31 Temmuz 2018 Salı

Atatürk'ün yazdırdığı tarihten bir yaprak...- Cazim GÜRBÜZ

Tarih yazının icadı ile başlar Sümer'de, tarih Atatürk'le başlar Anadolu'da...
Abarttım mı? Hayır asla! Prof. Dr. Çetin Yetkin Hoca'dan bir alıntı yapayım da, bakın nasılmış Osmanlı'daki tarih algısı:
"Osmanlı tarihçilerinin uğraş alanı 'Osmanlı' idi. Osmanlı devletinin kurucusu sayılan Osman Gâzi ile başlardı tarih. Ama elbette bunun da bir öncesi geçmişi olmalıydı. Bu geçmiş de Hz. Adem ile başlar, Nuh ile sürer, Osman Gâzi'nin soyu da Hz. Muhammed'e bağlanırdı. Bu yüzden de Osmanlı'nın öncesi, İslam tarihinde aranırdı. Dolayısıyla söz konusu olan bir ümmet tarihiydi."

Atatürk de işte bunu biliyordu, cumhuriyeti kurunca kolları sıvadı, tarih bir bilim olarak görülecek, gerçek tarihimiz bilim adamlarınca araştırılıp ortaya konulacak, yazılacaktı. Atatürk bu çalışmalara nezaret etti, daktilo edilmiş metinleri elden geçirdi, düzeltti, ekler koydurdu. Ve ortaya "Türk Tarihinin Ana Hatları" adlı dev yapıt çıktı. Ve 1931 yılında bu yapıt esas alınarak Liseler için 4 ciltlik tarih kitabı yazıldı (liseler o zaman 4 yıldı). Bu kitaplar 1941 yılına dek okutulmuş okullarda. Kaynak Yayınları işte bu kitapları "Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri" adıyla yeniden yayımladı. Ben bitirmek üzereyim bu kitapları, sizlere de ısrarla salık veririm. Okuyunca, size okutulan tarih kitaplarını anımsayacak, çok ahlar vahlar edeceksiniz.


Şimdi geliniz bu kitabın Osmanlı Tarihi ile ilgili 3. cildinden bir bölümü birlikte okuyalım, unutturulan, dillendirilmeyen gerçekleri görelim:

"İmparatorluğun genişliği ve gücü artıp padişahın ve büyük kumandanların elinde büyük servet toplanınca, saray ve emir konaklarında görkem, sefahat ve israf da doğal olarak çoğaldı. Kanuni Süleyman asrı, Osmanlı Saltanatının en debdebeli ve görkemli devridir. İstanbul Sarayı, Bizans imparatorlarının, İran şahlarının ve Abbasi halifelerinin meşhur olan protokol, süs ve tantanasını toplamış gibiydi. Artık ilk Osmanlı beylerinin sade hayatı büsbütün unutulmuştu. Sarayda yüzlerce cariye, köle, içoğlanı, ak ve kara hadım ağalar toplanmıştı. Padişah altın ve gümüş tabaklarda yemek yer; mücevherlerle süslü kaplardan şarap, şurup ve kahve içerdi. Padişahın Bizans vasileusları gibi çatmadan elbisesi, altın ve mücevherli hançer, kılıç ve topuzları, çok kıymetli derilerden kürkleri vardı. Ahırında en mükemmel Arap atları beslenirdi. Çeşitli cinsten av köpekleri, doğan ve şahinleri pek çoktu. Bütün bu hayvanlara bakan bir sürü hizmetçiden başka, doğan yetiştirmekle yükümlü köyler vardı. Padişahın kayıkları Venedik doçalarının kayıklarına benzer altın gibi yaldızlanmış çok kıymetli sanat eserleriydiler. Bahçe muhafızlarıyla kayıkçılar, Bostancı Ocağı adıyla adeta bir ordu oluşturuyordu.

Bu lüks, bu görkem, bu israf elbette birçok fuzuli masrafı gerektiriyordu. Dünyanın her tarafından esir edilerek saraya toplanan en güzel Çerkez, Gürcü, Rus, Macar, Rum, İtalyan, Alman ve Fransız kızları padişahın harem-i humayunu'nu oluştururlardı. Padişahtan bir çocuk edinerek, hasekiler sırasına yükselmek, sonra çocuklarını, ortaklarının çocuklarına tercih ettirip Valide Sultan olabilmek için, bu karışık nesilden gelme kadınlar arasında hesaba sığmaz entrikalar yapılır, bunlar korkunç facialarla biterdi..." 

Cazim GÜRBÜZ  / YENİÇAĞ

30 Temmuz 2018 Pazartesi

YanYanaYürüyelim - BARIŞ İNCE

“Siz arkamda durun ben yaparım” anlayışı ya da “Biz oturalım sen yap, büyük adamsın!” söylemi, “ADAM kazandı” sonucuna varıyor.


90’lı yıllarda genç solcuları mücadeleden caydırmak isteyen bazı orta yaşlıların “Bir şey değişmez, ben en öndeydim de bak ne oldu” dediklerini hatırlarım. Bu sözleri edenler, mücadele içerisinde yer almışlardan çok, dönemin politik etkisiyle kıyıda durmuş olup 80 sonrası yeni düzene hızla adapte olmuşlardan çıkardı. Kendi durduğu yeri meşrulaştırmak için “en öndeydim” sözünü, “bir şey değiştirilemez, sen de kurala uy” mealinde kullanırlardı. Çelişki kitabımda bu sözleri eden sinik bir karaktere “hepiniz en öndeydiniz de tek sıra halinde mi yürüyordunuz” diye soran bir çocuk var. Bir çocuğa doğru olmadığını düşündüğü bir şeyi kabul ettirmek zor... Büyüdükçe insan yanlış bildiğine katlanmayı da öğreniyor.

Gezi Direnişi sonrasında özellikle gençlerin isyanı ile ebeveynlerin hayattan beklentileri ortaklaştıkça bu söylemlerin biraz daha azaldığını gözlemledik. Umut birleştiricidir. Tek başına oturup umutlanmak bir anlam ifade etmez, bu olsa olsa iyimserliktir.

Gezi sonrası, başka bir hayat için umutlananların üst üste aldıkları seçim mağlubiyetleri (bu eşitsiz koşullarda nasıl galip gelineceği de ayrı bir tartışma) ciddi bir arayışa neden oldu. 24 Haziran seçimleri öncesinde Muharrem İnce’nin, CHP yönetiminin bildik söylemlerinden biraz daha farklı üslubu, seçimin ikinci tura kalma ihtimali ve HDP’nin barajı geçmesinin meclis aritmetiğinde yaratacağı değişiklik ümidi ile birleşince kitlelere, “bu kez olabilir” duygusu geldi. Bir ay içinde Muharrem İnce’nin cumhurbaşkanlığı adaylığı etrafında ciddi bir değişim umudunun açığa çıktığını gördük. Mitinglerde açığa çıkan bu enerjinin, 15 yıllık “yaptım oldu” düzenine bir “hayır” anlamına geldiğini de söyleyebiliriz.

Hayır’ı büyütme çabası sürerken muhalif kitleler içerisinde iki eğilim açığa çıktı. Bunlardan birisi “zaten bir şey değişmez” gibi beylik sözler etrafında herkesin düşündüğü şeyleri yeniymiş gibi tekrarlayıp insanları sandığa gitmekten alıkoyan yaklaşım. Erdoğan’ın yüzde 70 oy alması ile yüzde 52 alması arasında toplum psikolojisi açısından, gelecekteki mücadele açısından fark görmeyen… İkincisi ise bir seçimle çok şeyin değişeceğini düşünüp, seçim sonrasındaki yenilgiyle ülkeyi terk edecek kadar depresyona giren anlayış. İlk yaklaşımı bir kenara bırakırsak ikincisinin Muharrem İnce’ye yüklediği abartılı misyonun seçim gecesi YSK semalarında uçacak bir süper kahraman beklentisine dönüştüğünü görebiliriz. Bu denli şaibenin olduğu bir ortamda insanların adaletsiz seçime tepki göstermesi doğal ancak CHP tipi partileri eylemli bir çizgiye çekecek olanın toplumsal muhalefetin kendisi olduğu da görülmeli. Adalet Yürüyüşü gibi hemen her kesimin desteklediği, iktidarın dengesini bozucu eylem biçimlerinin müsebbibi de toplumsal muhalefetin zorlamasıdır. Burada kitlelerin gücünü önemsemek yerine birilerinden kahramanlık beklemek genelde hüsranla sonuçlanır.

Seçim sonrası İnce’ye destek veren kesimler sosyal medyada İnce’nin bir sözünden hareketle “Yürü önümüzden” kampanyası başlattı. İnsanların güvenebilecekleri, iktidarla baş edebileceğini, zorluklarda geri çekilmeyeceğini düşündükleri karizmatik bir lider beklentisi içerisinde olmaları doğaldır. Tüm toplumsal hareketlerde, devrimci kabarışlarda önder isimler (bazıları bunu istemese bile) öne çıkmıştır. Burada isimlerden ziyade temel problem; liderliğin toplumsal muhalefetle beraber hareket etmesi, direniş hareketlerinin önünü açacak bir önderlik stratejisi izleyip izlememesidir. “Siz arkamda durun ben yaparım” anlayışı ya da “Biz oturalım sen yap, büyük adamsın!” söylemi, “ADAM kazandı” sonucuna varıyor.

Bu tuhaf durum sadece düzen siyasetine özgü değil. Solda da halka dayanan, meclislerin öne çıktığı ve herhangi bir kritik anda o yapıların harekete geçtiği bir kolektif yapıdan ziyade iki elin parmaklarını geçmeyen cesur bireyin sosyal medyada ya da muhalif sitelerde temsilinin öne çıktığını görüyoruz. Atılan sert tweetler, davalardaki sözler ya da küçük ama şiddete maruz kalınan eylemler, “Bir tek direnen sen kaldın” iltifatları ile de birleşerek, “Sen konuş, sen yaz” mantığına dönüşüyor. (Bu sözlerden bu satırları okuduğunuz gazetenin çalışanları da nasibini alıyor ve elbette ki çoğu zaman mutlu oluyoruz ama…) Burada arkadaşlarımızın cesaretinde eleştirilecek bir yön yok. Tartışılması gereken şey bu cesaretin, Gezi milyonlarının kolektif mücadelesinde nasıl yer bulacağı. Toplumun muhalefet kanallarının açılması, tüm faşist baskılara rağmen bu kanalların savunulması solun yapması gerekendir. Bu mücadele içerisinde kim halkla yan yana yürürken, bir adım öne çıkıyorsa çıksın, kim en önde yürüyorsa yürüsün. Önce biz yürümeye başlayalım da…

Ana muhalefet partisi kurultay tartışmaları içerisine girmişken bu konuya gözü kulağı kapatmak elbette ki mümkün değil. Laiklik, kamuculuk, sosyal devlet gibi talepleri olan yurttaşların pek çoğu bu partiyle ya seçmen ya da üye düzeyinde ilişkili. Fakat şu ana kadar söylediklerimiz ışığında CHP gibi partileri etkisi altına alacak şey “başkan şu mu olsun bu mu olsun” nasihatlerinden ziyade toplumsal muhalefetin yükselişi ve beklentisidir (CHP’li dostlarımızın da fikirlerimize ihtiyacı olabilir ama nasihatimize ihtiyacı olduğunu sanmıyorum). 

CHP’nin tarihine baktığımızda sola yüzünü döndüğü dönemlerin sol yükselişle paralel olduğu görülür. Etkisiz ve entelektüel akım haline gelmiş bir solun parlamento içi muhalefeti etkileme şansı da bulunmuyor. Bu etki HDP için de geçerli.

Eğitim alanında velilerin ve eğitimcilerin mücadelesi, tarım alanında üreticilerin, kadınların, gençlerin öz örgütlenmeleri, tek adamın iki dudağı arasında kalmış çevre talanına karşı yurttaşların çabaları, gazetecilerin yazarların dayanışması, adil seçim için örgütlenen insanların bir aradalığı… Tüm bunların önünü açacak, birleştirecek ve koruyacak birleşik bir sol muhalefet… İhtiyacımız olan bu. Farklı alanlarda mücadele edip yan yana yürümek. Kim bunun için çaba sarf ediyorsa varsın aramızdan sıyrılsın ve öne geçsin.

Memleketimiz dikdörtgen ve büyük, tek sıra yürümeye bile yer var.

Barış İnce / BİRGÜN

Dalkavukluk: Bir sosyal davranış bozukluğu - MUSTAFA K. ERDEMOL

Dalkavukluk, dalkavukluk yapılana düzenlenen komplodur her şeyden önce. Dalkavuk da dalkavukluk yaptığı kişi de bunu fark etmeyebilir, ama öyledir.

Aradan yıllar geçti, uzun yıllar. Kendisinden mi duymuştum yoksa bir yazısında mı okumuştum, kalmamış aklımda. Demirtaş Ceyhun ağabey çok ama çok sevdiği Aziz Nesin için yazdığı bir yazıda “o bir dâhidir” deyince, Nesin, “Bir daha yazma böyle şeyler. Ben de senin dâhi olduğunu biliyorum, ama kimseye söylemiyorum” demiş. Böyle kalmış aklımda.

Demirtaş ağabeyin, Aziz Bey’e “dâhi” derken amacının “dalkavukluk” yapmak olmadığını herkes anlayabilir. Demirtaş Ceyhun da edebiyatımızın en iyilerindendi, onun Aziz Nesin’e ilişkin yargısı sevdiklerine övgüsünde ölçüsüz derecede cömert olmasındandır, yakından tanıyanlar bilirler. Kaldı ki, karanlık bir paçavrada şu sıralar hakkında ileri geri konuşulan Aziz Bey bence de dâhiydi. En önemli özelliği kendisine yönelik övgülerde son derece “serinkanlı” oluşuydu. “Büyük insan” olmanın birkaç önemli şartından biridir bu.

“Adam” yeni milletvekili olmuş, söylediği ilk sözü “2002’deki Dünya Kupası’nda ülkemizin Başında Erdoğan olsaydı, biz final oynardık” oluyor. “Adam”ın Erdoğan’ın yıllardır “ülkenin başında” olmasına rağmen finali oynayamadığımızı  akıl edemeyişi, Batı dillerinde “Flattery” olarak geçen, “yağcılık”, “dalkavukluk” gibi son derece utandırıcı bir davranış kalıbına bürünmüş olmasından, dolayısıyla bu durumun aklını başından almasından kaynaklanıyor muhtemelen. Bu Flattery’nin Fransızcadaki karşılığının “masaj yapmak” ya da “okşamak” anlamlarına geldiğini de söylerler ki herhalde doğrudur.

“Yanlış övgü” olarak tanımlanan Dalkavukluk’tan eski Yunanlardan bu yana nefret edildiğini söylerler. Ben de onlar gibi “Flattery”e iyi gözle bakmayanlardanım. İki gerekçem var. Övgüde sınırı aşmış olanın niyetinin aslında övgü olmadığını bilirim. İkincisi de dalkavuğun, dalkavukluk yapayım derken kendi varoluşuna da zarar verdiğini düşünürüm. Ondan daha fazla düşünürüm hatta. İnsan kendini o hale neden düşürür ki?

Dalkavukluk, dalkavukluk yapılana düzenlenen komplodur herşeyden önce. Dalkavuk da dalkavukluk yaptığı kişi de bunu fark etmeyebilir, ama öyledir. Dalkavuğun övgülere boğduğu kişi gerçekten o övgüleri hak eden biriyse, kendisine yapılan dalkavukluk ona bir şey kazandırmaz. Ama dalkavuğa çok şey kazandırabilir. Milletvekili olabilir, Bakan yapılır vs.


Yani, üzülerek vurguluyor, özendirici olmaktan da çok korkuyorum ama belirtmeliyim ki dalkavukluk, dalkavuğu istediği hedefe ulaştırabilir. Edmund Spenser, Faerie Queene adlı kitabında Kraliçe I. Elizabeth’i onurlandıran dalkavukluklar yapmıştır. Faydasını da görmüştür derler. William Shakespeare öyle değildi bildiğim kadarıyla, Macbeth oyununun zamanın İngiltere Kralı James’i son derece sinirlendirdiği bilinir. Hiç hak etmediği halde “ikiyüzlülükle/faydacılıkla” suçlanan büyük Niccolò Machiavelli o muhteşem kitabı Prens yüzünden dönemin egemeni Lorenzo II. Medici’yi delirtmiştir öfkeden.

En masum açıklaması “övgüdeki abartı” olan dalkavukluğun bir sosyal davranış bozukluğu olduğunu belirtmeye gerek var mı? Şu sözünü ettiğim “adam”ın bu bozukluğu Meclis’te Ahmet’e (Şık) saldıran güruhun içinde yer almasından da belli değil mi? Dalkavukluk sözde kalmaz, eyleme de dökülmelidir. En çok dalkavuk bağırmalı, en çok dalkavuk saldırgan olmalıdır. Sürekli “suç” üreten bir mağdur olma halidir bu. Tüm dalkavuklar, tüm o hin oğlu hinliklerine ragmen, ciddi bir yaşam mağdurudurlar çünkü. Mağduriyetlerini gidermek için saldırganlaşmaları gerek.

Dalkavukluk, toplumsal değerler sistemi içerisinde aslında bir “suç”tur da. Toplumda iyi gözle bakılmaz bunlara. Umarım aklımda yanlış kalmamıştır ama İlahi Komedi’de Dante, dalkavukların sözlerinin dışkıya eşdeğer olduğunu belirtir. Ama çoğunlukla, tekrarlıyorum bir kez daha, dalkavukluk ciddi bir mağduriyet demektir. Oluşmamış/olgunlaşmamış bir kişiliğin güçlüye övgü yoluyla kendini var etme çapsızlığı, mağduriyettir. Öne hiçbir biçimde fırlayamamış olanın “ben de varım” çığlığı bir anlamda. 
Başka ne olabilir?

Dalkavuk kimdir peki?
Kendisine sorsanız en azından “Manav Mehmet Efendi” olmadığını söyler. Dalkavuğun kendine dalkavukluğu ayrıca faciadır, bu arada. Kendini avamdan ayırmak için böyle bir laf ettiğinde o kadar seversiniz ki “Manav Mehmet Efendi”yi, o kadar olur. Manav değilse de aynı toplumsal kategoride yer alan herhangi bir Mehmet efendiden söz edeyim size. Hayli zaman önce bir köye giden bir Bakan köylülerle konuşurken muhabbet köylülerin şehre gitmek için hangi yolu kullandıklarına gelir. Anlatır köylüler. Sorunlarının farkında olduğunu bilmelerini istercesine köylülere “iyi de dağlar arasında kısa patika bir yol varmış. Oradan gidin. Ben olsam oradan giderim” diyen Bakan’a Mehmet efendilerden biri atılıp “olmaz, oradan giderseniz ölürsünüz beyim” der. Bakan sorar. “Neden?” Mehmet efendi Mehmet efendi olduğu için aklına Bakan’a dalkavukluk yapmak, “siz ne derseniz doğrudur” demek gelmediğinden, “ölürsünüz, çünkü o yolda çoook eşşek telef oldu” olur yanıtı. Dalkavuk o nedenle Manav Mehmet Efendi değildir. Dalkavuk “Ben Manav Mehmet Efendi değilim” diyorsa, “doğrudur” deyin.

Dalkavuğu idare “sanatı”
Herkes ustası olamaz bu “sanat”ın. Ciddi bir yetenek, hayranlık uyandıran bir beceri, dalkavuğun ruh halini bilme bilgeliği ister. Süleyman Demirel dalkavuğu gözünden tanırdı. Yıllarca, içinde bulunduğu partinin büyüklerine yaranmak için Demirel’e hakaretler, küfürler eden bir milletvekili bir süre sonra Demirel’in partisine girdiğinde yakınındakiler sordular, “Beyefendi, bu adam yıllarca size, bize küfür etti, partimizde ne işi var?” diye. “O bir köpektir, karşı taraftan bize havlayacağına, bizden karşı tarafa havlasın” oldu Demirel’in yanıtı. Dalkavuğa havlayacağı yeri tayin etmek büyük sanattır. Ben, nacizane, muhterem AKP Genel Başkanı’nı da takdir edenlerdenim, o da kendisine hakaret, küfür yağdıranları partisinde iyi yerlere getirdi. Haklıdır, ne yapabilirdi ki başka?

Genel Başkan da mağdur
Karşınızdaki bırakın övgüde cömert olsun, övgünün muhatabıysanız, sonuna kadar hak etmiş de olsanız, kendiniz için söylenenleri kabul eder duruma düştüğünüz an, mutevazılık durağından hızla uzaklaşırsınız. Abartılı ya da yanlış biçimde övülen için çok zor bir durumdur bu. İnsan yaşamı kısa sayılmaz, uzun bir yolculuktur. Ara sıra mütevazılık duraklarında soluklanmak gerekir. Hiç değilse ara sıra. Yalan değil, hiçbir muhabbet beslemediğim, ancak bu dalkavukluklar yüzünden haline bir hayli üzüldüğüm AKP Genel Başkanı’nın da bundan memnun olmadığını düşünüyorum. Memnun olmamalı. Hayatımda yönlendirici hiçbir etkisi olmayan İslam Peygamberi’nin “sizi övenin yüzüne toprak atın” dediğini ben biliyorsam o da biliyordur kuşkusuz. Bütün bu dalkavukluklar Genel Başkan’ı “kendi gerçeğinden” uzaklaştırabilir de. Çok dikkat etmeli buna.

Bayılırım Cenap Şahabettin’e. “Dalkavuklar ne kadar yükselseler, kendilerini yükselten tekme izlerini arkalarından silemezler” der. Dalkavuk kıçındaki tekme izinden tanınır. Eninde sonunda, Şahabettin’in yükselmek için yenen tekme diye tanımladığının dışında, bir kenara atılmak için mutlaka yiyeceği diğer tekme izinden yani. Futbolcu eskisi de, “türkücü” de gün gelecek unuttuğumuz yüzlerinden değil, kıçlarındaki o tekme izinden tanınacaklar.

Tamam, berbat da olsa “insanlık durumları” bunlar. Ne demişti usta; “insana ait hiçbir şey bana yabancı değildir. Yani olacak bunlar tabii.
Yine de kabullenmek kolay değil doğrusu. Yani insanlığın oldugu her yerde dalkavukluk vardır tabii de, dalkavuklugun oldugu yerde insanlık yoktur.
Şunu öğrendik dalkavuğun sözünden; ne kadar çok “Manav Mehmet varsa”, o kadar az dalkavuk vardır toplumda.
Kendisi söyledi adam.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

‘Topluma karşı devlet’ ve polisi - TAYFUN ATAY

Başlık Fransız siyasal antropolog Pierre Clastres’ın eşsiz çalışması “Devlete Karşı Toplum”a bir nazire… Clastres, küçük ölçekli (yanlışlıkla “ilkel” denilen) kabile toplumları üzerine yaptığı etnografik çalışmaları ışığında bu toplumlarda bir otorite kaynağı “şef” olsa da iktidar kaynağı bir “devlet”in ortaya neden çıkmadığı sorusunu yanıtlamaya çalışır. 

Savaş, avcılık, hastalık, kıtlık ve anlaşmazlıklarda insanlara öncülük/arabuluculuk eden bir “şef” vardır bu toplumlarda ama onların tepesinde ceberut bir muktedir olarak bulunmaz o… “Eşitler arasındabirinci”dir, o kadar... 

Ve bu toplumlar, aralarından kendileri üzerinde iktidar üretecek bir lider ile onun gücünü hayata geçirecek bir ekibin (bürokrasi, devlet) oluşumuna izin vermezler. Toplum, kendisinin egemenidir; iktidar, toplumun kendisindedir; şef de bu iktidara tâbidir.

***
Elbette köprülerin altından çok su aktı. Artık birer “hatıra” bize bu eşitlikçi “devletsiz toplumlar”!.. 
Tabire dikkat: “Devletsiz toplum”lar var. Ama “toplumsuz bir devlet” olmaz. Ya da eğer zorlarsanız, adına devlet dediğiniz “şiddet aygıtı” ile “güvenlik” diye diye toplumu öylesine güdükleştirir, sindirir ve o aygıtta eritirsiniz ki ortaya ülke diye devletten ibaret gövdesiz, kalpsiz, ruhsuz bir “koca baş” çıkar. 

Baş” mecazı da rastgele değil. Sosyal antropolojide “devletsiz toplumlar” denilen beşeri gerçekliğin bir adı da “başsız toplumlar”dır (“acephaloussocieties”).

***
Devletsiz toplumlar yahut toplumun tebalaştığı “devletlû” toplumlar; başsız toplumlar yahut bir “koca baş”tan ibaret hiçleşmiş toplumlar… 
Yaşadığınız coğrafyanın gerçeği hangisine karşılık geliyor? 
Şu gazetelerde okuyup ekranlarda dehşetle izlediğimiz, 82 yaşındaki öfkeli ihtiyarın genç ve zinde polisler tarafından onun öfkesini katlayan daha korkunç bir öfke ile nasıl öldürüldüğüne bakarak bu soruya yanıt verin!.. 
Bu ülkede toplumun bir devleti mi var? 
Yoksa devletin (ve polisin) kendisine potansiyel suçlu muamelesi yaptığı aciz çaresiz bir insan kalabalığı mı var ortada?.. 

Vatandaşına “Sizi yaşatmayacağız” diye telefon açan bir İçişleri bakanı hangi ülkede var? 


Onun bunu dediği yerde, başında bulunduğu teşkilatın memuru da 82 yaşındaki ihtiyarı yaşatmamayı, “durumdan vazife çıkarmak” sayarsa buna kim ne diyebilir?! 
Balık baştan koktuktan sonra!..
***

82 yaşındaki Yusuf Topal, aynı yaştaki eşinin ilaçlarını yazdırmak ve bakım hizmeti talebinde bulunmak amacıyla Giresun’da aile sağlık merkezine gitmiş; isteklerinin ikisine de karşılık vermeyen doktorla tartışmış. Doktorlara yönelik vatandaş şiddetiyle çok sık karşılaşıyoruz ya, hop, bir uçtan öbür uca savrulma işte size: Yaşlı adamın öfkesi karşısında doktor, polisi çağırıyor ve bir anda ifrattan tefrit doğuyor; doktora yönelik vatandaş şiddetinden, vatandaşa yönelik polis şiddetine yol tutuyoruz. 

Genç, dinamik, zinde ve alabildiğine “güçlendirilmiş” polislerimiz (Gezi olayları sonrası, “Polisimizi daha da güçlendireceğiz” nidalarını hatırlıyorsunuz değil mi?!) devletin gücünü 82 yaşındaki ihtiyar adam üzerinde sergiliyorlar. Yine “Gezi” ile hayatımızın ayrılmaz parçası haline gelmiş zehirli biber gazı ikramında bulunuyorlar ona; sonra belli ki yürümekte dahi zorluk çektiği için elinde baston olan adamı kum torbasına çeviriyorlar; yere düştüğünde de bir güzel sürükleyerek karga tulumba, araca bindiriyorlar. 

Sonuçta da karakola değil kara toprağa götürüyorlar!..

***
Elbette polis her yerde polistir de ben on yıllar önce Londra’nın göbeğinde öfkeli bir vatandaşın o uzun şapkalı İngiliz polisi karşısında, onun burnunun dibine kadar girerek kıpkırmızı bir suratla öfke patlamasında bulunmasına şahit olmuştum, hiç unutmadım. Uzun boylu uzun şapkalı o polis, başını aşağı yukarı olumlayıcı mahiyette sallayarak, mütebessim bir suratla sessiz, sakin, hareketsiz şekilde sabırla durmuş da durmuştu o “vatandaş” karşısında… 

Böyle polisler “sivil toplum”un devlet karşısında etkin bir varlık gösterebildiği yerde mevcuttur. “Sivil toplum” pratiği ve ideali de yukarıda siyasal işleyişine kısaca değinilen “devletsiz toplumlar”dan farklı bir sosyoekonomik ve demografik kapasitede olduğu için devlete mecbur olsa bile mahkûm olunmayacağı bilincine sahip bir “medeni” insanlık halinin sonucudur.
***

Dediğim gibi, İngiltere’de de, Fransa’da da, Almanya’da da, Amerika’da da polis polistir; oralarda da pek çok olayda polis şiddeti karşımıza çıkıyor. Ancak yukarıda Londra’dan verdiğim örnek, yine de hâlâ o diyarlarda “sivil toplum”un nefes alıp verdiğini işaret eder. 

Soru şudur: 82 yaşındaki ihtiyarı öldürenleri geçelim; sizin bu ülkede yukarıdaki tarzda polisleriniz de var mı; oldu mu hiç; nerede, kaç tane?..

“Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” anlayışıyla devletin fetişleştirilip toplumun hiçleştirildiği bir zeminde beli silahlı genç polisin eli bastonlu 80’lik ihtiyara reva gördüğü muamele, onun karşısında güvenli güler yüzlü bir sabırla beklemek yerine, onu yaka paça alıp (karakola değil) morga havale etmek oluyor işte!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Mesut Özil’in ırkçılıkla savaşı - TANER TİMUR

Alman kamuoyunda Mesut Özil’le ilgili tartışmalar bu futbolcunun 24 Haziran seçimlerinden hemen önce, Londra’da Erdoğan’la çektirdiği ve ona sevgi ve saygılarını ifade eden resmi oldu. İpler işte o anda gevşemeye başlamıştı. Almanları kızdıran, kendi milli futbolcularının Alman siyasetine müdahale eden ve Alman yöneticileri “Nazi uygulamaları” ile suçlayan bir Başkan’ın seçim kampanyasına katkısı olmuştu.


Yoksa çağımızda halkın asıl “afyonu” futbol mu olmaya başladı?
Dünya Kupası’na gösterilen ilgi ve kupayı kazanan Fransa’da sokaklara dökülen inanılmaz kalabalıklar kafamda bu soruyu uyandırdı. Zafere ayırdığı yorumlardan birine, Le Monde gazetesi, “Fransa bir futbol ulusu oldu” başlığını atmıştı. Peki, bu bir yükseliş mi, yoksa düşüş mü? Tarihte devrim, sanat ve felsefe ulusu imajı yaratmış bir ülke için herhalde yükseliş sayılmamalı. Yakın tarihlere kadar “futbol ulusu” denince akla daha çok Latin Amerika ülkeleri gelirdi. Günümüzde ise her ülke “futbol ulusu” olmaya çalışıyor ve bu arada futbol da giderek bir uyuşturucuya dönüşüyor. Sınıf farkı gözetmeden patronun da, küçük burjuvanın da, işçinin de aklını başından alan bir uyuşturucuya.. Ne var ki sonunda kazananlar da hep egemenler oluyor. Organizatör ülkeler, TV kanalları, turizm şirketleri, reklam ajansları vb.. Rusya’nın bu turnuvayı 1,5 milyar dolar kazançla kapattığı açıklandı. Putin’in bu “başarılı turnuva”dan sağladığı siyasi kazanç da cabası!
•••
Günümüzde sporun afyon işlevi yüklendiğini savunan sosyolog Jean Marie Brohm, analizlerinde futbola özel bir yer ayırır. Verdiği örnekler arasında 1978 Dünya Kupası zaferini ülkesinde bir afyon gibi kullanan Arjantin cunta lideri General Videla; yabancı takımları “yok edilmesi gereken düşmanlar” olarak gören ve kurduğu siyasi partiye de Forza İtalia adını veren A.C. Milan kulübü sahibi S. Berlusconi; yıllarca FIFA başkanlığı yapan silah yapımcısı J. Havelange gibi isimler var. Oysa bu bağlantıyı İtalyan sinemacı Dino Risi çok daha önce ve çok farklı bir açıdan kurmuştu. Gerçekten de 1963’te çevirdiği küçük öykülerden oluşan filmi futbolun daha o tarihlerde bir uyuşturucu işlevi gördüğünü anlatır. Filmdeki öykülerden biri sefaletle boğuşan, çok çocuklu, hastalıklı bir aile tablosudur. Yaşlı bir büyükanne, hamile anne, bir sürü mutsuz çocuk.. Baba da bitkin halde kıvranmakta, daha doğrusu rol yapmaktadır. İzin ister; eczaneye gidecek, ilaç alacaktır! İzleyen sahnelerde kendisini bir stadyumda, mutluluk içinde kendinden geçmiş, takımına tezahürat yaparken görürüz. Dino Risi bu öyküye “Bir köpek yaşamı” başlığını koymuş. Oysa ilginç bir şekilde filmde “halkın afyonu” başlığı taşıyan bir öykü de var. Orada da Risi televizyonu insanları uyuşturmaya başlayan bir araç olarak görüyor. Artık bu iki öykü arasında bağlantı kurmak da bizlere düşüyor. Gerçekten de eğer televizyon olmasaydı ve bizler de bugün sınırlarımızdan binlerce kilometre ötede oynanan maçları evimizde seyretmek olanağına sahip olmasaydık, futbol aynı güce sahip olur muydu? 
Herhalde olmazdı. 
Ulusça katılamadığımız Moskova kupası bile bizde büyük yankılar uyandırdı. Sadece futbol alanında değil, daha da fazla siyasi bir konuda! Mesut Özil olayını kast ediyorum.. Futbol uzmanı değilim; beni daha çok ilgilendiren de işin siyasi yönü oldu. Bu konuda bir şeyler söylemek ihtiyacı duydum..
•••
Yıllar önce yıldızı Almanya’da parlamaya başlamıştı Özil’in. Schalke, Werder Bremen derken hızla yükseldi ve Alman milli takımına aday oldu. Türkiye’de de yakından izleniyordu ve bir seçim yapması gerekti. Almanya doğumluydu; topluma iyi entegre olmuştu; görünüşe göre adı gibi mesut bir hayatı vardı. Üstelik para da, şöhret de, kariyer de Almanya’daydı. O da seçimini bu veriler bağlamında yaptı ve Almanya’yı seçti.

Aslında kolay bir seçim olmamış, “Kendimi bir Alman gibi hissediyorum” demesi sosyal medyada yoğun hakaretlere uğramasına yol açmıştı. Yine de iş büyütülmemiş, aksine bundan gurur payı çıkaranlar da olmuştu. Mesut her şeye rağmen Türk’tü; Türk kalacaktı. Alman milli takımında oynaması Türkler için de övünülecek bir şeydi. Onu, IMF’ye borç verir gibi, Almanlara borç vermiş gibiydik. Ve bu haliyle Mesut, Türkiye’de de yakından izlenen bir futbolcu oldu. Özel yaşantısı, lüksü, aşkları magazin sayfalarını süslüyordu.
Yıllar geçti; sporculuk nankör bir meslek; Mesut da inişe geçti. Yine de ünlü takımlarda oynuyordu ve hala Alman milli takımındaydı. Bu sıfatla da Moskova’da bir önceki turnuvada kupayı havaya kaldıran takımda yer almıştı. Bu kez de beklenen en azından bir dömi-finaldi.
•••
Moskova’ya bu inançla gitti ve belki de gittiğine pişman oldu. Moskova “Mundial”inin, Almanya’daki kariyerinin sonu olacağını nereden bilecekti? Oysa ilk turda elimine olan takımın bütün suçu kimileri tarafından kendisine yüklenmiş, adeta bir “günah keçisi” yapılmıştı. Şimdi ise isyan ediyor ve -İngilizce kaleme aldığı uzun, ayrıntılı bir açıklamasında- “beni günah keçisi yapamazsınız!” diyor. Arkasına da bütün Türkiye’yi almış durumda. Önce Spor Bakanı onu “yürekten desteklediğini” söyledi; sonra da Erdoğan noktayı koydu ve davranışını “tam milli ve tam yerli” olarak niteledi. Özil’in davranışı “her türlü takdirin üzerinde” idi. Amiyane dile alışık olanlar ise “Yedirmeyiz!” dediler; “Mesut’u yedirmeyiz!”.
•••
Şimdilerde ise ortalıkta futbol maçları bitmiş de sanki yeni bir maç başlamış gibi bir hava esiyor. Sabah gazetesi olayı kocaman bir manşetle yorumladı: “Mesut Özil en güzel golünü ırkçılığa karşı attı!” Bu da bir çeşit Türkiye-Almanya milli maçı ve doğal kaptanımız da Erdoğan. Ne de olsa onun da geçmişinde futbolculuk var. Üstelik olayların bu şekle bürünmesinde Mesut’la çektirdiği resim de önemli bir rol oynadı..
•••
Mesut Özil ırkçılığa uğradığını söylüyor; oklarını Alman Futbol Federasyonu Başkanı R. Grindel’e çevirmiş; bu ülkede “kazanırsak Alman, kaybedersek göçmen oluyoruz!” diyor. Polonya asıllı futbolcuları örnek göstererek de, Almanya’da Türklere özel bir davranış gösterildiğini iddia ediyor. Kötü oynadıkları zaman Polonyalı “Podolski ve Klose’nin ‘Leh asıllı’ olduklarını kim hatırlatıyor?” diye de soruyor. Temelde haksız da sayılmaz; ne var ki iyi bilmesi gereken bazı şeyleri de bu arada unutmuş görünüyor.
•••
Alman kamuoyunda Mesut Özil’le ilgili tartışmalar bu futbolcunun 24 Haziran seçimlerinden hemen önce, Londra’da Erdoğan’la çektirdiği ve ona sevgi ve saygılarını ifade eden resmi oldu. İpler işte o anda gevşemeye başlamıştı. Almanları kızdıran, kendi milli futbolcularının Alman siyasetine müdahale eden ve Alman yöneticileri “Nazi uygulamaları” ile suçlayan bir Başkan’ın seçim kampanyasına katkısı olmuştu. Şimdi Özil, “benim siyasi bir amacım yoktu; bunda ne var?” diyor! Sanki resme ve olaya anlamını verecek olan kendisi imiş gibi! Sanki asıl belirleyici o sırada seçim kampanyası yapan ve her davranışı siyasi bir mesaj olan Erdoğan değilmiş gibi! Öyle ki bu bağlamda Leh asıllı futbolcularla ilgili gözlemi de yerine oturmuyor. Eğer onlar da Alman rejimini “Nazizm” ile suçlayan bir Polonya Başbakanı’nın seçim kampanyasına katkıda bulunsalardı, kuşku yok ki onlar da ağır eleştirilerin hedefi olurlar, herhalde onlara da “o halde burada işiniz ne?” denirdi.
•••
Sanırım Mesut Özil’in asıl hatası sapla samanı ayıramaması ve bizde adeta milli bir spor olan kolektif suçlamalara prim vermesi oldu! Toplum olarak hemen çığlığı basmakta mahiriz: Irkçı Almanlar! Terör yardakçısı Avrupa! İslamofob Amerika! Kısaca bir yanda Türkler, öbür yanda Türk düşmanları!

Aslında tamamen yanlış da değil; bütün bunlar yok da diyemeyiz. Yanlış olan toptancı karalamalar. Çünkü böyle bir tavır da -kendimize hiç konduramadığımız-  bir çeşit ırkçılık kokuyor ve maalesef Batı’da yükseliş halinde olan gerçek ırkçıların da ekmeğine yağ sürüyor. Siz Merkel ve sosyal demokrat ortaklarını “Nazi”likle suçlarsanız, Almanya’da buna kimse inanmaz, yanınıza da kimseyi alamazsınız. Merkel, kendisini “Nazi uygulamaları” ile suçlayan Erdoğan’a “ne yazık ki Nazizm’in ne büyük facia olduğunun farkında görünmüyor” mealinde anlamlı bir yanıt vermişti. Kendisi de Alman milli takımında oynamış futbolcularımızdan Mustafa Doğan da bir TV kanalında bu konuda kendi hayatından bir örnek verdi. Almanya’da henüz bir ortaokul öğrencisiyken ülkeyi yönetenlerin Nazizmin nasıl feci bir rejim olduğunu göstermeye çalıştıklarını, öğretmenlerinin nasıl kendilerini toplu olarak “Schindler’in Listesi” gibi filmlere götürdüklerini anlattı. Bugünkü Almanya’nın hayli değişmiş olduğunu da sözlerine ekledi. Elbette doğru; fakat son dönemde yeniden hortlamış bulunan Nazi taslaklarına karşı en iyi mücadelenin yolu nedir? Bugün de Özil’i dinleyen, öven ve anlamak isteyen Merkel’i de Nazi ilan etmek mi?
•••
Elbette kimse Mesut Özil’den siyasi analizler beklemiyor. Onun tuzu kuru; kariyeri Almanya’da biter, Türkiye’de başlar, hatta yükselişe de geçer. Üstelik meslektaşı Alpay gibi, milletvekili olarak yeni bir kariyere de başlayabilir? Alpay da bir zamanlar İngiltere’de top koşturuyordu ve ülkenin ikonu Beckham’ı aşağılayınca kendisine teşekkür edilmiş ve apar topar ülkesine gönderilmişti. 

Şimdi Mesut Özil gündemde ve sadece futbol fanları değil, “yerli ve milli” politikacılar da merak içindeler: Acaba Mesut Özil ülkesine mi dönecek, yoksa Avrupa’da daha bir süre ve daha mütevazi koşullarda top koşturmaya devam mı edecek? Bunu tabii sadece kendisi bilir. Ne var ki çıkışıyla derin bir yaraya dokundu ve iki ülkenin de sınırlarını aşan bir ilgi konusu haline geldi. Bu koşullarda bize düşen de herhalde futbolu bir “afyon”a dönüştürmekten ve hep başkalarını suçlamaktan kaçınmak olmalı. Biraz da kendimize dönmeli, kendi tutumumuzu gözden geçirmeliyiz. Bu konuda çoğu kez unuttuğumuz güzel bir atasözümüz de var: “Çuvaldızı başkalarına batırmadan, iğneyi kendine batır!” der..

Taner Timur / BİRGÜN


29 Temmuz 2018 Pazar

Çaktırmadan - AYDEMİR GÜLER

Artık zam değil düzenleme veya güncelleme yapılıyor. Böyle dendiğinde gelirinizin azaldığını çaktırmamış oluyorlar. Öyle mi olunuyor?

O kadar ki, kamuda maaşlara enflasyon farkı eklendiğinden hareketle, medya haberi enflasyon değil de maaşlardaki artış üzerinden verebiliyor. Böyle olunca çakılmıyormuş…
İki gündür ABD’nin ağır tepkisini kışkırtan bir unsurun da, AKP’nin rahibi serbest bırakma taahhüdünü son dakikada ev hapsine çevirmesi olduğu söyleniyor. Doğru mu değil mi, bilemiyoruz. Ama dış politikada da “çaktırılmıyor” olabilir.

Kimilerinin antiemperyalizm diye heyecanlandıkları “şey”e ben yabancı düşmanlığı diyeceğim. Herkes bize düşman ve kıskançlıktan kuduruyor ya; ABD askeri yetkililerinin gerginliğin kendi konularını etkilemeyeceği yolundaki açıklamaları, bu safsatalarla örtülüyor aslında.

Adnan hocanın memlekete yayılmış adam ve kadınlarının isimleri yayınlıyor, ama sadece AKP değil, kimse üstüne alınmıyor! 
Çaktırmıyorlar yani.
Bu hikaye böyle gidiyor. Herkes her şeyi biliyor. Atatürk’e küfreden kadını neyin, kimin teşvik ettiğini bilmemek mümkün mü? Ama kışkırtıcılar kışkırttıklarını içeri atarlar, olur biter.

OHAL kararlarının yasa hükmünde olduğunu ilan etmek aslında yok hükmündedir. OHAL’in yasal tanımı sınırlarını da çizer çünkü. Yalnızca OHAL’in gerekçesiyle ilgili olması gereken bu kararnamelerin OHAL ile yürürlükten kalkması, mantığın ve yasaların emriydi. Lakin OHAL’le ilgisiz bir sürü tasarrufta bulunulmuşsa ve bunlar sürdürülecekse çaktırmamanın bir çözüm olacağını varsayabilirsiniz. O kadar holdinge el koymuşsunuz, servetler el değiştirmiş; istense de geri döndürülemeyeceği belli. Madem öyle çaktırma! Kamu o kadar istenmeyen şahıstan hazır kurtulmuşken, OHAL bitince işbaşı yapmaları nasıl kabul edilsin? Yasa oldu deyin, geçin. İşten çıkarmalar kapıda, direniş, grevler kaçınılmaz. OHAL’in sürekli kılınması ve hiç sorgulanmaması lazım demek ki!
Türkiye cepten eksilen parayı da, en cumhuriyetçilerin arasında postmodern tarikatçıların gezdiğini de ve diğerlerini de biliyor olabilir. Ama söylenmezse olayın görünmez olduğunu varsayabilirsiniz.

Her şey görünmektedir oysa. Kral da çıplaktır basbayağı.
Ama “çaktırmamak” bu anlama gelir zaten.

                                                                  ***

Bilmek ama bilmezden gelmek Türkiye’de bir yönetim tarzı haline gelmiş bulunuyor. Kuşkusuz çok önceden başladı bu tarz. Önce sanıldı ki başkanlık veya reislik sistemi sorunu çözecek. Bütün yetkiler seçimi kazanana verildi mi, yapılan her şey, yasaya, hukuka uygun hale gelecek. Hem hukuksal, hem de siyasal ve toplumsal açıdan meşru olacak diktatörlük. Ama öyle olmadığı açığa çıkmış bulunuyor. Ortada meşruiyetin m’si yok. O zaman… çaktırmayın işte!

Çarkların çaktırmadan çevrilebilmesi bir saçmalık, yani açıklaması olmayan bir olgu, tek adama özgü bir hal zannedilebilir. Değildir. Çünkü bir kere, çarkların bu şekilde çevrilmesinden egemen sermaye sınıfı şikayetçi değildir. Memnundurlar kararnameyle servetin el değiştirmesinden ve akla gelebilecek başka oldubittilerden.

İkinci olarak da, resmi veya düzen içi muhalefetin de şikayeti lafta kalmaktadır. Şu, seçim kampanyası pek başarılı bulunan İnce’nin OHAL ihraçlarıyla ilgili söylediğini ben not etmiştim. Muharrem bey diyordu ki, hakkında soruşturma açılmayanlar göreve dönecek, diğerleri için soruşturmanın sonucu beklenecek! Yeni OHAL bitse de, OHAL’i sürdürmenin yolunu gösteriyordu başarılı kampanyacı! Muhalefet böyle olunca, iktidar niye çaktırsın ki?

Başkanlık sisteminin bir özelliği de budur. Ancak kralın çıplak olduğunu görmezden gelen de, çıplaklığın görünmez olduğunu zanneden de aptallaşır. “Çaktırmadan iktidar” ancak aptallar tarafından aptallar üstünde uygulanır. Burada çemberi kıracak olan akıl kişisel bir meziyet değildir artık. Kral çıplak diye bağıracak “biri” çıkarsa, bunun bir değeri olmayacaktır. Akıl artık emekçilerin örgütlenmesinin bir ürünü olabilir yalnızca.
Bu örgütlenme bağırmaya başlayana kadar, AKP politika üretimine de aynı tarzı egemen kılacaktır. En olmayacak başlıklarda bile…

                                                                 ***
Örnek Kürt sorunu olsun.
12 Temmuz’da Barzani’nin yayın organı Rudaw’da bir söyleşi yayınlandı. Söyleşide AKP’ye servis sunan Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi ORSAM’ın AKP’li Başkanı konuşuyordu.
  • “Yeni bir barış süreci” başlayacaktı.
  • Süreç yerel seçimlerden önce başlamayacaktı.
  • Barış PKK’yi içermeyecekti.
  • Süreç HDP’yi blok olarak değil, ama uyumlu, yani “silahı reddeden ve demokratik yolları benimseyen” parçaları üstünden muhatap alabilirdi.
Ben ekleyeyim: Demek ki, uyumluluk AKP’nin yerel seçim politikasına taş koymamak ve PKK’nin silahsızlandırılması gibi kriterlerle tanımlanacaktı.
En güzeli:
  • “Strateji araştırmacısı” muhatapların kim olduğuna ve sürecin içeriğine ilişkin “resmi bir tanımlama yapılacağını düşünmüyordu.”
Bu düzende Kürt sorunu çözülemez dedik hep. Şimdi, çözüyoruz bile demeyeceklerini anlıyoruz. Çaktırmadan, tanımlamadan çözeceklermiş…
Bu oltaya çok atlayan çıkacaktır. 
Dedik ya, bu bir toplu aptallaşma.
Aptallaşmanın alternatifini de söylüyoruz: İşçi sınıfı örgütlenecek. Aptallar çok şaşıracak.

Aydemir Güler / SOL

Devlet, insan ve sanat... - ZEYNEP ALTIOK AKATLI

Özgür sanat, özgür düşünce elbette her zaman olduğu gibi bugünün karanlığından da çıkacak ve geleceğe akacak.


Salı günü başlayan yazı dizimizde “Devlet ve sanat ilişkisi” hakkında farklı konuma sahip sanatçılarımız Yücel Erten, Özdemir Nutku, Eren Aysan ve İbrahim Yazıcı konuyla ilgili görüşlerini yazdı.

Yücel Erten yazısının bir kısmında “Bakarsak görürüz ki: Düşünce ve ifade özgürlüğüne sahip uygar bir toplumda, kültür ve sanat alanının karşıt görüşleri, karşı çıkışları, eleştirisi ve hatta isyanı engelsizdir. 

Ataerkil toplummuş, Hıristiyanlıkmış, kapitalizmmiş, doğa yıkımıymış, ekonomik gelişmeymiş, gelir dağılımıymış, kültür politikasıymış, tarihî ve manevî değerlermiş, inançlarmış, dogmalarmış, bunların hiçbirini dinlemez. 

Tamamını eleştirmekte ve hatta didik didik etmekte kayıtsız şartsız serbesttir. Siyasal, dinsel, ulusal, ahlakî ve ekonomik her türlü hegemonyanın karşısına çıkıp sözünü söyleyebilecek bir özgürlüğe sahiptir. Ama uygar bir toplumda. Somut örnek, Alman Anayasasında: “Bilim ve sanat özgürdür.” Nokta.” derken, Prof.Dr. Özdemir Nutku’nun hatırlatmakta yarar gördüğü şeylerden biri şuydu; “Önce şu gerçegi hiç unutmayalım: Devlet ödenekli tiyatrolar, hükümetlerin değil, devletin tiyatrosudur. Devlet ise halkındır, hükümetlerin değil”.

Dosyanın bugünkü son bölümünde ise Genco Erkal ve Yiğit Sertdemir var.

‘Yeni Rejim’in sanatla kavgası adlı dosyada sanatçılara sorduğumuz 3 soruyu tekrar hatırlayalım:
  • Devletin sanatla ilişkisi nasıl olmalı?
  • Sanat kurumlarının özerkliği nasıl olmalı ve nasıl korunmalı?
  • Mevcut sistemi nasıl daha da iyileştirebiliriz?
Bizi bekleyen ve çok da öngörülemeyen süreç için öncelikle konuyu diri tutmak ve her anlamda fikirsel ve eylemsel boyutuyla korumacı ancak mevcuta mahkûm olmayan bir kavrayışa ihtiyacımız var. Özgür sanat, özgür düşünce elbette her zaman olduğu gibi bugünün karanlığından da çıkacak ve geleceğe akacak.

Devletin sanat kurumları ile ilgili usta oyuncu Genco Erkal’ın görüşleri ise şöyle:
‘Şefkatle yaklaşmalıyız’ / Genco Erkal
Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi genç cumhuriyetimizin kültür alanındaki en görkemli projelerinden biridir. Yabancı uzman desteğiyle doğru temeller üzerine kurulmuş, ortaya koyduğu yapıtlarla, yetiştirdiği sanatçılarla uygar dünyada başarısını kanıtlamıştır. Ne var ki yıllar geçtikçe bu yapı tahminlerin ötesinde büyüyüp gelişerek kalıplaşmış, iktidarların müdahalesi ve çeşitli siyasal baskılarla tutucu ve zaman zaman çağın gerisine düşen bir konuma ulaşmıştır. Şimdi yapılması gereken bu yapıya saygıyla, sevgiyle, şefkatle yaklaşarak bağımsızlığını, özerkliğini koruyup, onu çağdaş dünyadaki örneklerinin düzeyine ulaştırmaktır.
Bu yaklaşımı gerçekleştirecek olan kuşkusuz evrensel sanatın çağdaş değerlerine inanan, cumhuriyetimizi var eden ilkelere saygılı bir iktidar olmalıdır. Oysa şu anda gördüğümüz, herhangi bir evrensel kültür politikası olmayan, sanatı küçümseyen, baskı altında tutmaya çalışan, devletin temel görevleri arasında bulunması gereken kültür ve sanat kurumlarını özelleştirerek, onları yok etmeye, onlardan kurtulmaya çalışan hoyrat bir yönetim iş başındadır. Bu anlayıştan hayırlı bir revizyon bekleyemeyiz. Bu kurumları savunmalı, bu iktidardan daha fazla zarar görmeden ayakta kalmaları için destek olmalıyız.
                                                            ***

Özelleşmesi değil, özerkleşmesi.. / YİĞİT SERTDEMİR
“Muhsin Ertuğrul’un devlet kademesinden gelen herhangi bir yaptırım karşısında şapkasını alıp gitmesi hâlâ anlatılır”

Devlet-sanat ilişkisi dediğimiz anda, yasak bir aşk ilişkisi gibi tınlıyor... Düşman aileler gibi... Doğuşundan, teorize edilişinden bugüne; devlet sanatla, sanat devletle uğraşmaya devam etmiş, ediyor, edecek... Devlet mevcudiyetini sürdürmekle ilgili –dönemin, coğrafyanın ve muktedirin koşulları/sınırları ölçüsünde- yaptırımlarını uygulayacak; sanat ise bu yaptırımları eleştirmeye ve hatta –dönemin, coğrafyanın ve sanatçının koşulları/sınırları ölçüsünde- bu yaptırımlarla ve kendisiyle eğlenmeye devam edecek. ‘Aman tadımız kaçmasıncı sanatçıları bir yana bırakırsak, bu netice namütenahi bir yolculuğun nişanesi.

Peki bu ilişki nasıl tesis edilir ve huzurlu bir zemine oturur? Elbette evleri ayırarak. Aradaki sınırı doğru yerden tanımlayıp, belirleyerek. Devlet, yöneticisi değişse de varlığını sürdüren bir kurum, hiç değilse memleketimizde. Sanat kurumları da, aynı şekilde sürdürüyor varlığını. Bu ister istemez şu talebi doğuruyor: Geçici yakınlık-aykırılık ile tesis edilmemesi gereken bir yapı oluşması. Yani sen şu görüştesin diye, senin görüşüne yakın insanlardan oluşan bir sanat kurumu idaresi, senin görüşüne yakın eserler ortaya koymamalı. Ya da tam tersi. Eğer ‘birey’ olmakla ilgili bir yolculuğa insanlarımızı çıkarmak istiyorsak, zaten başka yolu da yok. Sırf kendi görüşlerini okuduğun bir gazete nasıl ki seni aynılaştıracak ve kısa vadede zafer gibi gözüken bir netice aldığını sansan da, uzun vadede yitip gitmekle karşı karşıya kalacaksan, bu da ondan farklı değil. Ondandır ki Muhsin Ertuğrul’un devlet kademesinden gelen herhangi bir yaptırım karşısında şapkasını alıp gitmesi hâlâ anlatılan bir örnektir. Şapkayı alıp gitmenin, karşılığı olmayacaksa doğru bir tercih olup olmayacağı tartışılır elbette, hele ki günümüzde. Bu tür çözüm arayışlarına girmemenin tek yolu da, sanat kurumlarının özerkleşmesi kuşkusuz.

Devlet ‘ben veriyorum paranızı’ dese de...
Aman ha, özelleşmesi değil, özerkleşmesi. Kendini yönetebilmesi, bağımsızlaşabilmesi. Üretimde bağımsızlaşmak mümkün. Peki işin maddi boyutu? Sanat kurumlarının maddi yükümlülüğü, açıktır ki halkın üstünde. Yani devlet ‘ben veriyorum paranızı’ dese de, halkın vergileri ile ödendiği aşikar. Kaldı ki, bilet karşılığı seyrettiğin herhangi bir eserde, biletten bile vergi alındığını –bu verginin yüksekliğini gündeme getirmiyorum bile- hesaba katarsak, devlet sadece aracılık yapıyor anlamına gelir. Üstelik bu aracılık, kendi tanımı ve mevcudiyeti gereği, yapmak zorunda olduğu da bir vazife. Yani, bir şehirde ulaşım, parklar, spor tesisleri vs. ne ise, sanat için ayrılan bütçe de benzer başlıklarda.

Sen otobüsüne ‘şunlar binmesin’, spor salonuna ‘şu sporcular sokulmasın’ demediğine –umarım da denen bir noktaya gelinmez- göre, sanat kurumları için de ‘şunlar yapmasın, şu eserler oynamasın, şu seyirciler gelmesin’ diyemezsin, dememelisin. Demek ki özerklik tesisi, tüm meselelerin odağında olan bir çözüm. Bu da bir zamandır sıkça duyduğumuz ‘liyakat’ meselesinden farklı değil aslında. Tüm dünyada pek çok farklı örneğini gördüğümüz bu ilişkiyi sağlıklı zeminde işletebilmek için, gerekli model çalışmalarını da, bu modelin uygulamasını da liyakat sahibi insanların yapması gerekir. Muhsin Ertuğrul’un her şapkasını alıp gittiğinde, geri çağırılıp istediklerinin yerine getirilmesinin altında yatan da tam onun sahip olduğu liyakat idi diyebiliriz, efsanevi varlığının yanında yahut tam da içinde. 

O yüzden, iki nokta var: Birincisi; bürokrasinin işi liyakat sahiplerine teslim ederek, sadece yerine getirmesi gereken göreve odaklanması gerekiyor. İkincisi; sanatçıların duyarlılıklarını analitik düşünceyle de perçinleyerek, egolarından ziyade liyakatlerini geliştirerek sağlıklı bir modelin yaratılıp nesnel bir şekilde uygulanmasını sağlaması gerekiyor. Sanat kurumlarını tanımlayan mevcut yönetmelik ve yasaların, yeterli olmadığı ve hele ki çağ itibariyle bir hayli komik durduğu açık. Demek ki, öncelikle her türlü model çalışmalarına gidilerek bunların yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Bunun olabilmesi için de, yukarıda saydığım çalışmaların yürütülebilmesi için uygun zeminin oluşması için çabalamak elzem. Tüm bunların hem içinde hem dışında olan mesele de şu ki; ‘sanat olmasa ne olacak ki sanki’ cümlesinin net bir şekilde      açıklanabilmesi. 

Elbette ‘Önce ekmek, sonra ahlak’ diyen Brecht’in bugüne değin kalabilmesinde ve toplumu değiştirmeye katkıda bulunmasında bir sebep vardı. Galiba sanatçılara düşen de; az çok yukarıdaki sorunun yanıtını önce kendine, sonra mevcudu olduğu topluma verebilmek. Zaten, eğer bu sorunun yanıtını sadece sanatçılar değil, halk da ‘ihtiyaçtır, çünkü...’ diyerek verebilirse, devlet de nerede durması gerektiğini, nasıl bir yol çizmesi gerektiğini bilecektir. Hep iğneyi kendimize batırmaktan delik deşik olduğumuzu söylesek de, artık tımar olmanın ve ‘buradayız, çünkü...’ demenin de vakti geldi. 

Hem de hep beraber.

 ZEYNEP ALTIOK AKATLI / BİRGÜN

Çakma Mehdi, hakiki DNA - Mine G. Kırıkkanat

Adnan Hocacı mafyanın ilk büyük vurgunu, kuşkusuz örgütün en azılı elemanlarından olup kardeşini ve yeğenini de dahil eden Oktar Babuna’ya hiç de gerekmeyen ilik nakli için 1999 yılında bir stadyum dolusu binlerce gönüllüden toplanan kan örnekleri oldu. 
O yıllarda Milliyet’in Paris muhabiri ve Radikal yazarıydım. İyi yetişmiş zengin aile çocuklarını sahte mehdilik, hakiki fuhuş tuzağına düşürmesiyle tanınan Adnan Hoca’nın, sandığımızdan çok daha organize bir suç örgütü olduğunu 160 bin donörün arasından 120 bin örneğin seçildiği kan bağışı kampanyasıyla öğrendim. 

Düzmece uyum testleri için ABD ve Almanya’ya gönderilen bu kan örneklerinin akıbeti, o gün bugündür resmen meçhul… 

Ancak gayri resmi bir tahmin zor değil: Yıllık cirosu 17 milyar dolarlık küresel kan ticaretinin yüzde 70’ini ABD gerçekleştirirken; bu kanın plazmasını ayırarak kanser ilacı yapımında kullanan dört dev firma Big Pharma, Octopharma, Baxter ve Grifols, ciroyu da dörde katlıyor. Ama bir o kadar kazanç da toplumların pek çok yönelimini açığa çıkaran DNA ticareti üzerinden sağlanıyor. Düşünün ki DNA ayrıştırıcı teknik donanım üreten birkaç şirketten yalnız birinin, “DNA’nın Google’ı” namıyla tanınan ve İllumina gibi veciz bir adı olan ABD’li firmanın borsa değeri 25 milyar dolar!

***

Adnan Hocacılara yapılan son polisiye operasyon, mafyanın ABD’de yerleşik mensubu Ferit Erden Rahvancı’ya ait Pinner-Test şirketi üzerinden kan ticaretini kesintisiz sürdürdüğünü ortaya çıkardı. Düzmece alerji testleri gerçekleştirmek için bazıları pek ünlü kişilerden toplanan ve sonuç raporları ya hiç gelmeyen ya da uyduruk binlerce kan örneğinin akıbeti de farklı değil: Adnan Hoca mafyası, kanını vereni alerji testi yapılacak diye dolandırırken aynı kanı büyük olasılıkla Amerikalı DNA laboratuvarlarına satarak kazancını ikiye katlıyordu! 

Bu alerji testi tezgâhının mafyaya ait A9 kanalında Adnan Hocacı doktorlar Oktar Babuna ve Ahmet Günay tarafından yapılan propagandası, (nedense?) YouTube’da hâlâ dönüyor: https://www.youtube. com/watch?v=8amHhm2F5ds
Casusluk, salt devlet sırlarını yabancılara satmak değildir. Günümüzde, Adnancı mafyanın çaldığı kanla yaptığı ticaret ve DNA kaçakçılığı da uluslararası jargonda sağlık sanayii casusluğudur! 

Ve Adnancıların ilaçtan tarıma pek çok sektöre hizmet eden sağlık sanayii casusluğunu engellemek, ABD ile mücadele demektir!
***

Üstelik bu mafyanın ABD ile bağlantısı, salt sanayi casusluğu değil. Adnan Hocacılık, tıpkı FETÖ gibi fikir temelinde de Amerikalı olup, Amerikan yardımıyla beslenip büyütülmüştür. Her iki örgütün Ergenekon, Balyoz, Deniz Kuvvetleri’ndeki casusluk davaları gibi kumpas davalarda ve zaten şantaj kasetine dayalı tüm kumpaslarda el ele çalıştığı unutulmamalıdır. Çakma kanıtları Adnan Hocacı teknisyenler üretip koymuş, FETÖ’cü yargı mensupları da bulmuş gibi yapmışlardır. 

Adnan Hoca mafyasının ABD ile “inanç birlikteliği”ne dayalı fikir, yani dini yönlendirmesine gelince… 

2000’li yılların başında,Türkiye’de Erbakan tayfasının Darwin’i karalama gayretine bakarak eğitimde dinci yaratılış safsatasının dayatılacağını anlamıştım. Uzunca bir süre, Evrim teorisini savunan çok sayıda makale yayımladım. 

2005 yılında, internette adıma 10’dan fazla site açıldığını farkederek şaşırdım!  “minegkirikkanatacevap. org”“gkirikkanat.com”“minekirikkanatacevap.wordpress.com” gibi adreslerle açılan bu sitelerin bir süredir  Harun Yahya’lığa soyunan Adnan Oktar tayfasının marifeti olduğunu anlamakta gecikmedim.
***

Değerli dostum ve avukatım Dr. Başar Yaltı, siteleri kapattırmak için harekete geçti. Ama siteleri kuran ve yönetenlere ilişkin araştırmaları, sahte isimlere, sahte şirketlere ve posta kutularına çıkıyordu. 

Adnan Hocacılarla girdiğim ve yıllardır süren hukuki boğuşmada, bu siteler hâlâ kapatılmadı, hâlâ aktif! 

Zaten Adnancı mafyaya yönelik kapsamlı operasyonda, mal varlığına el konulduğu gibi hiç olmazsa şimdiden örgüte ait tüm internet sitelerininde kapatılması beklenirdi ki, bu da yapılmadı. Adnancılar içerde, ama bilişim dünyasındaki varlıkları sürüyor! 

Bu mafya gerçekten bitirilmek isteniyor mu? Emin değilim. 

Devamı haftaya…

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET