması adeta bir "ihsas-ı rey" gibiydi.
Ardından, esasen başka seçenek bırakılmadığından, Federasyon Disiplin Kurulu'nun "maçın kaldığı yerden devamı" kararı geldi. Beşiktaş Divan Kurulu (YK böyle bir kararı almaya cesaret edemediğinden topu Divan'a atmıştı) yürekli bir kararla "maça çıkılmayacağını" bildirdi. Bu karar TFF'den ziyade, onun kararının arkasındaki Saray'a yönelikti. Başkan ve yöneticileri sermayedar olan bir büyük kulübün bu kararı alması böyle bir dönemde kuşkusuz yürek ister; ama cesaret, bu kararda direnilmesi halinde geçerli olacaktır.

Yazımın yukardaki bölümünü geçen hafta kaleme almıştım ve her an bu kararı geri aldırmaya yönelik baskıların gelmesini bekliyordum. Nitekim iki gün önce Bahçeli'nin medya açıklaması geldi. Saray'ın -dolaylı- müdahalesinin ise onun adına telefonla yıpıldığı anlaşılıyor. Beşiktaş YK konuyu tekrar değerlendirmek üzere dün toplanma kararı almıştı. 

Federasyonun maçın oynatılmasına dönük kararı sonrasında Türkiye'de hiçbir maçın güvenliği kalmamıştır. Hiçbir hakem, ölüm (ler) olmadıkça tatil kararı veremeyecektir artık. (Onu bile kumpasa bağlamak pekala mümkündür elbette).

Konu futbol fanatizmi olunca, sosyalist cenahta bile her türlü mantıklı değerlendirmenin önüne geçebileceğinin farkındayım. Örneğin son Galatasaray-Beşiktaş maçında evsahibi takımın seyircisi "tiyatrocu Güneş" sloganıyla rakibini aşağılamaya çalışırken, aslında Başakşehir maçında kendisine yapılanı hiç hatırlamaz gibiydi. Anlık rekabetlere kilitlenerek olaylar arasında ilişki kurma kapasitesini tamamen yitirmişti.

Ancak mesele takım taraftarlığının çok ötesindedir. Aslında bütün takımların taraftarlarına düşen, bu müdahaleci, adaletsiz, pervasız anlayışa karşı ortak hareket etmek ve 24 Haziran'da kırmızı kart göstererek onu siyaset dışına atmak olmalıdır.

***

SEÇİM PAKETİ
AKP dün itibariyle yeni bir seçim paketi açıkladı. Seçime iki aydan az zaman kala, adeta "kör kör parmağım gözüne" şeklinde, seçmenin gözüne sokulan bir paketti bu.
Ama ekonomi öylesine bıçak sırtındaydı ki, paketin açıklanması -tıpkı büyük sermayeye 135 milyar dolarlık süper teşvik paketinin açıklandığı günde olduğu gibi- borsada yüzde 3,1'lik rekor günlük düşüşe yol açtı. Dövizde de yukarı doğru gidiş oldu.

Peki, niçin böyle bir tepki? Bir kere dün sabahtan açıklanan dış ticaret verileri dış ticaret açığı ile cari açığın durdurulamaz bir artış temposu içinde olduğunu gösteriyordu zaten. Üstüne bu paket açıklandı. Açıklanan paket yeni bir genişletici maliye politikasını haberliyordu. Oysa bütçe sadece Mart ayında 20 milyar TL açık vermişti. Yeni paketin bütçeye hemen yansıyacak doğrudan maliyetinin (yalnızca bayram ikramiyeleri ve yaşlılık aylığı artışının) 30 milyar TL dolayında olacağı tahmin edilebilir. (Bu ekonomik destekler, veriliş amacı ve zamanı dışında yanlış değildir). 

Kamu alacaklarının yeniden yapılandırılması, stok affı, Bağ-Kurlulara "prim ödemeksizin" sağlık hizmeti gibi ikramların bütçe gelirlerinde azalış ve giderlerinde artış gibi dolaylı/dolaysız maliyetlerinin ise daha da yüksek bütçe kayıplarına neden olabileceği söylenebilir. Kuşkusuz kamu maliyesini birbuçuk/iki yıldabir af/barış çevrimleriyle döndürebilenler açısından, vazgeçilen gelirlerden ziyade, kuşkulu veya uzun vadede tahsil edilebilecek alacakların o mali yıl içinde kasaya girmesi ilgilendirmektedir. Maliye teşkilatı adeta sürekli bir factoring şirketi gibi çalışmaktadır.

Bu arada paketle getirilen imar affı ile kimlere peşkeşler çekildiği, hangi doğal afetlere yıkıcı davetiyeler çıkarılmış olduğu, hangi kentleşme dinamiklerine ölümcül darbeler vurulmakta olduğu da incelenmek durumundadır.

AKP ve RTE'nin ülkeye maliyeti giderek kabarmaktadır.

Oğuz Oyan / SOL

Mardin Bienali dördüncü kez başlıyor - AYŞEGÜL SÖNMEZ

İlki 2010 Haziran ayında Döne Otyam’ın özverili emeği ve fikir anneliğinde gerçekleşen Mardin Bienali, devletin fonladığı bir bienal olması itibariyle çok özel bir yere sahipti.

GAP İdaresi, Mardin Valiliği ve Başbakanlık Tanıtma Fonu işbirliğiyle düzenlenen uluslararası sergi, özel sektörün desteğine alışık olduğumuz kültür sanat dünyasında ilginç bir deneyimin ister istemez kapılarını araladı.

Mardin Bienali’nin ikincisini de yine GAP İdaresi, Mardin Valiliği, Başbakanlık Tanıtma Fonu destekledi.
Lakin bu deneyim uzun süreli olmayacak devlet desteğini üçüncüsünden çekmekte gecikmeyecekti.
Üçüncü Mardin Bienali, Mardin Sinema Derneği tarafından özel sektörün desteğiyle 15 Mayıs -15 Haziran 2015 tarihleri arasında gerçekleştirildi.


İlkinden bu yana danışmanı olduğum Mardin Bienali, bir büyük sergi olarak kültür sanat dünyasındaki devlet ve özel sektör desteğinin zaman içinde edindiği ve kaybettiği rolleri göstermesi açısından örnek olmayı sürdürüyor.

Bu yıl fonunu tamamen Crowd Funding usulüyle izleyicisinden oluşturdu. 
Örneğin, izleyicinin küçük büyük katkılarıyla 3 küratörün bir araya getirdiği bir sergiyle sanatın dilini sözün ötesi ilan ediyor.İzleyicisini “dünyaya ve sanata bakışta sözün ötesindeki anlam üretme biçimlerinde buluşmaya çağırıyor”.

Serginin küratörlerinden Fırat Arapoğlu, kendi sergisinin ismini Sonsuz Bakış olarak tayin etmiş.
Rousseau’nun bedeni de düşünme eyleminin içine kattığı sözlerinden hareket ediyor:
“Düşüncelerimi uyaran ve onlara can veren yürümeye dair bir şey var. Bir mekanda kaldığımda, zorlukla düşünebilmekteyim...”

Mekânın sınırlarını coğrafyanın sınırlarıyla birlikte ele alıyor ve soruyor:
“Acaba sanat, coğrafyayla birlikte dünyamızdaki aktüel dönüşümleri nasıl gösteriyor? İnsanlar ve mekânlar arası ilişkinin kolaylıkla tanımlanamadığı ve birbirlerine öyle ya da böyle bağımlı halde oldukları bir dünyaya nasıl reaksiyon verilebilir?”

Nazlı Gürlek ise Beden Dili alt başlığında, toplumsal çerçevede aciliyet taşıyan sorunların çeşitliliği, bu çeşitliliğe uygun yeni yaratıcılık kanalları geliştirme endişesini gündeme taşıyor.
Gürlek’e göre farklı disiplinlerin yöntem ve araçları doğal olarak yepyeni yaratıcılık kanalları açıyor.
Gürlek, bu farklı disipliner yaklaşımlarla Mardin ve bienal bağlamında nasıl farkındalık alanları yaratabiliriz, sorusunu önemsiyor.

Gürlek için bu soru da performans pratiğinin alanı:
“Beden Dili, disiplinlerarası (canlı ve video performanslar, performanslardan arta kalan dokümantasyonlar, tuval, heykel ve mekânsal yerleştirmeler katılımcı dans, hareket ve beden farkındalığı atölyeleri) ve performans odaklı üretimleri deneyime açıyor. “Beden Dili” ile insanlarla ve geniş sosyal çevreyle nasıl ilişkilenebileceğimiz sorusunu, bedenlerin dilinden deneyimi.”

Derya Yücel, “Sınırlar ve Eşikler”de, sanatçıların, çok uzun zamandır fiziksel ve zihinsel mekânların, sınırların ve eşiklerin ardında olanla yüzleştiği ve yüzleşmeye devam ettiği iddiasında. Sergisi aracılığıyla bu yüzleşmenin sanatsal forma dönüşme sürecindeki yolculuğuna izleyiciyi de dahil ederek, kendi sınırlarını ve eşiklerini araştırmasını diliyor.

Bir Mardin Bienali daha orada, Mardinlilerin talebi doğrultusunda, öncelikli ve özgün bir biçimde (en başta ve en makbulü  ve Mardinlilerle birlikte gerçekleşiyor.

İzleyicisi tarafından şekillenmeyi bekliyor. Yolu açık olsun.

AYŞEGÜL SÖNMEZ / CUMHURİYET