9 Haziran 2018 Cumartesi

Ekonomik seçenekler daralıyor - KORKUT BORATAV

Türkiye’de ekonomik bir bunalımın eşiğindeyiz. Finans kapitale kalıcı teslimiyete son vermenin ilk adımı radikal bir program önermektir. Güçlüklerini açıklamak da görevimizdir.


Belirtiler Türkiye’nin bir krize sürüklendiğini gösteriyor. Durgunlaşmayı izleyen ılımlı bir daralma ile geçiştirilebilir mi?

Finansal kriz ve kapsamlı bir bunalım mı? 

İyimser senaryo: Durgunlaşma ⇒ Ilımlı daralma ⇒ İstikrar… 

Türkiye için iyimser bir senaryonun işlerliği öncelikle dış dünyaya bağlıdır: FED’in parasal daralma / faiz artırma temposu hızlanmamalı; ABD 10 yıllık tahvil faizleri yüzde 3’lük eşiğin altına yerleşmeli; finans kapitalin “risk iştahı” aniden coşmalı ve “yükselen piyasalar”dan fon çıkışları son bulmalı… 

Dış ortamdaki “olumlu” koşulların Türkiye ayağı da var: TCMB, politika faiz oranını son enflasyon verilerinin üst eşiğine (yüzde 20’lik ÜFE artışına) çeker. Batılı finans çevreleri, “Türkiye’de fiyatlar yeterince düştü; girme zamanıdır…” teşhisinde birleşir. Sıcak para akımları döviz kurlarına ve faizlere istikrar getirir. 

Ancak dikkat: Bu yeni istikrar ciddi kayıpları izleyecektir. Döviz fiyatlarının geçen yıl sonundaki 1 dolar = 3,77 TL düzeyine dönmesi olası değildir. Döviz borçlusu şirketlerden başlayan zincirleme etkiler, tüm ekonomiye, bankalara yansıyacaktır. Borçlu şirketleri ve bireyleri zorlayacak olan bir diğer zinciri de hatırlatalım: TCMB politika faizi ⇒ mevduat faizleri ⇒ tırmanan kredi faizleri… 

Tek telafi edici etken, hükümetin Nisan ve Mayıs 2018’de artan kamu harcamalarını içeren seçim paketidir. Ancak, döviz kuru ile faiz artışlarının daraltıcı etkileri yıl boyu sürecek; “seçim paketi” yılın ikinci yarısında son bulacaktır. 

Bu iki karşıt akım, şu anda ekonominin durgunlaşmasına yol açmaktadır. İlerleyen aylarda olumsuz finansal etkenler ağır basacaktır.

En iyimser senaryo, ekonominin 2019’a ılımlı bir daralmayla girmesi ve giderek istikrar bulmasıdır. 

Kriz niçin gündemdedir? 
Bu iyimser senaryonun gerçekleşmesi, mümkündür; ama muhtemel değildir.

FED’den kaynaklanan finansal daralma yavaşlamayacak; belki de hızlanacaktır. Finans kapitalin “yükselen ekonomilerin kırılgan halkaları”na (öncelikle Arjantin, Türkiye, Brezilya’ya) dönük risk iştahı yok olmuş; fon çıkışları yaygınlaşmıştır. 
Batılı bir bankerin ifadesiyle, Cumhurbaşkanı’nın Londra’da “TCMB’nin itibarını ciddi boyutta zedeleyen; inanılmayacak derecede zarar veren söylemlerinin etkisi” süregelmektedir. Mehmet Şimşek’in telafi çabalarının etkisiz kaldığı anlaşılmaktadır. “Faiz lobisi” ile savaşa tutuşan Cumhurbaşkanı’nın olası seçim zaferi dahi, geçmiş örneklerin aksine, finans çevrelerinin tedirginliğini gidermeyecektir. (Bk. Financial Times, 23 Mayıs, 4 Haziran; Economist, 2 Haziran.) 

Olumsuz algılamaların yansımaları ortadadır. Mart’ta sermaye hareketleri tersine dönmüştür ve dış kredilerde 3 milyarı aşkın ana para ödemesi yapılmıştır. Döviz piyasaları, bu eğilimin üç aydır hızlandığını göstermiştir. Kredileri yapılandırılan büyük şirketlerin sayısı artmaktadır. Moody’s 14 T.C. bankasının kredi notunu düşürmüştür. 

Finansal bir krizin ön göstergelerini günü gününe izliyoruz. 

Krizde IMF seçeneği
Kriz patlak verdiğinde (Haziran 2018 verilerine göre) âcil soru şu olacaktır: 12 ay içinde vadesi gelecek olan 182 milyar dolarlık dış borcun ve 55 milyar dolar civarında seyreden cari işlem açığının finansmanı nasıl sağlanacak? 

Gündemde sadece iki seçenek vardır: Bir IMF programı veya dış borç ödemelerini askıya almakla başlayan radikal program…

İktidara aday olan iki ittifakın, krizde IMF seçeneğini yeğlemesi beklenir. Bu programın ipuçlarını Nisan’da yayımlanan (ve bu köşede tartıştığım) IMF’nin Türkiye raporu vermekteydi. 

Yukarıdaki soruya IMF’nin yanıtı basittir: Ekonomi küçülür; cari dış finansman gereksinimi de aşağı çekilir. IMF kredileri de dış borç taksitlerini öder. 

Ekonominin küçülmesini, maliye ve para politikalarında ağır kemer sıkma önlemleri sağlar. IMF’nin Nisan Raporu, kamu harcamalarının 2018’den 2019’a milli gelirin yüzde 2’si oranında kısılmasını öneriyor. Bu, millî gelirdeki daralmanın en alt sınırıdır; malî çoğaltanın ve kredilerdeki düşmenin etkileri buna eklenmelidir. 

Kemer sıkma öncelikle emekçilere yansıyacaktır. Emekli aylıklarında, memur maaşlarında, asgari ücretlerde enflasyona endeksleme son bulacaktır. Kıdem tazminatının tasfiyesi, geçici istihdam biçimlerinin yaygınlaştırılması gündemdedir. Sosyal güvenlik sisteminden özel sigortalara geçiş hızlanacaktır. 

Döviz kuru dalgalanmaya bırakılacak; emek gelirleri, döviz fiyatlarını (dolayısıyla enflasyonu) geriden izleyecektir. 

Bir-iki yıllık bir küçülme sonrasında ekonominin yeni bir dengeye oturması umulur. Bu reçetenin en katı türüne muhatap tutulan Yunanistan ekonomisinin küçülmesi çok daha uzun sürdü. 

Benzer bir programın 2002 sonunda AKP iktidarı ile sonuçlandığını da hatırlatalım.

Radikal bir anti-kriz programı: Nasıl?
IMF seçeneğini reddeden “radikal” bir anti-kriz programının yanıtlaması gereken âcil soruyu tekrarlayalım: 12 ay içinde vadesi gelecek olan 182 milyar dolarlık dış borcun ve 55 milyar dolar civarında seyreden cari işlem açığının finansmanı nasıl sağlanacak? 

Yanlış anlaşılmasın. Finansal kriz, Türkiye ekonomisinin dış finansman kanallarını tamamen tıkamaz. Portföy yatırımlarından çıkışlar kısmen telafi edilebilir. Gayri menkul, şirket alımları biçiminde gerçekleşen yatırım türleri son bulmaz. Vadesi gelen kredilerin tümü tahsil edilmez; bir bölümü (kredi faizleri yükseltilerek) yenilenebilir. 

Belirleyici olan, toplam dış kaynak girişlerinin anlamlı boyutlarda düşmeye başlamasıdır. Bu sürecin uzaması kriz ortamına girişi kesinleştirir. 

IMF anlaşmalarının avantajı, “program uygulanırken ödenen kredi dilimlerinin” sağladığı dış finansmandır. Radikal bir programda bu kaynak gündem dışıdır. Dış borç ödemelerinin askıya alınması bu nedenle zorunludur. Borçların “yeniden yapılandırılması” müzakere konusudur; sonuçları öngörülemez.

Sermayeye ve IMF’ye teslimiyeti reddeden radikal bir seçeneğin hareket noktasının “dış borçların yapılandırılması, konsolidasyonu, reddedilmesi” olduğunu Sungur Savran ve Oğuz Oyan BirGün Pazar (3 haziran 2018) ve soL Haber (5 Haziran) yazılarında belirttiler. Yukarıdaki âcil soru yanıtlandıktan sonra izlenebilecek ilerici bir güzergâh ise, Birleşik Haziran Hareketi tarafından Emeğin On Çözümü başlığı altında ifade edildi. Bu yazıda, “âcil soru” gündemi içinde kalıyorum. 

Türkiye’nin 453 milyar dolarlık dış borç stokunun sadece yüzde 30’u (136 milyarı) kamuya aittir. Siyasî iktidarın ‘acil bir borç yapılandırma” talebi de sadece kamu borçlarıyla ilgili olabilir. Özel şirket ve bankaların dış borçları, özel hukukun borçlu-alacaklı düzenlemeleriyle ilgilidir. Türkiye hükümeti 2001 krizinin arifesinde bankaların dış borçlarını üstlenmişti; bu yüz kızartıcı hatanın tekrarı söz konusu olamaz. 

Döviz kısıtı yüzünden aksayan özel sektör borç taksitleri için TL ile ödeme; borç / hisse senedi takasları müzakere konularıdır. İflas halinde uygulanacak icra yöntemleri, genel hukuk kuralları içinde yer alır. 

Ancak, özel sektörün veya kamunun döviz yükümlülükleri karşılanamadığı ölçüde sermaye hareketleri sınırlanmalıdır. Yöntemler farklı olabilir: Ülke dışına döviz transferleri izne bağlanabilir; yabancıların portföy çıkışları vergilendirilebilir; kredi ödemelerine döviz tahsisi sıraya konabilir; döviz hesaplarından günlük çekişler sınırlandırılabilir…

Dahası da var: Cari işlem açığını sürdürme güçlükleri, ithalatın kısıtlanmasını da zorunlu kılar. Burada AKP dönemine özgü bir dış bağımlılık olgusu ile karşı karşıyayız: Ekonominin küçüldüğü yıllarda dahi ortadan kalkmayan cari işlem açığı… Millî gelirin toplam olarak yüzde 4 düştüğü 2008-2009 yıllarında Türkiye ekonomisi toplam 51 milyar dolar cari açık vermişti. Daha önceki yirmi beş yılın ödemeler dengesi tablolarına bakınız: Ekonominin durgunlaştığı veya küçüldüğü her yıl (1988, 1989, 1991, 1994, 1998, 2001) cari işlem dengesi fazla vermişti… Tarihe karışmış olan “normal” bir ekonominin olağan göstergeleri…

Kriz ortamında iç talebin daralması, dövizin pahalılaşması, ithalatı kendiliğinden aşağı çekecektir. Geleneksel korumacı önlemler de (gümrük tarifeleri, ithal kotaları) ayrıca gerekir: Dünya Ticaret Örgütü’nün “istisnaî önlemeleri” kullanılacak; AB ile Gümrük Birliği kuralları ihlal edilecektir.

Sınıfsal ittifak gereği
AKP’nin kitle tabanını ve seçmen desteğini ayakta tutmuş olan bölüşüm bilançosunu hatırlatmak gerekir: Kişi başına hesaplanırsa on beş yıl boyunca ortalama işçi, köylü gelirleri, milli gelirin gerisinde seyretmiştir; ancak emekçilerin tüketimleri, gelirlerinden daha hızlı artmıştır. 

Bu “refah artışı” nasıl gerçekleşti? Emekçiler açısından borç tuzağı ile… Toplam tüketici kredilerinin milli gelirdeki payında gerçekleşen (%2’den ⇒ %20’ye) tırmanma ile… Makro-ekonomik düzlemde, özel ve kamusal tüketimin milli gelirdeki oranının yirmi yılda beş puan artması (%80 ⇒ %85) ile… Bu artış, cari işlem açığının millî gelirdeki ortalama payına eşittir. 

Dış borç ödemelerini askıya alarak başlayan, ithalatın kısıtlanmasını da içeren radikal programdan Haziran Hareketi’nin önerdiği emek-yanlısı ve dinamik bir ekonomiye geçiş sancılı olacaktır. Ortalama hayat standartlarını zorlayan önlemler, halk sınıfları gözetilerek uygulanacaksa burjuvazinin vergilenmesi gerekecektir. “Sermayenin grevleri” patlak verirse, kamulaştırmalar gündeme gelir. 

Sungur Savran yazısında, dünya çapında sınıf mücadelelerinin seyrinde “2011-2013’te devrim için tarihi koşulların var [olduğunu]” hatırlatıyor. Sonraki beş yılda ise Yunanistan’dan Orta Doğu’ya, Latin Amerika’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada sermayenin tahakkümü yeniden pekiştirildi.

Türkiye’de de ekonomik bunalımın eşiğindeyiz. Finans kapitale kalıcı teslimiyete son vermenin ilk adımı radikal bir program önermektir. Güçlüklerini açıklamak da görevimizdir. 

Böyle bir programı hayata geçirebilecek mavi ve beyaz yakalı işçi sınıfı ile köylülüğün ittifakına dayalı bir iktidar yapısı, yakın geleceğin gündeminde değildir. 

Bu tür bir ittifakı oluşturma görevi ise Türkiye’nin sosyalistlerine düşüyor.

Korkut Boratav / BİRGÜN

Üçüncü gol geldi - HAYRİ KOZANOĞLU

Bu faiz düzeyiyle yatırımlar şak diye durur, kredilere ilgi olmaz, talep çok yavaşlar, muhtemelen yılın üçüncü çeyreğinde büyüme eksiye geçer. Döviz rezervlerinin hızla tükenmesi ise insanın aklına Dünya Bankası’nın ikiz kardeşi bir finansal kuruluşun adını getiriyor.

Merkez Bankası’nın (MB) 15 gün içerisindeki ardı ardına faiz artırma kararıyla birlikte politika faizi yüzde 16.50’den yüzde 17.75’e yükseldi. Böylelikle daha seçim sürecinin ilk yarısı sürerken 3. gol gelmiş oldu. Golü yiyenin ismini telaffuz etmeye gerek yok, siz bilirsiniz… Golü atan, futbol terminolojisiyle “hat trick”e imza atan ise “faiz lobisi” haliyle…

Hatırlarsanız MB, faiz lobisinin sıklaşan ataklarını durdurmak için defansa çekildi. 7 Mayıs’ta rezerv opsiyon mekanizması kapsamında katsayıları düzenleyerek 2.2 milyar doları bankaların kullanımına sundu. Ardından döviz depo ihalesi tutarını 1.25 milyar dolardan 1.5 milyar dolara yükseltti. 9 Mayıs’ta döviz depo ihaleleri yoluyla oluşacak satım tutarını 5.3 milyar dolardan 7.1 milyar dolara çekti. 16 Mayıs’ta sağlıksız fiyat oluşumlarının izlendiğini, gerekli adımların atılacağını açıkladı.

İlk gol 23 Mayıs’ta
Topu taca atma, faule başvurma, adam adama markaj, sahada dışından dövize itibar edenlere tekme sallama hamleleri bu defansif önlemlerin hiçbiri sonuç vermedi ve 23 Mayıs’ta ilk gol geldi. MB 23 Mayıs’ta dolar kurunun 4.92 TL’ye dayanması karşısında Geç Likidite Penceresi (GLP) borç verme faiz oranını 300 baz puan artırarak yüzde 16.50’ye yükseltti.

Örtük faiz artışı
Faiz lobisi tek golle yetinmeyip ataklarını sıklaştırdı. MB, 24 Mayıs’ta uzlaşmalı döviz satım ihaleleri miktarını bir kez daha artırarak, 25 Mayıs’ta ihracat reeskont kredilerinde kur sabitlemesine giderek kalesini savunmaya çalıştı. Ancak 1 Haziran’da ikinci golü kalesinde gördü. Her ne kadar pozisyonu faiz artışında “sadeleştirme” etiketiyle savuşturmaya çalışsa da, politika faizi adı verilen bir hafta vadeli repo ihale oranını yüzde 16.50’ye yükseltmesi; faiz koridorunun üst bandının bunun 150 baz puan, GLP’nin de 300 baz puan daha yukarısında bulunması, aslında “örtük” faiz artışıydı.

Tahvil faizleri yeni artışın habercisiydi
Çok geçmeden 7 Haziran’daki tüm beklentilerin de ötesinde bütün faiz türlerindeki 125 baz puan artış, ne yazık ki yeni bir gol demek. Zaten gösterge faiz kabul edilen, iki yıl vadeli tahvillerin faiz oranının yüzde 18’in üzerine sıçraması (bu yazı kaleme alınırken yüzde 18,37’ydi ) yeni bir faiz artışının habercisiydi.

Spekülatörlerin yüzü gülüyor
Faiz artışıyla döviz kurlarında şimdilik bir geri çekilme gözleniyorsa da, 24 Haziran seçimlerine yaklaşırken hem döviz spekülatörlerinin hem de faiz avcılarının yüzünü güldüren bir noktada bulunuyoruz.

Geçtiğimiz yıl kapasitesinin ötesinde bir hızla arabayı zorlayarak yüzde 7.4 büyüme ile böbürleneyim derken motora su kaynattıran, balataları yakan şoför, şimdi de sürekli faiz artışlarıyla frene basmaktan başka çare bulamıyor. Bu faiz düzeyiyle yatırımlar şak diye durur, kredilere ilgi olmaz, talep çok yavaşlar, muhtemelen yılın üçüncü çeyreğinde büyüme eksiye geçer. Yani araba takla atar.

Faiz kararıyla aynı saatlerde açıklanan bir veri de brüt döviz rezervlerinin 25 Mayıs ile biten haftada 83,8 milyar dolardan 82.2 milyar dolara gerileyerek 1.6 milyar dolar daha kan kaybetmesiydi. Rezervlerdeki bu cephaneliğin hızla tükenmesi, ister istemez insanın aklına üç harfli, Washington 19. Cadde’de bulunan, Dünya Bankası’nın ikiz kardeşi bir finansal kuruluşun adını getiriyor.
Bizden ipucu bu kadar…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Yalan, çamur bile inandırıcılık ister..- ŞÜKRAN SONER

“Çamur at izi kalsın” özdeyişi ile yola çıkıp, “Yalancının mumu yatsıya kadar” karşıt özdeyişinden ders çıkarmamak.. Seçim kampanyası sürecindeki 16 yıllık iktidarlarının ağır suç ortaklıkları, sorumluluklarıyla yüzleşmeme, hesap vermemek uğruna, önüne çıkanları, siyasi rakiplerini yalan, çamur atmada sınır tanımaz boyutlarda suçlamak.. Haksız, hukuksuz, adil olmayan, dudak uçuklatan ölçeklerde kamu kaynaklarını kullanarak örgütlenen seçim kampanyalarında taşınmış kitlelere yuhalatmak.. Yüzde 95 ele geçirilmiş medya güdüleme araçlarıyla sandıkta seçim kazanma hesapları yapmak.. Nereye kadar geçerli işe yarıyor olabilir? 

Büyük paralarla işin içinden çıkılamayan seçim anketleri üzerinden kısır, bıktırıcı tartışmalara ek bir yazı yazmaya kalkışmak aklımın ucundan geçmez. Olsa olsa geçmiş, tarihe tanıklık edebilecek kimi yaşanmışlıklardan örneklerle, hepimizin beyinlerini kurcalayan sorgulamalara katkı yapmaya çalışabilirim.. 12 Eylül’ün, cuntanın gücü, icraatlarının sorgulanmasının söz konusu olamayacağı günlerde    Evren  cezaevlerinde ağır işkenceden geçirilen, 5 yıl pisipisine en kötü koşullarda hapis yatacak, yaşamları karartılacak, sonrada ceza almadan davalarının düşmesiyle serbest kalacak, DİSK’in yöneticileri, başkanlarının topunu birden hedef alan, kalabalık kitlelere coşkulu alkışlattığı, yuhalattığı bir çamur atma suçlamasında, “Sendika ağaları, işçi parasını yiyenler, teröristler..” vurgulamalarıyla dilediğince atıp tutmuştu.

***

Türk-İş’e bağlı TGS’nin genel eğitim sekreterliğini de yapıyordum. DİSK’lilere ödetilen bedeller üzerinden, koskoca Türk-İş kapalı kapılar arkasındaki genelgeler, talimatlarla tüm sendikal faaliyetlerini fiilen durdurmak zorunda kalmış, sendikalı örgütlü işçiler için zorunlu tahkim sistemi, yargıçlara yeniletilen sözleşmeler yürürlüğe sokulabilmişti... 
İlk inanılmaz insancıl cılız tepki örneğini İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na bağlı görev yapmış genç subaylardan duymuştum. Ülkemizde gerçek sendika ağaları bilinirken, “Toptancı ağalık, terör örgütü..” suçlamalarından duydukları vicdan azabı ile, DİSK sendikalarının binalarının labirentleri sökülerek yapılmış aramalardan sonra toplanmış çuvallarla evraklardan birkaçını, kanıt yok etmeyecek ancak iddiname yazılımında zorluk çıkarmak üzere yakıverdiklerini şaka mı, doğru mu bilemem kulağa fısıldayıvermişlerdi. Aksine, kış ayazında, ağır işkenceden çıkmış, yaşlı başlı sendikacıları saatlerle parmak kaldırdıkları halde, buz gibi taş üstünde titrettiren, tuvalet izni vermeden işkence yapılmasına da çok tanıklık etmiştik.

Özal, MESS’ten 12 Eylül yönetimine 24 Ocak kararlarının mimarlığı için transfer edilmiş, sivil iktidar olarak gerçekleştirmede başarılı olamayan Demirel Hükümeti bir kez daha şapkasını alarak çekilmek zorunda kalmıştı. Kayıtlı belgeleri ile, noktası virgülü ile öngörülmüş ağır sendikal anayasal, yasal yasakların günümüze uzanan gaspında belirleyici rol oynamıştı.. Özal’ın askerlerin veto ettiği aday vitrininde, yasaklı 12 Eylül anayasası, yasalarının uygulanmasının başında sivil lider olarak bir on yılı başbakan, sonrası cumhurbaşkanı olarak görev yaptığını unutmuş olamazsınız. Kaderin cilvesi Özal’ın Amerika’dan istediği tekstildeki kotaların verilmemesi, Türkiye’nin “korumaya mazhar ülkelerin listesine alınması”nın reddinde, Amerika tam da bu söz konusu anayasa ve yasalar yasaklarını gerekçe yapmıştı..

Öncesinde Türkiye’de DİSK’in kapatılmasını isteyen Amerikan dış siyaseti, sonrasında AB sendikacıları “DİSK için üzüldüler, onları daha çok üzmek istemiyoruz” gerekçeli, siyasi iradeleriyle, DİSK’lilerin önce tahliyelerinin, sonrasında açılmış davlarının düşmesi sonucunu üretmişti. Ne gariptir ki, bu yasaklı düzen içinde toplusözleşmelerin Özal iktidarları sürecindeki siyasi irade ağırlığında sürekli hak kayıpları sonrası, sendikal haklarını kullanamayan ama o tarihler için hâlâ var güçlü kamu sendikalarındaki işçilerin tabandan patlamalarıyla, bahar yaz eylemleri, büyük Zonguldak direnişi sayesinde, geriye dönük pek çok yılın hak kayıplarını anlamlı düzeltmelerinin ötesinde, Özal’ı referandum yenilgisine götüren, siyasal, ekonomik, sosyal, toplumsal patlamanın da önünü açıvermişlerdi..

Şükran Soner / CUMHURİYET

İhtimaller - ÖZGÜR MUMCU

Erdoğan’ın gerçeklikle ilgisi olmayan açıklamalar yapmasına alışığız. Gazete arşivlerine başvurmaya gerek duymadan, Dolmabahçe Camii’nde içki içilmesinden, Kabataş’ta başörtülü bir kadına saldırıya, Kolomb öncesi devirde Küba’da cami bulunduğuna dek sayısız örnek verilebilir. 


Otoriter liderlerin kendi alternatif gerçekliklerini yaratmaları sık karşılaşılan bir durum. Siyasetçilerin yalan söylemelerinin pek şaşırtıcı bir yanıyok. Öyle ki, konu hakkında Chicago Üniversitesi’nden Profesör John J. Mearsheimer’ın “Liderler Neden Yalan Söyler” başlıklı bilimsel bir incelemesi dahi mevcut. 

Bu yalanların sadece şahsi hırslar sebebiyle değil, milletin ve devletin bekasının korunması amacıyla söylendiğini ileri sürenler de var. 

Seçime iki hafta kala aday Erdoğan’ın ardı ardına gerçeklikle bağlantısız açıklamalar yapması nasıl değerlendirilmeli? 

Duvar sitesi bir özet yapmış. Buna göre Erdoğan, 1987’de yapılan İzmir havaalanını kendilerinin yaptığını söyledi. 

Isparta’ya üniversiteyi AKP’nin kurduğunu ileri sürdü. Üniversite 1992’den beri oradaydı. 

Adıyaman’da 1992’den beri havaalanı vardı. Ancak Erdoğan, onun da kendi dönemlerinde inşa edildiğini açıkladı. 

6-7 Ekim olaylarının 7 Haziran seçimlerinden sonra gerçekleştiğini savundu. Oysa 53 vatandaşın ölümüyle sonuçlanan çatışma seçimden bir sene öncesindeydi. 
Komünistlerin Boğaz Köprüsü’nü satmak istediğini ancak Özal’ın buna karşı koyduğunu iddia etti. Köprüyü satmak isteyen Özal iken satılmasına karşı çıkan komünizmle ilgisi bulunmayan Halkçı Parti Başkanı Necdet Calp idi. 

Önceki gün ise ilkokulu tek parti döneminde 75 kişilik sınıfta okuduğunu söyledi. Erdoğan, tek parti döneminden 4 sene sonra doğduğu için iddiasının gerçek olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Okul arkadaşlarına göreyse sınıflar 75 kişilik değil 35-40 kişilikti. 

Aday Erdoğan’ın seçim kampanyasını kendisine tam olarak ne kazandıracağı belirsiz bu tuhaf açıklamalara dayandırması nasıl izah edilebilir? 
İlk ihtimal, 16 senelik iktidarın getirdiği ağır yorgunluk ve iş temposu sebebiyle artık ne söylediğinin pek farkında olmadığı. Çevresinde onu uyaracak kişiler bulunmadığı ve karşısına çıktığı gazetecilerin de bu garip beyanları eleştiremeyecek kadar korkak olmaları. 

Bu ihtimal bırakalım demokrasiyi, otoriter bir devlet yönetiminde dahi kabul edilemez. Bunca kafa karışıklığı ve gerçeklikten kopuş kasti değilse, Erdoğan’ın mesela uluslararası müzakerelerdeki performansı ve karar alma kudreti sorgulanır. 

İkinci ihtimal ise, aday Erdoğan’ın seçimi kazanmak için kamuoyunu manipüle etmek amacıyla bilerek artık neredeyse komiklik derecesinde gerçeklikten kopuk demeçler vermesi. 

Bu ihtimal ise, seçmenin zekâsıyla dalga geçen ve ne pahasına olursa olsun seçilmeye ant içmiş birinin ülke yönetimini hak edip etmediği sorusunu ortaya koyar. 
Benim aklıma başka bir ihtimal gelmiyor. Her iki ihtimalde de ülkenin geleceği için sayın Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmemesinde sayısız fayda var. 

Ha elbette bir ihtimal daha var. Hepimiz topluca bir sanrının içindeyiz ve 2002’ye kadar İsmet İnönü’nün iktidarda olduğu gerçeği bize unutturuldu. Vaziyet böyleyse şehir hastaneleri daha da genişletilmeli ve modern tıbbın imkânları kullanılarak ülke nüfusunun büyük çoğunluğunun, Erdoğan gerçekliğine uyum sağlaması mümkün kılınmalı.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Emekli maaşı 10 yılda yarıya yarıya azaldı - SAYGI ÖZTÜRK

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, iktidarın ‘sosyal güvenlik reformu’ adıyla yaptığı düzenlemenin emeklileri vurduğunu belirtti. Hak kaybıyla ilgili çıkardığı hesabı şöyle açıkladı: “ASGARİ ücretten prim yatıran bugün 718 lira emekli aylığı alıyor. Bu düzenleme yapılmasaydı bin 822 lira alacaktı. Esnaf ve çiftçi emeklilerinin aylığı da yarıdan fazla azaldı.”


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğu; “Sürekli, benim SSK Genel Müdürlüğüm dönemini gündeme getiriyor. Gelsin karşıma. İstediği yandaş televizyon kanalında beraber oturalım. Kendi gazetecilerini de alsın. Sosyal Sigortalar Kurumu'nu konuşalım. Sosyal güvenlik açığı 34 milyara nasıl çıktı bir açıklayalım. Benim dönemimde 2 milyardı, şimdi 34 milyar lira açık var. Benim dönemimde emeklilik yaşı kadınlarda 34, erkeklerde 43'tü, şimdi 65. Prim günü 5 bindi, şimdi 7 bin 200. Daha uzun süre prim ödüyorsun daha geç emekli oluyorsun. Neden emekli maaşı düşüyor? Prim ödeme gün sayısı artıyor. Emeklilik yaşı uzuyor ama açık büyüyor. Bugün 722 prim ödeyen 65 yaşını dolduran birisi, gidip sigortaya başvurduğunda 718 lira 69 kuruş emekli aylığı alıyor. Bu kişi 1 Ekim 2008'den önce başvursaydı bin 822 TL aylık alacaktı. Yani emekli aylığı 1822 liradan 718 liraya düşüyor. Bağ-Kur'lu olsaydı bin 800 alacaktı, şimdi başvurduğunda 840 TL alacak. Çiftçi 1 Ekim 2008'den önce bin 260 lira alacaktı. Bugün 621 lira emekli aylığı alıyor. Yani aylıkları düşürerek emeklinin sırtından sosyal güvenlik reformu yaptılar. Erdoğan'a, bakanlara sesleniyorum; mutfaklarını bir ay süreyle 621 lirayla geçindirsinler. Vatandaşa reva gördükleri para bu.” ifadelerini kullandı.

MALİYE BAKANI'NI GÖREVDEN ALACAK MI?

Biz diyoruz ki 1 milyon 644 bin emekli 1500 TL'nin altında maaş alıyor. Naci Ağbal çıktı SGK'da en düşük emekli aylığı 1570 liradan 1670 liraya çıkacak dedi. Yalan… İlk TV programımda bu yalanı da ortaya koyacağım. 1405 TL Bağ-Kur, bu da yalan. Erdoğan bu sorularıma cevap versin, palavrayı bıraksın. Yeni emeklilik dilekçesi vermiş, bin TL'nin altında aylık alan birinin belgesini gösterdiğimde Maliye Bakanı'nı görevden alacak mı? Emekli aylığı belgesini kamuoyu ile paylaşırsam, kamuoyuna yalan söylediği için bakanı görevden alacak mı? 1 milyon 644 bin kişi, 1.500 liranın altında maaş alıyor. 700 TL ve altında ücret alan 26 bin kişi var.

SARAY'A ERDOĞAN İÇİN DEĞİL, ÜLKEM İÇİN GİTTİM İKRAM EDİLEN PASTAYI HARAM DİYE YEMEDİM

CHP lideri, 15 Temmuz sonrası tartışılan Erdoğan ziyaretinin gerekçesini böyle açıkladı. Saray'a niçin gittiğini uçakta SÖZCÜ'ye anlatan Kılıçdaroğlu, “Darbelere karşı olduğum için gittim. Ben Ebuzer o Muaviye” dedi…
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu seçim çalışmaları kapsamında Manisa'ya giderken, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, bazı iddialarına cevap verdi. Kılıçdaroğlu şu çarpıcı açıklamaları yaptı:
Demokratik parlamenter sisteme geçmek için anayasa değişikliği gerekiyor. Anayasa değişikliği için oturup hem Millet İttifakı'nın hem de şu anda o ittifaka dahil olmayan partilerin değişikliğe ‘evet' demesi gerekiyor. Bir anayasa değişikliğinin yıldırım hızıyla Parlamento'dan geçmesi doğru değil. Toplumsal uzlaşmayla geçmesi gerekir. Darbe hukukundan arınması gerekir. Daha demokratik bir siyasi partiler yasası olması lazım. Parlamento'nun iradesine bir başka güç ipotek koymamalı. 4 partiden uzmanlar bir araya gelsinler, demokratik parlamenter sisteme geçişle ilgili ana ilkeleri belirlesinler. Kamuoyuna bir açıklama yapalım diye karar aldık. Uzun metinler hazırlanmayacak. Ana ilkeleri oturup kendi aramızda hazırladıysak, demokratik parlamenter sisteme geçişin de bir protokolü hazırlanacak.
PROTOKOLÜN DETAYLARI
Güçler ayrılığı ilkesinin tam oturduğu, medyanın bağımsızlığı, halkı bilgilendirme konusunda standartları taşıyan bir sistem. Seçim barajının minimize edildiği gibi bazı kurallar. Yurtdışı seçim çevresi olmalı. Dışarıda 6.5 milyon vatandaşımız var. Niye bu vatandaşlar seçilemiyorlar. Milletvekili de seçilsin, biz bunu da savunuyoruz. Demokratik parlamenter sistem gerçekten demokratik olan, liderin baskın, dominant güç olarak parlamentoyu etkilemediği bir sistem. Gruplar kendi içinde karar alabilirler. Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilebilir de seçilmeyebilir de. Bizim illa şu olsun diye ısrarımız yok. Cumhurbaşkanının yine eskisi gibi tarafsız olması gerekir. Partili olabilir ama aday olduktan sonra ayrılmak zorunda.
ARTIK BİTMİŞ DURUMDA
Erdoğan ne söyleyeceğini bilmiyor. Türkiye'nin geleceği ile ilgili olarak bir ufku yok. Bitmiş yani. Bütün söylemleri, 25 Haziran'dan sonra ‘göreceksiniz' diyor. Neyi göreceksiniz o belli değil. Ekonomiden hiç söz etmiyor. Kendisine şu telkin yapılmış, sakın konuşma sen konuşunca ekonomi bozuluyor. İşsizlikle nasıl mücadele edecek belli değil, dış politikada ne yapacak belli değil, eğitimde ne olacak belli değil. Toplumsal barış nasıl sağlanacak belli değil, çiftçinin durumu belli değil. Erdoğan şu gerçeğin de farkında Türkiye'yi kendisi yönetmiyor. Egemen güçler Türkiye'yi yönetiyor ve o güçlerin telkinleriyle politika üretiyor. Dış politikada Suriye'ye girilmesi egemen güçlerin telkiniyle oldu. Devlette liyakat sisteminin bozulması, Gülen cemaatini telkin ediyordu. Üretim ekonomisinden vazgeçip rant ekonomisine geçilmesi, müteahhit çevrelerin telkiniyle oldu. Erdoğan, akılcı politikalar üretemiyor artık.
TALİMATLA KARAR VERİLDİ
Man Adası ile ilgili olarak davanın açıldığı mahkemenin hakimleri değiştirildi. Avukatım, ‘delilleri toplayın' demesine rağmen, hakim delilleri toplamadı. Önce reddi hakim talebinde bulundu, usule aykırı olarak reddedildi. Talimat almış, talimatın gereğini yerine getirdi. İspat hakkına dahi izin verilmiyor. O davayı kaybetme şansım sıfır. Dünür var mı var, enişte var mı var. Halk Bankası var mı var. Dekontlar doğru mu, doğru. Neye itiraz ediyorsun? Sadece hangi şirketi sattığı yok. Hakim talimat üzerine karar verdiği için, seçim öncesi Kılıçdaroğlu mahkum oldu algısını yaratmak istediler. Hakimler Savcılar Kurulu'na şikayet edeceğiz. Çünkü hakimlik yapmıyor, oraya değiştirilerek görevle getirildi. Tazminatın zenginleşmeye yol açmaması lazım. O konuda Yargıtay'ın içtihatları var. Erdoğan çok fakir olduğu için böyle bir tazminat çıktı! Biz hakim hakkında da tazminat davası açacağız. Yanlış, ön yargıyla karar verdi, reddi hakim talebine rağmen davadan çekilmedi, tarafsızlığını kaybettiği gerekçesiyle suç duyurusunda bulunacağız. O davayı kaybetmeyiz ama kaybedersek de kampanya açarız.
YÜREKLİ BİR İNSANIM
Saray'a gidişimi bile farklı anlatıyor. Erdoğan, beni tanımıyor. Ben yürekli bir insanım. Korkak değilim, ben Türkiye için oraya gittim, Erdoğan için değil. Darbelere karşı olduğum için oraya gittim. Erdoğan için değil. Erdoğan kendisi için gittiğimi düşünüyorsa yanılıyor. Orada bana ikram edilen pastayı bile yemedim; haram diye. O kadar lüks haram. Ben Ebuzer'in felsfesine inanıyorum. O, Muaviye'nin felsefesinde. Halkın parasıyla yaptıysan helal değildir diyor. Şatafatı, lüksü, haramı temsil ediyor. Erdoğan'a verilen her oy harama ortak olmak demektir.
HER SEÇİMDE KAYBEDECEK
Erdoğan da seçimi kaybedeceklerini görüyor, biliyor. Parlamento'da Millet İttifakı çoğunluğu aldıktan sonra Türkiye sağlıklı bir yola girmiş olacaktır. İstedikleri kadar seçim yapsınlar, dikkat ediniz her seçimde kaybediyorlar. Artık iniş trendine girmiş vaziyetteler. Millet bıkmış artık. Erdoğan, açıklamalarında ‘OHAL'i kaldırabiliriz' diyor. Sayın Muharrem İnce'nin seçilince yapacağı ilk iş OHAL'i kaldırmak. Bir ay içinde kaldıracağız. Batı'ya bu güvenceyi vereceğiz.

ERDOĞAN YENİLDİ, TEFECİLER İSE KAZANDI

Faizler yine artırıldı. Sonunda Erdoğan yenildi, tefeciler kazandı. Bilek güreşinde Erdoğan yenildi, tefeciler kazandı. Biz artırmayacağız diyordu, tefecilere, lobilere teslim etmeyeceğiz diyordu. Lobilerin, tefecilerin kucağına oturdu. Teslim aldılar. İçeride direniyormuş gibi yaptı. Londra'ya gitti, yalvardı yakardı. Sonunda faiz artırdı. Erdoğan kaybetmedi, kaybeden halk. Erdoğan ne olacak, sarayında oturuyor, onun hayatında değişen bir şey yok.

DÜZENDEN SADECE RANTİYECİLER MEMNUN

Erdoğan'ın ekonomi politikası rantiyeye dayalı bir politika. Bu düzenden şikayet etmeyen tek bir kesim var; rantiyeciler. İstediği gibi faizi yükseltiyor, kazanıyor. Bunu da dış güçler olarak millete pazarlıyor. Erdoğan, bir yıl içinde 240 milyar doları nereden bulacağını kamuoyuna açıklamak zorundadır. 240 milyar dolarlık borçlanma karşılığında ne yaptığını bu millete anlatmalıdır. Vatandaşın borcundan söz etmiyorum, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin borcundan söz ediyorum. Elin parasıyla gerdeğe girilmez. Elin parasıyla düğün, bayram yapılmaz.

İKTİDARIMIZDA TÜRKİYE'YE DOLAR YAĞACAK

CHP iktidara geldiği an Türkiye'ye dolar yağacak. Bunun için iki ana eksene dayanıyoruz; ülkeye demokrasiyi getireceğiz, herkesin can ve mal güvenliği olacak. Ortadoğu'da barış ve işbirliği teşkilatını kuracağız. Siyasal, kültürel ekonomik olarak ciddi bir güçbirliği sağlayacağız. Örneğin Denizli'de üretilen kablo Suriye'de, Irak'ta kullanılacak. Türkiye'nin çimentosu oralarda kullanılacak. İşadamlarımız oralarda yatırımlar yapacak. Orta Doğu'yu yeniden inşa etme kararlılığındayız. Bizim işadamlarımız alın teri dökerek Türkiye'ye para getireceklerdir. Bizim borçla, yalvarma yakarmayla da işimiz yok.

Saygı Öztürk / SÖZCÜ

6 Haziran 2018 Çarşamba

Uçtuğunu zanneden şeyh: Aziz Yıldırım - TAYFUN ATAY

Yaşar Kemal’in “Dağın Öte Yüzü” roman üçlemesi (Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu) bize bir insan topluluğunun yokluk ve umarsızlık sarmalında kalınca kendi içinden nasıl bir “kült” figür çıkardığını da; ancak koşullar değiştiğinde onu yerle yeksan ederek ölüme mecbur bıraktığını da müthiş çarpıcı şekilde anlatır. 

Çukurova köylüleri kendi aralarında etten kemikten bir âdemoğlu olarak yaşayan Taşbaşoğlu’nu “ermiş” kılarlar. Sonrasında Taşbaş’ın ermiş kişiliği, beşeri kişiliğinden ayrışır; öyle ki bir süre aralarından kaybolmuş sonra geri gelmiş “insan” Taşbaş’ı tanımaz ve takmaz köylüler… Hatta ısrarla Taşbaş olduğunu iddia etmesi karşısında onu pataklarlar. Bu duruma dayanamayan Taşbaş sonunda kendini öldürür.
 
Fakat ilginç olan şudur ki Taşbaşoğlu “beşeri” varlığına son verse de köylüler asıl, yani “ermiş” Taşbaş’ın çoktan “kırklara karıştığı” inancındadır. Dolayısıyla “Taşbaş”ın ölüsünü dahi tanımaz, “o” olarak kabul etmezler.
***

Yaşar Kemal’in, doğup büyüdüğü coğrafyanın halk inançlarından damıtarak kurguladığına benzer bir başka örnek de sufi-tarikat İslâm’ında sıklıkla karşımıza çıkan “Şeyh uçmasa da mürit uçurur” deyişidir. 

Taşbaşoğlu’nu köylüler, önceleri o kendisine atfedilen olağanüstülükleri reddetse de, “ermiş” değil onlardan biri olduğunu çırpına çırpına söylese de ısrarla uçurmuşlar da uçurmuşlardır. 

Böyle olunca giderek kendisini “uçtuğu”na inandıran Taşbaşoğlu, sonrasında tablo değişince buna katlanamamış, neticede (“uçmak” ne kelime!) uçurumun dibini boylamıştır.
***

Aziz Yıldırım, Fenerbahçe’nin “Taşbaşoğlu”dur. 

Geçen pazar günkü korkunç seçim hezimeti, bir topluluk tarafından yıllarca yüceltilip, kültleştirilip, mitleştirilip “uçurulmuş” bir figürün, aynı topluluğun yeni arayışlarına artık hitap edemez olduğunda ve de kendisinin yerinden edilemez bir “efsane” olduğuna inandığı noktada başına gelen bir “uçurumdan yuvarlanma”dır.
 
Herkes Aziz Yıldırım’ın gitmesi gerektiği halde gitmemekte ısrar ettiği için bu acı sona maruz kaldığını söyleyerek faturayı tek başına ona kesiyor.
 
Bu haksızlık olur. 

Aziz Yıldırım’ı yıllar boyunca “uçurmuş” müritlerin ortaya çıkan hazin tablodaki payını görmezden gelmek olur.
***

Aziz Yıldırım 20 yıllık başkanlık döneminde iki defa kendisi başkanlığı bırakmak istedi. “Sen bu camiaya lâzımsın Büyük Başkan! Bizi bırakma” diyerek vazgeçirdiler onu… 

Son birkaç yıla gelinceye kadar, onu hep bir olağanüstülük abidesi olarak yücelttikçe yüceltenlerden geçilmedi. 

Yetmedi, şike davası sürecinde Türkiye’de FETÖ’nün el atıp da çökertemediği kurumun başındaki şahsiyet olarak, sadece Fenerbahçe’nin değil, Türkiye’nin kahramanı yaptılar onu. 

Şimdi bunlar olduğunda, ölümlü bir varlığın böylesi bir “ölümsüzlük” mertebesinden sökülüp alınma teklifini ha deyince içine sindirebilmesi, kabul edebilmesi, mitsel motivasyondan uzaklaşıp ussal (rasyonel) düşünebilmesi de o kadar kolay olmuyor işte…
***

Olursa da böyle oluyor. Vahim, hazin, trajik!.. 

Nasıl Taşbaşoğlu’nu bir mitsel kahraman, bir “ermiş” yapıp ululayan köylüler, onu sıradanlaştırıp takmaz olduklarında o ısrarla varlığını sürdürmek, var olduğunu duyumsatmak istediyse; 
Ve nasıl bu ısrarı sonucu onu bir zamanlar uçuranların dayaklarına maruz kaldıysa; 
Neticede de canına kıydıysa; 
Hayli benzer bir durumdur Aziz Yıldırım’ın başına gelen…

16 bine 4 bin” fark, başka türlü nasıl yorumlanabilir?! 

Bir zamanlar uçurdukları “şeyh”in hâlâ uçmak isteme ısrarı karşısında pataklayıp hizaya çektiler onu…
***

Dedik ya, Taşbaşoğlu’nun cansız bedeni ile karşılaşan köylüler, hâlâ onun “gerçek” Taşbaşoğlu olmadığını ileri sürüyor, Taşbaş’ın çoktan “Kırklar’akarıştığı”nı söylüyorlardı. 

İlk sandık açılıp sırra kadem basan Aziz Yıldırım 4 bine karşı 16 binlik sonuç karşısında bir bakıma (“manen”) ölmüş olsa bile arkasından yapılan konuşmada onun bir Fenerbahçe efsanesi olarak yaşadığının söylenmesi de kısmen böyle bir şey değil mi?!

***

Şimdi Kadıköy’de Fenerbahçe semalarında bir yeni “Taşbaşoğlu”, uçuruldukça uçurulmaya başlanıyor. 

Acaba Ali Koç, Yaşar Kemal’in bu büyük eseri, “Dağın Öte Yüzü” üçlemesini okumuş mudur dersiniz?.. 

Okumadıysa, onu bugünden itibaren bir başucu kaynağı olarak yanından ayırmamasını önerelim!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Türkiye ekonomisinin büyümesi sağlıksız niteliktedir - ERİNÇ YELDAN

Türkiye ekonomisi yeni bir kriz tehdidi altında. Peki, bu istikrarsız yapının ana kaynağı nedir? Türkiye ekonomisi niçin potansiyel büyüme hızında süreklilik gösterememektedir? 

Bu sorunun yanıtı kuşkusuz, ulusal ekonominin büyümesinin ardında yatan niteliksel öğelerde gizlidir: Türkiye ekonomisinin dalgalanmaları doğrudan doğruya uluslararası sermaye akımlarının yönüne bağlı olarak yaşanmaktadır. Dışarıdan (her ne pahasına olursa olsun) sermaye girişi yaşandığında ekonomik aktivite canlanmakta, sadece iç talep değil, ihracat performansı da ithal girdilerin ucuzlaması sayesinde yükselebilmektedir. Sermaye girişlerinin yavaşlaması durumunda ise ulusal ekonomi durgunluğa sürüklenmektedir. 


Türkiye ekonomisi özellikle 2010 ve sonrasında küresel ekonomideki ucuz kredi bolluğuna dayanarak yeni bir spekülatif büyüme konjonktürüne sürüklenmiştir. Türkiye’nin 1990 sonrası iktisadi tarihçesi bu tür konjonktürel büyüme dalgalarının nasıl hüsranla sonlanmış olduğuna dair örneklerle doludur. 

Bu tespitler sadece bizler tarafından değil, uluslararası kuruluşlarca da sıklıkla dile getirilmektedir. Örneğin 2012’de IMF tarafından yayımlanan VI. Çerçeve Raporu, daha ikinci paragrafında bu sorunu, “sermaye girişleri bol iken büyüme güçlü seyretmekte; sermaye hareketleri yön değiştirdiğinde ise ekonomi daralmakta, Türkiye’yi genişleme-daralma çevrimlerine mahkûm etmektedir”  sözleriyle itiraf etmekteydi.

***

2000’li yıllarda tüketim ve yatırım talebi ithalata bağlı olarak hızlanırken, ulusal sanayi de ithalat baskısı altında gerilemesini sürdürdü. Kalkınma yazınında “olgunlaşmamış sanayisizleşme” (premature de-industrialization) diye anılan istikrarsızlık tehdidi Türkiye’yi de etkilemekteydi. 

Sanayisizleşme kavramı ile, olgunlaşmış sanayi toplumlarının artık işgücü ve diğer kaynaklarını giderek sanayi sektöründen, inovasyon ve yüksek teknolojili hizmetler sektörlerine kaydırma süreci anlatılmakta. Sanayiden giderek aktarılan işgücü ile birlikte sanayi katma değerinin toplam milli gelir, sanayi istihdamının da toplam istihdam içerisindeki payının azalması kaçınılmaz olduğu için, söz konusu sürecin sanayisizleşme kavramı ile betimlenmesi son derece doğal. 

Konunun Türkiye benzeri gelişmekte olan ülkelerdeki boyutuna bakacak olursak, taklit ve montaj sanayiilerine dayalı sanayileşme sürecine sürüklenip, ulusal sanayilerde gelişme olgunluğunu tamamlamadan, doğrudan doğruya spekülatif köpüklere dayanan hizmetler sektörlerine (ve Türkiye ve benzer birçok ülkede inşaata) işgücünü aktarmaya başlaması bir dizi yapısal sorunu da beraberinde getirmekte olduğunu görebiliriz. 

Örneğin, hizmetler sektöründe inovasyon ve yüksek teknolojili ürün üretme kapasitesinin henüz geliştirilememiş olması nedeniyle, söz konusu istihdam güvencesiz ve marjinalleştirilmiş biçimde hiper-sömürü altında çalışmaya itilmekte; sanayileşme sürecinin getirdiği kazanımlar geciktikçe demokratik bir dizi kurum da oluşturulamadan işlevini yitirmektedir. 

Türkiye’de istihdamın dönemsel dinamiklerini yakından gözleyebilmek için TÜİK’in yayımlamakta olduğu mevsimsel etkilerden arındırılmış işgücü verilerini inceleyeceğiz. Aşağıdaki grafik son 13 yılın gelişmelerini özetliyor.

[Haber görseli]

Sanayinin üretim ve istihdam kaybı Türkiye ekonomisinin son 15 yılını net bir şekilde özetliyor:Türkiye giderek sanayiden uzaklaşan ve taşeron bir hizmet üreticisi olarak bir ithalat cennetine dönüştürülmektedir.
 
Türkiye ekonomisinin büyümesinin sağlıksızlığı burada yatmaktadır.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

İlk yılın Gar-anti faturası: 16.5 milyon TL - ÇİĞDEM TOKER

Ankara YHT (Yüksek Hızlı Tren) garının inşası sırasında, övgü niteliğinde sıkça  “Havaalanı gibi” benzetmesi yapıldı. Bugün de gar binasından ilk kez giren hemen herkes aynı duyguyu hissediyor. 

Bu his ve teşbih boşuna değil. 

Yap-İşlet-Devret (YİD) modeline dayalı Türkiye’deki ilk gar olan Ankara YHT’nin havaalanına benzetilmesine yol açan sebep tam da bu: Modeli. 

YİD modeli, yatırımı finanse etmesi karşılığında, devletten şirkete yıllar itibarıyla döviz cinsinden verdiği yolcu sayısı garantisi, ticari alanların gelirleri gibi ayrıcalıklar sağlanması demek. 

Bu da günün sonunda, yani 20-25 yıl bitip de şirketin projeyi devlete devrettiği saatte yapılan yatırımın kat kat çıkarılması, şirket kasasına milyarlar aktarılması anlamına geliyor.

Dünkü yazıda Ankara YHT için TCDD’nin yolcu başına 1.5 dolar artı KDV üzerinden verdiği ve 14 yılı kapsayan yolcu garanti sayılarını aktarmıştım. 

Bugün de 29 Ekim 2016 tarihinde hizmete giren Ankara YHT için, bir yıllık net yolcu sayısı ve şirketle imzalanan sözleşme kapsamında, Limak-Kolin- Cengiz ortaklığına aktarılacak kaynağı irdeleyeceğiz.

Aktaracağım rakamlar TCDD kaynaklı. 

Garın hizmete açılışının ertesi günü 30 Ekim 2016-30 Ekim 2017 döneminde, İstanbul, Eskişehir ve Konya yönüne toplam 2 milyon 207 bin 230 yolcu seyahat etmiş.

İlk yıl için, yolcu başına 1.5 dolar artı KDV’den garanti edilen toplam yolcu sayısı 2 milyon. Sayı 2 milyonun üzerine çıkarsa, 50 sent garanti ödeniyor. 

İlk yılın 3 milyon dolara karşılık gelen garanti tutarı, mayıs ayı dolar kurunu ortalama 4.5 TL aldığınızda 13.5 milyon TL. KDV’siyle birlikte yaklaşık 16 milyon TL. 2 milyonun üzerine çıkan 207 bin 230 yolcu sayısı da 50 sent üzerinden KDV’siyle birlikte yaklaşık 550 bin TL. 

Bu veriler altında, TCDD’nin ilk yıl için Limak-Cengiz-Kolin’e yaklaşık 16.5 milyon TL ödediğini söylemek mümkün. 

Sözleşmeye göre yıllar ilerledikçe yolcu garanti sayısı 5 milyon, 8 milyon, 10 milyon diye gidecek.
 
Garanti süresi 14 yıl. Yani sadece Ankara YHT için Limak-Kolin-Cengiz’e 2030’a kadar bütçeden kaynak aktarılacak. Bugünün kuruyla 2030 yılında 10 milyon yolcu garantisi karşılığında devletten 69 milyon TL ödenecek. Bu sayıya KDV tutarı ve 10 milyonun üzerine çıkacak yolcu sayısı dahil değil. Otel, motel, lokanta, kapalı-açık otopark gelirleri hiç dahil değil. Ki, asıl kazanç alanları orada. Dün sosyal medyada “Devletin tapusu adeta üç şirkete çıkarılmış” yorumları okudum. 

Onlarca YİD sözleşmesiyle küçük bir grup müteahhide sağlanacak Hazine kaynaklarının altından kalkmak sanıldığından daha zor. 

Şirketlerin, YİD projelerini yapmak için yurtdışından getirdikleri kredi borçlarını olası bir temerrüt halinde Hazine’nin ayrıca üstlendiğini de hatırlamakta fayda var.

Karayolları İstatistik Gizliyor
Karayolları Genel Müdürlüğü, her yıl periyodik olarak bir istatistik yayımlıyor.
“Trafik ve Ulaşım Bilgileri” adlı istatistik, memleketin dört bir yayımdaki yollardan geçen araç sayıları hakkında bilgi verir. Otoyollar ve devlet yollarının yıllık ortalama günlük trafik değerleri ayrıntılı biçimde yer alır.
 
Geçen gün 2017 yılı istatistiği yayımlandı. Fakat o da ne? Bütün ama bütün yollardaki trafik bilgilerinin yer aldığı harita ve listede, 3. köprü, Osmangazi Köprüsü, Avrasya Tüneli’ne dair bilgiler yok! Gelinen noktada YİD modeliyle yaptırılan altyapı proje sözleşmelerini “ticari sır” diye açıklamayan zihniyet, bu yollardan geçen araç sayılarını dahi açıklayamıyor. 

Yoksa, 2017 boyunca 3. köprü, Osmangazi ve Avrasya’dan geçen araçlar, döviz kuru üzerinden verilmiş trafik garantilerinin altında mıydı?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET