21 Mayıs 2018 Pazartesi

‘Allah ruhumu diğer bedene koymuş Hocam!’ - TAYFUN ATAY

Nihat Hatipoğlu Hoca ile bir hukukumuz var. Nazik ve “medeni” bir insandır. 

Karşımıza “televaiz” olarak ilk çıkmaya başladığı yıllarda ben kendisini “bir seküler İslam figürü” olarak nitelendirmiştim. Yazım için arayıp teşekkür etmiştir. 

Kendisinin bu seneki Ramazan “ödeme”sini bilmiyoruz. Önceki yıllarda etrafta dolaşan 600 bin rakamı, dövizdeki tırmanma sonucu ne olmuştur meçhul. Tabii “Allah bilir” de diyemiyoruz; Allah değil “Sektör” bilir!.. 


Büyük harfle yazdım “Sektör”ü, çünkü hep zikrediyoruz ya Marx’ın sözünü; kapitalizmde mabet, “pazar”dır. Öyle olduğu içindir ki Allah da “Sektör”le yer değiştirir. Bütün bunların olup bittiği yer ve zamanda da “dinsel duyu”nun veya dini duyumsamanın alabildiğine dünyevileştiği, yani sekülerleştiği bir iklim kaçınılmazdır. Sanki alabildiğine dindarlaşılıyor  gibi bir görüntü olsa da aslında alabildiğine dünyevileşilmektedir. 
Bu bakımdan “insan evreninin en ‘seküler’ yaratığı” olan televizyon dolayımıyla dinin bir popüler kültür metaı haline gelişine yaptığı katkı ile Nihat Hatipoğlu hocamızın oynadığı rol de yabana atılamaz. 

En son Sultanahmet Meydanı’nda canlı yayınlanan Ramazan programında hayli zor bir soruya muhatap oldu o... Eline mikrofonu alan kadın damardan girdi: “Doğuştan bayan olarak gelmişim Hocam, ama kendimi erkek görüyorumda bunu nasıl yapıcam yani, erkek hissediyorum, bunun tedavisi var mı, bayanlardan hoşlanıyorum...” 


Bu türden sorulara standart İslâmî yaklaşım, homurtular eşliğinde “Lût Kavmi”  hatırlatması ve onun lânetlenmiş olmasıdır. Ama yıllardır da bu ülkede yaşananlar; özellikle LGBTİ kültürün mücadelesi ve toplumda kendisine çırpına çırpına açtığı alan, artık bu lafzı o kadar kolayından üretmeye el vermiyor. Hatipoğlu Hoca da karşısında lezbiyen yönelimli (belki ileride kadından erkeğe trans operasyon seçeneğini de değerlendirebilecek) aynı zamanda belli ki inançlı bir Müslüman olarak duran kadına bunları söylemiyor. “Bak, Lût Kavmi helâk oldu” yerine “Biz sizi kınamıyoruz”   diyor.  “Lânetlisin” demek yerine “Biz sizi anlıyoruz” da diyor. Meydandakilerin yükselen tepkisini de “Arkadaşlar bu tür sorular olacak, hepimiz bu toplumun bir parçasıyız, her türlü insanımız olabilir, biz hepsini anlayışla karşılayacağız” diyerek göğüslüyor.
 
Dahası işi dinin, yani teolojinin alanından çıkarıp bilimin yani “psikoloji”nin alanına devrediyor; “Bu psikolojik bir olaydır” diyerek. (Eşcinsel yönelimin psikolojiye havalesi de ayrı bir sorun olmakla birlikte burada bunun üzerinde durmayalım şimdilik!) 
Böyle yapınca, yani din-dışı bir insan pratiğinin (psikoloji) bu konuda daha etkin ve de yetkin olduğunu belirttiği noktada İslam adına “din her şeydir”, “din hayattır” lafzı üzerinden yaygın, kuşatıcı ve “totalleştirici” tavrın dışına çıkıyor; göreli olarak (kendisi farkında ya da değil) “seküler” bir pozisyon alıyor. 

Ama tabii onun da bir “haddi” var. Sonrasında dedikleri, çok ama çok sorunlu!..  “Duygularınıza hâkim olmanız gerekir; bazı duygular insana rağmen gelişir;bazı duygular bir imtihan gereği olabilir, onun için mücadele etmen gerekir; nefsine değil, inancına ve aklına teslim olman daha doğru olur” diyor kadına... Israrla gelen “Ama Hocam, biri bana bayan derken çok zoruma gidiyor; çokilgim var bayanlara” sözleri karşısında da son noktayı “Size dua edeceğiz inşallah” diye koyuyor. 

Kendisiyle hukukumuza sığınarak söyleyelim: Valla Hocam, kusura bakma da bu kadın, “nefsine teslim olmama” hususunda sen dua ederken ya da ezan okunurken o meydanda cep telefonlarıyla ağızları kulaklarında selfi yapanları cebinden çıkarır! 


Ayrıca bak, birkaç yıl önce samimi bir dindar Müslüman da olan trans bir kadınla söyleşi yaptığımda anlatmıştı, ekmek parası için seks işçiliği yaptığı dönemde kendisiyle gizli gizli ilişki kuran nice dindar muhafazakâr, hatta bir de cami hocası olduğunu... Hem de gayet “empati” yüklü, “Neden olmasın, cami hocası da insan değil mi; erkek değil mi; onun da istek ve arzuları yok mu” diyerek... 

İşte Hocam, bu trans kadın da, meydanda senin karşına çıkan da hem nefse hâkimiyet, hem de inanca ve akla teslimiyet hususunda ortalıkta Müslüman diye dolaşan nicelerini cebinden çıkarırlar, emin ol!.. 

Niyazım o ki gün gelir “Allah bedensel olarak öyle ruhsal olarak böyle; fizikselolarak öyle duygusal olarak böyle yaratmış; biz de böyle kabul edelim, sevelim ve birlikte yaşayalım” deme noktasına gelmeye de din adına sen öncülük yaparsın! Âmin!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Sular çekilince... - Ergin Yıldızoğlu

Günümüzün en deneyimli spekülatörlerinden W. Buffet’in deyimiyle “Sular çekilince denize kimin donsuz girdiği ortaya çıkar”. Şimdi sular çekiliyor ve AKP rejiminin ülkeyi derin bir resesyonun, borç krizinin eşiğine getirdiği görülüyor. 

Geçen 10 yıl içinde, çevre ülkeleri, merkez ülkelerin küresel finans sisteminin çöküşünü engellemek için başlattıkları düşük faiz, 12-13 trilyon dolar parasal genişleme politikalarının yarattığı ucuz ve bol kredi dalgasından yararlandılar. 

O Merkez Bankaları, şimdi bu genişleme politikasını terk ediyor. ABD’nin, yükselen güçlerin basıncına, hegemonyasının gerileme sürecine uyum sağlama zorluğunun uluslararası alanda yarattığı riskler artıyor. Bu iki etkene bağlı olarak, dolar değerleniyor, ticaret savaşları başlıyor, petrol fiyatları yükseliyor.

Ortaya çıkanlar 
“Yükselen piyasaların” 
yararlandığı dalga geri çekilirken, bu “denize” kimlerin donsuz girdiği ortaya çıkıyor. Listenin başında Arjantin ve AKP Türkiye’si var. Arjantin önlem almaya başladı. AKP rejimi yine realiteden kaçma çabasında! 

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın rejimi altında Türkiye ekonomisinin, borçlanarak büyüme sarmalı ivme kazandı. Devlet, daha önemlisi özel sektör borçları hızla arttı, cari açık büyüdü. Şimdi ucuz, bol kredi dalgası geri çekilirken, siyasal İslamın “ahbap çavuş kapitalizmi” (borçlan, rant yarat, yandaşlarla paylaş, kimi projeleri gelirlerinin kapasitesinin çok üstünden garanti et, faizleri ve piyasa sinyallerini bastır) modelinin gerçeği de ortaya döküldü. 

Türk Lirası’nın kaybı ocak başından bu yana yüzde 20’yi geçti. Ocak sonundan bu yana borsa yaklaşık yüzde 15 geriledi. Enflasyon hızlanıyor. The Economist bu hafta yorumunda Türkiye’yi “reytingi çöp derecesine düşen yükselen piyasa” olarak niteliyordu.
 
AKP rejimi ise bu kritik durumun realitesini kavramaktan çok uzak. Geçenlerde Londra’da, rejimin liderini dinlemeye gelen uluslararası yatırımcılar, kendilerine verilen “faiz-enflasyon ilişkisi” dersindeReuters’in aktardığına göre “kulaklarına inanamadılar, şok geçirdiler”Financial Times, YatırımcılarErdoğan’la yemeğe oturdular, iştahları kaçtı” diyordu.

Seçimden sonra... 
AKP’de temsil edilen siyasal İslamın egemen sınıfının, onun liderliğinde şekillenmiş iktidar blokunun destek sınıflarının çıkarlarının, Türkiye kapitalizminin genel çıkarlarıyla çatıştığına daha önce dikkat çekmiştim. Kendini enflasyon-yüksek faiz ilişkisi üzerinden ileri sürülen saçmalıklarla gösteren bu çatışma artık sürdürülemez bir noktaya ulaştı. 

AKP liderinin, danışmanlarının, yandaş “ekonomistlerin” ekonomik duruma ilişkin saptamaları, Türkiye’yi, kaçınılması son derecede zor bir depresyonun, döviz krizinin beklediğini gösteriyor.

Türkiye kapitalizminde, “ekonomik büyüme” dış kaynağa/krediye bağımlıdır. Bu kaynağı getirenlerin Türkiye ekonomisinin borç ödeme kapasitesine güvenleri hızla dağılıyor. Bu sırada, TL ve borsa değer kaybederken, AKP’yi destek sınıfları, ranta dayalı ekonomik çıkarlar ayakta kalabilmek için düşük faizde, devlet kaynaklarından beslenmekte ısrar ediyorlar: Kriz giderek derinleşiyor. 

Seçimlerden sonra Türkiye’yi yönetecek olanlar, borçların çevrilmesi, ihracat malları üretimi için gerekli ithalatın finansmanı, ülkenin enerji gereksiniminin karşılanması için gerekli dış kaynak girişini canlandırmak (uluslararası piyasalara güven vermek) için faizleri hızla olağanüstü düzeylere yükseltmek zorunda kalacaklar: Özel sektörde iflaslar, buna bağlı olarak işsizlik hızla artacak, toplam talep gerileyecek, ekonomik büyüme negatif alana, hatta depresyon düzeyine düşecek. 

Ya da Türkiye’yi yönetenler, düşük faiz politikasında ısrar edecekler. O zaman önlerinde TL’nin değerini korumak, borsanın çöküşünü önlemek için konvertibiliteyi, sermaye hesaplarındaki serbestliği kaldırmaktan, kimi servetlere el koymaktan başka çare kalmayacak. O zaman da dış kaynak akışı tamamen duracak, borçlar çevrilemeyecek, üretimde, ihracat kapasitesinde, tüketimde şiddetli bir depresyon gündeme gelecek. 

Tehlikenin farkında mısınız?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

‘Köylüyüz diye bizi cahil sanıyorlar’ - Melis Alphan

İnşası planlanan Çerkezköy Termik Santralı’na 1 kilometre mesafede, Pınarça köyünün kahvesinde Tema Vakfı temsilcileri ile birlikte köydeki kadınlarla konuşuyoruz.


Aylardır burada termik santrala karşı mücadele veren kadınlardan İlknur  Bozkaya, içeri alınmadıkları termik santralın ‘halkı bilgilendirme’ toplantısını anlatıyor:

“Bizi içeri almadılar. Yangın merdiveninden bir boşluk bulduk da girdik. Gerisin geri çıkardılar. Biz de sakladığımız düdüklerimizi çaldık, bağırdık ettik ve o toplantıyı yaptırmadık. Arkamızdan ‘Bilgi almadılar’ demişler. Ne yapsaydık? Oldubittiye getirselerdi de, şimdi Eskişehir’dekiler gibi mahkeme mahkeme koştursa mıydık? Köylüyüz diye bizi hepten cahil sanıyorlar.”

Kapaklı Belediyesi, Pınarça’da yaşayan köylüleri Zonguldak Çatalağzı’na götürmüş ki orada yapılan termik santralın yaşama etkisini görsünler.

“Balkona çamaşır bile asılamıyor” diyor Maide Coşar: “O evlerin duvarları sanki ağlıyor. Yerdeki toprak simsiyah. Yalvardılar ‘Sakın termik santralı yaptırmayın’ diye. Son nefesimize kadar doğamızı kurtarmaya çalışacağız. Köyümüz kirlensin, ormanlarımız yok olsun istemiyoruz. Biz burada yetiştirdiğimizi yiyoruz. Bazı insanlar köyü sevmez, şehirde yaşamak ister. Ama biz köyümüzden memnunuz. Termik santrala karşıyız.”

Hediye Oban, artık bir adet domatesin bile yetişmediği Çatalağzı’nda kanserin had safhada olduğunu söylüyor. “Diyorlar ki: Çoluğumuz çocuğumuz grip diye doktora götürüyoruz, kanser çıkıyor. 1-2 yıla da ölüyor. Haftada 5-6 ölü verebiliyoruz. Ölün, bu santralı yaptırmayın.”
Santrala yakıt sağlayacak kömür çevredeki maden sahalarından karşılanacak. Yani, termikle ve kömür madenciliğiyle Trakya’nın altı üstüne getirilecek.

Oysa Türkiye’nin buğday üretiminin yüzde 12’sinin, ayçiçeği üretiminin yüzde 46’sının karşılandığı Trakya’nın toprakları çok kıymetli. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 2009 tarihli çevre düzeni planında, bu alanda yasakladığı sanayi türleri arasında ‘kömüre dayalı termik santral’ da vardı. Bakanlık, 2017’de çevre düzeni planında değişiklik yaparak termik santral planlanan Çerkezköy ve Vize için bu ifadeyi kaldırdı. Oysa aynı bakanlık, bu bölgedeki orman alanlarını, su havzalarını ve tarım alanlarını ‘kesin korunması gereken mutlak korunma alanları’ olarak da belirlemiş, buradaki kömürü işletmenin bölge için çok kritik sorunlar yaratacağını ifade etmişti!

Santral nedeniyle 250 bin civarında ağacın kesileceği konuşuluyor.

Naide Candan, ormanı gösteriyor ve kendi elleriyle diktikleri ağaçları anlatıyor: “Devlet işletmesi bizi aldı götürdü. Fidanlarımızı diktik, aylarca peşlerinde gezdik. Bu ağaçları kesip oksijenimizi nasıl yok ederler? Biz o ağaçlarla yaşıyoruz. İstanbul’un her köşesinden piknik alanımıza geliyorlar. Nefes almak için haftanın bir gününü bekliyor, sırf temiz hava solumak için saatlerce yolda işkence çekiyorlar. Burası hiç yok edilebilir mi?”

Fevziye Buğa soruyor: “Güneş enerjisi kursunlar, gelsinler rüzgâr gülü koysunlar. Biz bahçemizi ekip dikemedikten sonra, temiz havamız zehirlendikten sonra o santraldan gelecek elektriğin ne anlamı var?”
Bozkaya’nın sözünün üstüne de insan söz söyleyemiyor: “Biz köyümüzde ağacımızla, ormanımızla, böceğimizle, çiçeğimizle yaşamak istiyoruz. Bizler üreten toplum olmak istiyoruz. Tüketen toplum olmak istemiyoruz! Biz çalışarak kazanıyoruz, memnunuz halimizden. Yazımız ayrı güzel, kışımız ayrı güzel. Herkes nasıl istiyorsa yaşasın, bizim Trakyamıza dokunmasınlar.”

Melis Alphan /CUMHURİYET

TED konuşmaları ve şifacılık kültürü - ANIL ABA

Bir Victoria’s Secret modelinin gençken ne kadar çirkin olduğu gelir dağılımı adaletsizliğinden daha mı önemli? Yüzyıllardır çözülemeyen dünya meseleleri 18 dakikalık ilham verici bir videoya sıkıştırılacak kadar basit mi? İşsizliğin ve yoksulluğun kaynağı motivasyon eksikliği mi? TED fikirlerini yeteri kadar yayamadığımız (Ideas Worth Spreading) için mi savaşlar çıkıyor?

TED Konuşmaları son on yılın en dikkat çeken internet fenomenlerinden biri. İnternette aktif olup da bugüne kadar herhangi bir TED videosuna denk gelmemiş insan yok denecek kadar azdır. Hatta bütün TED videolarını izlemeyi kendine görev edinmiş, her gün üç dört TED videosu izleyerek bir yılda bütün videoları bitirme hedefi olan insanlar tanıyorum. Müthiş bir furya ve acayip bir abartı hali…


Her ne kadar 1984 yılında kurulmuş olsa da aktivitelerinin hızlanması TED’in 1996 yılında Chris Anderson’un kurduğu Sapling Foundation tarafından alınmasından sonra oluyor. Vakfın en “güzel” zamanlarını sosyal medya çağında yaşadığı aşikâr.

Geniş açıdan bakıldığında her türlü konuya değiniliyormuş gibi gözükse de daha dikkatli inceleyince en çok izlenen videoların hep motivasyon, özgüven, beynini kontrol et, hayatını organize et bilmem ne gibi, daha ziyade kişisel gelişim kitaplarında işlenen, konular etrafında döndükleri görülüyor. Çoğu konuşmacı sahnede hayat hikâyesini anlatıp klasik bir “I have a dream” (bir hayalim var) konuşması veriyor.

Salonda öyle bir atmosfer yaratılıyor ki sanırsınız TED’e çıkan herkes fikir lideri (thought leader). Kapitalizm refah, zenginlik, demokrasi, gelişmişlik, sağlık ve mutluluk vaat eder. Oysa gerçekte olan insanların dişlerini sıkarak mesaisini tamamladığı b.ktan işler, saçma sapan tüketim zımbırtıları, petrol savaşlarında ölen çocuklar ve arkası psikolojik travmalarla dolu ekonomik krizlerdir. İstisnaları olsa da TED konuşmalarına bir bakıyorsunuz, adamlar/kadınlar dünyanın binde birine dokunmayan fikirler üzerinden böyle sanki metafiziksel bir âlemden bahsediyorlar. Resmen paralel evren… Lego Movie gibi, her şey ya çok mükemmel ya da konuşmacının müthiş vizyonu sayesinde mükemmel hale getirilebilir!

Terapötik söylem ve motivasyon konuşmacılığı
Kadri nedense az bilinen sosyologlardan olan Eva Illouz araştırmalarında (mesela “Saving the Modern Soul”), özellikle kişisel gelişim ortamlarında, kullanılan terapötik (yani şifa verici, “therapeutic”) söyleme dikkat çeker. Sistem, çaresizleştirdiği insanları şifa kültürü ile yatıştırır. Büyük sorunlar; bunları tek başına çözemeyen insanlar ve her derde deva bir Oprah Winfrey, Mehmet Öz, Serap Ezgü, Müge Anlı, Barış Muslu, Mümin Sekman, Metin Hara, Aret Vartanyan ya da Anthony Robbins… Hepsinin hedef kitlesi “kaybeden” insanlar. Hepsinin önerisi bireycilik, bencillik ve kişisel gelişim.

Illouz’un penceresinden bakıldığında TED konuşmacılarının mega kiliselerden yayın yapan televanjelik pastorlardan, kişisel gelişim uzmanlarından ya da cemaat hocalarından pek farkları olmadıklarını söyleyebiliriz. Motivasyon konuşmacılığı yapan Zig Ziglar, Tony Robbins, Uri Geller, Benny Hinn ve benzeri kişisel gelişim şarlatanlarında olduğu gibi TED konuşmacıları da genelde yüksek hitabet becerileri olan kişiler. Yeri geldiğinde konuşma esnasında ağlayarak dramatik roller kesenleri bile var. Aynı taktikleri dergâh sohbetlerinde de görebilirsiniz.

Cemaatlerin “sohbet” diye pazarladıkları pilavlı ritüel aslında çok feyizli bir abimizin monoloğundan ibarettir. Öyle sanıldığı gibi karşılıklı diyaloglar yoktur. Feyizli abimizin engin bilgi birikimini zorlayacak sorular sormak uygun kaçmaz. Geveze abimiz monoloğunu güzel ve çarpıcı örneklerle bitirir; yenilen maklubelerin ardından eda edilen yatsı namazıyla da birlikte ayak kokulu sohbetimiz sona erer. Tartışma kesinlikle olmaz, şüpheye hiç yer yoktur. Dikkat edin, bütün TED monologları cemaat sohbetlerine benzer seküler birer vaaz havasında sunuluyor (pilavsız, ama lüks kokteyl ve ‘after-party’li). Hiçbir TED videosunda eleştiri ya da soru-cevap olmuyor. Tüm videolarda içerikten ziyade biçim ön plana çıkıyor. 

Dahası, Nassim Taleb’in dediği gibi, TED sahneye çıkardığı “bilim insanlarını ve düşünürleri adeta sirk performansçıları gibi düşük seviyeli animatörlere dönüştürüyor.” Yani öncelikli amaç çok izlenmek olduğu için Nobel almış fizikçiler bile içerik kalitesinden yüksek tavizler verip reyting aldıracak kısa sunumlar yapmak durumunda kalıyorlar.

Siyaset, ideoloji ve sansür
TED konuşmaları, tıpkı kişisel gelişim saçmalıkları gibi, hem içerik hem biçim olarak liberal ideolojinin bir uzantısı. Özetle, kişisel başarı öyküleri üzerinden insanlara geçici aydınlanmalar veren ama herhangi bir kalıcı etki yaratmayan kısa videolar yığını…

Kendi sınıflandırmalarına göre en çok izlenen 36 videonun 25’i “ilham verici” kategorisinde. Zaten böyle bir fetiş var. İzledikleri her filmin, okudukları her yazının, baktıkları her resmin illâ “ilham verici” olmasını bekleyen bir güruh ortaya çıktı. İçerik zayıf olsa da sunumun ilham veriyor olması bu güruhu çok etkiliyor. Malcolm Gladwell ve Alain de Botton kitapları gibi işte.

Şu örneğe bakalım. Nick Hanauer’in gelir dağılımı adaletsizliği ve ekonomi üzerine yaptığı sunum benim de beğendiğim kalburüstü konuşmalardan biridir. Kapitalizme dair, aslında radikal bile olmayan, Keynesyen bir eksik talep eleştirisi getiriyor. Fakat TED, Hanauer’in konuşmasını yasaklamış. Sonra da “aslında yasaklamadık, sadece iyi bir konuşma olmadığı için yayınlamadık” demiş. Video YouTube’de viral olup normal TED konuşmalarından daha fazla izlenince “aslında iyi olmadığından değil de politik olarak tartışmalı bir konu olduğu için yayınlamadık” açıklaması yapılmış. Çevirin “gazı” yanmasın…

Kafamda deli sorular…
Hangi TED konuşmasında emperyalizmden, işsizlikten, servet adaletsizliğinden ya da emek sömürüsünden bahsediliyor? Bahsedilenler neden sansürleniyor? Bir Victoria’s Secret modelinin gençken ne kadar çirkin olduğu gelir dağılımı adaletsizliğinden daha mı önemli?

Yüzyıllardır çözülemeyen dünya meseleleri 18 dakikalık ilham verici bir videoya sıkıştırılacak kadar basit mi? İşsizliğin ve yoksulluğun kaynağı motivasyon eksikliği mi? TED fikirlerini yeteri kadar yayamadığımız (Ideas Worth Spreading) için mi savaşlar çıkıyor?

Ben bu videolarla niçin motive olamıyorum? Bende bir sorun mu var? Olsam ne olacak, dünya değişecek mi? Neden “bağzı” öğrencilerim bile bu güzelce ambalajlanmış kozmetik videolara bayılıyorlar? Derslerde neyi yanlış yapıyorum?

Eğer TED, beyan edildiği gibi kâr amacı gütmeyen bir kurumsa, neden bir TED konuşmasının standart bileti 10.000 dolara (yazıyla on bin dolar) satılıyor? Özel üyelik neden 25.000 dolar? 
Beş yıllık TED Patron üyeliği neden 250.000 dolar? 
Hazırlanan bu sunumların maliyeti ne ki? 

İnternet sitesinde 250.000 dolarlık TED biletinin 237.500 dolarının vergiden düşürülebildiği neden özellikle vurgulanıyor?
TED konuşmacılarının şişirme lojistik masrafları nasıl faturalanıyor? 
Ne kadarı vergiden düşülüyor ve ne kadarı indragandi ediliyor? 
TED’in ihalelerini kimler alıyor? Harcamalar kime yapılıyor? 
Sizce de TED’in iş modelinde bir gariplik yok mu? 
TED ile Uçan Spagetti Canavarı Kilisesi arasında yedi fark var mıdır? 
Eğer yoksa, acaba TED etkileyici konuşmalar kisvesi altında tepedeki yüzde 1’in çılgınlar gibi vergi kaçırmasına vesile olan paravan bir şirket midir?

Anıl Aba / BİRGÜN

Malezya, ‘Asya değerleri’ ve Türkiye - TANER TİMUR

En azından iktidar çevrelerini şaşırtmamış, aksine memnun etmiş görünüyor. Seçimlerden sonra Anadolu Ajansı, sonuçları “Malezya seçimlerini ‘Erdoğan’ın dostu’ Mahathir kazandı” başlığıyla veriyordu. Oysa Türkiye’de AKP’nin iktidara geldiği tarihte Mahathir iktidardan ayrılmış, Erdoğan ve AKP’nin Malezya dostluğu aslında Necip Rezak zamanında pekişmişti.


9 Mayıs Çarşamba günü Malezya’da seçimler oldu ve Meclis’te çoğunluğu “Umut İttifakı” (Pakatan Harapan) kazandı. İttifakın lideri, tıp tahsili yapmış ve 1957’de ülkesi bağımsızlığına kavuştuğundan beri hep iktidarda olan Ulusal Malay Birliği Örgütü (UMNO) saflarında yer almış Mahathir bin Muhammed idi. Sonuçlar kesinleştikten sonra da, bir parlamenter ve federal krallık olan Malezya’da, Kral tarafından yeni hükümeti kurmakla kendisi görevlendirildi.
Mahathir daha 1964’te milletvekili seçilmiş ve 1980-2003 arasında da ülkeyi başbakan olarak “demir pençe” ile yönetmişti. Ne var ki son 15 yılda köprünün altından çok sular aktı. Bu kez seçimlere, Mahathir, bir muhalefet koalisyonu (Umut İttifakı) olan Partisi’nin bayrağı altında giriyor ve iktidarın tüm anti-demokratik önlemlerine rağmen Meclis’teki 222 koltuğun 122’sini elde etmeyi başarıyordu. On beş yıl önce herkesin emekli olmuş gözüyle baktığı ihtiyar kurt, 92 yaşında seçim kazanarak tekrar iktidara dönüyordu. Bu bir ilk ve özel bir rekordu.

•••

Seçimlerde yenilen ise yine bir koalisyon partisi olan Barisan Nasional ve lideri Necip Rezak oldu. Aslında Rezak’ın seçim kozu ülkedeki “görülmemiş” kalkınma olmuştu. 2006’da 9. Kalkınma Planı ile ortaya atılan “Malezya 2020” sloganı tüm partizanların dilindeydi. Kuala Lumpur metrosu, otoyollar, köprüler, ticaret limanları vb. hepsi ortadaydı. Ne var ki Necip Rezak nüfusunun üçte biri (% 25 Çin, % 6 Hint kökenli) etnik azınlıklardan oluşan Malezya’yı milliyetçi-İslamcı bir politikayla yönetmiş ve vahim bir kutuplaşmaya yol açmıştı. Onun gözünde Malay ve Müslüman olmayanlar ikinci sınıf vatandaştı.

•••

Aslında Malaycı politika UMNO’nun geleneksel politikası idi. Baba tarafından Hintli olan Mahathir de nispeten ılımlı bir Malaycılık izlemişti. Ne var ki Necip Rezak döneminde bu politika Çin ve Hint kökenliler aleyhinde büyük bir ayrımcılığa dönüşmüş, üstelik buna korkunç boyutlara ulaşan bir de yolsuzluklar dosyası eklenmişti. ABD Adalet Bakanlığı’na göre UMNO yöneticileri, ABD finans kuruluşlarında devlet fonlarından 3,5 milyar dolar “yıkamış” ve bunu lüks villalar, mücevherler, kıymetli tablolar vb. şeklinde aralarında paylaşmıştı. Aynı kaynaklar Başbakanın tek başına 681 milyon doları hesabına geçirdiğini söylüyordu. (The Economist, 12 Mayıs 2018). Özellikle de karısının 60 milyon avro değerindeki 22 karatlık elmas kolyesi dillere destan olmuştu. Bu vurgundan şaşkına dönen Mahathir, “bir başbakanın bu kadar korkunç derecede hırsız olabileceği aklıma gelmezdi” diyordu.

Yine de Mahathir intikamcı değildi; her şey hukuk içinde cereyan edecekti. Daha ziyade, çalınan parayı geri almaya çalıştıklarını ve hakkında yurt dışına çıkma yasağı konan Necip eğer kaçarsa İnterpol’a başvuracaklarını söylüyordu. Buna karşılık Necip de tüm yolsuzluk iddialarını inkâr ediyor, hesabındaki yüzlerce milyon doların Suud Krallığı’nın hediyesi olduğunu söylüyordu (Le Monde, 16 Mayıs 2018). UMNO’da Necip’in halef olarak tayini, Mahathir’in, kendi ifadesiyle, “hayatındaki en büyük hata” olmuştu (N.Y. Times, 12 Mayıs 2018).

•••

Yolsuzluğa bu kadar bulaşmış bir başbakan ne yapar? 
Önce iktidardan düşmemek için her türlü yola başvurur. Necip Rezak da bunu yaptı. Tüm devlet olanaklarını seferber etti; seçim kanununda değişiklik yaparak seçim bölgelerinde partisi lehine düzenlemeler yaptı ve seçimlerin de çarşamba günü yapılmasını sağlayarak bir kısım muhalif seçmenlerin kendi sandıklarında oy vermelerini engelledi. Malezya, 2018 yılında Sınır Tanımayan Gazeteciler’in basın özgürlüğü sıralamasında 145. sıraya düşmüştü. Oysa bütün bunlar yetmedi; artık mızrak çuvala sığmıyordu ve Necip iktidardan kovuldu. 9 Mayıs gecesi Malezya’da bayram havası esiyordu.

•••

Yine de geleceğe ait kuşkular giderilmemişti. Mahatmir, ileri yaşının ötesinde, geçmişi de soru işaretleriyle dolu bir liderdi. Yaşlı lider daha önceki 22 yıllık başbakanlığından hiç de “hukuk devleti”ne uygun anılar bırakmamıştı. O yıllarda koyu bir milliyetçilik temelinde Batı düşmanlığı yapmış, “Asya değerleri”ni öne çıkarmaya çalışmıştı. Bu konuda, 1994 yılında Pekin’de bir de toplantı yapılmış, International Herald Tribune gazetesinin örgütlediği bu toplantıya bazı tanınmış devlet adamları da katılmıştı. Kalkınmakta olan ülkelerdeki siyasal rejim sorunlarının tartışıldığı bu konferansta ilginç tezler ortaya atılmış, Mahathir’in görüşleri, toplantıya egemen kılınmak istenen görüşlerin adeta bir özeti olmuştu. Malezya Başbakanı Konferansın bitiminden hemen sonra yayımladığı bir makaleyle de (İ. H. Tribune, 18 Mayıs 1994) mesajını çok daha geniş bir kitleye yayma fırsatını buldu.

Mahathir’e göre Batılı ülkeler kendi demokrasi modellerini, farklı bir toplum ve kültür yapısındaki ülkelere zorla empoze etmek istiyorlardı. Oysa neredeyse tüm Doğu Asya ülkeleri “laisser faire” kapitalizmine dayanan bu modeli reddediyorlardı. Neden? Çünkü bu ülkelerin sermaye hareketlerinde “tek rekabet avantajı” olan düşük ücretleri koruyabilmek için “güçlü ve istikrarlı hükümetlere” ihtiyaçları vardı. Batılıların bir “uluslararası asgari ücret” önererek kırmak istedikleri bu avantajı, ancak güçlü iktidarlar koruyabilirdi. Diğer tüm avantajların (sermaye, teknoloji, büyük pazarlar vb.) Batı’nın lehine olduğu düşünülürse, Asyalı ülkelerin yapabilecekleri başka bir şey yoktu. Görüldüğü gibi anti-emperyalizm cilasıyla sunulan bu politikada temel araç, “rekabet” adına emekçileri “vahşi kapitalizm” koşullarına mahkûm etmekti. Şimdi bu lider, 92 yaşında, “hukuk devleti” vaadiyle Malezyalıların umut kaynağı oluyordu. Seçim zaferinden sonra artık yönetimde “çoğunluk kuralı”nın hâkim olacağını söylüyor ve koalisyonu oluşturan en büyük partinin lideri olan Enver İbrahim’i de Kralın hemen affedeceğini vadediyordu. Dediği de oldu; önce kendi başbakanlığı, sonra da Necip Rezak’ın sırasında iki kez eşcinsellik “iftirasıyla” mahkûm olan Enver İbrahim affedildi ve iki yıl sonra başbakanlığı devralmaya hazırlanıyor.

Enver, daha yirmi yıl önce muhalefete geçerken Mahathir’in “devleti yönetemeyen bir bunak” olduğunu söylemiş ve kendisini hapishanede bulmuştu. Mahathir de üç yıl önce Le Monde’a verdiği beyanatta “bu şahsın kuşku verici alışkanlıkları var; benim zamanımda başbakan yardımcılığı ve maliye bakanlığı yaparken bir hiçti” diyordu. Şimdi ise ikisi birlikte “umut ittifakı” içinde ülkeyi yönetmek için gün sayıyorlar! Seçimlerden sonra bu ithamları hatırlatan Le Monde yazarı “Malezya bizleri şaşırtmaya devam ediyor” diyor (11 Mayıs 2018).

•••

Bütün bunlar Mahathir’in “güçlü iktidar; düşük ücret!” doktrininin zaten uygulama halinde olduğunu göstermiyor mu? Oysa bizim topraklarda da iş adamlarını toplayarak onlara “Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ile anında müdahale ediyoruz; diyoruz ki, hayır! Burada greve müsaade etmiyoruz; çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız; bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i!” diyen bir Başkan’ın yönetiminde “Asya değerleri”ne doğru yol aldığımızı da kimse yadsıyamayız.

Peki, Malezya seçimleri bizleri de şaşırtıyor mu? 
En azından iktidar çevrelerini şaşırtmamış, aksine memnun etmiş görünüyor. Seçimlerden sonra Anadolu Ajansı, sonuçları “Malezya seçimlerini ‘Erdoğan’ın dostu’ Mahathir kazandı” başlığıyla veriyordu. Oysa Türkiye’de AKP’nin iktidara geldiği tarihte Mahathir iktidardan ayrılmış, Erdoğan ve AKP’nin Malezya dostluğu aslında Necip Rezak zamanında pekişmişti. Gerçekten de önümüzdeki günlerde ülkesinde yargılanacağı anlaşılan Necip Rezak, 2011 Şubat’ında Türkiye’yi ziyaret etmiş ve Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen “Adalet, Barış ve Onur İçin Küresel Hareket Forumu”nun açılışına katılmıştı. Erdoğan da 2014 Ocak ayında iadeyi ziyaret etti ve görüşmelerden sonra düzenlenen ortak basın toplantısında, “Türkiye ve Malezya’nın gelecekteki işbirliğinin çerçevesini teşkil edecek Stratejik İşbirliği Eylem Planını”nın imzalandığını” açıkladı. Ne var ki 17-25 Aralık 2013 skandalından iki hafta sonra yapılan bu ziyaret basında çeşitli söylentilere yol açmış, hatta CHP Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a Erdoğan’ın Malezya’dan “sığınma talebinde” bulunup bulunmadığını bile sormuştu. Dört yıl sonra ise bu ilişkilerde bambaşka bir tablo ile karşı karşıya bulunuyoruz. Necip Rezak gitti; Mahathir Muhammed geldi ve AKP sözcüsü organlar bu kez “Erdoğan’ın dostu seçimleri kazandı” diye seviniyorlar. Biz ise bu genel gözlemleri bir sorgulama ile noktalayalım. Acaba Mahathir’le beraber “Asya değerleri” de mi tekrar gündeme gelecek? Böyle bir sorunun son yıllarda Avrupa değerlerinden Asya değerlerine doğru savrulurken yolun ortasında (Avrasya) bulunan Türkiye’yi de ilgilendirdiğini sanıyorum.

•••

Gerçekten de bugün “Asya değerleri” nedir? 
Aslında Asya coğrafyasına bir göz atınca bunun yanıtını az çok verebiliyoruz! Tayland’da askeri cunta; Myanmar’da etnik temizlikle meşgul generaller; Kamboçya’da her türlü muhalefeti yok eden Başbakan Hun Se; Filipinler’de uyuşturucularla savaşıyorum diye binlerce masumu katleden Duterte... liste daha da uzatılabilir. Koyu Hindu milliyetçisi Modi’nin Hindistan’ı ve geçen Mart’taki seçimleri kazandıktan sonra ilk işi anayasayı değiştirerek ölene kadar iktidar olmanın yolunu açan Xi Jinping’in Çin’i gibi dev ülkeler de “büyük resim”in asıl parçalarını oluşturuyor..

Bütün bunlar Mahathir’in “güçlü iktidar; düşük ücret!” doktrininin zaten uygulama halinde olduğunu göstermiyor mu? Oysa bizim topraklarda da iş adamlarını toplayarak (TOBB toplantısı, 12 Temmuz 2017) onlara “Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ile anında müdahale ediyoruz; diyoruz ki, hayır! burada greve müsaade etmiyoruz; çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız; bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i!” diyen bir Başkan’ın yönetiminde “Asya değerleri”ne doğru yol aldığımızı da kimse yadsıyamayız. Diliyor ve tahmin ediyoruz ki 24 Haziran seçimleri buna da “Artık tamam; dur!” demenin umutlu bir fırsatı olacaktır.


Taner Timur / BİRGÜN




Türkiye için Arjantin ve Malezya dersleri - HAYRİ KOZANOĞLU

Malezya’da değişmez gibi görünen değiştiği, devrilmez zannedilen devrildiği için insanın içinden haliyle sevinmek geliyor. Ne var ki, denklemlerin göründüğünden çok daha karışık olduğunu hatırlatmak da gerekiyor.



Son haftalarda dünya gündeminde yoğun yer tutan iki ülkeden söz edeceğiz: Arjantin ve Malezya. Çünkü her iki ülkede yaşananlar da Türkiye için önemli dersler içeriyor.

Hatırlayalım, IMF defterini 2007’de kapatan, Arjantin bir kez daha dara düştü ve Fon’dan borç istemekten başka çare bulamadı. Malezya’da da tüm yetkileri ve fonları kendi elinde toplamaya çalışan Başbakan Necip Rezak büyük bir seçim yenilgisine uğradı.


İsterseniz Arjantin’le başlayalım. 
Daha çok Maradona’nın, Messi’nin memleketi olarak tanıdığımız bu Latin Amerika ülkesi, 20. Yüzyıl başlarının umut coğrafyasıydı. Avrupa kökenli, göreceli eğitim düzeyi yüksek bir nüfusa sahip; doğal kaynakları zengin Arjantin’de ekonomi de hızla büyüyordu. Tarım ve hayvancılığa elverişli uçsuz bucaksız verimli topraklara sahipti. İngilizlerin inşa ettiği demiryolu ağı sayesinde, soğutma teknolojisindeki gelişmelerin de yardımıyla ihracat kapasitesini ciddi ölçüde artırmış, Avrupa’nın et ve hububat deposu haline gelmişti.

1920’lerdeki Büyük Bunalım’da tarım piyasalarının çöküşüyle Arjantin de irtifa kaybetmeye başladı. Bu dönemin ardından iktidara gelen popülizmin babası kabul edilebilecek Juan Peron döneminde ise, gelişmiş ülkelerle yarışma iddiasından geri durmak zorunda kalsa da, ithal ikameci sanayileşme yoluyla küçümsenemeyecek bir refah düzeyi yakalandı. Peronizm, otoriter eğilimleri, muhalefete yönelik yıldırma politikaları yanında; işçi sınıfıyla ittifaka önem veren, emek hakları ve sosyal devlet uygulamaları konusunda elini korkak alıştırmayan “ikili bir karaktere” sahipti.

Arjantin’de barikat günleri 
Güney Amerika akbabalarına “Condor” deniliyor. Tüm Latin Amerika’da, solun yükselişi karşısında CIA tezgahlı “Condor Operasyonları” devreye sokulur. Arjantin’de de “komünizm tehlikesinin” baş göstermesi gerekçesiyle 1976’da askeri darbe gerçekleştirilir. Otoriter yönetimler altında Türkiye’yle eş zamanlı, IMF ve Dünya Bankası reçeteleri doğrultusunda “yapısal uyum programları” uygulanır.

Videla cuntasının işkence ve katliamları insanlık tarihinin utanç sayfalarına yazılır. Plaza de Mayo Anneleri da o yıllardan beri bıkmadan usanmadan Buenos Aires’te faşizmi teşhir çabalarını sürdürür. 2001 yılında hem Arjantin’de, hem de Türkiye’de ağır bir ekonomik kriz yaşanır. Arjantin’de pesoyu dolara sabitleyen “para kurulu” mekanizmasının çöküşünün ardından, sert bir devalüasyon gelir. Türkiye’de ise “para kuruluna” daha yumuşak versiyonu “döviz kuru çıpası” işlemez, bilindiği üzere devalüasyondan başka çare kalmaz ve ekonomik çöküş gerçekleşir. Her iki döviz kuru sistemini dayatan da ilginçtir ki IMF’dir.

Arjantin’de kemer sıkma politikalarına karşı halk “barikatlarda” direnir, “cacerolazo” adı verilen tencere tava çalma eylemleriyle yeri göğü çınlatır. Üç devlet başkanının ardı ardına devrilmesi süreci literatüre “Arjantinazo” etiketiyle geçer. Çare yine Peronizm’de bulunur.

Kirchnerler dönemi 
2003-2015 arasında ülkeyi dönüşümlü yöneten Nestor-Cristina Kirchner çifti Peronizm’in sol kanadını temsil ediyor. Latin Amerika’da “pembe dalga” tabir edilen; güç ve mülkiyet ilişkilerine dokunmadan, geliri ve serveti halk sınıfları lehine düzenleyen akımın iyi bir temsilcisi kabul edilebilirler.

Kirchnerler döneminin bölüşüm anlayışını anlatan aşağıdaki ifade Dünya Bankası’nın sayfasından alındı:

Arjantin 2004-2008 arasında, yoksulluğu azaltmada ve refahı paylaşmada bölgenin en başarılı ülkesiydi. Ortalama gelirler yılda %7.6 artarken, en alttaki %40’ın geliri yılda %11.8 sıçrama gösteriyordu. Bu eğilim yavaşlasa da 2008’den sonra da devam etti. Ülke Genel Çocuk Ödemesi’yle 3.7 milyon çocuğa ve 18 yaşına kadarki nüfusun %9.3’ünü oluşturan gençlere yönelik sosyal programlara öncelik verdi.

Emtia fiyatlarındaki düşüşler ve New York’taki Thomas Griesa adlı yargıcın komploları sonucu ülkenin uluslararası borç piyasalarında temerrüt durumuna düşmesiyle Arjantin ekonomisi zora girer.

Sağcı Macri iktidarda 
İşte bu psikolojik ortamda, 2015’te sağcı aday Mauricio Macri seçimi kazandı. Akbaba fonlara büyük tavizler vererek onlara müthiş kârlar sağladı. Hâkim Griesa, Macri’nin seçilmesinin “her şeyi değiştirdiğini” ilan ederek, tedbir kararını “şipşak” kaldırdı. Böylelikle Arjantin’in uluslararası sermaye piyasalarından borçlanmasının yolu açıldı.

Macri “zengin dostu” neoliberal politikaları sorgusuz sualsiz benimseyen, başta ABD emperyalist ülkelerle de ekonomik ittifaklar ve askeri stratejiler konusunda yakın işbirliği yapan bir figür. Turgut Özal’dan aşina olduğumuz, yanlış bir ön kabulu var: Küresel sermayeye ne kadar hayırhah davranırsan, ne ölçüde taviz verirsen, onlar da başın sıkıştığında sana vefa borçlarını ödemeyi ihmal etmezler.

Macri göreve başlar başlamaz “Lebac” denilen, peso cinsi kısa vadeli borçlanmaya hız verdi. 35 güne kadar kısa vadeli, faizleri %30’a yaklaşan bu kâğıtlar kapış kapış gitmeye başladı. Pesoya çevrilen dolarlar, büyük bir iştahla dış borcun ödenmesi için sarf edildi.

Her vade geldiğinde borçların kolaylıkla yenilenmesi, bu mutluluk tablosunun ilanihaye süreceği yanılsamasını yarattı. Ne var ki Nisan’da ABD tahvil faizlerinin yükselmesi sonucu küresel sermaye akımlarının da yön değiştirmesiyle iş zora girdi. Bir haftada 4.3 milyar dolarlık rezerv tüketilmesi, faizlerin %40’a çekilmesi de kanamayı durduramadı; peso değer yitirmeye devam etti.

Dejavu psikolojisi 
Macri soluğu daha Aralık 2017’de 4. Gözden Geçirme kapsamında Arjantin ekonomisine geçer not veren IMF kapısında aldı. Büyük ihtimalle yine halka büyük yokluklar getirecek bir kemer sıkma programı izlenecek. Sade yurttaş “ben bunları yaşamamış mıydım?” sorusuyla bir “Deja Vu” psikolojisi yaşayacak.

İsterseniz, “Niye Türkiye’yi Arjantin’le bir tutuyorsun?” diyeceklere bazı rakamları hatırlatalım. Bir kere Arjantin’in dış borçlarının 2018’de 253 milyar dolarla GSMH’nin %38.8’i olması bekleniyor; Türkiye’nin dış borçları ise 453 milyar dolarla GSMH’nin %53.3’ü. Türkiye’de özel sektörün iç ve dış borçları toplamının GSMH’ye oranı %70; Arjantin’de ise sadece %16. Türkiye’nin döviz cinsi tüm borçlarının GSMH’ye oranı %69.5 iken, aynı oran Arjantin’de %51. Örnekleri çoğaltıltmak mümkün…

IMF’ye davetiye mi çıkarıyorum? Kesinlikle hayır! Önermiyorum, temenni de etmiyorum… Ne var ki, “artık IMF bizden borç istiyor” kostaklanmalarına aldanmayın. Çok geçmeden, yine IMF kapısına düşersek; ekonomiye yön veren IMF müfettişleri yeni Cottarelliler, Mogadamlar’la tanışırsak sakın şaşırmayın.

Malezya’nın serüveni
Geçen haftaya kadar Malezya’da büyük bir karamsarlık havası hâkimdi. Başbakan Necip Rezak adeta bir parti devleti kurmuş; tüm kurumsal yapıları yok ederek, hukuku hiçe sayarak bütün gücü elinde toplayabilmek yolunda ciddi mesafe almıştı.

9 Mayıs’taki seçimlerde beklenmedik bir sonuç ortaya çıktı; muhalefetteki 4 partiden oluşan, adını da Umut İttifakı (Pakatan Harapan) koyan koalisyon Rezak’ın UMNO partisini ağır bir yenilgiye uğrattı. Halkın yolsuzluk, usulsüzlük, eşitsizlik ve haksızlıklara karşı gelişen tepkisi, güçlü bir dip dalgasına dönüştü. Bir anda Rezak’ın rejimi tuzla buz oldu.

Yurtdışına çıkma hamlesi de boşa çıkarıldı. Kendini çelik iradeli adam (Man of steel) olarak tanıtan, ancak halk arasında hırsız (Man of Steal) diye anılan Rezak kısa sürede zombiye dönüştü.

İlk anda Türkiye ile çok ciddi benzerlikler dikkat çekiyor. 24 Haziran seçimleri için umut beslemek açısından Malezya gerçekten iyi bir örnek oluşturuyor. Benzerlikleri, farklılıkları masaya yatırmadan önce, isterseniz ülkede yaşanan süreci kısaca bir hatırlayalım.

Malezya bilindiği gibi, başta eski başbakan Ahmet Davudoğlu İslamcı kadroların yıllarca feyz aldığı bir Güneydoğu Asya ülkesiydi. İslam’ı kapitalizmle bağdaştırmış, göreceli yumuşak bir din yorumuyla küresel sermayeye davetkâr bir tutumu birleştirmiş bir örnek olarak önemseniyordu.

İktidara geldiğinde ülkeyi demokratikleştirmek, vesayet rejimini ortadan kaldırmak gibi kulağımıza aşina gelen vaatlerle Batılı çevrelerin de desteğini almıştı. Çünkü veliahtı olduğu Mahatir Muhammet oldukça otoriter, sıkıştıkça Malay milliyetçiliğine başvuran bir şahsiyetti. 1997 Asya krizi sırasında faturayı George Soros’a çıkarmış, uyguladığı sermaye kontrolleriyle Malezya’nın krizi göreceli az hasarla atlatmasını sağlamıştı. Ancak küresel sermaye tarafından da mimlenmişti.

1MDB: Rezak’ın Sonu
Rezak’ın sonunu 1MDB diye kısaltılan Malezya Kalkınma Fonu’nun getirdiği söylenebilir. Necip 2009’da ayağının tozuyla 1MDB fonunu kurar. Gel zaman git zaman fon yatırımlarından çok yolsuzluklarla gündeme gelir. Hatta yaşananlar The Guardian gazetesi tarafından “dünyanın en büyük finansal skandalı” diye nitelendirilir.

Malezya varlık fonunun talan edilmesi hikâyesi bir yönüyle Netflix dizilerine konu olacak ölçüde dolambaçlı ve renkli. Bir yönüyle de yoksul Malezya halkının paralarına el uzatılması anlamında hazin. Özetle, fonun paraları Petro Saudi isimli bir Suudi Arabistan şirketiyle işbirliği halinde sifonlanıyor. Fon lüks gayrimenkulleri, şirketleri, mücevheratı ve tabloları değerinden pahalıya alıyor. Malezya yurttaşlarının zararı Necip ve suç ortaklarının kâr hanesine yazılıyor.

Yolsuzluk Wall Street Journal gazetesinin Necib’in kişisel hesabına tam 681 milyon dolar aktarıldığını belgelemesiyle su yüzüne çıktı. Bir Suudi Prensi’nin bu meblağı hiçbir karşılık beklemeden, sırf Necib’e sempatisinden ötürü seçim kampanyasına bağış olarak gönderdiğini açıklaması da, tuhaflıklar zincirine yeni bir halka ekledi.

2016 Temmuz’unda ABD Adalet Bakanlığı soruşturmanın devam ettiğini, fonun 1 milyar dolarlık varlığına el koyduğunu ilan etti. Hangi birini sayalım Manhattan’da Central Park’a nazır çatı katları, Los Angeles tepelerinde villalar bir bir ortaya çıktı. Washington’u saymadın diyebilirsiniz. Çünkü Necip ve avenesi başkente geldiklerinde Trump International Hotel’de kalmakta, keyif çatarken yüklü bir fatura da ödeyerek ABD başkanının gönlünü hoş etmekteydiler.

Necib’in sanata düşkünlüğünü es geçip, haksızlık etmeyelim. Fonun portföyünde Claude Monet ve Pablo Picasso tabloları da bulunmaktaydı. Ayrıca Leonardo Di Caprio’nun başrolünü oynadığı “The Wall of Wall Street” filmini de fon finanse etmiş, playboy Rıza Aziz’in Las Vegas kumar borçları bile, kitabına uydurulup kasadan ödenmişti.

Necip rüşvetin böyle aleni bir biçimde ortaya çıkmasıyla hızla irtifa kaybetmeye başladı. İddiaların araştırılmasını talep eden başbakan yardımcısı görevinden alındı ve darbeci ilan edildi. Soruşturmayı yürüten savcıya işten el çektirildi. Yeni savcı hemen davayı örtbas etti v.b.. Kafanızdan neler geçtiğini okur gibiyim, o nedenle bu noktada Türkiye’yle paralellikler kurmak için çaba sarfetmeye gerek olmadığını düşünüyorum…

Umut İttifakı
Necip yolsuzluk gündemini ikinci plana itmek amacıyla, “en iyi müdafaa hücumdur” taktiği ile gemi iyice azıya aldı. Öncelikle her türlü muhalefet, “isyana teşvik” suçu atfedilerek bastırılmaya çalışıldı. Basının hoşa gitmeyen haberleri, “devletin sırlarını ifşa etmek” suçlamasıyla cezalandırıldı.

Malay milliyetçiliğinin ve İslamcılığın dozu giderek artırılarak ülkedeki kutuplaşma iyice derinleştirildi. Çin ve Hint kökenli etnik azınlıklara karşı baskı yoğunlaştı. Şehirli eğitimli kesimler ile azınlıklar Necib’e muhalefette birleştiler. Özellikle kırsal kesimdeki muhafazakârlar ise, tüm “koruma ve kollama” mekanizmalarının da desteğiyle başbakanın arkasında birleştiler.

İşte 9 Mayıs seçimlerine bu iklimde gidildi. Korkulan olmadı. Çok yıpranmasına karşın Necip bir yolunu bulur, durumu lehine çevirir endişesi boş çıktı. 1957’de ülkenin İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasından bu yana iktidarda bulunan UMNO bir gecede sandığa gömüldü.

Malezya’da değişmez gibi görünen değiştiği, devrilmez zannedilen devrildiği için insanın içinden haliyle sevinmek geliyor. Ne var ki, denklemlerin göründüğünden çok daha karışık olduğunu hatırlatmak da gerekiyor. Bir kere yeni başbakan Mahatir Muhammet tam 92 yaşında ve ülkedeki otoriter sistemin mimarı. Yaşasaydı 94 yaşında olacak eskinin başbakanı Süleyman Demirel’in siyasete dönüşü gibi bir durum söz konusu demek de mümkün. Abdullah Gül planının uygulamaya sokulması ve sonuç vermesine benzetmek de.

Umut İttifakı’nın 4 bileşeni var. En güçlü taraf parlamentoda 47 sandalyesi bulunan Enver İbrahim’in Halkın Adaleti Partisi. Çinlilerin desteğine dayanan Demokratik Hareket Partisi, UMNO’dan oy çalan Mahathir’in Malezya Yerlileri Partisi ve İslamcı PAS’tan kopanların oluşturduğu Amanah da diğer ortaklar.

Enver İbrahim faktörü 
Mahathir iki yıl sonra başbakanlığı Enver İbrahim’e devretme taahhüdüyle görevi devraldı. İbrahim aslında radikal İslamcı bir geçmişe sahip. Bir anlamda Milli Görüş gömleğini çıkararak 80’lerde UMNO’ya katılıyor. 1997 Asya krizi sırasında başbakan yardımcılığına kadar yükselmiş bulunuyordu. Mahathir krizde dış güçleri suçlar, sermaye kontrolleri uygularken, İbrahim IMF’yle anlaşmayı, küresel sermayeye teslim olmayı savunuyor. Mahatir’in gazabına uğrayıp soluğu hapishanede alıyor.

Enver İbrahim’i neoliberalizm tutkunluğu nedeniyle Ali Babacan ya da Mehmet Şimşek’e benzetmek mümkün. Necip de İbrahim’i tehlike görünce, 2014’te hem de düzmece bir “sübyancılık” iddiasıyla hapse atıyor. 2016’da iki hasım Mahathir ve Enver, Necib’e karşı birlikte mücadele etmek için el sıkışıyor. Umut ittifakı bu uzlaşmadan doğuyor.

Bu bir rejim restorasyonu 
Görülen, işler yolunda giderse dahi, Malezya’da en fazla rejimin restorasyonu beklenebilir. Bu yönüyle durum bizim Millet İttifakı’nın başarısına benzetilebilir. Ne yazık ki Malezya’da güçlü bir toplumsal muhalefetin eksikliği fazla umutlu olmaya olanak tanımıyor.

Şimdi, Türkiye’de de cumhurbaşkanlığı seçiminde sosyalist, düzen dışı sembolik bir aday bile bulunmamasından hareketle, bir noktaya kadar haklı paralellikler kurulabilir. Ancak Türkiye’de Gezi Ayaklanması’nda, 16 Nisan’da, 9 Temmuz Adalet Yürüyüşü’nde açığa çıkan, sokaklara taşan ciddi bir direniş damarı var.
Eğer hiçbir cumhurbaşkanı adayı dile getirmiyorsa bile 24 Haziran sürecinde; adını koyarak kapitalizmi karşımıza alabilir; adını koyarak başta Ortadoğu’daki varlığı emperyalizmi mahkum edebilir; yine adını koyarak Laikliğe, Aydınlanma’ya sahip çıkıp, tarikat, cemaat kadrolaşmasını teşhir edebiliriz. Bu çizgiyi 24 Haziran sonrasında da iş TAMAM’lanana kadar sürdürmeyi görev edinebiliriz.

Aksi takdirde RTE’ye yaşatılacak bir seçim yenilgisi tabii ki hepimizi çok mutlu eder. Ancak payımıza, düşse düşse Malezya’daki gibi rejimin restorasyonu düşer…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Seçim vakti İngiltere seyahati nereden çıktı? - FATİH YAŞLI

İslamcı anlatı ve tarih yazımı içerisinde İngiltere’nin her zaman “özel” bir yeri olmuştur. Buna göre 33 yıllık Abdülhamid iktidarını deviren İttihatçıların arkasında İngilizler vardır, Mustafa Kemal İngilizlerin adamıdır, hilafetin kaldırılması bir İngiliz operasyondur vs. Ve elbette bugün de İngiltere, İslam’a ve Müslümanlara düşmanlığa devam etmekte, politikalarını da buna göre belirlemektedir.


İşte böylesine derin bir düşmanlıkla anılan İngiltere’ye, geçen günlerde, tam da İslamcılığa yakışır bir şekilde, seçim telaşının içerisine sıkıştırılan bir gezi düzenlendi. Düşman falan dinlemeden hem Kraliçe’yle hem Başbakan May’le pozlar verildi, kapısından girenin “İngiliz ajanı” diye adlandırıldığı Chatham House’da küresel sermayenin temsilcileriyle buluşuldu, İngiliz medyasıyla röportajlar yapıldı.

İktidarın İngiltere gezisinden murat ettiği iki şey vardı: Birincisi, ABD’yle ve AB’yle ilişkilerin hayli gerilimli olduğu bir seçim sürecinde Batılı bir partnerle ilişkileri derinleştirmek, örneğin Merkel’in bu sefer önceki seçimlerdeki gibi gelip altın varaklı koltuklarda poz vermeyeceği bilindiğinden, yeni bir emperyalist güce yaslanmak ve Ortadoğu jeopolitiği üzerinden birtakım pazarlıklara girişmek. 

Ve ikincisi, Türkiye ekonomisinin kıyısına geldiği krizi ve döviz ihtiyacını aşabilmek için küresel finans sermayesinin kalbi olan Londra’da finans sermayesinin temsilcileriyle görüşmek ve onları Türkiye’ye gelmeye ikna etmek. Böylelikle, sıcak para akımlarına bağımlı hale getirilmiş Türkiye ekonomisinin bu bağımlılığına bir süreliğine de olsa çare bulmak.

İlkinde, yani devletten devlete ilişkide, istenilen hedefe ulaşılmış gibi görünüyor. Yapılan açıklamalara bakıldığında, işin diplomatik nezaket kısmını bir kenara bırakacak olursak, anlaşılan o ki İngiltere’ye birtakım taahhütler verilmiş ve bunun karşılığında da birlikte çalışma sözü alınmış durumda. İngiliz basınında çıkan yazılarda “her şeye rağmen İngiliz çıkarlarına uygun hareket edilmesi gerekliliği”nden söz edilmesi boşuna değil yani.

Ancak ikincisi için, yani küresel finans sermayesinin Türkiye’ye gelişi için aynı şeyi söylemek pek mümkün görünmüyor. Neden mi? Çünkü küresel sermayenin kalbinde, küresel sermayenin dini neoliberalizmin amentüsü olan “özerk Merkez Bankası” fikrine aykırı şeyler söyler, başkan seçildikten sonra Merkez Bankası’nın politikalarına daha etkili bir şekilde müdahale edeceğinizi açıklar, bir de buna “Faiz sebep, enflasyon neticedir” şeklindeki iktisadın en temel ilkelerine karşı olan görüşünüzü eklerseniz, küresel sermayeyi herhangi bir şeye ikna edemezsiniz.

Peki bunu neden yapıyorlar? 
“Reis” neden döviz kurunun yükseleceğini ve bunun Türkiye ekonomisi üzerindeki etkilerini bile bile böyle konuşmaya devam ediyor? Bu soruya tahminen birtakım yanıtlar verilebilir, vermeye çalışalım.

İlki, akla en yakın olandır. İnşaata dayalı birikim rejiminin sonuna gelindiğinin hâlâ farkına varılmadığı için, faizleri yükseltmek, dövizin nereye gideceği bilinmesine rağmen, tercih edilmemektedir. Böylece ekonomideki büyüme kur artsa da bir süre daha garanti altına alınabilecek, borçlanmayla da olsa toplum tüketmeye devam edebilecek ve toplumsal destek sürecektir.

İkincisi, iktidar sahiden de 24 Haziran sonrası ekonomi politikalarında köklü bir değişikliğe gidecek, örneğin kuru sabitleyecek, sermaye giriş çıkışlarını kontrol edecek, Merkez Bankası’nı kontrolü altına alacak ve para politikalarını kendi hedefleri doğrultusunda belirleyecektir. Bu, akla en uzak olan ihtimaldir; çünkü 24 Haziran sonrası eğer seçilirlerse iktidarın para bulmak için yeni bir kemer sıkma politikasına gideceği, IMF’yle adı konulmamış bir anlaşma yapılacağı ve bunun üzerinden küresel sermaye çevrelerinin güveninin yeniden kazanılmak isteneceği görülebilmektedir. Bunu yapmayıp az önce anlattıklarımı denemek ise artık “çılgınlık” noktasına gelindiğini gösterecektir ki, bunun çok köklü neticeleri olacaktır.

Ve üçüncüsü, ki bu hiç de mantıksız değildir, iktidar 24 Haziran sonrası kemer sıkma politikalarına girişecektir ama seçim süresince hem içeriye hem dışarıya “Türkiye’nin kaderiyle benim kaderim ortak, ben gidersem Türkiye de gider” tarzı bir mesaj vermeye çalışmakta, seçime bir tür “ekonomik şiddet”le gitmeye ve toplumu bunun üzerinden terbiye etmeye, rehin almaya çalışmaktadır.

Hangisi deneniyor olursa olsun, 24 Haziran sonrası Türkiye toplumunu, emekçileri ve yoksulları zor günlerin beklediği, krizin faturasının halka kesilmeye çalışılacağı görülebilmektedir. Olası bir iktidar değişikliğinde dahi topluma bir “acı reçete” yazılacak, o “acı ilaç” içirilmeye çalışılacaktır.

Tam da bu nedenle İslamcılığın “Abdülhamid 33 yıl imparatorluğu yedi düvele karşı yönetmişti, İttihatçılar gelip on senede yıktılar” anlatısının bir benzerini bugün için devreye sokup “Biz ülkeyi IMF kapısından kurtardık bunlar gelip tekrar oraya bağladılar” demeleri ve birkaç yıl sonra başka isimlerle yeniden “kurtarıcı” olarak iktidar olmaları istenmiyorsa, 24 Haziran’daki siyasi tablo nasıl olursa olsun, emek eksenli, halkçı, kamucu bir siyasi-ekonomik alternatifin topluma sunulması, bu alternatifin güç kazanması için mücadele edilmelidir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Daha fazlası gerek - ÖNDER İŞLEYEN

Seçimleri her şeyin sonu ya da başlangıcı olarak görmek (solda yeni parlamento merkezli yaklaşımların körüklediği ve 7 Haziran’da da görülen) büyük bir yanılgıdan başka bir şey değil. Seçim sonuçları AKP lehine olsa dahi kısa sürede yeni bir yönetememe krizine girileceği aşikâr.

Seçim kararının alınmasından bugüne geçen kısa zamanda toplumsal dip dalgasının yeniden harekete geçtiğini görüyoruz. OHAL’le birlikte tırmandırılan baskı ortamı bu dalgayı olabildiğince geri iterek bir durağanlığa hapsetmeye çalışmıştı. Ancak baskın seçim kararının hemen ardından çember kırılarak, referandumun ‘HAYIR’ dalgası yeni biçimlerde kendini göstermeye başladı. Bu durum hem 24 Haziran hem de sonrasında izlenecek siyasetler açısından çok şey söylüyor.

I
AKP-MHP ittifakının seçim kararının bir iflas beyanı olduğu çokça ifade edildi. Bu durum bugün daha açık biçimde görülebiliyor. Referandumda, siyasal İslam’ın nasıl bir hegemonya kaybına uğradığı ilk kez ortaya çıkmış, AKP’nin eskimiş bir proje olarak kalmaya başladığı görülmüştü. Bu kez bu hegemonya kaybını fetihçi bir eksende aşmaya yönelik hamleler gerçekleşe de oluşan milliyetçi reaksiyonlar çok kısa süreli kalabildi. Bugün artık baskıyla da yönetmek çok mümkün değil. Türkiye’de denklem siyasal İslam’ın iktidarını savunma ekseniyle onun karşısındaki toplumsal değişim talebi etrafında şekilleniyor. Baskın seçim kararının ardından beklenenin aksine AKP-MHP ittifakının (ince ince planlanmış tüm hazırlıklarına rağmen) moral üstünlüğü hızla kaybetmesinin en önemli nedeni de bu. Siyasal İslamcı rejim, toplumun değişim talebini içeremediği gibi aynı zamanda kalıcı olarak bastıramıyor.

II
Bugünkü durum, önümüzdeki seçimlerde (tüm anti-demokratik özelliklerine rağmen) siyasal İslam’ın bir düzlemde yenilgiye uğratılması bakımından belirli bir imkânı da içerisinde barındırıyor. Ancak muhalefet hareketleri bunun daha ötesine geçebilen bir mevzilenme içinde olmadığı takdirde seçim sonucu ne olursa olsun durumun aynı biçimde devam etme ihtimali de ortada duruyor. HAZİRAN Hareketi, geçtiğimiz hafta sonu seçimlere ilişkin yaklaşımını ortaya koyarken, tam da bu noktayı işaret ederek şu hatırlatmaları yaptı: “Unutulmaması gereken, demokratik bir dönüşümün sadece Parlamento içindeki güçlere bırakılarak gerçekleştirilemeyeceğidir. Seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın yarınlara daha büyük bir umutla bakabilmemizin ve tepemizdeki zorba iktidardan kurtulabilmemizin asıl güvencesi halkın öz gücüne dayanan birleşik mücadelesidir.”

III
Bu hatırlatmalar bu tür dönemlerde, her şeyin sandığa doğru kilitlenmesi nedeniyle gölgede kalabiliyor. Öte yandan muhalefet hareketi içinde, son yıllarda (seçimlere kadar söylenenler bir yana) seçimler söz konusu olduğunda parlamento ve sandığa olduğundan çok daha fazla anlam yükleyen, yüksek matematik siyasetinin hakim olduğu da görülüyor. Kuşkusuz parlamentoyu bir mücadele alanı olarak tümüyle küçümsemek doğru değil. Ancak solda, -bir yolunu (!) bularak- parlamentoda yer almayı merkeze koyan yaklaşımların nasıl bir ağırlık kazandığı da malum. Yaşanan tüm olumsuz deneyimlere rağmen, başka güçlerden destek alarak ayakta durma anlayışı her zaman kendine yeni muhataplar bulabiliyor. Bunu bir yana bırakırsak bugün yapılması gerekenleri seçimlerle sınırlanmayan, evet ‘imkânsızı isteyen’ bir anlayışa sahip olarak mücadeleye devam etmeye ihtiyaç var.

IV
Seçimleri her şeyin sonu ya da başlangıcı olarak görmek (solda yeni parlamento merkezli yaklaşımların körüklediği ve 7 Haziran’da da görülen) büyük bir yanılgıdan başka bir şey değil. Seçim sonuçları AKP lehine olsa dahi kısa sürede yeni bir yönetememe krizine girileceği aşikâr. Öte yandan burada siyasal İslam’ın mümkün görünen yenilgisinin gerçekleşmesi durumunda da sorunlar bir başka biçimde devam edecektir. Türkiye’nin gerçekten demokratikleşme doğrultusunda adımlar atmasını, parlamentodaki güçlerin insafına bırakarak gidilebilecek çok fazla yer olmadığı şimdiden görülmelidir. O yüzden de parlamento dışında bir bağımsız halk muhalefetinin güçlendirilemediği koşullarda dönme dolap misali her şeyin aynı yere gelme ihtimali ortada durmaktadır. Kaldı ki bunun da ötesinde siyasal İslam’ın yarattığı tahribat karşısında asıl yapılması gerekenin, yani Türkiye’nin laiklik, bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik temelinde yeniden kurulmasının başka güçlere havale edilemeyeceğini söylemeye gerek bile yok!

V
Bütün bunların yanında, güncel olarak Türkiye’nin çok büyük bir ekonomik krize doğru ilerlediğini de görerek mevzilenmeye ihtiyaç var. Belli ki baskın seçim kararının arkasındaki faktörlerden birisi de ekonominin artık sürdürülemez duruma gelmesi. Erdoğan’ın, İngiltere’de üç gün boyunca aradığının da ekonomiye çözüm olduğu bir sır değil. Bu duruma ilişkin olarak, Korkut Boratav’ın (5 Mayıs’ta Redaksiyon’un Kurucu Fikirler Sempozyumu’ndaki  sunumunda) önümüzdeki günlere ilişkin yaptığı şu değerlendirmeyi akılda tutmak gerekiyor: “Emperyalizm Türkiye’yi öyle bir noktaya sıkıştırmıştır ki şu anda mevcut iktidar yapısı içinde farklı bir seçenek gündeme gelirse hareket serbestliği aşağı yukarı sıfırlanmıştır. Türkiye, içine sürüklendiği sınıfsal açmazı ancak ve ancak bir devrimle aşabilir. Yani halk sınıflarının iktidarı olmadıkça, Türkiye ekonomisi için finans kapitalin ve emperyalizmin cenderesinden kurtulma seçeneği tıkanmıştır. (...) Dış borcu reddeceksiniz, ama bu da yetmeyecek. Çünkü sıfır dış borçta bile dış açık verecek yapısal bir deformasyona uğramış durumda ekonomi. Demek ki halkımız tüketiminin gelirini aşması beklentisini kaybedecek. Döviz büroları kapanacak, dövizle işlemi önleyecekseniz her şey TL’ye dönecek. Döviz hesabınız TL’ye dönecek, şirketler dıştan borçlanamayacak. İşte Syriza’nın başına gelen, Latin Amerika’da Brezilya’nın başına gelen açmazla karşı karşı karşıyayız.”

Bu güç dengeleri içinde en son tam da bugün ve gelecek için umut olacak muhalefet dalgalarından söz edebiliriz. Seçimlerin hemen ardından, ilk görünmez dalga A. Gül’ün çatı adaylığı konusunda gündeme geldi. Soldan da kimilerinin ‘demokrasi bloğu’ siyasetlerinin Gül’e kadar uzandığı noktada, A. Gül’ün adaylığını (çatıya inen helikopter ve Akşener bir yana) muhalefet cephesinde imkânsız hale getiren tam da dipten gelişen tepkilerdi.

VI
Bu muhalefet dalgasının esas açığa çıkmasını ise ‘TAMAM’ dalgasında gördük. ‘HAYIR’ın devamını olan ve bir başka biçimi olan ‘TAMAM’, AKP’nin artık baş etmesinin mümkün olmadığı yaygın ve kontrolü güç bir muhalefet dalgasıyla karşı karşıya olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Bunun bir başka dalgası da HAZİRAN’ın çağrısıyla gerçekleşen ‘Kapat Gitsin’ eyleminde görüldü. Adil olmayan medya düzenine karşı yapılan protesto aynı zamanda sokağa, parklara yönelik çağrısıyla büyüdü. Önümüzdeki günler yeni muhalefet dalgalarıyla gelişmeye devam edecek. O zaman toplumun bu değişim talebini, dalga dalga ortaya çıkan gelecek arayışıyla bütünleşecek, onun büyütecek ve daha ileri bir değişimin öznesi haline getirecek bir mücadeleye ihtiyaç var. O yüzden, bugün salt ‘oy verme ve sandık’ matematiklerine sıkışmayan, başka gölgeler altına sığınmayan bir iddiayla, kırıntıyı değil dünyayı değiştirmeyi istemeye devam ederek yürüyelim!

Önder İşleyen / BİRGÜN

Konutta faiz oyunu - REMZİ ÖZDEMİR

Konut kredisinde Başbakan'ın çağrısına uyan birkaç banka faiz oranını yüzde 1'in altına indirdi.
Ağzı olan konuşuyor!
Yok konut satışları patlayacak, çatlayacak.
Allah akıl versin. Alanında en iyi ekonomistler, etmeyin eylemeyin bu inşaat işinden vazgeçin acil olarak üretime yönelin diyorlar ama nafile.
Bizimkiler illa da inşaat yapacaklar.
Hükümet sanayiciye, esnafa düşük faizli kredi verin demiyor, inşaat için baskı yapıyor.
Dünyada olmayan bir büyüme ve kalkınma modeli bu.
Ülkede işsizlik yüzde 10'un üzerinde, genç nüfusta bu oran yüzde 24 seviyesinde. Binlerce iş yeri kapanmış, Türkiye'nin en büyük sermaye sahipleri borçlarını ödeyemiyor, bankadan yapılandırma istiyor ama Türkiye yüzde 7 büyüyor.
İnşaat, Türkiye'yi yapay olarak büyütüyor. Birileri bu rant ile zengin oluyor.
Fabrikaları kapatıp arsalarına ev ve AVM yapan dünyada tek millet biziz.

Şehirlerde yeşil alan sadece mezarlıklarda kaldı.
Ülke nohutu, buğdayı ve hatta samanı bile ithal ediyor ama on binlerce yeni ev ve AVM yapılıyor.
Resmen akıl tutulması.
Artık bu saçmalığı iktisatçılar bilimsel olarak açıklayamıyorlar.
Büyüme üretime dayalı olmadığı için halka yani tabana yayılmadı ve halkın alım gücü düştü. Artık kredi ile bile ev alacak gücü kalmadı milletin. Faizlerin ve dövizin artışı konuttan daha çok kazandırıyor. Satan çok alan yok!
İnşaat böyle.
Hükümet halen 2010 yılında sanıyor Türkiye'yi. Amerika'dan hâlâ bol ve ucuz paranın geleceğini sanıyor. Yok öyle bir şey. O dönem belki de 50 yılda bir geliyor o da AKP'ye yaradı. Millet bunu AKP'nin ekonomi mucizesi sandı.
Türkiye bu bol parayı yatırıma değil toprağa gömdü.
Doğal olarak elin adamı şimdi parasını istiyor.
Ne yapacağız?
Evlerin betonunu demirini söküp borç mu ödeyeceğiz.
Bankalar artık yurt dışından zor para buluyor. Bulmasına buluyor oldukça maliyetli. Bankalar yeni sendikasyonu almıyor. Sadece eskisini uzatma peşinde. Daha üç gün önce Türkiye'nin en büyük bankası 15 ülkeden 40 bankadan zar zor para buldu.
Bu banka bu şartlarda gelip de hükümet istedi diye 10 yıl vadeli konut kredisi verir mi? Üstelik yüzde 1'in bile altında. Mevduat faizi şu anda aylık yüzde 1,5 seviyesinde. Yani yüzde 15. Bir aylık vade ile topla 5-10 yıl vade ile zararına sat.
Hani bazı iş yerlerinin kapısında yazıyor ya "kapatıyoruz zararına satış" işte öyle bir durum bu ticaret.
Hükümet istedi diye bazı bankalar faiz oranını düşürdü. Gerçekten yüzde 1'in altında faiz oranı var mı?
Elbette var. Ama nasıl?
100 bin liralık bir kredi alan kişiye bankalar en az 3, hatta 4 sigorta kesiyor. Hayat sigortasından tutun da gözüm, çocuğum, dişim, cüzdanım ve daha buradan aklıma gelmeyen saçma sapan bir düzine sigortayı zorla kesiyor.
Yok diyenlere güle güle diyor.

100 bin liralık bir kredide vatandaş bankaya en az 8 bin liralık masraf ve sigorta primi bırakıyor.
Durum böyle olunca 0.99'dan kullandırılan kredi aslında 1.5'e yaklaşıyor.
Yani anlayacağınız bankalar yine bildiğini okuyor ve hükümetin sırf gönlü hoş olsun diye indirdik diyor.

Olay sadece bir aldatmadan ibaret.
Hükümet bunu bilmiyor mu?
Elbette biliyor. Hiç son bir yılda bankaların ne kadar saçma sapan sigortalarla halkı soyduğunu bilmez mi?
Hazine Müsteşarlığı ve BDDK; söylediklerimde haklı değil miyim?
Sizde şahitsiniz bu soyguna.


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ