6 Ağustos 2018 Pazartesi

ABD prizmasında siyasal İslam ve sol - ÖNDER İŞLEYEN

Türkiye’de gerçek bir demokrasi ve özgürlükler için mücadele edenler, öncelikle emperyalizmin ülkemizi ve bölgemizi sürüklediği bu büyük kuşatmayı reddetmeli. Siyasal İslamcıların ülkemizi emperyalizme bağımlılık içinde sürüklediği bu büyük çaresizlikten kurtarmanın yolu da buradan geçiyor.

Türkiye-ABD ilişkileri Rahip Brunson üzerinden yeni bir gerilim hattında ilerliyor. Gerilimin nedenleri, nasıl bir seyir izleyeceği konusuyla birlikte, bu konu etrafında siyasette ve elbette soldaki tutumlar üzerinde durmak gerekiyor.

BirGün Pazar, üç haftadır muhalefetin yol haritası üzerine tartışmalar yürütüyor. Bu konuda yayınlanan yazılarda da vurgulanan konulardan birisi de soldaki ideolojik bulanıklık oldu. Her konuda olduğu üzere bugün ABD ile devam eden gerilimli sürecin içinde ABD ve iktidara karşı tavır alışlarda da bu bulanıklık görülüyor. O nedenle, ABD-Türkiye geriliminin arka planına ilişkin tartışmalarla birlikte solun tutumlarına ilişkin bir kaç hatırlatma yapmaya ihtiyaç var. 



ABD hegemonyası sonrasında kaotik bir geçiş dönemindeyiz. ABD hegemonyası altında şekillenen sistem (dünya düzeni) değişikliklere uğruyor. Değişen noktalardan birisi tek kutuplu dünyanın sona ererek çok kutuplu bir sisteme geçiş sürecinin başlaması. Bugün bunun gerilimi O. Doğu’da bir paylaşım savaşı biçimini alırken bir başka yanıyla da ticaret savaşı ekseninde bloklaşmalarla ilerliyor. 

Çin, Rusya ile birlikte bir karşı kutup olarak belirginleşiyor. ABD’nin, Çin ve Rusya’yı kuşatma siyaseti ile birlikte Avrupalı müttefikleriyle de ilişkileri çelişkili bir düzlemde ilerliyor. Bu gerilim noktaları geçici, arızi bir durum olmanın ötesinde yeni dünyanın uzun sürecek hegemonya mücadelesinin ilk işaretleri olarak değerlendirilmeli.
 
Bu gelişmeler kuşkusuz Türkiye dahil pek çok emperyalizme bağımlı ülke için sistem içindeki boşluklarda özerk hareket etme alanlarını çoğaltıyor. Emperyalizm bağımlılık ilişkisinin doğasında da olan özerk alanlarda hareket imkanı, ABD hegemonyası sonrası dönemde daha da çoğalıyor. Çok kutuplu bir bloklaşma içinde ABD ile pazarlık yürütme ve kimi noktalarda ondan ayrı tutum alabilmeye olanak tanıyacak- alanlar bu dönemin bir özelliği olarak ele alınmalı. 



Türkiye-ABD arasındaki gerilimli ilişkinin nedenlerinden birisi tam da burası. O. Doğu’da, ABD politikaları çerçevesindeki süreç, bir süredir Rusya-İran dengesinin oluşturduğu boşluklarda hareket etmeye çalışıyor. Ekonomik sıkışmalar karşısında da (en son Çin’den alınan kredi ya da daha önce Körfez ülkeleriyle ilişkilerde olduğu üzere) yeni ilişki damarları oluşturulmaya çalışıyor. 

Bu noktalar, ABD ile ilişkilerdeki gerilim dozajını arttırırken aynı zamanda pazarlık alanı da açabiliyor. İktidarın, ABD karşısında bağımsız bir askeri-ekonomik politika izlemeye çalıştığı varsayımı üzerinden, AKP etrafında kurulmaya çalışılan ‘milli mevzi’ yanılsamasının arkasında da bu var. AKP’nin, emperyalizme bağımlı tarihsel gelişimi ile birlikte ılımlı İslamcılık-BOP stratejisiyle döşenen iktidar bugün de Trump’ın başı bozuk hışmına uğramadan gölgesi altına sığınmanın yolları aranıyor. Bunlar bir yana asıl vurgulanması gereken nokta bu geçiş döneminin kimi özerk alanlar yaratmaya (ve hatta burada bağımsızlık mevzileri de kazanmaya) imkan tanıyabilecek boşluklarında hareket etmenin her zaman için mümkün olup olmadığını da düşünmek gerekir. 



AKP, bir süredir O. Doğu üzerinden tam da bu tür taktik hamleler yapıyor. Rusya ile Astana süreci... Afrin operasyonu... Menbiç’te ABD ile ortak kontrol vb adımlar bu şekilde atılabildi. Öte yandan NATO ile gerilimi de yükselterek S-400 alımı... Kimi zaman Şangay’a katılma talebi bu gerilimin unsurları olarak gündeme geliyor. Bunun bir ucunda da R. Zarrab başta olmak üzere ABD’nin taktik hamle kozları var. Bunlar zaman zaman ileri sürülüp geri çekiliyor. Bu tür hamlelerinin, hem Trump için hem de Erdoğan için iç siyasetteki ihtiyaçları çerçevesinde da kimi zaman köpürtüldüğünü hesaba katmak gerekir. Dolayısıyla, olup bitine anlamaya çalışırken konjonktürel faktörlerle yaratılan spekülatif köpükleri gözden kaçırmamak gerekir.

Bunların ötesinde bakarsak Türkiye için bu tür taktik hareket imkanının sınırları bugünlerde belirginleşiyor. Bu sınırın belirleyici noktası ise ekonomik bağımlılık ilişkileri. Herkesin yakından bildiği üzere ekonomi geri dönüşü olmayan bir çöküş yolunda ilerliyor. Geri dönüşsüz diyoruz çünkü tüm üretim dinamikleri bu iktidar eliyle tasfiye edildi. Şimdi, ‘dış güçler ekonomik operasyon çekiyor’ dedikleri yaygaralar bir yana, emperyalizm asıl operasyonunu on yıllardır (ve elbette AKP iktidarları döneminde yoğunlaştırılarak) çekti ! Türkiye şimdi bu operasyonların sonucunda emperyalizme bağımlılık zincirlerini daha derinleşmiş... batık bir ekonomi ile çaresizliğe sürüklenmiş durumda. IMF ile açık ya da gizli bir kredinin de gündemde olduğu bir zamanda bu özerk alanın sınırları tam da burada bitiyor. Ekonomide bağımsızlık dinamiklerini tümüyle kaybetmiş, kapitalist sistemin içinde hareket etmeye devam eden bir ülkenin, bu özerk alanlarda uzun süre kalabilmesi de buralardan yol bularak bağımsızlıkçı nüveler yaratabilmesi de mümkün değil. 



Rahip Brunson gerilimi bu bağlamda, ABD’nin bir güç gösterisi olarak düşünülebilir. Bir yandan kapalı diplomasi-pazarlık sürecindeki mutabakata uyulmaması ama asıl olarak da önümüzdeki günlerde O. Doğu’da İran merkezli yeni kuşatma adımları konusuyla birlikte –genel anlamda bir hiza verme çabasından söz etmek mümkün. Bu gerilimin seyrini önümüzdeki günlerde daha net görmek mümkün olabilecek. Ancak şu aşamada (AKP’nin, kuyruğu dik tutalım minvalindeki açıklamaları bir yana) B. Albayrak’ın yorumu iktidarın (aslında 6.Filo önünde kıbleye duran geleneğin 50 yıllık yorumu) yaklaşımının sarih bir özeti : ‘İpler hiçbir zaman kopmaz. İşte Amerika Kuzey Kore, görüşüyorlar. Toplum ve kamuoyu şunu bilmeli, hepten kopmak ve yakınlaşmak değil. Aynı evin içinde iki kardeş bile, 40 yıllık karı koca eşler bile her konuda anlaşamıyorlar. Bazen tartışıyorlar, sonra anlaşıyorlar.”

Siyasal İslamcılar, NATO zirvesinde Trump-Erdoğan fotoğrafları üzerinden "dünya lideri" PR 'ı yaptıktan sonra şimdi ‘tutuklayın’ manşetleri atarak ancak içine düştükleri çaresizliği ortaya koyuyorlar. Tüm bunlara rağmen Erdoğan ve AKP’yi anti-emperyalizm adına savunduklarını söyleyen şaşkınlık konusunda söylenebilecek pek bir şey kalmadı! Ancak, bu bir tür gerekçe dahi uydurmadan, ana muhalefetin (!) bir noter edasıyla her kritik konuda iktidar destekçiliğine soyunması ülkenin neden bu durumda olduğunu da anlatıyor!



Siyasal İslamcıların durumu 50 yıldır böyle… AKP’de anti-emperyalizm arayanların durumu da farksız… Ancak altı çizilmesi gereken noktalardan birisi de solda, şimdi ABD’nin ekonomik amborgo ya da benzer adımlarıyla iktidara ‘gol atma’ telaşındaki liberal acizlik! Aynı akıl daha önce AKP’yi de (elbette ABD’nin desteğiyle) Türkiye’yi demokratikleştireceği iddiasıyla desteklemişti! Şimdi de, ABD’nin hamleleriyle yeni bir demokratikleşme sürecini bekliyorlar ! O.Doğu’da ABD müdahalelerini bir imkan olarak gören, Kürt hareketi ile birlikte pek çok aktörün yaklaşımına benzer bir şey! Bu şekilde demokrasi ve özgürlükler adına hiçbir şey kazanılamayacağı gerçeği bir yana böylesi bir yaklaşımın solla ilgisinin olmadığı da ortada. 

Türkiye’de gerçek bir demokrasi ve özgürlükler için mücadele edenler, öncelikle emperyalizmin ülkemizi ve bölgemizi sürüklediği bu büyük kuşatmayı reddetmeli. Siyasal İslamcıların ülkemizi emperyalizme bağımlılık içinde sürüklediği bu büyük çaresizlikten kurtarmanın yolu da buradan geçiyor.

6.Filo’nun denize dökülmesinin yıl dönümünde... Bugün de yapılması gereken devrimcilerin 50 yıl önce yaptığını yapmaktan başka bir şey değil!

Önder İşleyen / BİRGÜN

Tevrat, Sevr, BOP ve "Fırat'ın doğusu!" - Arslan BULUT

Nejat Eslen hatırlattı; "ABD'nin güncel hale getirdiği 'Fırat'ın doğusu' tabiri, 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması'nda var" dedi.

Konuyu geçmişte defalarca inceledim ama yeniden bir durum değerlendirmesi yapmak gerekiyor.
Sevr Antlaşması'nın 62 ve 64'üncü maddelerine göre "İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon, Fırat'ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne plebisit yaparak bağımsızlık ilân etmek için başvurabilecek..."ti...

Sevr'in 88-93. maddelerine göre de Osmanlı, Ermenistan Cumhuriyeti'ni tanıyacak; Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecekti. ABD Başkanı Wilson, 22 Kasım 1920'de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerinin Ermenistan'a verildiğini açıklamıştı.

                                                                          ***

Aslında Fırat'ın siyaset dilindeki yeri çok daha eskidir! Tahrif edilmiş Tevrat'ta Yahudilerin vatanı olarak gösterilen yer, Nil'den Fırat'a kadar uzanan topraklardır.

Tevrat'ta çok açık bir şekilde İsrailoğullarına, en Batı'da Akdeniz kıyısındaki bugünkü İsrail topraklarından, doğuda Fırat'a kadar olan bölgeyi işgal etmeleri çağrısında bulunuluyor. Bugünkü planların ana temasını bu ideoloji oluşturuyor ve ABD'nin çıkarları ile bütünleştirilip başka bir renge boyanarak dünya kamuoyuna sunuluyor!

O başka renk Büyük Orta Doğu Projesidir. BOP haritasında "Free Kürdistan" denilen hayali devletin kuzey sınırlarını, Türkiye'den başlamak üzere Fırat oluşturuyor. Yani, o hayali devletin haritası, Erzurum'a hatta Hopa limanına kadar uzanıyor. (Şimdi Ovit ve yeni Zigana tünelleri ile ulaşım da kolaylaştı!) Bu hayali devletin kuzey sınırları, Barzani'nin İnternet sitesinde yayınlanan harita ile birebir örtüşüyor. Ayrıca ADML adıyla Türkiye'de kurulan şirketin "Doğu Anadolu maden arama imtiyaz haritası" ile de tıpatıp aynı! Bu şirketin, "Doğu Karadeniz maden arama imtiyaz haritası"yla da Wilson'a sunulan "Pontus haritası" da birebir aynı... Doğu Karadeniz'deki PKK girişimlerinin stratejik sebebi budur.
                                                                          ***

Bu haritaların hayata geçirilmesi için Türk kimliğinin çözülmesi şarttı. BOP'u geliştiren ve Amerikan devlet stratejisi haline getiren, ünlü tarihçi, Yahudi asıllı Bernard Lewis, 1996 yılında İstanbul'da "Orta Doğu kimliği oluşturmak" üzerine konferans vermiş, Türk, Arap, Fars gibi kimliklerin yerini Orta Doğu kimliğinin alabileceğini savunmuş, hatta bir harita da göstermişti. Harita, Tevrat'taki Büyük İsrail topraklarını gösteriyordu.

İşte Anayasa'dan "Türk kimliği"nin çıkarılarak yerine "Türkiye vatandaşlığı" kimliğinin getirilmek istenmesi, T.C. ibaresinin resmi tabelalardan kaldırılması, "Ne mutlu Türk'üm diyene" felsefesine savaş açılması, "Türk'üm Doğruyum" andının ilkokullardan kaldırılmasının asıl sebebi, BOP haritasını uygulamaktır.

BOP haritasında, "Free Kurdistan" yani "Bağımsız Kürdistan" diye gösterilen bölgede Afrin ve El Bab'ın yer almadığı açıkça görülüyor. Buna karşılık Kürdistan denilen bölgenin, Türkiye'nin de topraklarını kapsayacak şekilde ve "Fırat'ın doğusunda" yer aldığı görülüyor. Haritada Afrin ve El Bab yer almadığı için, Kürdistan'a deniz çıkışı Karadeniz'den; Hopa Limanı'na denk gelecek şekilde veriliyor. Güncel hale gelen İdlip ise daha yeni haritalarda özerk bir devlet olarak gösteriliyor!

                                                                          ***

Bu haritaların hayata geçirilmesi için TSK'ya operasyon yapılması, Doğu ve Güneydoğu illerinde yığınak yapılması, hendekler kazılarak kurtarılmış şehirler oluşturulması da gerekiyordu. Yani Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi FETÖ operasyonları ile Kürt açılımı, Ermeni açılımı gibi süreçler, doğrudan doğruya, BOP haritasının hayata geçirilmesine hizmet ediyor; böylece Tevrat ve Sevr'deki hedefler takip ediliyordu.

Kısacası, Tevrat'tan Sevr'e, Sevr'den BOP'a kadar oyun hep aynı! Sadece kullanılan aktörler ve taktikler değişiyor!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

5 Ağustos 2018 Pazar

Adnancı mafyanın sindirdiği yargı! - Mine G. Kırıkkanat

Adnan Hoca mafyasının gençken iyi okullardan derlediği bendeleri arasında doktorlar, mühendisler, akademisyenler vb. olduğu gibi bir de avukat ordusu vardır. 

Beni sanık olarak yargılattıkları davalara bizzat giren Ahmet GündelFatih DoğanGülcan KarakaşTuğba BalNihan Toklu dışında; medyada adları yayımlanan Sinem MollahasanoğluNecati ÖzdemirPelin DurmuşAyfer BayerAysu YılmazAtanur Demir ve Heyam Fidan; kuşkusuz ordunun vitrin kurmayları olup, geri planda daha onlarcası çalışmaktadır. 

Bir davayı kaybedeceklerini anladıkları zaman, bazıları karşılarında devleti temsil eden namuslu yargıçlarla başka bir ülkenin adalet sarayında derdest edilmeleriyle sonuçlanacak bir cüretle kavgaya girmekten çekinmeyen bu avukatlar ile müvekkilleri Adnan Oktar’a yöneltilmesi gereken suçlardan çok ciddi ikisi; “adliyeleri aşırı sayıda gereksiz davayla işgal ederek devleti mali zarara uğratmak” ve “yargıyı haraç aracı olarak kullanmak” olmalıydı! 

Uluslararası hukukta, ota çöpe dava açanlara “litigius” denir. Türkçesiyle “manik davacı” diyebileceğimiz bu kişiler, daha şikâyet aşamasında soruşturma savcısı tarafından engellenerek yargıyı boğmaları önlenir. Ama Adnan Hoca mafyasının, ya “bana bulaşmasın” korkusuyla topu mahkemeye atan ya da bir şekilde pasifize edilen Cumhuriyet savcıları sayesinde, yalnız İstanbul Anadolu Adliyesi’nde 5 binden fazla dava açtığı söyleniyor!
***

Bu davaların yarısı, sosyal medyada çıplak popolarını, silikonla şişirilmiş memelerini bizzat yayımlayan Adnancı dişilere alaycı yorum yazanlara, bu yorumu sadece paylaşmakla yetinenlere; diğer yarısı da Adnan Oktar’ın “yüksek” şahsiyetini ciddi yorum ve yazılarla konu edenlere açılır. Ezici çoğunluğu, ceza davasıdır. 

Oysa ceza davalarında, yargılama giderleri kamu üzerine bırakılır. Ve sanığın avukatı varsa, 2180 TL’lik maktu vekâlet ücreti de hazineden ödenir. 

Adnan Oktar’ın avukatları, bu ülkede binlerce masum ve düzgün insanın hayatını hapis ya da para cezasına çarptırılmak korkusuyla kararttı.

Ama bu avukatlar, kedicik popoları ve çakma mehdinin olmayan onuru adına açtıkları binlerce davayla; sizin benim vergilerimiz demek olan hazineye de milyarlarca liraya mal oldu! 

Bu suç değil midir? 

Gelelim Adnancıların “hukuki” gelir kaynağı, “yargıyı haraç aracı olarak” kullandıkları vurgun tezgâhına… 

Cumhuriyet savcılığına şikâyet başvurusu yapıldığında, savcı soruşturmayı kabul ederse -ki, Adnancıların ciddiyetten uzak şikâyet dilekçelerini reddeden cesur ve dürüst savcı sayısı çok az- dosyayı mahkemeye havale etmeden önce, tam da yargıyı eften püften davalarla boğmamak için kurulan Uzlaştırma’ya gönderir. Uzlaştırmacının amacı, zanlının müştekiye tazminat ödemesi karşılığında dosyayı kapatmaktır. Zanlı uzlaşmayı reddederse, dosya yargıya intikal eder. Kabul ederse, müştekiye istediği parayı öder ve dava açılmaz…
***

Adnancı çetenin mağdurları arasında yaygın bir söylentiye göre; haklarında soruşturma açılan çoğu kişi de Adnancı mafyayla başa çıkamayacaklarını düşünerek, kimi mahkemeye, kimi medyanın diline düşmemek için ‘uzlaştırma’ aşamasında üç bin, beş bin ne istenirse vermekte ve haklarında dava açılmasından böyle kurtulmaktadırlar. 

Mahkemelerde süründürülen binlerce davalı mağdur dışında, pek çok dosyada dava açılmadan uzlaşma sağlandığı düşünülürse; Adnancı mafyanın hukuki    ‘uzlaştırma’  mekanizmasından da milyonlarca lira gelir elde ettiği kolayca anlaşılır! 

Böylesi bir tezgâh, “yargıyı haraç aracı olarak kullanmak” ve bu çok ağır bir suç değilse, ağır suç nedir?

Üstelik bu tezgâh doğruysa, kimse böylesine rodajlı bir vurgunun yargı mensuplarının bilgisi haricinde çalıştırıldığını iddia edemez! 

Kuşkusuz çoğu korkup susmakta, bazıları da şaibelidir. 

Şimdi bu zaten FETÖ’nün çürütüp Adnancıların korkutmadıysa korkuttuğu yargıdan, Adnan Oktar ve mafyasının suçlarını ortaya serip cezalandırması bekleniyor… 

Hadi canım siz de! 

Ben gördüklerimi bilirim, devam gelecek haftaya.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Çöküşün başlangıcı 4+4+4 sistemi oldu - MUSTAFA MERT BİLDİRCİN

YKS sonuçlarına göre, adayların pozitif bilimlerdeki ortalaması, 2012’de 8 yıllık zorunlu eğitimden vazgeçilmeden önceki son sınava giren adayların ortalamasının yüzde 40 gerisinde kaldı.


Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) 2012 yılında, “Eğitimdeki kaliteyi artırmak” iddiasıyla hayata geçirdiği “4+4+4” sisteminin eğitimde yarattığı tahribat üniversite sınavının sonuçlarıyla gözler önüne serildi.

Üniversiteye geçişte bu yıl ilk kez uygulanan Yükseköğretim Kurumları Sınavı’na (YKS) ilişkin istatistikler, sınav sistemleri başta olmak üzere 16 yıllık AKP iktidarlarında birbiri ardına yapılan değişikliklerle yapboz tahtasına dönen eğitimdeki içler acısı tabloyu ortaya koydu. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın isteğiyle “Milli ve manevi değerlere sahip, tarihini bilen bir kuşak” yetiştirmek gerekçesiyle değiştirilen ortaöğretim ve lise eğitim sistemi, yüz binlerce gencin üniversite hayallerine mal oldu.

Sekiz yıllık zorunlu eğitimden vazgeçilmeden bir yıl önce uygulanan üniversite giriş sınavına giren adaylar Matematik testinde yüzde 30 başarıya ulaşırken, bu yıl başarı oranı yüzde 1’e kadar geriledi.

Başarı her yıl düştü
ÖSYM tarafından üniversiteye geçişte 2010 yılında iki aşamalı uygulanan ve 1 milyon 584 bin 410 kişinin girdiği sınavın ilk oturumunda sorulan 40 Matematik sorusuna adaylar, ortalama 14.2 doğru cevap verdi. YGS adı verilen ikinci oturumdaki 40 Matematik sorusuna verilen doğru yanıtların ortalaması ise 11.4 oldu. Gülen Cemaati’nin şifreleme yöntemiyle soruların doğru yanıtlarını dağıttığı ortaya çıkan 2011 yılındaki YGS’de Matematik testine verilen doğru yanıtların ortalaması 7.5’e düştü. ÖSYM’nin 2012 ve 2013 yıllarında düzenlediği üniversite sınavlarında Temel Matematik alanında sorulara verilen doğru yanıtların ortalaması yerinde saydı. YGS’deki Matematik sorularına her iki yılda da 7.5 doğru yanıt verildi.

İlk mezunlar döküldü
Adayların Matematik’teki başarısı 2013 yılından sonra sert düşüşe geçti. ÖSYM’nin 2014 ve 2015 yıllarındaki üniversite sınavlarının ikinci bölümünde sorulan Matematik testine verdiği doğru yanıtların ortalaması 9.72’ye geriledi. Lise müfredatında değişikliklerin yoğunlaştığı ve “4+4+4”ün ilk mezunlarını verdiği yıl olan 2016’daki üniversite sınavlarında adayların başarısızlığı, Türkiye’deki eğitim sistemini yeniden tartışmalı hale getirdi. Üniversiteye yerleşme hayaliyle 2016 yılında sınava giren adaylar, sınavın ilk oturumu olan YGS’deki 40 Matematik sorusuna ortalama 7.8, ikinci oturumu olan LYS’deki 40 Matematik sorusuna ise ortalama 9.85 doğru yanı verdi.

YKS acı tabloyu gösterdi
Üniversite adayları, son 10 yılın en düşük Matematik başarısını geçen yıl düzenlenen sınavda kaydetti. İlk oturumdaki Matematik sorularına verilen doğru yanıt ortalaması 5.1’e kadar geriledi. Geometri ve Matematik’in aynı testte adaylara sunulduğu 2017’de, bu teste verilen doğru yanıt ortalamasında suni bir artış gözlendi. Adayların doğru yanıt ortalaması, 15.68 oldu. Bu yıl ilk kez uygulanan YKS’de ise 40 bin öğrenci, yarım net sınırını aşamayarak sıfır çekti. 511 bin öğrenci ise sınavın ilk oturumu olan TYT’de 150 puan barajını geçemeyerek elendi. Sınavın ikinci oturumu olan ve 2 milyon 19 bin 564 adaydan 1 milyon 877 bin 568’inin sınavının geçerli sayıldığı AYT’deki testlere verilen doğru yanıtların ortalaması ilk oturumdaki ortalamalardan daha düşük gerçekleşti. Adaylar, Türk Dili ve Edebiyatı’nda sorulan 24 soruya ortalama 4,7 doğru yanıt verdi. Tarih’te sorulan 10 soruya verilen doğru yanıt ortalaması 1 olurken, Coğrafya’da 6 soruya ortalama 2, Matematik’te 40 soruya ortalama 3, Fizik’te 14 soruya ortalama 0,4 doğru yanıt verildi. Kimya ve Biyoloji testlerine verilen doğru yanıtların Türkiye ortalaması ise sırasıyla 14 soruda 1,1 ve 14 soruda 1,6 oldu.

Pozitif bilimler başarısı geriledi
Üniversite sınavlarında düşen başarı ortalaması Matematik testiyle sınırlı kalmadı. Doğru yanıtların ortalaması hemen her alanda geriledi. Pozitif bilimlerdeki başarı ortalaması 2012’den 2018’e yüzde 40 gerilerken sosyal bilimlerdeki başarı ortalaması da yüzde 27’ye düştü. En dramatik düşüş Tarih ve Edebiyat’ta yaşandı. Birçok aday, YKS’deki 10 Tarih sorusuna yalnızca 1 doğru yanıt verebildi. Bu ortalama 2012 yılında 25 Tarih sorusuna 13.13 ortalama doğru yanıt olarak gerçekleşti. Edebiyat testinde 2012’de 40 soruda 23 olan doğru yanıt ortalaması YKS’de 24 soruda 4.7 ortalama doğruya kadar geriledi.

‘İflasın fotoğrafı’
YKS’ye ilişkin istatistiklerin, “4+4+4” yasasıyla birlikte bilimsel ve laik eğitimin terk edilmesinin sonucu olduğunun altını çizen Eğitim Sen Genel Başkanı Feray Aytekin Aydoğan, eğitim alanında yaşanan tahribatı şu sözlerle anlattı:
“Gerici ve piyasacı eğitim sisteminin bedeli öğrencilerimize ödetilmiştir. Sonuçlar öğrencilerin değil, eğitim politikalarının başarısızlığını göstermektedir. Bu tablo, siyasi iktidarın kendisine sadakatle itaat edecek nesiller yaratma arzusunun sonucudur. Okullaşma politikasından öğretim programlarını oluşturmaya, öğretmen yetiştirme sisteminden öğretmenlerin hak gasplarına, devlet okullarına kaynak aktarılmayan kaynaktan özel okullara öğrenci başına verilen binlerce liralık teşviklere kadar çok sayıda faktör bu tablonun oluşmasını sağlamıştır.”

YÖK’ten sıralama ayarı
YÖK, YKS’nin ardından adayların tepki gösterdiği başarı sıralaması uyumsuzluğuna ilişkin açıklama yaptı. Geçen sene ile bu sene arasında başarı sıralaması konusundaki uyumsuzluğa değinilen açıklamada şunlara yer verildi: “Açıklanan sınav sonuçları, kontenjanlar ve farklı puan türlerinde tercih hakkı kazanan öğrenci havuzunun genişlemiş olması durumu birlikte analiz edilmiştir. Bu analizler sonucunda öğrencilerimizin lehine olmak üzere önceki yıllarda yürürlüğe konulan bazı programlara ait başarı sırası sınırlamalarının kalite önceliğimizden sarfınazar edilmeksizin genişletilmesi uygun görülmüştür”

MUSTAFA MERT BİLDİRCİN / BİRGÜN


ABD ile kriz Rusya'yı ikna için mi? - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Rahip Brunson'un serbest bırakılması üzerinden koparılan fırtınanın gerçeği perdelediğini yazıyoruz.
ABD, iki Türk Bakan'a yurtdışındaki varlıklarının dondurulması kararını alarak sözde bir yaptırım uyguladı...

Neden sözde diyorum, çünkü bir karşılığı yok!

Zaten Adalet Bakanı "benim dikili bir ağacım bile yok" anlamında bir açıklama yaptı.
Dün Erdoğan karşılık olarak "biz de ABD'li iki Bakan'a aynı yaptırımı uygulayacağız" dedi...
Yani ABD'li Adalet ve İçişleri Bakanı'nın Türkiye'de bir yatırımı, parası, hesabı varsa dondurulacak...

Var mı bir karşılığı? Yok...

Peki nedir bu restleşme?

Ne ABD bu anlamda tüm kartlarını masaya sürdü, ne de Türkiye...
Türkiye'nin İncirlik üssünü kapatması ve Kürecik'teki radarı körleştirmesi elinde... Ama kullanmıyor... Çünkü henüz o boyutta bir "restleşme" yaşanmadı.

CHP Konya Milletvekili Abdüllatif Şener "Türkiye ile ABD arasındaki krize inanmadığını" söyledi...
Şener "Erdoğan dostlarını hep değiştirmiştir ama ABD ve İsrail ile ortaklığı hiç değişmedi" diyor... Krizin görüntü olduğunu iddia ediyor...

AKP'nin dört kurucusundan biri olan ve Erdoğan'ı yakından tanıyan Şener bu düşüncesinin nedenini açıklamadı ancak ben yukarda yer verdiğim fotoğrafa bakarak başka bir soruyu bu köşeye not düşmek istiyorum;
"Acaba Türkiye, Rus S 400 Hava savunma sisteminden vazgeçebilmek için, ABD ile suni bir kriz mi çıkardı? ABD büyük baskı yapacak, dünya bu baskıyı izleyecek ve Türkiye "çıkarımız böyle"  diyerek Ruslarla anlaşmadan vazgeçecek..."
Böylece Ruslar dahi Türkiye'nin "kaygılarını" anlamış olacak ve büyük tepki göstermeyecek...
Bu benim olaylara başüstü baktığımda yaptığım farklı bir yorum elbette...
Gerçeği anlamak için zamana ve atılacak adımları izlemeye ihtiyaç var...

                                                                          ***

ABD "ekonomik kriz kartını" kullanacak mı?
Türkiye dünyanın sıcak paraya en bağımlı ülkesi...
Yıl sonuna kadar 200 milyar doların üzerinde paraya ihtiyacımız var!
Ekonomik durum ve dış ilişkilerimiz borç bulmayı da zorlaştırıyor.
Türkiye dünyada "tefeci faizi" ile borç bulabiliyor...
Sıcak para nasıl gelecek?
Suyun başında ABD var!
Türkiye ile ABD arasındaki krizde ABD senatosunun attığı adım hassas yerimizi hedefliyor...
Haberi Alman Die Welt gazetesi yapmış; "Türkiye'nin uluslararası mali kuruluşlardan borç almasının engellenmesi için ABD senatosuna bir yaptırım kararı sunuldu..."
Gazete, geçen yıl Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası'ndan 1.8 milyar dolar kredi kullanan Türkiye'nin en çok borç alan ülke olduğunu, yabancı sermayenin Türkiye'den kaçtığını, ABD'nin yeni sermaye girişini engelleyerek Türkiye'yi ciddi bir ekonomik krize sokacağını analiz ediyor...
Türkiye'yi bu kırılgan ve bağımlı yapıya taşıyan ekonominin mimarı AKP hükümetleri...
Üretmiyoruz, tüketiyoruz, tükettiğimizi yurt dışından alıyoruz. İhraç ettiğimizden misliyle fazlasını ithal etmek zorunda kalıyor ve sürekli döviz açığı veriyoruz...
Soluduğumuz hava kadar sıcak paraya bağımlıyız ve bu durum sürdürülemez...

Peki, ABD Türkiye'nin en zayıf noktasına yumruk atıyorsa Ankara ne yapacak?
Ne diyordu ABD'nin NATO temsilcisi; "Rusya, Türkiye'yi NATO'dan koparıyor!"
Türkiye'yi NATO'dan koparmaya çalışan Rusya, olası ekonomik krizde yardımcı olacak mı?
Moskova, ihtiyacımız olan sıcak parayı sağlayabilir mi? Mümkün görünmüyor...
Türkiye bu şartlarda acaba S 400 lerden vazgeçer mi?


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ

ABD'dekiler si-MİTci mi?.. - AHMET TAKAN

Özel bir zorunluluktan dolayı yazılarıma 2 gün ara vermek durumunda kaldım. Ankara dışındaydım. Bürodan fırlayıp gittiğimizde gündemin en sıcak maddesi ABD ile Papaz kriziydi. Dün döndük geldik Ankara'ya, kriz tüm harareti ile devam eder görünüyordu. İstanbul'a tümüyle beton duvar örülecek "100 günlük icraat programı" bile o harareti düşürememiş. Hoş!.. Kimse de çıkıp sormamış; "Hani bundan sonra devletin işleyişi  yeni kurulacak kurullarda belirlenecek politikalara göre olacaktı. Daha kurullar kurulmadan 100 günlük icraat programı açıklanıyor. O kurullar bile icraat programına dahil edilmiş. Yoksa bunlar hikayeden mi kurulacak?.. Aynı tas aynı hamam mı?" diye..

Uzay'a 4 şeritli yol projesi devam ediyor olsa gerek!.. Papaz kaçtıya devam...

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ABD'li mevkidaşı Mike Pompeo ile Singapur'da yaptığı 40 dakikalık  görüşmeden de bir sonuç çıkmamış. Bizim havuz medyasına bakılırsa, AKP iktidarı en yüksek perdeden savuruyor. ABD'nin bizim Adalet ve İçişleri Bakanlarına uyguladığı yaptırım kararına da aynı ile cevap verdik. Ancak dış basında, yazılıp çizilenler, ABD'nin şartları daha da ağırlaştırdığı yönünde. Pompeo, "Brunson'un eve dönmesi gerek, tıpkı Türkiye tarafından tutulan diğer Amerikan vatandaşları gibi"  açıklamasını yaptı. Bu açıklama ile beraber pazarlık masasındaki "diğer ABD vatandaşlarının" NASA çalışanı Serkan Gölge ile konsolosluk çalışanı  Metin Topuz olduğunu öğrendik.Türk asıllı NASA uzmanı Serkan Gölge Hatay'da FETÖ davasında; "silahlı terör örgütüne üye olmak" suçundan 7 yıl 6 ay hapis cezası aldı. Diğer isim, İstanbul ABD  başkonsolosluğu çalışanı Metin Topuz, FETÖ üyeleriyle irtibatlı olmak iddiasıyla geçen yıl tutuklanmıştı. Ayrıca, ABD konsolosluğunda tercüman olan Hamza Ulucay da terör örgütüne üye olmak suçlamasıyla yargılanıyor. FETÖ üyeleriyle  irtibatlı olduğu iddiasıyla Nazmi Mete Cantürk ise ev hapsinde tutuluyor.

Bizim pazarlık kartlarımız için ise çok şey yazılıyor. Hepsi bilenenlerden ibaret. Zarrab davası, eski Halkbank Genel Müdür yardımcısı Hakan Atilla'nın durumu, Halkbank'a en düşük ceza kesilmesi, yeni soruşturmalar açılmaması, FETÖ'nün iadesi, falan filan... Bunlar 24 Haziran seçimleri öncesi de vardı... 2 gün gündemden koptuk. Şöyle ne oluyor bitiyor diye Ankara'nın derin koridorlarını yokladığımda ilginç yeni bilgilere ulaştım. Hatırlar mısınız? Bir zamanlar, FETÖ'ye operasyon düzenlemek için 2 MİT görevlisinin ABD'de tutuklandığı iddiaları ve haberleri ortaya atılmıştı. Ama her nedense bu iddia ve ilişkin haberler, açığa ve ne olduğu ortaya çıkarılmadan üstü kapatılmıştı. Ankara'daki sağlam kaynaklardan duyduğuma göre, Papaz krizinde, iktidar, bu 2 MİT görevlisinin de Türkiye'ye iadesini masaya koymuş. Ancak, ABD tarafı buna çok hiddetlenmiş. Kaynaklarım, "ABD bu talebe çok kızdığı gibi şimdi o tarafta sadece Halkbank'a yeni soruşturmalar açılması değil MİT'e de dava açılması konuşuluyor. Hakan Fidan'da yaptırımlar içine girerse şaşırma" diyor.

Zaten, benim bu ülkede öğrendiğim en net şey, şaşırmamak. Haftalardır Ankara'nın derin kulislerinde Hakan Fidan'ın görevden alınacağı fakat kendisine Dışişleri Bakanlığı verilmemesinden dolayı yeni önerilen yerler için çetin pazarlıkların devam ettiği konuşuluyordu. Dur bakalım şimdi ne olacak?..
Olup bitenlere şaşırmıyorum. Şaşırmıyorum da... Bu kadar yüksek perdeden atılıp savrulurken bir de ABD'de tutuklu olduğu iddia edilen 2 MİT görevlisinin durumu gündeme gelmişken aklıma garip (!) sorular geliyor;
Acaba bu ABD'deki MİT'ciler sorguları sırasında ne gibi ifadeler verdiler?..

Bir de, hala şu terör örgütü PKK'nın elindeki daire başkanları düzeyindeki MİT'çilerin ve diğer elemanların durumu ne oldu?..

ABD'ye yiğitlik yapalım. Eyvallah!.. PKK'nın elindeki bizim insanlarımız değil mi?..
İnsan, kafasında bu sorulara cevap bulmazken olmayacak kuşkular ortaya çıkıyor. Yoksa, ABD, AKP iktidarına seçim öncesi verdiği derin desteği daha ileri bir boyuta mı taşıyor?.. Büyük ekonomik çöküş için buradakilerin elini güçlendirecek ve uykudan uyanamayan bu milleti derin hamaset ile avutacak milli bir gerekçe fırsatı mı sunuluyor?.. Nasıl olsa, Suriye ve Irak'ta kurulan sözde Kürt devletlerini ve oralarda  tıkır tıkır yürütülen planları kimse sormuyor. Papaz krizi de varken, ne bir şekilde gündeme gelir, ne kimse sorgular, ne de bir Allah'ın kulu çıkıp "Irak'ta Suriye'de ne gibi gizi gizli anlaşmalar yapılıyor?" diye sorgulamaz.

Değil mi?..

Ne mübarek adammış be şu papaz Brunson!.. Formatlanmış, yeni Lawrens...


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

4 Ağustos 2018 Cumartesi

Cevat Geray - RIFAT OKÇABOL

Öğrencilerinin “sevgili öğretmeni”, tanıyanlarının “sevgili dostu”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (AÜSBS) çalışanlarının “efsanevi dekanı”, meslektaşlarının “sevgili ve saygın bilim emekçisi ağabeyleri” Prof. Dr. Cevat Geray, 23 Temmuz 2018 günü, aramızdan ayrılıp göklere çekilmiştir.  

. Cevat Geray, 1953’te AÜSBS’yi bitirmiş ve bir süre maiyet memuru, kaymakam vekili ve kaymakam olarak görev yapmıştır. 1956’da AÜSBS Şehircilik Kürsüsünde asistan olmuştur. 1960’ta “Şehir Planlamasının Başlıca Tatbik Vasıtaları” başlıklı teziyle doktor, 1966’da “Toplum Kalkınması Deneme Çalışmaları: Bünyan Örneği” adlı çalışmasıyla doçent ve 1973’te de, “Planlı Dönemde Köye Yönelik Çalışmalar” teziyle de, profesör unvanını almıştır. 

1963-67 yıllarında Devlet Planlama Teşkilatı Sosyal Planlama Dairesi’nde, toplum kalkınması ve şehircilik alanlarında araştırma danışmanı; 1970-71 yıllarında, TRT Genel Müdür Danışmanı; 1974-75 yıllarında da, İmar ve İskan Bakanlığı Müsteşarı ve Danışmanı olarak görev yapmıştır. 1975 yılında kurulan Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMÖD)’nin kurucusu ve ilk genel başkanı olduğu gibi başka çağdaş vakıf ve derneklerin de kurucu üyesi/başkanı olmuştur. Bu yıllarda Şehir Plânlamasının Başlıca Tatbik Vasıtaları (1960), Toplum Kalkınması Deneme Çalışmaları / Bünyan Örneği (1967) ve  Halk Eğitimine Giriş (1970) gibi kitaplar yazmıştır.

Yapılan seçimler sonunda, 1976 yılında AÜSBS Basın Yayın Yüksek Okulu Müdürü ve 1977 ile 1980 yıllarında da AÜSBS Dekanı olmuştur. YÖK devreye girince dekanlıktan ayrılan Geray, “AÜSBS’nin efsanevi dekanı” olarak, güler yüzüyle dost ve babacan haliyle, bilgisiyle-aklıyla-deneyimleriyle, insan, doğa ve toplum sevgisiyle, Türkçesiyle, öğrencisine ve üniversitesine kol-kanat germeye çalışmış ve çevresine örnek olmuştur. Faşist, piyasacı, gerici ve Amerikancı 12 Eylül 1980 darbecilerinin uyguladığı 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’nın ilk kurbanlarından biri olmuş ve üniversitedeki görevlerine 1983’te son verilmiştir. 

Diğer 1402 mağdurları gibi, meslekten atılınca tüm haklarını ve maaşını kaybetmiş, 1983-89 arasında Kent-Koop danışmanı ve 1989-90’da Türkkent Genel Müdürü olarak çalışmış Danıştay kararıyla ancak 1990’da mesleğine ve üniversitesine geri dönebilmiştir. 1999’da emekliye ayrılmış olsa da, emekli öğretim üyesi olarak AÜSBS’de ve eğitim fakültesinde ders vermeye devam etmiştir. 2 Temmuz 1993'te Sivas'ta Madımak Oteli'nin yakılması sırasında şans eseri ölümden dönmüştür.   

ODTÜ Şehir ve Bölge Planlaması bölümünde, TODAİE’de, Gazi Üniversitesi Mimarlık Mühendislik Fakültesi’nde, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde, İÜ İktisat Fakültesi’nde de ders ve seminerler vermiş, bir süre Mersin Üniversitesi’nde çalışmıştır. Pek çok gazete yazısı ve makale yazmış, konferanslar vermiştir. 1968’den bu yana, AÜ Eğitim Fakültesi’nde de Halk Eğitimi ve Köy Sosyolojisi derslerini yürütmüştür. Meslektaşlarıyla birlikte yazdığı pek çok kitap yanında, son yıllarda da, Belediye Kurulmasında Uyulacak Ölçütler ve Yöntem (2000), Dünden Bugüne Kırsal Gelişme Politikaları (2011), Kooperatifçilik ( 2014) ile Kent, Yerel Yönetimler ve Toplu Konut Yazıları (2018) gibi kitaplar yazmıştır.

Bilimin ışığında ve kamu yararına yürütülen her çabada yol gösterici olup katkılar sunmuş olan değerli hocamız ve bilge insan sevgili Geray, göklere çekilmiş olsa da, dünya durdukça eserleriyle, eğitimle, toplumla, demokrasiyle, … ilgilenenlerin de anılarıyla yaşamaya devam edecektir.   

Onu tanıyanların/sevenlerin, akademi dünyasının başı sağ olsun.  

RIFAT OKÇABOL / SOL

Adam kazandı rüzgârı - AYDEMİR GÜLER

Adını 24 Haziran’ın kurtarıcı şahsiyeti koydu. Memleketi kurtaracaktı, şimdi partisinin geleneklerine uyum sağladı; kongre arıyor. Gerçi CHP’nin kurulmasına giden sürecin de Kurtuluş Savaşının birinci evresi sayabileceğimiz bölgesel kongrelere dayandığı söylenebilir; ama konumuzla ilgisi yok. CHP’nin kongre partisi olarak anılmaya başladığı süreç Cumhuriyet kuruculuğundan kurtulma macerasıdır. CHP artık başka bir cumhuriyetin partisidir. Kongre tartışması da 1923 Cumhuriyetinin partisini nasıl islamo-faşist bir düzenin kurumu olarak var edebileceklerine dairdir. Dertleri aynı olan tarafların, bu nedenle farklılıklarını bilmiyoruz. Hiç söylemeyecekler. Söylenmez, ayıptır. Cumhuriyet yıkıcılığı ayıp olmaya devam edecek. Hep saklamaya çalışacaklar tasfiyeciliklerini.

CHP’nin başkan adayı Türk siyasi literatürüne “adam kazandı” lafını armağan etmiş oldu. Daha iyisi “yüzüklerin efendisi” esprisi olurdu, olmadı. Erdoğan’ın dilinden konuşarak yükselen aday Erdoğan’ın yalan zaferini takip eden rüzgârın adını koymuş oldu. Yakışır! 
Adını koymak başlatıcısı olmak anlamına gelmiyor. Erdoğan ekibi kirli zaferlerinin önünde secdeye varacak kendi aydınlarını yaratmaya çoktandır çabalıyordu. Reisin bir tarafının kılları çok. Ama kıllar toplumun ideolojik yapısını biçimlendiremeyeceği için başka kaynaklar gerekirdi. 

En kolayı ve kalıcısı tarikat şeyhleridir. Lakin onlar da yetmez. Bunlar ağızlarını açtıklarında ipe sapa gelmez meseller anlatırlar en fazla. Yalnızca zikir ayininde beyinlerini çoktandır yitirmiş olan müritlerini biçimlendirirler onlarla. AKP’ye bile aydın gerekiyordu.

Çağımızın aydını Aydınlanmanın çocuğudur ve tanımı gereği akla, insana inanması beklenir. AKP bu nedenle toplumun biçimlendirilmesinde hep üçüncü, dördüncü sınıf ünlülerle hareket etti. Sanmayın ki Birikimciler, Ufukgiller ve benzerleri daha üst bir ligden gelmişlerdi. Üstelik bir dönemin liberalleri şartlı bir destekle AKP’ci oldular. Cumhuriyetin yerine dinci mi dinci, ama aynı zamanda liberal mi liberal bir piyasa diktatörlüğü istiyorlardı. Dinciliğin freni olmayacağını bilemeyecek kadar kalitesiz ve akılsızlardı.

Ama adam kazandığına göre ve aslında adamın kazanması için, hatta kazanımlarını koruyabilmesi için kendine özgü aydınlara ihtiyacı vardır. İnce icat etmedi, Erdoğan daha öncesinde de futbolculardan, güreşçilerden, arabeskçilerden kırpıp kırpıp aydın yapmaya çalışıyordu. Kabul etmemiz gerekir, kapitalizmin bu rezillik ve tükeniş çağı akla ve insana düşman olanlardan entelijansiya yaratma çağıdır. Bu çaba tarihsel olarak nafiledir, ama günü kurtarsa yeter. Bu çağda yarın ne olacağını nasılsa kimse bilemiyor.

Ama futbolcu ve arabeskçiler de, aynı şeyhler gibi kendi verili müritlerinin ötesine uzanamazlar. Zaten bunların kendileri de ya Fethullah’ın ya Adnan’ın veya bir başkasının müritliğinden gelmedir. İsteseler de kültür kurmayı beceremezler. Çalarlar çırparlar, yalakalık yaparlar, bir tarikattan çıkıp diğerine girerler.

Adam böyle kazanamaz. İnce’nin haklı çıkması için toplumsal etkisi daha yaygın ve daha farklı birtakım simaların da “adam kazandı” rüzgârına yelken açmaları gerekir. Muharrem Beyin gece vakti attığı mesaj bir durum saptaması zannedilmemelidir. Oy, hele aleni hırsızlığın kural olduğu zamanlarda hiç güvenilir bir zemin oluşturmaz. 24 Haziran’ın ince vecizi, biat yelkenlerinin açılması için bir çağrıdır. 


Şimdi bu çağrıya uyanlar çıkmaktadır. Şeyhe, arabeskçiye, topçuya ek olarak müzisyenlere, yazarlara, en azından yaşamının bugüne kadarki evresinde akıl ve insan sevgisinden nasibini aldığı bilinenlere ihtiyaç vardır. Üstelik bunların eski liberaller gibi saçma sapan pazarlıklara girecek halleri, gündemleri de yoktur. Adam kazandı rüzgârı, Tayyip başkanla da yaşayabiliriz diyecek aydınların dillerinde esecektir. Bunların beraber yaşayacakları başkandan mutlaka farklı, ona muhalif, mümkünse laik, istenir ki demokrat, hatta doğa ve hayvan dostu olmaları tercih sebebidir. Karşılığında başkandan bir şey almaya da ihtiyaçları olmamalıdır. Zaten olması gereken olsa, konserlerine salon bulsalar, turnelerine organizatör, filmlerine sponsor bulsalar, kitapları dağıtımcı boykotu yemese yeter. Fazlası da göz çıkarmaz hani… Bu şekilde yaşam tarzı duyarlılıklarına küçük kovuklar bulacak, kaliteli işlerini yapmaya devam edecek, toplumun AKP’ye düşman yarısına örnek olacaklardır…

Erdoğan’ın bunlara ihtiyacı var. Düzen muhalefetinin rolü bunların Erdoğan’a yönelmesinin önünü açmaktır.

Yapamayacaklar. Çünkü başka rüzgarlar da var esmeye hazırlanan. Yaşasaydı bu olup bitenlere ne yakıştırmalar uyduracağını tahmin edebileceğimiz Can Yücel’in zamanında söylediği gibi işçiden esecek yel. 

Aydemir Güler / SOL

Trump, Erdoğan, Brunson - ÖZGÜR MUMCU

Devletin kurumlarının ortadan kaldırılması ve bütün yetkinin tek elde toplanması hızlı ve etkin bir yönetim değil, bir karmaşa ve kriz yaratır. Dahası dışarıdan bakıldığında yasaması, yürütmesi, yargısı ve tüm kurumlarıyla bir devlet değil bir kişi görülür. 
Ülkede yargı bağımsızlığının ortadan kalktığı, siyasi kararların hukuki değerlendirmelerin yerini aldığı da biliniyorsa, sadece o tek kişi muhatap alınır. Tek adamın, yargı bağımsızlığını öne sürmesi bu sebeple bir işe yaramaz. Hele, devleti bir sözüyle bağlama yetkisine sahip cumhurbaşkanı çıkıp da “al papazı, ver papazı”“yapalım yargıda şeyini” demişse. 


Tek adam rejimlerinin devletleri güçlendirmediğini aksine zayıflattığını ısrarla söylemeye çalışanların kaygı duyduğu işte bugün yaşadığımız gibi bir tabloydu. 
Yargısının bağımsızlığına güvenilmeyen, devleti yönetene “hadi, sen istersen olur” denen bir ülkenin pazarlık gücü de müzakere yeteneği de azalır. 
Üstüne üstlük karşınızda rasyonelliği ya da diplomatik yeteneğiyle tanınmayan Donald Trump ve belki de ondan daha tehlikeli yardımcısı Mike Pence varken. 

Trump, kendini dünyanın en başarılı iş bitiricisi olarak görüyor. Zamanında yazdığı kitap İş Bitirme Sanatı başlığıyla Türkiye’de de yayımlanmıştı. Devletin bu işlerden anlayan kesimlerine ne kadar kulak astığı belirsiz. 

Pence ise Katoliklikten, pastör Brunson’ın da dahil olduğu evanjelizme geçmiş, bir dinci. Dinin siyasetteki rolü hakkında fanatik görüşleri var. Brunson’ın serbest bırakılması kasım seçimlerinde evanjelik oyların yerini sağlamlaştıracak bir unsur. 
Eminim Trump da Pence de, Türkiye’deki gibi bir tek adam rejimini arzu edecek kişilikte insanlar. Onlar da devletin bütün kurumlarının tek elde toplandığı bir yönetim şeklini hayal ediyorlardır. Gelgelelim, ABD henüz oraya varmadı. Trump hakkında, kazandığı seçimlerde Rusya’yla işbirliği yaptığına dair bir soruşturma dahi var. Hükümetinden ve yakın çevresinden kimi şahıslar bu sebeple istifa etmek zorunda kaldı.
 
Yani söz konusu Gülen’in iadesi olunca, “ben bir gariban başkanım, ne yargıya sözüm geçer ne de zaman zaman senatoya, baksanıza hakkımdaki soruşturmayı bile engelleyemiyorum” diyebilir. Haklı da olur çünkü ABD, kuvvetler ayrılığının keskin biçimde uygulandığı bir yönetime sahiptir.
 
Müzakerenin Türkiye tarafının ise Brunson meselesinde benzer bir gerekçeye başvurması mümkün değil. Hem ülkemizin siyasi davalar pratiği, hem Brunson davasındaki iddiaların ayaklarının pek yere basmaması hem de “Erdoğan istedi mi hallolur” algısı Türkiye’nin elini zayıflatıyor. 

Kolaylıkla halledilebilecek bir sorunun kördüğüm olma ihtimalini ABD yönetimindekilerin “pazarlık anlayışı” ve ülkemizde hukuk devletinin ortadan kaybolması arttırmakta.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Enflasyon yükselişini sürdürüyor - HAYRİ KOZANOĞLU

2017 sonundan günümüze Türk Lirası’nın dolar karşısındaki kaybı yüzde 34’e ulaştı.Yıl sonu için yüzde 15’in altında bir TÜFE’yi telaffuz etmek şimdilik mümkün gözükmüyor.


Temmuz ayında tüketici fiyat endeksi (TÜFE) bir önceki aya göre yüzde 0.55 arttı. Böylelikle son bir yıllık tüketici enflasyonu yüzde 15.85 olarak gerçekleşti. Açıklanan enflasyon verisi, yüzde 0.90’lık piyasa beklentisinin altında kalmakla birlikte yükselme trendinin devam ettiğini gösteriyor.

Oysa geçen yılın Temmuz ayında TÜFE yüzde 0.15 artmış, bir aylık da olsa tek haneli rakamlar (yüzde 9.79) görülmüştü. Çünkü temmuz ayları mevsimsel nedenlerle hem gıda fiyatlarının düşük seyretmesi, hem de giyim ve ayakkabıda sezon indirimleri nedeniyle enflasyonun mola verdiği dönemlerdir. Nitekim geçtiğimiz ay gıda ve alkolsüz içecek fiyatlarında yüzde 0.28, giyim ve ayakkabıda yüzde 3.07 gerileme gözlendi. Buna karşın lokanta ve oteller grubunda turizmdeki kıpırdanmanın da etkisiyle yüzde 2.26, ev eşyasında ise yüzde 1.82 sıçrama sonucu tüketici enflasyonu yüzde 15’in üzerinde kalmaya devam etti.

Gıda fiyatları halkı vuruyor
Harcama gruplarına göre değişim oranlarına göz attığımızda, gıda ve alkolsüz içeceklerde son 1 yıldaki fiyat artışının yüzde 19.40 olduğunu görüyoruz. Bu tüketim deseninde gıda ürünlerinin ağırlığı daha fazla bulunan yoksul kesimler için daha da vahim tabloya işaret ediyor. Peki şehirlerdeki yurttaşlarımız karınlarını doyurabilmek için yüzde 20 dolaylarında bir enflasyona katlanırken, paralar tarım üreticilerinin cebine mi giriyor? Ne yazık ki hayır! Çünkü tarım ürünleri yıllık enflasyonu yüzde 9 civarında seyrediyor. Aradaki fark spekülatörlerin kâr hanesine yazılıyor. İsterseniz daha fazla yoruma girmeden sözü Enflasyon Raporu’ndaki satırlarla Merkez Bankası’na bırakalım:
Bu dönemde, tarım ürünleri üretici enflasyonu ile gıda tüketici enflasyonu arasında önemli bir farklılaşma gözlenmiştir. Ayrışmanın boyutu ana eğilim göstergelerinde daha belirgindir. Tarım üretici fiyatları ana eğilimi bu çeyrekte olumlu bir seyir izlerken, gıda tüketici fiyatlarının eğilimi oldukça yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Örneğin, bu dönemde kuru soğan ve patateste üretici ve tüketici fiyat seviyeleri arasındaki makasın önemli ölçüde açıldığı izlenmiştir. Üretici ve tüketici fiyatları görünümündeki bu ayrışmada bu tip depolanabilir ürünlerdeki piyasa aksaklıkları etkili olmaktadır.

Bundan sonra ne olacak?
Yılın ilk 7 ayındaki tüketici enflasyonu şimdiden yüzde 9.79’a ulaştı. Talepteki zayıflamayla önümüzdeki aylarda tüketici fiyatları biraz hız kesebilir. Ne var ki, üretici fiyatlarındaki özellikle kur kaynaklı maliyet artışı kaçınılmaz bir biçimde tüketiciye de yansıyacaktır.

Üretici Fiyat Endeksi’nin (ÜFE) son 1 yılda tam yüzde 25 artışı endişe verici bir tabloya işaret ediyor. Özellikle 2016’da dünyada petrol ve hammadde fiyatlarının düşük seyretmesi, ekonomi yönetiminin gelen tehlikeyi görmesini engelledi. 2017 başından itibaren başta Kredi Garanti Fonu dopingi, ekonominin aşırı ısınmasına yönelik hamleler küresel fiyatların normale dönmesiyle çığırından çıktı. Tabloda Eylül 2016’da ÜFE yüzde 1.78 iken, TÜFE’nin yüzde 7.28 düzeyinde bulunduğu görülüyor. Ocak 2017’de ise, bir ayda tam yüzde 4 sıçramasıyla ÜFE yüzde 13.96’ya ulaşırken, TÜFE’yi uzun bir aradan sonra geride bırakıyor. Böyle bir konjonktürde, maliyet enflasyonu ivme kazanırken bir de talebi körüklerseniz, enflasyon haliyle kontrolden çıkar…

Başkanlık sisteminde bakanların açıklandığı 9 Temmuz’dan (dolar kuru 4.55 TL) bu yana TL’nin dolar karşısında yüzde 12, 2017 yılı sonundan bugüne ise (dolar kuru 3.79 TL) yüzde 34 değer kaybettiği görülüyor. 

RTE rejiminin büyüme ile finans istikrar tercihi arasında sıkıştığı anlaşılıyor. Böyle kritik bir dönemde gerekli manevraları yapacak bir ekonomi ekibine de sahip olmadığı ortada. O nedenle de, yıl sonu için yüzde 15’in altında bir TÜFE’yi telaffuz etmek şimdilik gerçekçi görünmüyor.


HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Vatikan’dan geç ama güzel adım - MUSTAFA K. ERDEMOL

Papa 16. Benedict, yüzlerce yıl önce, yazdığı kitap nedeniyle Engizisyon  hâkimleri tarafından mahkûm edilen, atıldığı hapishanede gözlerini kaybedip ölen büyük bilim insanı Galilei Galieo’yu 2008 yılında affettiğini açıkladığında fazla önemsememiş, “affetmesen ne yazar” demiştim. Vatikan’ın birçok konuda toplumun gerisinde kaldığını bilen herkes benim gibi yaklaşmıştı bu habere.

Vatikan toplumun çoktan hallettiği kimi sorunlara “çözüm” önerilerini ya da alınması gereken tutumları “çok geç” yerine getiren bir kurum. Buna rağmen iki gün önce Papa Francis’in idam cezasına her koşulda karşı çıktığını açıklamasını, bu cezanın çözüm olmadığı inancının çokça taraftar topladığı günümüzde geç bir karar olmasına rağmen önemsedim.

Hakkını yemeyelim, Vatikan’da uzun yıllardır idamın bir ceza olmadığı konusunda tartışmalar sürüyordu. Katolik Kilisesi idam cezasını “insan onurunu ihlal ettiği” gerekçesiyle benimsememiş ama bazı durumlarda bu cezayı savunmuştur da. Zamanla Katolik Kilisesi ölüm cezasını, “yasal olarak öldürme” olarak tanımladı. Bu görüşü Hıristiyan uluları Augustine ile  Aquinalı Thomas savundular. Auguistin’e göre kötülükleri caydırmanın, dolayısıyla masumları korumanın bir biçimiydi idam. 1911 baskılı Katolik Ansiklopedisi’nde “ölüm cezası”nın Katolik Kilisesi’nin öğretisine aykırı olmadığı yazılıdır.

Ama bu görüşe son yıllarda Vatikan’da karşı çıkanlar da oldu. Vatikan’daki kimi teologların yanı sıra Papa II. John Paul, Papa Francis idam cezasına açıktan tavır almış, Birleşik Devletler Katolik Piskoposlar Konseyi de idamı çağdışı olarak nitelemişti, örneğin. Papa Francis’in 2015 yılında yaptığı açıklama çok nettir. Papa, ölüm cezasının toplumun kendisini savunma gereksinimiyle haklı olamayacağını da vurgulamıştı. Çarpıcı cümlesi de şudur bence; 
“Ölüm cezası Tanrı’nın insanlara ve topluma yönelik planlarıyla çelişmektedir”.

Tanrı’nın planlarından haberim yok, bir dini kurumun herhangi bir konuya nasıl yaklaştığıyla da çok ilgili biri değilim. İdam cezası kilise (ya da cami, sinagog vs) “kötüdür” demese de benim gözümde kötüdür. Ama idam cezasına karşı olan Papa Francis’in görüşünün Vatikan’ın resmi görüşü haline gelmesini önemli bulurum. “Tanrı adına” cezalandırma dahil idamın bir din kurumu tarafından reddedilmesi, idam karşıtları açısından bir başarıdır her şeyden önce. ABD gibi son derece tutucu ülkenin idam cezası uygulayan eyaletleri bu karar karşısında bir tutum almak durumundalar. Laik bir ülke de olsa dinin hâkim olduğu bir toplum yapısı var ABD’nin. Bu ülkede kararın yansımaları olacaktır mutlaka.

İdam karşıtlarını zor durumda bırakan bir karar olduğu da açık. İdam cezasının yaygınlaştırılması için kampanya düzenleyenlerin elinden “din” silahını bizzat Vatikan almış oluyor. Kampanyacıların şimdi daha güçlü argümanlarının olması gerekecek. Ama toplumdaki şiddetin “yasal şiddet”le bastırılamayacağı konusunda onların da ikna olacakları bir dönem gelecek elbette.

İdamı halen uygulamaya devam eden İslam ülkeleri de herhalde Vatikan’ın “insan hayatı”na önem veren tutumu karşısında düşünmek zorunda kalacak. “İşlediği suç” ne olursa olsun devletin “planlayarak, önceden tasarlayarak” birini öldürmesi Kilise’nin karşı olduğu bir ceza bundan böyle.

İdam cezası toplumsal intikam duygusunun yasalar eliyle tatmin edilmesi demek. Bu duygunun tatmini adaletin sağlandığı anlamına gelmiyor. Bu tür bir ceza kamu vicdanını rahatlatabilir ama idama yol açan suçları ortadan kaldırmaz. İdamı hak ettiği düşünüleni, onun yöntemiyle yok etmek devletle katil arasındaki farkı da kaldırır. Bu konuda toplumların büyük bölümü uzun süre mücadele verdiler. Bu mücadelelerinde “Tanrı ya da Allah da cezalandırıcıdır” diyerek idamı savunanlarla karşılaştılar.

Hıristiyan Katolik dünyanın hükümetleri Kilise’nin idam karşıtı tutumuna karşı çıkabilecek değiller bence. Müslüman dünyada ise durum daha farklı. İslam’daki “Kısasta hayır vardır” düsturu idam cezalarına caydırıcı olmaktan çok “intikamı tatmin” işlevi yüklüyor. Varsın idama yol açan suç ortadan kalkmasın ama yeter ki toplum tatmin olsun.

Her koşulda idama karşı olan birisi olarak Vatikan’ın kararını benim gibi düşünenlere büyük bir destek olarak görüyorum.

Çok iyi bir gelişme bu.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

AKP’ye Allah’ın lütfu, muhalefete can simidi - ERK ACARER

Muhalefet, milli birlik ve ‘bu zor günlerde’ palavrası ile aslında bana dokunmayan yılan bin yaşasın demek istiyor. Bu tavır; AKP’de bir kez daha ‘Allah’ın lütfuna dönüyor. Yeni rejim, krizlerle inşa ediliyor.

ABD’li Rahip Andrew Brunson’ın ev hapsine alınması ile başlayan krizin geldiği nokta, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında yaptırım kararlarları alınması ile sonuçlandı.

Türkiye ‘Cumhuriyeti’ krizlere aşina olsa da son 16 yılda yaşadığı, sarsıcı ilişkileri hiçbir dönem yaşamadı.

Krizler tarihi
19 Mayıs 1924’te, İngiltere ile Musul krizi patlak verdi. İstanbul Konferansı toplandı ve burada Türkiye tarafından, vilayetin nüfusunun üçte ikisinin Müslüman Türk ve Kürtlerden oluştuğu savunuldu. Bu demografik yapıya göre Musul, Türkiye sınırları içinde kalmalıydı. İngiliz tarafının bu talebi reddetmesi ile konferans dağıldı. Anlaşmazlık, Milletler Cemiyeti’nde kurulan bir komisyonda tartışılsa da sorun askıda kaldı.

Türkiye, Ekim 1962’de ‘Soğuk Savaşın’ iki süper gücü ABD ve Sovyetler Birliği arasında yaşanan ‘Küba Füze Krizi’nin parçası oluverdi. Sovyetler, Küba’daki nükleer silahlarını, önce ABD’nin Türkiye ve İtalya’daki nükleer başlıklarını kaldırması karşılığında çekeceğini bildirdi. Kriz büyürken, pazarlıklarda, silahların karşılıklı olarak çekilmesi kararı alındı. Ankara, ABD’ye ‘haklı gerekçelerle’; “Bu kararı bana danışmadan nasıl alırsın?” diye tavır koydu.

ABD ve Türkiye arasındaki bir başka kriz, ABD’nin 36’ıncı Başkanı Lyndon B. Johnson’un 5 Haziran 1964’te dönemin Türkiye Başbakanı İsmet İnönü’ye ilettiği mektupla yaşandı. Başkan mektubunda, Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri harekât düzenleyeceğinden haberdar olduğunu ve bundan endişe duyduğunu yazdı. ABD, “NATO Konseyi ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin acele toplantıya çağrılmasını istemek mecburiyetinde kalacağını” belirtiyordu. İsmet İnönü, “Yeni bir dünya kurulur. Türkiye de o dünyada yerini alır” ifadeleriyle karşılık verdi.

1974’te Başbakan Bülent Ecevit’in haşhaş ekimini yeniden başlatmasıyla yeni bir kriz meydana geldi. Amerika’da uyuşturucu tüketimi yükseliyordu ve Türkiye uyuşturucu kaçakçılığı ile suçlanan ülkeler arasındaydı. 1971’de haşhaş ekimini tamamen yasaklayan Türkiye’nin 3 yıl sonra kararını değiştirmesi Washington’la ilişkilerde gerginlik yarattı. Haşhaşın uluslararası standartlarda denetlenmesi yönündeki adımların atılmasına karar verilmesi ile kriz atlatılmış sayıldı.

Adana’daki İncirlik Üssü, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı kilit operasyon merkezlerinden biriydi. ABD ile Türkiye’nin müttefiklik ilişkilerinde ise, önemli bir pazarlık aracıydı. ABD, 1974 yılında Kıbrıs Harekatı sonrası Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya karar verince Türkiye, İncirlik Üssü ve diğer üslerin kullanımını askıya aldı. Bu başka bir kriz olarak tarihe geçti.

Suriye’nin Abdullah Öcalan ve PKK kurmaylarına kucak açması, kamplara ev sahipliği yapması gerekçesi ile 1998 Eylül’ünde Ankara, Şam’ı köseye sıkıştırmak için düğmeye bastı. Savaşa evrilen krizde, Mısır Devlet başkanı Hüsnü Mübarek’in aracı olmasıyla tansiyon düştü.

12 günde 6 kriz
Türkiye tarihinde böylesine çarpıcı krizleri yaşadı. Ancak bunların tümü haklı gerekçeler çerçevesine oturuyordu. AKP dönemindeki krizlerden farklıydı. Zaman olarak da araları bir hayli açıktı.

AKP iktidarı; sadece 16 Nisan 2017 Referandum’u öncesinde Türkiye’ye 2 haftadan az bir sürede, 12 günde 6 kriz yaşattı. Kriz farklı ülkelerle, Belçika, Danimarka, Almanya, Avusturya, Hollanda, İsveç’le yaşandı. Portakal bıçaklamak ve Hollanda ineği veto etmek de bu krizlere dahildi.

Türkiye kendini aşıyor. ABD ile Türkiye arasındaki ‘Al papazı, ver papazı, krizi’ sürüyor. İktidar, alışık olduğumuz yöntemlerle kriz ‘yönetiyor’. “Sabır testi”, “şaha kalkmış Türkiye” arasına sıkışmış “bol kınamalı” ifadelerle, iç kamuoyuna yönelik şov devam ederken, papazı bulup bedeli ödeyen de aynı kamuoyu oluyor. Muhalefetin ve ‘muhaliflerin’ dili ise, ‘emperyalizme karşı duruş’ hikayesinden çok, AKP’ye yanlama tarzını ortaya koyuyor. 
Muhalefet, milli birlik ve ‘bu zor günlerde’ palavrası ile aslında bana dokunmayan yılan bin yaşasın demek istiyor. Bu tavır; AKP’de bir kez daha ‘Allah’ın lütfuna dönüyor. Yeni rejim, krizlerle inşa ediliyor. 

Gerçekte ihanetin ne olduğunu ve bu ihanetin dümen suyuna kim ya da kimler tarafından su taşındığını tekrar tekrar sorgulamak gerekiyor.

Erk Acarer / BİRGÜN