Övgünün sahtesi, Danimarka’dan döner...- Mine G. Kırıkkanat

1980’li yıllarda Türkiye gündemini, bazılarını okul kapılarından devşirip ailelerinden kopardığı iyi yetişmiş gençlerle meşgul eden Adnan Oktar ve çetesi; 90’larda kan kaçakçılığı, fuhuş ticareti, tehditle şantaj, illegal telefon kayıtları gibi “adi” suçlarla anılıyordu. 

1999 yılında hazırlanan DGM iddianamesinde de zaten bu suçlar ve “çıkar amaçlı silahlı örgüt kurmak”la itham edildi. Başka bir deyişle Adnancılar bildiğiniz mafya, Adnan da bu mafyanın babasıydı! 

İşte böyle bir mafya babası, Mustafa Akyol gibi “prezantabl” müridleri sayesinde güvenini kazanıp desteğini aldığı Evangelist Kilise’nin Yaratılış Atlası’nı Harun Yahya takma adıyla yayımlayarak sınıf atladı! 

Deli raporlarıyla hapisten kurtarılan Adnan Oktar, Türkiye’deki avanak devletlilerin bilimsel mantığı gömmek için Evrim teorisine karşı gökte ararken yerde bulduğu çakma antidot, yaratılış savı sayesinde adeta saygınlık kazandı. Harun Yahya namıyla mehdi olduğunu sezdirmeye başladı. 

Bu saygınlık elbette uzun sürmeyecek, eşya tabii ki aslına, yani Harun Yahya çok geçmeden A9 kanalında kediciklerle oynaşan Adnan Oktar’a, Adnancılar da fuhuş, şantaj, kan ticareti vb’den beslenen kriminal suç örgütüne dönmekte gecikmeyecekti.

***

Ama 2007’de Adnancı mafya, henüz Evangelistlerin ekmeğini yiyor, Yaratılış Atlası’nın Türkiye’de gördüğü izzet ikram ile bizim şuursuz devletten aldıkları alkışı, sanki çakma atlasın on binlercesini gönderdikleri dünya ülkelerinden de alıyormuş gibi yapıyorlardı. 
Bir dış muhabir olarak benim Adnancılara yönelik ilgim de zaten bu sahte alkışlarla başladı. Örneğin Fransa’da “entellektüel sahtekârlık” diye nitelenen Yaratılış Atlası’nın okullara, kitaplıklara, hatta hükümet üyeleri ve milletvekillerine bedava gönderilmesi infiale yol açmış, sonunda toplatılıp imha edilmişti. Oysa Adnancıların sayısız  “yaratılışçı”  sitesinde, yabancı basında çıkan, atlas hakkında övgü dolu, ama asılları ortada olmayan makalelerin Türkçe çevirileri (!) yayımlanıyordu! 

Bir değil, on değil, yüzlerce sahte makale üreten ve sayısız internet sitesi kuran Adnancıların; sanıldığından çok daha kalabalık, derin, yaygın, teknik altyapısı son derece gelişmiş, organize bir suç örgütü olduğunu böylece anladım.

Adnancı sitelerin hepsini tek başıma kontrol etmem mümkün değildi. Atlasa sahte övgü düzen dünya basınını da bire bir izleyemezdim.

***

Ama bazen doğruların ayağına gelir eğriler… 
Bir gün, Adnancı sitelerden birinde Danimarkalı Politiken gazetesinde güya Yaratılış  Atlası’nın övüldüğü bir makale çevirisine rastgeldim. 

İşte bu olamazdı! 

Danimarka’nın küçük nüfusuna karşın yarım milyondan fazla okuru olan Politiken, ilerici çizgisi ve ciddiyetiyle öne çıkan saygın bir gazeteydi. 

Gazetenin Yazı İşleri Müdürü Toger Seidenfaden’e bir mail gönderdim. Adamcağız, Adnancıların uyduruk makalesine o kadar sinirlenmiş olmalı ki, birkaç saat içinde cevap verdi.

Zor tuttuğu bir öfkeyle yazdığı cevapta, özetle: “Politiken, Harun Yahya ve Yaratılış Atlası’nı öven bir makale elbette yayımlamadı! Böyle bir yapıt, asgari düzeyde bilimsel kültür sahibi olan herkes için gülünç bir kitaptır vesahtekârlıklarla doludur”   diyordu.

“Aksine, Politiken bu olayı (Atlas Danimarka’ya da bedava yağdırılmıştı) incelediği 12 Kasım 2007 tarihlisayısında pek çok uzmanın görüşlerine yer vermiş ve bu uzmanlar, söz konusu yapıtın hiçbir bilimsel değer taşımadığının, bilimsel Darwinizme propaganda yöntemleriyle saldıran yaratılışçı kampanyanın bir parçası olduğunun altını çizmişlerdir…”

***

Adnancıların yalan uçurtmasını, kuyruğundan yakalamıştım! 
Togen Seidenfaden’den gelen cevap çerçevesinde, 28 Aralık 2007 tarihinde “Yahya’nın mumu Politiken’e kadar” başlıklı alaycı bir yazı yayımladım. 

Tabii ki çıldırdılar. 

Yakınlarım, “Adnancılar çok tehlikeli, üstelik fuhuş ve şantaj örgütü. Senin işin değil, uğraşma!” diyorlardı. Ama bu çakma mehdi, hakiki mafya ile birilerinin de uğraşması gerekiyordu. Özellikle Evangelist yaratılış safsatası, eğitime zerkedilmeye başladıktan sonra…
 
Ve boğuşma başladı.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Devamı haftaya... 
YN: Aziz okurlarım, gazetemiz Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleriyle yeniden buluştuğu bugün, onu temel değerleriyle yaşatacak olan CumhuriyetVakfı’nın yeni yönetim kurulunu ve görev almaktan onur duyduğum yayın kurulunu gönülden kutluyor; Cumhuriyet’in bir gazeteyi çok aşan aydınlatmacı ışığını sizlerle birlikte güçlendireceğimizin güvenini taşıyorum.  


Yeter ki emret! - ORHAN GÖKDEMİR

Birkaç gün önce ülkemizde oldu bunlar: Yeni adli yıl açılışı için hâkim ve savcılar belediye otobüsleriyle Saray’a taşındı. Törene katılım zorunlu tutuldu. Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, saraydaki 28 sayfalık konuşmasında cumhuriyetin kurucusunun adını hiç anmadı, padişahların reform çabalarına özel vurgu yaptı, hadisli mesajlar verdi. Bir de hukuk fakültelerinin 5 yıla çıkarılması gerektiğini söyledi. Bence yeterli değildir. O görüntülerden sonra hukukçuların yeniden temel eğitime tabi tutulması gerekir. Çünkü o tablodan ne hukuk çıkar, ne de adalet.

Yeni devlet şeklidir bu. Eskisinde yasama-yürütme-yargı, hiç olmazsa teorik olarak, ayrılmış görünüyordu. Böylece birbirlerini etki alanının dışında kalıyorlar, birbirlerini denetliyorlar, yürütmenin olası dengesizliklerinde müdahale ediyorlardı.

Şimdiki nedir? 

Yasama, yürütme, yargı birleştirildi. Sonra hepsi birden AKP Genel Başkanına bağlandı. Tayyar Cumhuriyetidir.

                                                                ***

“Saraydan adalet kaçırma” düzenine nasıl geldiğimizi kısaca özetleyeyim. Bu karanlık tarih 12 Eylül 2010’da “yetmez ama evet” referandumu ile başladı. Anayasayı değiştirdiler, güya daha demokratik bir yargı için düzenlemeler yaptılar. Kısa süre sonra anlaşıldı ki yapılan, yargıyı saraya bağlamaktan ibaretti. 2016’da Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, Sayıştay Başkanı Recai Akyel ve Danıştay Başkanı Zerrin Güngör Erdoğan’ın Rize ziyaretine eşlik edip, birlikte çay hasadına katılınca anlaşıldı yeni yargının esbabı mucibesi. O tarihten beri yargı bütünüyle emir kuludur.

CHP’linin biri yargının olaylı çay partisini yargıya şikâyet etti. E, yakınını öpen kadı, şikâyet etsen ne? Şikâyete bakan Danıştay Başkanlık Kurulu şikâyet edilenlerle ilgili olarak "Disipline sevk gerektiren bir durum yok" kararı verdi. Bunun üzerine çay partisine katılanlardan Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, “devletin başkanıyla bir arada olmaktan onur duyduğunu” söyledi. “Ben onu anlayamadım neden eleştiri konusu oldu. Devlet oradaydı. Türkler, Türk geleneklerimize göre devlet başkanına çok ayrı bir değer veririz. Devlet başkanı, devletin başı ve birliğimizin sembolüdür. Onun katılmış olduğu, meclis başkanının, milli güvenlik sekreterinin katılmış olduğu, tüm yüksek yargının katılmış olduğu bir çay toplantısının yapılmış olması ve buna iştirak etmemiz kadar doğal bir şey olamaz” dedi. 
Yanlış mı? 
Doğru. 
Artık devlet tek adamın kimliğinde cisimleşmişse yüksek yargı mensubu ne yapsın? Mecbur, demleyecek çayı.

Hem katılsa ne katılmasa ne? Mesela tam da o günlerde Anayasa Mahkemesi’nden Cumhuriyet Gazetesi davası ile ilgili hoşa gitmeyen bir karar çıkınca sarayın sahibi “Uymuyorum, saygı da duymuyorum” dedi. Niye uysun? Kararı verenler atamasını bizzat yaptığı astları değil mi? İster uyar, ister uymaz. Uymazsa ne olacak? Yüksek Mahkeme kantinden demli bir çay daha söyleyecek, verdiği kararı unutacak, keyfine bakacak.

Tayyar Cumhuriyeti yargısıdır.
                                                                ***

Bellek seçicidir, hoşa gitmeyen anıları siler. Tıpkı “adalet yürüyüşü”nde ön safta Kemal Kılıçdaroğlu ile çektirilen fotoğraflar gibi, tıpkı son seçimden önce yapılan zamansız TÜSİAD ziyaretleri gibi unutuldu gitti ama bugünkü rezaletlerin tek sorumlusu AKP değil.

12 Eylül 2010’daki referandumu “12 Eylül’e yargı yolu açılıyor” diye sunanların sorumluluğu var mesela. Peki, ne oldu? Kısa bir süre sonra yeni bir 12 Eylül geldi. Hatta gelenin 12 Eylül’den daha beter olduğunda fikir birliği var. 12 Eylül cuntası bile birkaç generalden oluşuyordu, artık tek adam var. 150 bine yakın kamu görevlisi sorgusuz sualsiz kapı dışarı edildi. Açlığa ve işsizliğe yazgılıdırlar. Yüzlerce dernek, üniversite, gazete, TV, radyo, haber ajansı, yayınevi, sendika kapatıldı, mal varlıklarına el konuldu.

Hapishanelerdeki “doğal” ölümler, intiharlar, her şey 12 Eylül yöntemlerini çağrıştırmaktadır. Geçen gün yazar arkadaşım Hamide Yiğit’e IŞİD’le ilgili kitabı nedeniyle hapis cezası verdiler. Davanın bilirkişi bir trafik polisiydi. 12 Eylül şartlarında bile tuhaf karşılanacak bir iştir. Yani gerçekten de 12 Eylül’e yargı yolu açılmıştır. Yargı 12 Eylül günlerine dönmekle kalmamış, ilerlemiş, hukuksuzlukta aşama kaydetmiştir.
Ne oldu ikinci 12 Eylül’de? Liberaller “yetmez ama evet” diyerek yargının iktidara bağlanmasına destek verdi. HDP “boykot” diyerek yolunu açtı. Selahattin Demirtaş mahkemede AKP’lilerin referandumdan önce Öcalan’ın “evet deyin ricasını” ilettiğini ancak buna rağmen boykot kararı aldıklarını açıkladı. 
Ne fark eder? 
Hayır desen olmayacak şey, boykot ettiğin için olmuştur.

Demirtaş içeride, ne zaman çıkacağı belli değil. Diyarbakır Belediye Başkanı Gültan Kışanak’ı alıp götürdüler, tanırım, iyi yatar, o günden beri sessiz sedasız yatıyor. Bu arada ikinci 12 Eylül’ün “yetmez ama evetçilerinin” çoğu, yine muhalif kahraman havasında dolaşıp duruyor. “Yargı bağımsızlığını kaybetti, tek adam rejimi var” diye yakınıyorlar.
Tek adam rejiminde yapılacak ilk belediye seçimleri için “Diyarbakır’a kim aday olsun” araştırması yapıyordu bazı çevreler geçen hafta. İkinci sırada Nurcan Baysal’ı gördüm. Yakışır mı? 
Yakışır. Solcular bedelini öder, liberaller sefasını sürer. Türkiye’de işler böyle yürür.

Tayyar Cumhuriyetinin muhalefetidir.

                                                                  ***

Son bir yıldaki gazete başlıklarını not ettim:
Emretti, yargı HDP’lileri tutup içeri attı.
Emretti, Melih Gökçek istifa etti.
Emretti, Arena isimleri Park oldu.
Emretti, valiler bıyık bıraktı.
Emretti, motosiklet yarışçısı kariyerini sonlandırdı.
Emretti, yardımcı doçentlik kalktı.
Emretti, televizyon programı yasaklandı.
Emretti, gazeteci işten kovuldu.
Emretti, yağcı sanatçılar eser üretme yarışına girişti. Çok şükür, ortalıkta bir eser yok ama çabaları takdire şayan.
Haliyle emretti, sarayda açıldı yeni adli yıl. 

İlikleyecek yaka aradılar sarayın demir dökme dış kapısından geçip sarayın geniş avlusuna ilk adımlarını atan yargı mensupları. Nasıl iliklemesinler? 
Devletin başı o. 
Üstelik aynı zamanda yasamanın, yürütmenin, YÖK’ün, MİT’in, polisin, askerin, AKP’nin, meclisin başı. Bütün kamu bankaları, işe yarar bütün kamu kuruluşları ona bağlı. Kime ne verileceğine, kimin nereye gelip gideceğine, kimin hapse tıkılıp kime ihale verileceğine o karar veriyor.

Alışkanlık yaptı, yol oldu tabii. Akit yazarı Mehtap Yılmaz, “reis emretsin 12 yıllık kocamı boşarım” dedi. Bence de en akıllıca çözüm bu. İlikleyecek yaka aramaya ne gerek var. 

Emretsin yeter ki!

Orhan Gökdemir / SOL

Paylaşım savaşları popülist otoriterlerle terör kıskacında - Şükran Soner

Türkiye için dünün yaşamsal sıcak gündeminde, İdlib’de son Rusya bombalaması,  Esad operasyonları, Amerika’nın resti, Türkiye’nin İdlip’de üstlendiği rol üzerinden İran’da gerçekleştirilen zirvenin sonrası ortaya çıkacak, bizim her zamanki gibi sonradan anlamaya çabalayacağımız gerçekçi gelişmelerin sonuçları vardı... 

Sabahtan toplantıya ilişkin, son İdlib gelişmeleri canlı yayınları aktarımları arasında, dün gece toplantı sonrası yapılacak açık oturumlardaki uzman görüşlerinin alınmasının reklamları vardı... Bilindiği üzere resmi toplantıların, liderlerinin resmi açıklamalarındaki barışçı çabalara ilişkin söylemler gerçeklerin öğrenilmesinde yeterli olamayacağından, dünyanın her yerinde, en çok da medya güdülenmesine de hizmet etme amaçlı uzman değerlendirmelerinin taraflılık, bakış açılarına da paylar tanınmış olarak biraz daha sağlıklı sonuçlar çıkarılması zorunluluğu var.
 
Türkiye’nin İdlip’de var olmasının açıklanması, tezinin güçlendirilmesine de yönelik İdlib’den taze canlı yayınlar ağırlıklı sivil dramları, kaygıları üzerindendi.

Kesekâğıtlarından çocuklarına gaz maskesi yapmaya uğraşan anne-babalar görüntülerde iç buruyordu. Türkiye’den daha çok, dünyadan yardım isteyen bölgenin yerli aşiretlerinin temsilcileri toplantısı bir başka boyutu yansıtıyordu. Haddimi aşmaya, İran’dan gelen ilk görüntülerden başlayan sonuç değerlendirmelerine elbet kalkışmayacağım. Sadece haberlerin dünya ve ülkemiz ayaklarında çok sık BM, AB, Almanya, Amerika ve elbette Trump başta, Putin, İran liderleri, Erdoğan  penceresinden bilgilendirmeler uçuşup durmakta... 

Yazımın başlığı, elbette çok özet, algılanması zor, dünyayı kasıp kavuran, dünyanın, insanlığın geleceği adına hiç de olumlu olmayan gelişmeler için, 4 Eylül günü İstanbul’da yapılan bir toplantı üzerinden, daha serinkanlı, genel sorgulamalara açıklık adına katkıda bulunmak isterim... Almanya liberal demokrat siyasetlerinin vakfı, Friedrich Naumann Vakfı’nın kuruluşunun 60. yıldönümü etkinlikleri kapsamında, 1947 yılında kabul edilmiş Liberal Manifesto gündemli toplantısı, tartışmaları, yaşadıklarımızın güncelinin sorgulanması boyutu ile anlamlı olabilirdi...

***

Liberal Manifesto, liberal demokrasinin, insan hakları, demokrasiye dönük yüzünde 70 yıldır savunulan değerler, ilkeler, dünyanın yeniden paylaşım sorunları savaşlarında, popülist, otoriter, diktatoryal başkanlıklar, liderler ile, yine emperyal çıkarlar adına yoksul güney, İslam dünyası, enerji yatakları, kirli paylaşım çıkar oyunları adına üretilen, ırkçılık soslu, her türden inanç ayrımcılığı odaklı, aşiretler, alt kimlikler sömürücülüğü cepheleştirmelerinde, terör örgütlerinin kuralsız, vahşette sınırsız çatışmalarının çapraz kullanılmalarının kıskacında.
 
İtiraf etmeliyim ülkemiz özelinde, Tito Yugoslavyası’nda doğmuş kendi özelimde, çocukluk, gelişim yıllarımda bilincime kazınmış değerler ile, 1960’lar sonrası ülkemizde yaşanan Cumhuriyet kazanımları, Anadolu uygarlıkları, aydınlanmacılığı değerleri bileşkesinde evrensel ölçeklerde gazetecilik üzerinden örgütlülükler, sol siyasal, toplumsal açılımlar, insan hakları, demokrasi, sendikal haklar, sosyal devlet açılımlarında yaşanmışlıklar içinde, Türkçe metin üzerinden yeni okuduğum liberal manifestonun çok övünülen insan hakları, demokrasi kriterlerini yetersiz buldum. Belki de evrensel saydığım tüm örgütlenmelerle, sosyalist enternasyonal, güler yüzlü sosyalizm ilkeleri içinde toplumsal etkilenmelerim, tanıklıklarım ağır basmakta... 

Yine de emperyal güç odaklarının, 1. - 2. dünya paylaşım savaşlarında, Hitler’in başını çektiği ırkçılık, inanç ayrımcılıkları üzerinden akıtılan kanların, yaşanmış insanlık dramlarından etkilenmiş olarak liberal manifesto yazmak, insan hakları, demokrasi için ilkeler saptamak adımları anlamlı olmanın ötesinde çok önemli ve işlevsel. Tartışmalar yaşanan gelişmelere ilişkin veriler dünyanın günümüzde yeni emperyal güç odaklı savaşlarda liberal manifestonun ilkelerine uymayan diktatoryal, otoriter adımların, nedenlerin sorgulanması üzerinden. 

Almanya’nın liderliğini yaptığı, liberal manifestonun kriterlerinin korunmasının savunulduğu merkezler, Amerika başta, AB içinde bile çok fazla ülkede manifestonun demokrasi kriterlerinin ayaklar altına alınmasından yakınıyorlar. Yine de ilkeli savunma, savaşım içinde, popülist otoriterleşmeler, liderler eliyle yaşatılan travmanın, açılan yaraların onarılması umutlarını savunuyorlar. 

Asıl sorun emperyal çıkarlar adına, hedef tahtasına alınmış ülkelerde üretilmiş terörle yaratılmış vahşetin içinde gelinebilen noktalarda. İşin içinden çıkılmasında dünya ölçeğinde yaşadığımız olumsuzluklarda, işin içinden çıkılması zor görülen pazarlıklarda...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Avrupa Ordusu - MUSTAFA K. ERDEMOL

Kısa bir süre önce AB üyesi 23 ülke ortak bir Avrupa Ordusu kurma konusunda anlaştılar bilindiği gibi. 70 yıl sonra gelen bir anlaşmaydı bu. Anlaşmaya imza atan 23 ülke toplamda 5 milyar avroluk (5.8 milyar dolar) bir Avrupa Savunma Fonu oluşturacaklar öncelikle.

Bu gelişme üzerine birkaç yıl önce yazdığım bir yazı geldi aklıma. O zaman da bir AB ordusunun kurulmasının zor olacağını savunuyordum, şimdi de. Bakın ne yazmışım:
Zaman zaman gündeme gelir nedense. Hatta 1952 yılında daha da ciddiye binmiş bir öneriydi bu. Almanya, İtalya, Belçika, Lüksemburg, Hollanda kolları sıvamışlardı bu konuda. Eğer Fransa itiraz etmeseydi belki de kurabileceklerdi.
Avrupa Ordusu’ndan söz ediyorum. Avrupa Birliği’nin (AB) hemen hemen her alanda rekabet içinde olduğu ABD ile askeri alanda da karşı karşıya gelmesine yol açacak bir “Avrupa Ordusu” kurma düşüncesi bir kez daha dile getirildi çünkü. Bu kez söz eden de Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker.

ABD ile Avrupa arasında hem tartışma hem de bir rekabet konusu olan Avrupa Ordusu fikrini ortaya atanların gerekçesi AB üyesi ülkelere ya da komşularına yönelik, “barışı tehdit eden” gelişmelere anında müdahale etmek. Juncker, önerisini daha da çekici hale getirmek için ordunun kurulmasının Avrupa ülkeleri arasında bir daha savaş olmayacağının göstergesi olduğunu ileri sürdü. Tabii asıl neden Avrupa’nın dünyadaki sorumluluklarını yerine getirmek.

Neden? AB, dünyadaki sorumluluklarını yerine getiremiyor mu peki? Juncker’in bu sözlerinden aslında AB’nin ABD ile ortak müdahale kararı alırken zaman zaman çatışma içine girdiğinin itiraf edildiğini anlıyoruz.

AB ile ABD arasında yakın zamanda bazı ülkelerde operasyona girişme konusunda anlaşmazlıklar olduğu biliniyor. Libya’da Kaddafi’yi devirmek için düğmeye basıldığında AB ülkeleri ile ABD arasında öncelik kapma yarışı yaşandığını, Fransa’nın Kaddafi’ye “ilk kurşunu” sıkarak, hem ABD’den hem de AB ülkelerinden daha erken davrandığı da anımsanıyor. Suriye krizinin son iki yılında Başkan Barack Obama’nın doğrudan müdahale konusundaki isteksizliği de (bunun yerine başta Türkiye olmak üzere bölgesel güçleri devreye sokma tercihi vardı hep) AB’nin eleştiri konusu oldu uzun süre. (AB içinde de Suriye’ye askeri operasyonu desteklemeyenlerin olması genel olarak müdahale istenmediği anlamına gelmez). Afganistan, Irak gibi emperyalistler açısından çıkmaz sokak sayılan ülkelere bazı AB ülkelerinin asker yollamaktan vazgeçmeleri de AB ile ABD’nin, elbette çıkarları gereği, bazen aynı kanaate sahip olmadıklarının işareti.

En son Kırım’ın bir referandumla Rusya’ya bağlanması sırasında (batı buna Rusya tarafından yutulma olarak bakıyor) AB ülkeleri ABD’yi tepkisinde pasif olmakla suçladılar. Herhalde bu anımsanmış olmalı ki Juncker, “Rusya, Avrupa ordusu olsaydı Kırım’ın işgalinden vazgeçer miydi?” sorusuna “hemen kullanamazdık belki ama Avrupa’nın ortak ordusu Avrupa değerlerinin savunulması noktasında Rusya’ya açık bir etki yapılmasını sağlardı” yanıtını verdi.

Peki NATO’ya ne olacak? Bu sorunların “çözümünde” NATO devre dışı mı kalacak? Juncker bu konuda da açık sözlü: “NATO’nun her üyesi aynı zamanda AB üyesi değil. Bu rekabetle alakalı bir şey de bir değil aksine Avrupa’yı güçlendirmekle ilgili konu. Ayrıca ortak Avrupa ordusu, ilerleme ve askeri malzeme alımı için yoğun bir ortak çalışma ve kayda değer derecede tasarruf sağlar.”

Juncker’in “Avrupa’nın güçlenmesi” ifadesi elbette izaha muhtaç. AB kim karşısında “güçlenmek” istiyor sorusu çıkıyor karşımıza. Bunun yanıtı elbette ABD. Çünkü AB’nin özellikle Ortadoğu’da farklı farklı çıkar ilişkileri var. Bu ABD ile sık sık çatışma yaşamasına da yol açtı. Avrupa, ABD’nin NATO aracılığıyla “hazır kıta” askeri olmak istemiyor. Bir ordu kurulması fikrinin temel nedenlerinden biri bu.

Adı Avrupa Ordusu ama NATO üyesi olan kimi ülkelere de katılmaları için çağrılar var. Kanada bunlardan biri. AB üyesi olmayan ülke AB’den gelen “katıl “önerisine sıcak baktığını açıklamıştı. Yani, NATO üyesi ülkeler de eğer yoğun olarak Avrupa Ordusu’nda yer alırsa, iyice ABD güdümüne girmiş NATO’nun gücü azalmış, Avrupa kıtasında yeni bir emperyal savaş makinesi doğmuş olacak.

Daha 2013’de bu konu bir kez daha AB Zirvesi’nde gündeme gelmiş, İngiltere Başbakanı David Cameron Avrupa Ordusu fikrine karşı olduğunu açıklayarak “kendi kapasitemiz, ordumuz , hava gücümüz” var diyerek bu fikre karşı çıkmıştı. Bugün de bu karşı çıkışını sürdürüyor. İngiltere’nin bu itirazları genel olarak Brüksel’le güç paylaşımına olan karşıtlığından kaynaklanıyor. Malum hala AB para birimi avroya geçmeyen bir ülke İngiltere. Fransa da başından beri Avrupa ordusu kurulmasına karşı, çünkü bu Fransa’nın AB içindeki rakipleri olan Almanya ve İngiltere ile yeni kapışma konusu da olabilecek, başka nedenlerin yanı sıra. Avrupa Ordusu’nun en güçlü destekçisinin Almanya olduğunu da anımsatayım.

Yani ABD’nin “hazır kıta” askeri olmak istememelerine rağmen AB içinde her üye ülkeden destek görüyor değil Avrupa Ordusu fikri. “Başka nedenler” deyişimi de açıklayayım yeri gelmişken: Kurulsa bile böyle bir ordunun ABD’nin gücüyle baş etmesi zor. Çünkü ABD’nin kendi ordusuna harcadığı para tüm AB üyesi ülkelerinden fazla. AB üyesi ülkeler 2011’de 281 milyar dolar harcadı savunmaya. Bu olağanüstü “çok para” bile ABD’nin harcadığının yanında devede kulak sayılır. ABD aynı yıl tam 711 milyar dolar harcadı, düşünün. AB ülkelerinin hepsinin kurulacak böyle bir orduya mali katkıda bulunması kolay değil. Birçok Avrupa ülkesinin kamuoyu askeri harcamaların çokluğuna karşı ve bunu seçim sandığında belli de ediyor.

Kaldı ki AB ülkeleri dış operasyonlar için sadece 100 bin asker sevk edebilecek kapasiteye sahip. ABD’nin ise 400 bin asker sevk edebilecek gücü var.

Ayrıca AB ülkelerinin “strateji kültürleri” birbirlerinden çok çok değişik. Sonra çok farklı çıkarları var ülkelerin. Fransa Irak’ta savaşmıyor örneğin. Ama Orta Afrika Cumhuriyeti’nde var. İngiltere, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yok ama Suriye’de Irak’ta var. İsveç, Avusturya, İrlanda Suriye’de yoklar.

Kurulur mu kurulmaz mı göreceğiz ama zaman zaman dile gelmesi önemli yine de. Bu ABD’yi de “tetikte” tutan bir tehdit bir yanıyla çünkü. ABD eski Savunma Bakanı Robert Gates “Soğuk Savaş dönemi politikacıları olarak bizler artık yaşlandık. NATO, ABD kamuoyunun umurunda değil” uyarısı da bu çerçevede dikkate alınmalı.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Bir cihatçının itirafları - ERK ACARER

Suriye savaşının ilk yıllarında; Öncüpınar, Karkamış, Ceylanpınar, Çobanbey, Cilvegözü, Islahiye, Yayladağı kapılarında rahatça sınır giriş-çıkışı yapan sakallı genç erkekler vardı. Kamuflajlarının altında mevsime göre terlik ya da askeri bot oluyordu. 

Görüntüler, sınırlardan kentlerin içine yayıldı. Bu kişiler; Hatay, Antep, Urfa’da gruplar halinde geziyor, motosiklete biniyor, merdiven altı medreselerin önlerinde toplanıyordu. Hepsi ya Nusra’cı ya IŞİD’ciydi.

A Haber, TRT, Sabah, Yenişafak, Star’a da çalışan, Al Jazeera muhabiri Yılmaz Bilgen iç savaştan itibaren bölgedeydi. Radikallerle fotoğraflarını yayınladı: “Kamuflaj pantolon altında sandalet ve gri çorap.” Kalaşnikof tutuyor ya da tüfeklerin altında selefilerle oturuyordu. “İmza attığı” iki iş önemliydi.

“Yayladağı- Güveççi sınır karakolunda askerlerin yakaladığı Suriyelilere yönelik işkenceler sürüyor, biri buna acilen dur demeli” diye yazdı. Biri dur dedi! Cuheyman adlı hesap, 15.02.2016 tarihinde sosyal medyada şunu paylaştı: “Hatay’da geberen TC askeri mültecilere zulm ediyor diye ifşa edilen köpektir. Vallahu Ala külli şey’in Kadir!”

IŞİD, 2016’nın yılbaşı gecesi, Reina’ya 39 kişinin ölümü ile sonuçlanan saldırıyı gerçekleştirdi. Günler önce yılbaşı hedef alınmıştı; İslamcı ve yandaş medya adeta emrediyordu: “Kutlama!” Mülki amirler; okullara; “Değer yargılarımızdan uzak faaliyetleri özendirmeyin” evrakları gönderdi. Diyanet’in eski Başkanı Mehmet Görmez eliyle, yeni yılın son Cuma hutbesinde “Yaratılış gayesini unutarak, değerlerimizle örtüşmeyen, gayrimeşru davranışlar mümine asla yakışmaz” diye uyardı. Bilgen ise, hedefi tam 12’den vurdu. Yılbaşı öncesinde attığı Tweet’te yer alan görselde Noel Baba kılığındaki cihatçı belinde kalaşnikof ve omzunda roketatarla Noel Baba’yı hedef alıyordu. Bilgen fotoğrafa iki satır not düştü: “Türkmen Dağı’nda bir mücahidin gözünden Christmas.”

Bunların; ifade özgürlüğü ya da gazetecilik faaliyeti sayılıp sayılamayacağı veya tesadüf olup olamayacağı başka bir tartışma konusu. Tartışılamayacak olan ise, Yılmaz Bilgen’in İdlib ile ilgili serzeniş ve itirafları. Nusra ve IŞİD bölgelerine gönderme yapan Bilgen, “Haseke, Rakka, Deir El Zor, Süleyman Şah Türbesi, Türkmendağı, Halep, Munbic, Guta, Humus, Dera, Hama birer birer düştü. İdlib’de sıkıştık kaldık, hem Suriye hem de Türkiye’ye yazık oldu/oluyor” diyerek sitem etti. Paylaşımlarında yer alan bazı ifadeler ise özellikle dikkate değerdi: “Şahsım bilfiil Sayın Erdoğan’ın danışman kadrosuna, başta Adnan Tanrıverdi olmak üzere son 3 yıldır defalarca olan biten olumsuzlukları anlattım.”

Eğit-donat
Bilgen’in faaliyetleri kapsamında, “Sen kimsin sorusu?” ortaya çıkarken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Başdanışmanı olan Adnan Tanrıverdi’nin kurucusu olduğu SADAT A.Ş. de yine önemli hale geldi; faaliyetlerini anımsatmakta yarar var. Askeri ve emniyet alanlarında “hizmet veren” SADAT’ın faaliyetleri; eğitim-donatım. Emniyet’e önerdiği eğitim hizmetleri arasında, istihbarat, terörle mücadele, patlayıcı madde imhası, kriminal, VİP koruması olan SADAT, polis merkezleri kurarak, Emniyet’e personel de yetiştiriyor. Bunlara içerdeki faaliyetleri denebilir.

Dışarıdaki faaliyetler
SADAT’a Suriye tarafından bakmak ise dışardaki faaliyetleri açısından önemli. “Hizmet verilen yabancı kuvvetler” tanımının, düşman ‘Esed’le ilgili olamayacağı açık. Şirketin tanımlanmasındaki ibareler bile Suriye’de savaşanlardan desteğin esirgemediğinin itirafı gibi! Tanrıverdi’nin yapıyı, “Türkiye yasalarına aykırı olduğu halde” Suriye ve Libya’da ılımlı muhalif olarak görülen cihatçı yapılara lojistik destek sağlamak ve onları eğitip donatmak adına kurduğu sıkça dile getirilen iddialar arasında.

SADAT A.Ş. işlevini; “Hizmet verilen ülkelerin Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyaç duyacağı her türlü silah, araç gereç, yedek parça, patlayıcı madde ve malzemenin tedarikinde aracılık yapar” diyerek tanımlarken, adeta Suriye’ye “gönderilenlerle” ilgili bir itirafta da buluyor.

Faaliyetleri 5201 ve 5202 sayılı yasaların belirlediği şekilde Milli Savunma Bakanlığı’nın kontrol ve denetiminde gerçekleştirdiğini söylüyor. Bu açıdan ‘Suriye’ye gönderildiği iddia edilen silahlar üzerine yapılan haberler ve söylemlerin’ neden sorun olduğu merak konusu!

Ekleyelim; MİT de, danışman da Saraya bağlı. Kritik kurumlara ise, söz konusu danışmanın özel şirketi vasıtası ile “çeşitli hizmetleri” var. İçi ile geniş bir sarmal gibi!

Telabyad IŞİD’in elindeyken, Akçakale ile Suriye arasındaki tempon bölgede Türkçe konuşan IŞİD’cilere bizzat tanıklık etmiştik. Yöre halkı eski Özel Harekatçıların eğitim için IŞİD bölgesine geçtiklerini belirtmişti. Bu emekli Özel Harekâtçıların kim olduğu, kime bağlı bulunduğu, devletin bunları nasıl görmezden geldiği soruları da cevapsız kaldı. Suriye’deki kaynaklarımız ise Türkiye’ye ait olası özel harp dairesine şöyle dikkat çekmişti: “IŞİD’in eğitim merkezlerinden biri Menbiç ve Cerablus arasındaki bir köyde. Karargâh olarak kullandıkları bir otel var. Burada Türkiye’deki eski Özel Harekatçılara eğitim veriliyor.”

“Yıkmayın” diyen gazetecilerin, vekillerin yargılandığı, cezalar aldığı Türkiye’de bir “gazeteci” kırgınlıkla itiraf etti. Arşiv önemlidir. Sorular da… 

Kim suçlu?

Erk Acarer / BİRGÜN

Böyle mi döndünüz Atatürkçülüğe - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Önce sadece bir "iddia", sonrasında ise "ihtimal"di (ki, Ankara'da belki sahiden yerli ve millî olan birileri çıkar da dur der bu skandala diye o zaman da yazmıştım); şimdi görüyorum ki kesinleşti.
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, kendi ifadesiyle "üniversitenin bulunduğu tarihi mekan ve binalarla özdeşleşmiş önemli şahsiyetler, olaylar ve kurumları gün yüzüne çıkarmak ve böylece Ulus'un tarihine ışık tutmak için" hazırladığı  "Müzeler Avlusu" projesine "İsklipli Atıf Hoca Müzesi"ni de dahil etti.
                                                                         ***

Benim algımda bu, bir "Şehitler Anıtı" yapıp bir köşesine de İmralı'daki caninin figürünü iliştirmek gibi;
Yanına bir "Genç Cumhuriyet Resim Müzesi", bir "Hacı Bayram Veli Müzesi", bir "Hazine Kasa Dairesi Müzesi", bir "Kamu İşletmeleri Müzesi", bir "Demokrasi ve Adnan Menderes Müzesi", bir "Eski Ankara Fotoğrafları Sergisi" filan da iliştirirsek arada kaynar diye mi düşündüler bilemiyorum ama mevzu gerçek bir "vatan haini"nden bir "kahraman" yaratmaya çalışmak, onu "abide bir şahsiyet"e dönüştürerek ölümsüzleştirmek ise, Hababam Sınıfı'nın o meşhur repliğini tekrarlar bizim dilimiz de;
Ben kül yutmam!
Biz, kül yutmayız!
"İskilipli Atıf"ı bize matah, makbul, anmaya değer bir zat-ı muhteremmiş gibi yutturamazsınız!

                                                                         ***
Bakın, bakın, bakın...
Bir de gururla ilan ediyorlar. Müzede İskilipli'nin "ilmi ve entelektüel yönlerini ilk defa çok geniş olarak" sergileyeceklermiş!
Mesela neleri?
İskilipli Atıf;
Başkanı olduğu Teali İslam Cemiyeti eliyle Atatürk'e "alçak", "melun", "hain", "haydut", "Selanik dönmesi" demiş...
Kuvayı Milliyecileri, katledilmeleri için hedef göstermiş...
Bir "hain".
Halkı millî mücadeleye karşı kışkırtmak için Allah ile aldatmaya kalkışmış, "İslam'ın kilidini İngilizler koruyacak" demiş müstemleke zihniyetli bir "teslimiyetçi", "iş birlikçi".
İskilipli Atıf'ın da kurucusu ve yöneticisi olduğu Teali İslam Cemiyeti'nin Kurtuluş Savaşı'na kin kusan bildirilerini de sergileyecek misiniz?
                                                                         ***

Sözüm, bir yandan ÖSYM Başkanı'nın atamasında olduğu gibi "devletin kurucu ideolojisine dönüş" mesajı verirken diğer yandan böyle skandallara göz yumarak bir çuvalı berbat eden yönetenlere;
Böyle mi dönüyorsunuz Atatürkçülüğe?
Kabrinin dibine cellatlığa soyunanlar adına müzeler açarak mı?


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU  / YENİÇAĞ

Savaş Suriye’de, pazarlıklar Tahran’da - İBRAHİM VARLI

Suriye iç savaşı bir ‘vekâlet savaşı’nın zaman içerisinde nasıl da açık bir paylaşım, egemenlik ve nüfuz savaşına dönüştürüldüğünün seyrini anlamak açısından adeta bir laboratuvar. Rejim değiştirme hülyasıyla fitili ateşlenen yüz binlerce kişinin yaşamına mal olan savaş Suriye’de yaşanıyor ancak pazarlıklar Riyad, Tahran, Moskova, Washington, Viyana gibi başkentlerin yanı sıra Cenevre, Astana, Soçi’de yapılıyor.

İdlib özelinde son günlerde artan askeri ve diplomatik trafik bu paylaşım/nüfuz savaşını bir kez daha gözler önüne serdi. ABD ve Fransa gibi Batılı müttefikleri radikal İslamcı grupların elindeki son kale olan İdlib’e yönelik harekâtı engellemek için seferber olurken, “garantör ülkeler” Rusya, İran ve Türkiye bugünkü Tahran Zirvesi’nde İdlib ve Suriye’yi masaya yatıracak.

ABD, Fransa ve İngiltere üst üste yaptıkları “İdlib’de kimyasal silah kullanılırsa Suriye’yi vurmaya hazırız” tehditleriyle Tahran’daki buluşmaya mesaj göndererek, Batı Suriye’deki mevziyi kaybetmemeye çalışıyorlar.
Zirveden çıkacak olası bir operasyon kararıyla da savaşın ilk perdesi kapanmış olacak. Radikal İslamcı grupların mutlak yenilgisi anlamına gelecek olan İdlib’in cihatçılardan alınmasıyla da, Şam yönetimi ülke topraklarının dörtte üçüne kontrolüne alacak.

Birinci perde aralanacak
Suriye savaşı İdlib’de son bulmayacak, sadece savaşın birinci faslı son bulacak, sonrasında ise ikinci perde aralanacak. Nedir bu ikinci perde? Kürtlerin kontrolündeki bölgelerle, ABD’nin fiili denetimindeki Fırat’ın doğusu ki buralar toplamda ülke topraklarının yüzde 24’ünü teşkil ediyor, sorun olarak varlığını koruyor.

Paylaşım, nüfuz, güç savaşının kanlı bir arenasına dönüştürülen Suriye’de iki kamp karşı karşıya. ABD’nin başını çektiği İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada’dan Körfez Arap ülkelerine kadar uzanan silahlı muhalefeti destekleyen cephenin karşısında, rejimin yanında saf tutan Rusya, İran, Lübnan Hizbullahı ve çok fazla ön plana çıkmak istemese de Çin var.
Suriye bu iki kamp arasında zımni bir paylaşıma tabi tutulmuş durumda. Tahran ve Pekin’i de arkasına alan Rusya, Suriye sahasında ABD’ye istediği oyunu kurdurmuyor. ABD’nin başını çektiği cephe büyük bir yenilgi almak üzere. Kaybetmek üzere oluşunun da verdiği öfkeyle Trump yönetimi, saldırganlığını bir üst boyuta çıkarma hazırlığında.


Saray rejiminin İdlib çıkmazı
Astana süreci kapsamında arabuluculuk misyonu biçilen AKP kendisinden beklenilen sorumluluğu yerine getiremedi. Radikal İslamcı grupların silah bırakarak, müzakere masasına oturtma görevi fiyaskoyla sonuçlandı. YPG/SDG üzerinden ABD ile ÖSO ve türevleri nedeniyle de Rusya ile karşı karşıya gelen AKP hükümeti, iki küresel aktörün kendi aralarındaki sürtüşmeden faydalanma arayışında.

İdlib sonrası pay kapma telaşı
İdlib sonrası Suriye’de yeni bir aşama başlamış olacak. Radikal İslamcı tehlikenin bertaraf edilmesiyle Cenevre ve Astana’da kurulan siyasi müzakere masaları da yeniden tanzim edilecek, paylar/roller yeniden dağıtılacak. Günlerdir “kimyasal saldırı” bahanesiyle Suriye’yi vurmakla tehdit eden ABD, Fransa ve müttefikleriyle “askeri bir hareketlilik işleri daha da mahveder” diyen Türkiye’nin kaygısı da İdlib’in kaybedilmesiyle masadan daha az pay kapacak olmaları.

Suriye’nin yeniden inşa sürecinde pay kapmak isteyen Türkiye, Şam’la masaya oturan Kürtlere özerklik tanınmaması konusunda diretiyor. Afrin ve Cerablus hattındaki askeri varlığın sonlandırılması için yapılan pazarlıklar da doğrudan bununla ilintili.

Tahran zirvesi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın Suriye’deki savaş sona ermeyecek. ABD ve müttefiklerinin harekete geçirdiği fay hatlarının yol açtığı tektonik kırılmalar istikrarsızlık üretmeyi sürdürecek. Fırat’ın doğusuna yerleşen, burada bölgesel bir takım tasavvurlara girişen ABD emperyalizmi kolay kolay pes etmeyecek gibi. En büyük kırılma da Fırat’ın doğusunda yaşanacak.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Ziya Selçuk Kemalizmle belaya soktuğu başını Atatürkçülükle kurtaracak-ÜNAL ÖZMEN

Ziya Selçuk, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı olduğunda kendi eğitim anlayışına yer açmak için önceki sistemini ağır ve insafsız bir dille eleştirdi. Eleştiriden Atatürk ve Atatürkçülük de nasibini aldı. Ne yazık ki çoğunlukla katıldığım eleştirileri, bir eğitimcinin görüşü olarak değil, haklı olarak bürokratı olduğu islamcıların adına yapılmış tepkisel konuşmalar muamelesi gördü.

‘’Marjinal gruplarca popularize edilen ve günlük siyasetin malzemesi haline getirilen”, “medyada kullanıldığı anlamda Kemalizm eğitimin yapı taşı olamaz’’ sözü ve sabah törenlerinde öğrencilere okutturulan “Andımız”a yönelik eleştirisi (Sözcü, “Andımız” tartışmasını başlatanın Ziya Selçuk olduğunu bilse, herhalde dün manşetten yaptığı “Açılım yüzünden kaldırılan Andımız yeniden okunsun” çağırısı yapmazdı.) Ziya Selçuk’u sert bir tartışmanın içine çekmişti. Daha sonra sözlerine Kemalizm Atatürkçülük ayrımı yaparak açıklık getirmeye çalıştıysa da istifasına kadar Atatürk’le sorunlu liberallerden biri olduğu algısını kıramadı.

İlk iktidar yıllarında AKP’nin en çok dikkat ettiği şey Atatürkçülüğü ve Atatürk’ü tartışmaktan uzak durmaktı. AKP, yıkım ekibini oluştururken yıkıma hangi cumhuriyet değerlerinden başlanacağını liberaller etüt ediyordu. Selçuk’un Kemalizm’le ilgili sözleri ve yeni müfredatlarda Atatürkçülük konularının azaltılması, kendilerini Atatürkçü sayan dönemin paşalarının da dikkatini çekti. O tarihlerde kendisi ile yapılan söyleşilerde askerlerin Atatürkçülük konusunda uyarı ve telkinleri olmadığını söylese de MGK toplantılarına çağırılıp nezaket dışı yöntemlerle uyarıldığından haberdarız.

Ziya Selçuk kendisi hakkındaki kamuoyu yargısını, işletmeci olarak okuluna döndüğünde kırmaya çalıştı. İşletmeci olarak okul müşterilerinin talebine (Atatürkçü okul) karşılık vermesi gerekiyordu. Başarılı da oldu. Yine de Selçuk’un kendine göre bir Atütürkçülük anlayışı olduğunu, başarısını tüccar riyakarlığına bağlamanın haksızlık olduğunu özellikle belirtmeliyim. Bu nedenledir ki Selçuk’un milli bayramların tekrar okullarda kutlanması, derslerde Atatürkçülüğe yer verilmesi kararının muhafazakar Atatürkçülüğe uygun samimi bir girişim olduğunu söyleyebilirim.

Ziya Selçuk’un Atatürkçülere uzattığı bu zeytin dalını, Bekir Coşkun’un aksine islamcı yönetimin (Erdoğan’ın) bilgisi veya arzusu dahilinde gerçekleştiğini düşünmüyorum. Çünkü bana göre Ziya Selçuk’un hükümet içindeki konumu, koalisyon hükümetinin muhafazakar Atatürkçüleri temsil eden küçük ortağına denk geliyor. Eğitimde Atatürk ve Atatürkçülük laikliği çağrıştırır, Ziya Selçuk bağlamından koparmaya yeltenmezse, Erdoğan’ın tahammül sınırı Atatürkçülüğün bu anlamına dayanamaz.

Eğitimde yeni paradigma ne olabilir ki?
Eğitimde biri kamucu diğeri piyasacı olmak üzere iki paradigma vardır. Piyasacı, dinci ve gelenekselcidir; kamucu, demokratik, laik ve bilimseldir. 15 Ekim’de açıklanacağı duyurulan eğitimdeki yeni paradigma hangisi olabilir? Mevcut paradigma dinci-piyasacı, diğer seçenek bilimsel, laik ve demokratik eğitim olduğuna göre iktidar değişmeden paradigmanın değişmesi sizce mümkün mü? Daha net bir soru; islamcı bir yönetim, eğitimi laikleştirir mi?

AKP’nin kuruluşundan bugüne çeşit çeşit Erdoğan gördük. Fakat o kendi haki rengini hiç değiştirmedi. Ziya Selçuk, eğitimde paradigma değişiminden söz ederken acaba Erdoğan’ın değişmezlik özelliğini dikkate aldı mı? 

Reis zihniyetini değiştirmeden ona, onun adına hizmet yapan paradigmasını değiştirebilir mi?

Diyelim ki dediğim gibi Ziya Selçuk hükümetin üyesi değil de ortağı, eli güçlü ve Erdoğan ona mahkum; devletin bakış açısı değişmeden bir biriminin paradigması değiştirirse ne olur? Tavuğun tilki inine girmesi gibi birşey olur herhalde. Mesela Erdoğan “kindar, dindar” nesiller isterken siz ona ‘o dediğin yok, laik gençler verelim” diyebilir misiniz?

Türkiye, 2003’te teşebbüs ettiği eğitimde paradigma değişimini Erdoğan’ın himayesinde 2012’de tamamladı. Buradan geriye dönüş elbette paradigma değişimini gerektirir. Ancak bunun Erdoğan yok sayılarak gerçekleşmesi mümkün değil. 

Kısacası paradigma değişimi, mevcut paradigmanın muhalifi olmasından ötürü iktidar değişimine tekabül eder. İktidarı değiştirmeden paradigmanızı, (burası muhalefete) paradigmanızı değiştirmeden iktidarı değiştiremezsiniz…

Ünal Özmen / BİRGÜN

Diktatör ölünce - Serdar Çelik / BİRGÜN

1975’te Franco öldüğünde kendisine şaşaalı bir cenaze merasimi yapılıp tüm devlet başkanları cenazeye davet edilmesine rağmen törene sadece o zamanki Şili Devlet Başkanı Augusto Pinochet, Ürdün Kralı I. Hüseyin ve Monaco Prensi Raniero katılmışlardır.

36 yıl boyunca ülkesi İspanya’yı, taraftarlarının gözünde, önceleri Yahudiler sonra Mason lobisi daha sonra komünistler ve son olarak da İspanya’nın gelişmesinde gözü olan uluslararası güçlerden koruyan bir şef olarak yöneten, sıkı Katolik, aşırı milliyetçi ve dibine kadar muhafazakâr, Falanjist Parti Lideri General Francisco Franco’nun 20 Kasım 1975 tarihindeki ölümü, günümüz İspanya’sının yeniden doğumu olmuştur.

Tarihi boyunca Monarşiyle yönetilen ülkede 1931 yılında yapılan yerel yönetimler seçimini monarşi karşıtı Cumhuriyetçilerin kazanmasıyla ülkeyi terk edip Roma’ya kaçan XIII. Alfonso’dan sonra ülke demokratik cumhuriyet rejimine geçmişti fakat pek çok demokratik reforma rağmen Cumhuriyetçiler 1936 yılında iç savaşın çıkmasını engelleyememişler ve Napoleon Bonaparte’dan sonra Avrupa’nın en genç 2. generali (34 yaşında) olan Franco, askeri bir darbeyle kendisini İspanya Kralı ilan etmişti.

Oğlu olmayan ve tek kızının kocasıyla son yıllarında ülkeyi yönetmeye çalışan diktatör; artık damadın bu işi götüremeyeceğini anlamasından mıdır? Yoksa kendince, ölmeden önce hak yerini bulsun, krallık şeceresi kaldığı yerden devam etsin diye midir? Bilinmez, kendisinden sonraki kralın Roma’ya kaçan kralın oğlu Juan Carlos olacağını sağlığında belirtmiş ve hatta onu bu göreve hazırlamıştı.

Bir taraftan da Franco ölmeden ülkeye huzur gelmeyeceğini düşünen, çoğu yurt dışında yaşayan ve kimisi diktatörlükle ters düşen eski faşistler, kimisi liberaller kimisi de komünist ve sosyalistlerden oluşan bir avuç İspanyol da Franco sonrası için deklerasyonlarda bulunuyorlardı. Bunlar, 1970’lerin başında Madrid'deki yakın ülkeler büyükelçilerinin bir toplantısında söylenen “Francodan sonra İspanyada kan gövdeyi götürür” tezinin aksine belki de iç savaş yaşamış bir neslin çocukları olarak savaşsız, darbesiz, yalansız ve çıkar gözetmeden nasıl bir ülke düze çıkar üzerine kafa yoruyorlardı. O zamanlar Amerikayı özgürleştirdiği düşünülen Kennedy’nin Franco’ya müdahale edip İspanya’yı da özgürleştireceğini düşünenler de az değildi.

1975’te Franco öldüğünde kendisine şaşaalı bir cenaze merasimi yapılıp tüm devlet başkanları cenazeye davet edilmesine rağmen törene sadece o zamanki Şili Devlet Başkanı Augusto Pinochet, Ürdün Kralı I. Hüseyin ve Monaco Prensi Raniero katılmışlardır.

Yeni kral I. Juan Carlos’un kraliyet tacını takar takmaz, 1960’lı yılların sonlarında başlayan ve yasadışı kabul edilen sendikalaşma ile yetmişli yıllarda durdurulamaz boyutlara ulaşan öğrenci hareketlerinin getirdiğini sandığım bir zorlamayla bundan sonraki rejimin “Parlamenter Monarşi” ve devletin de “Sosyal ve Demokratik Hukuk Devleti” olacağını ilan ediyordu. Şimdilerde o günler üzerine analizler yapan yakın tarihçilerin, gazetecilerin ve yazarların birleştikleri ve kansız, darbesiz, geniş bir konsensusla sağlanan bu geçişin o yıllarda her biri geniş kitlelere hitap eden eski faşist lider Ridruejo’nun bir Fransız gazetesine söyledikleriyle efsanevi komünist lider Carillo’nun “Franco’dan sonra devrim veya darbeyle değil reformla düze çıkacağız” yönündeki açıklamalarının çakışması ve her ikisininde “Franco’nun öldüğü gün kutlanması gereken bir gün değildir, önemli olan kimin elinden olursa olsun İspanyolların kaybettikleri özgürlükleri tek tek ve gerçekten ele geçirmeleridir” yönündeki açıklamalar bence de birbirinden kurtulmak isteyen insanların bir araya gelmesini sağlayan en büyük etken olmuştu.

I. Juan Carlos bu düzeni kurmak için oluşacak geçiş dönemine başbakan olarak da Franco dönemi bakanlarından, hem de tek parti olan Falanjist Partinin, bakanlar kurulundaki temsilcisi konumundaki Milli Hareket Bakanı Adolfo Suarez’i başbakan olarak atamıştır.1969–73 yılları arasında İspanyol Radyo Televizyon Genel Müdürlüğü de yapan genç Suarez o yıllar için popülaritesi yüksek olan ve pek çok kesim tarafından ılımlı gözüken bir isimdir.

Suarez’in hazırlayıp 1976 yılında Kraliyet Kamarası’na sunduğu Politik Reform Kanunları’nın kabul edilmesiyle, tam anlamıyla demokrasiye geçilmiş olmasa da bunun için önemli bir yolun önü açılmış oluyordu. Yine bu yıllarda, çift parlamenter (Millet Meclisi ve Senato) rejimin kurulması, Kral’ın yetkilerinin kısıtlanması, Komünist Parti’nin yasallaşması ve o zamana kadar bölücü kabul edilen partilerin de katılımıyla, 1936 yılından sonraki ilk bağımsız genel seçimlerin 1976 yılında yapılması sağlanmıştır.

95 yıla sahip olduğunu savunduğumuz cumhuriyetimizin 35 yıllık İspanyol demokrasisinden alacağı dersler olması her ne kadar 20 yılını İspanya’da geçirmiş bir Türk olarak beni biraz üzse de, orada hayretler içinde yaşadığım ve nasıl oldu da Franco öldüğünde onun naaşı önünde bitmez tükenmez kuyruklar oluşturan bu koyu katolik dindar, muhafazakâr ve büyük şef hayranı İspanyollar bu hale geldi diye hâlâ düşünüp dururum.


Hemen seçimlerin ardından gerçek parlamenter demokrasiye geçebilmek için ihtiyaç duyulan ve temelinin Özgürlük-Adalet-Eşitlik olacağı açıklanan yeni anayasanın oluşturulması için Kraliyet Kamarası ve Millet Meclisi Anayasa Komisyonu’nun seçtiği ve liberal merkezci partiden 3, Hıristiyan Demokratlardan 1, birleşik Katalanlardan 1, sosyalist partiden 1, komünist partiden 1 kişiden oluşan ve “Anayasanın Babaları” adı verilen 7 kişilik bu kurul bir anayasa taslağı hazırlamak üzere görevlendirilmişlerdir. O yıllarda pek çok insanın kabul etmediği, eleştirdiği, özellikle Basklı’ların, Katalan bir temsilci olmasına rağmen kendilerinden bir temsilcinin olmadığı için protesto ettiği bu kurul, halen anlatılan önemli politik anekdotlarla yaklaşık bir yıl süren bir çalışma sonrasında Millet Meclisi ve Senato’da ayrı ayrı görüşülüp kabul edilmek üzere şimdiki İspanya’nın temelini oluşturan yeni anayasa taslağını hazırlamışlardır.

Daha sonra Anayasa Bayramı ilan edilen, 6 Aralık gününde halkın %87 oyla kabul ettiği bu anayasa, halen İspanya’da güncelliğini koruyan anayasadır.

1979 yılında yürürlüğe giren ve yürürlüğe girmesiyle birlikte Kraliyet Kamarasının ortadan kalktığı ve bir önceki meclislerin feshiyle İspanya, yeni anayasası gereği, Otonom bölgelerinin de inisiyatif aldığı meclisleri seçmek üzere yeni seçimlere gider. Bu seçimleri İspanya’da geçiş dönemini yöneten Adolfo Suarez’in partisi UDC kazanır. Ancak toplama merkezcilerden oluşan parti içindeki çatışma ve ayrışma 1981 yılında Adolfo Suarez’i istifaya zorlar. Onun ayrılmasıyla partinin ve hükümetin başına geçen Jose Calvo Sotelo’nun meclisteki güvenoyu oylaması sırasında, o yıllarda bu gelişmeleri içine sindiremeyen ve keskin gruplaşmaların oluşturduğu kargaşa ortamından yararlanmak isteyen Albay Antonio Tejero’nun Meclisi silahlı adamlarıyla basarak bir askeri darbe girişiminde bulunması kırılgan demokrasilerin neler doğurduğunun açık göstergesi olarak bizim yaşadıklarımızla da özdeşleşmektedir. 24 saatlik olması nedeniyle bizim 15 Temmuz’a da benzeyen bu girişim Kral Juan Carlos’un da gayretleriyle tüm taraflar toplanarak askerleri kontrol altına almasıyla tarihe geçmiştir. Devamında Calvo Sotelo 1982 yılı için erken seçimleri ilan etmiş ve bu seçimlerde PSOE’nin (İspanya Sosyalist İşçi Partisi) Endülüslü bir çiftçi ailesinin avukat oğlu olan genç lideri Felipe Gonzalez, rahat bir ekseri çoğunlukla, çoğu Franco döneminin, bizim imam hatiplerin daha radikali olan kilise okullarından mezun sosyalist milletvekilleriyle yeni anayasalı, yeni İspanya’nın, yeni yüzü olmuşlardır.

Sosyalistler 14 yıllık yönetimleri sırasında İspanya dış mihrakların düşmanlığını unutmuş, Avrupa Birliğine üye olmuş, özellikle adalet, eğitim ve sağlık konularında köklü reformlar yapılmış ve dini baskılarla büyüyen nesillerin çocukları, ebeveynlerinin zamanında ahlaksız sayıldığı için cinsel organların isimlerinin dahi sözlüklerde yazılmasının yasak olduğu fakat kilise papazlarının pedofili skandallarının ayyuka çıktığı bir dönemden tabiri yerindeyse tereyağından kıl çeker gibi ve çok kısa sürede tüm özgürlüklerin saltanat sürdüğü bir yaşam standardına kavuşmuşlardır.

95 yıla sahip olduğunu savunduğumuz cumhuriyetimizin 35 yıllık İspanyol demokrasisinden alacağı dersler olması her ne kadar 20 yılını İspanya’da geçirmiş bir Türk olarak beni biraz üzse de, orada hayretler içinde yaşadığım ve nasıl oldu da Franco öldüğünde onun naaşı önünde bitmez tükenmez kuyruklar oluşturan bu koyu katolik dindar, muhafazakar ve büyük şef hayranı ispanyollar bu hale geldi diye hala düşünüp dururum. Her bakımdan pek çok benzerlik yaşadığımız bu ülkenin yakın geçmişi bence ülkemizin geleceğini görmek isteyen insanların araştırması gereken önemli bir mecra.

Ben dört köpekle savunduğum ve bir kadın başkan tarafından yönetilen Cunda'daki 100m2’lik özgün cumhuriyetimde edebiyat ve çeviriden vakit çaldıkça bu konuya kafa yorup araştırmalar yapmaya devam ediyorum, benden yardım isteyenlere de elimden geldiğince yardımcı olmaya hazırım.

Serdar Çelik / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...