7 Eylül 2018 Cuma

Diktatör ölünce - Serdar Çelik / BİRGÜN

1975’te Franco öldüğünde kendisine şaşaalı bir cenaze merasimi yapılıp tüm devlet başkanları cenazeye davet edilmesine rağmen törene sadece o zamanki Şili Devlet Başkanı Augusto Pinochet, Ürdün Kralı I. Hüseyin ve Monaco Prensi Raniero katılmışlardır.

36 yıl boyunca ülkesi İspanya’yı, taraftarlarının gözünde, önceleri Yahudiler sonra Mason lobisi daha sonra komünistler ve son olarak da İspanya’nın gelişmesinde gözü olan uluslararası güçlerden koruyan bir şef olarak yöneten, sıkı Katolik, aşırı milliyetçi ve dibine kadar muhafazakâr, Falanjist Parti Lideri General Francisco Franco’nun 20 Kasım 1975 tarihindeki ölümü, günümüz İspanya’sının yeniden doğumu olmuştur.

Tarihi boyunca Monarşiyle yönetilen ülkede 1931 yılında yapılan yerel yönetimler seçimini monarşi karşıtı Cumhuriyetçilerin kazanmasıyla ülkeyi terk edip Roma’ya kaçan XIII. Alfonso’dan sonra ülke demokratik cumhuriyet rejimine geçmişti fakat pek çok demokratik reforma rağmen Cumhuriyetçiler 1936 yılında iç savaşın çıkmasını engelleyememişler ve Napoleon Bonaparte’dan sonra Avrupa’nın en genç 2. generali (34 yaşında) olan Franco, askeri bir darbeyle kendisini İspanya Kralı ilan etmişti.

Oğlu olmayan ve tek kızının kocasıyla son yıllarında ülkeyi yönetmeye çalışan diktatör; artık damadın bu işi götüremeyeceğini anlamasından mıdır? Yoksa kendince, ölmeden önce hak yerini bulsun, krallık şeceresi kaldığı yerden devam etsin diye midir? Bilinmez, kendisinden sonraki kralın Roma’ya kaçan kralın oğlu Juan Carlos olacağını sağlığında belirtmiş ve hatta onu bu göreve hazırlamıştı.

Bir taraftan da Franco ölmeden ülkeye huzur gelmeyeceğini düşünen, çoğu yurt dışında yaşayan ve kimisi diktatörlükle ters düşen eski faşistler, kimisi liberaller kimisi de komünist ve sosyalistlerden oluşan bir avuç İspanyol da Franco sonrası için deklerasyonlarda bulunuyorlardı. Bunlar, 1970’lerin başında Madrid'deki yakın ülkeler büyükelçilerinin bir toplantısında söylenen “Francodan sonra İspanyada kan gövdeyi götürür” tezinin aksine belki de iç savaş yaşamış bir neslin çocukları olarak savaşsız, darbesiz, yalansız ve çıkar gözetmeden nasıl bir ülke düze çıkar üzerine kafa yoruyorlardı. O zamanlar Amerikayı özgürleştirdiği düşünülen Kennedy’nin Franco’ya müdahale edip İspanya’yı da özgürleştireceğini düşünenler de az değildi.

1975’te Franco öldüğünde kendisine şaşaalı bir cenaze merasimi yapılıp tüm devlet başkanları cenazeye davet edilmesine rağmen törene sadece o zamanki Şili Devlet Başkanı Augusto Pinochet, Ürdün Kralı I. Hüseyin ve Monaco Prensi Raniero katılmışlardır.

Yeni kral I. Juan Carlos’un kraliyet tacını takar takmaz, 1960’lı yılların sonlarında başlayan ve yasadışı kabul edilen sendikalaşma ile yetmişli yıllarda durdurulamaz boyutlara ulaşan öğrenci hareketlerinin getirdiğini sandığım bir zorlamayla bundan sonraki rejimin “Parlamenter Monarşi” ve devletin de “Sosyal ve Demokratik Hukuk Devleti” olacağını ilan ediyordu. Şimdilerde o günler üzerine analizler yapan yakın tarihçilerin, gazetecilerin ve yazarların birleştikleri ve kansız, darbesiz, geniş bir konsensusla sağlanan bu geçişin o yıllarda her biri geniş kitlelere hitap eden eski faşist lider Ridruejo’nun bir Fransız gazetesine söyledikleriyle efsanevi komünist lider Carillo’nun “Franco’dan sonra devrim veya darbeyle değil reformla düze çıkacağız” yönündeki açıklamalarının çakışması ve her ikisininde “Franco’nun öldüğü gün kutlanması gereken bir gün değildir, önemli olan kimin elinden olursa olsun İspanyolların kaybettikleri özgürlükleri tek tek ve gerçekten ele geçirmeleridir” yönündeki açıklamalar bence de birbirinden kurtulmak isteyen insanların bir araya gelmesini sağlayan en büyük etken olmuştu.

I. Juan Carlos bu düzeni kurmak için oluşacak geçiş dönemine başbakan olarak da Franco dönemi bakanlarından, hem de tek parti olan Falanjist Partinin, bakanlar kurulundaki temsilcisi konumundaki Milli Hareket Bakanı Adolfo Suarez’i başbakan olarak atamıştır.1969–73 yılları arasında İspanyol Radyo Televizyon Genel Müdürlüğü de yapan genç Suarez o yıllar için popülaritesi yüksek olan ve pek çok kesim tarafından ılımlı gözüken bir isimdir.

Suarez’in hazırlayıp 1976 yılında Kraliyet Kamarası’na sunduğu Politik Reform Kanunları’nın kabul edilmesiyle, tam anlamıyla demokrasiye geçilmiş olmasa da bunun için önemli bir yolun önü açılmış oluyordu. Yine bu yıllarda, çift parlamenter (Millet Meclisi ve Senato) rejimin kurulması, Kral’ın yetkilerinin kısıtlanması, Komünist Parti’nin yasallaşması ve o zamana kadar bölücü kabul edilen partilerin de katılımıyla, 1936 yılından sonraki ilk bağımsız genel seçimlerin 1976 yılında yapılması sağlanmıştır.

95 yıla sahip olduğunu savunduğumuz cumhuriyetimizin 35 yıllık İspanyol demokrasisinden alacağı dersler olması her ne kadar 20 yılını İspanya’da geçirmiş bir Türk olarak beni biraz üzse de, orada hayretler içinde yaşadığım ve nasıl oldu da Franco öldüğünde onun naaşı önünde bitmez tükenmez kuyruklar oluşturan bu koyu katolik dindar, muhafazakâr ve büyük şef hayranı İspanyollar bu hale geldi diye hâlâ düşünüp dururum.


Hemen seçimlerin ardından gerçek parlamenter demokrasiye geçebilmek için ihtiyaç duyulan ve temelinin Özgürlük-Adalet-Eşitlik olacağı açıklanan yeni anayasanın oluşturulması için Kraliyet Kamarası ve Millet Meclisi Anayasa Komisyonu’nun seçtiği ve liberal merkezci partiden 3, Hıristiyan Demokratlardan 1, birleşik Katalanlardan 1, sosyalist partiden 1, komünist partiden 1 kişiden oluşan ve “Anayasanın Babaları” adı verilen 7 kişilik bu kurul bir anayasa taslağı hazırlamak üzere görevlendirilmişlerdir. O yıllarda pek çok insanın kabul etmediği, eleştirdiği, özellikle Basklı’ların, Katalan bir temsilci olmasına rağmen kendilerinden bir temsilcinin olmadığı için protesto ettiği bu kurul, halen anlatılan önemli politik anekdotlarla yaklaşık bir yıl süren bir çalışma sonrasında Millet Meclisi ve Senato’da ayrı ayrı görüşülüp kabul edilmek üzere şimdiki İspanya’nın temelini oluşturan yeni anayasa taslağını hazırlamışlardır.

Daha sonra Anayasa Bayramı ilan edilen, 6 Aralık gününde halkın %87 oyla kabul ettiği bu anayasa, halen İspanya’da güncelliğini koruyan anayasadır.

1979 yılında yürürlüğe giren ve yürürlüğe girmesiyle birlikte Kraliyet Kamarasının ortadan kalktığı ve bir önceki meclislerin feshiyle İspanya, yeni anayasası gereği, Otonom bölgelerinin de inisiyatif aldığı meclisleri seçmek üzere yeni seçimlere gider. Bu seçimleri İspanya’da geçiş dönemini yöneten Adolfo Suarez’in partisi UDC kazanır. Ancak toplama merkezcilerden oluşan parti içindeki çatışma ve ayrışma 1981 yılında Adolfo Suarez’i istifaya zorlar. Onun ayrılmasıyla partinin ve hükümetin başına geçen Jose Calvo Sotelo’nun meclisteki güvenoyu oylaması sırasında, o yıllarda bu gelişmeleri içine sindiremeyen ve keskin gruplaşmaların oluşturduğu kargaşa ortamından yararlanmak isteyen Albay Antonio Tejero’nun Meclisi silahlı adamlarıyla basarak bir askeri darbe girişiminde bulunması kırılgan demokrasilerin neler doğurduğunun açık göstergesi olarak bizim yaşadıklarımızla da özdeşleşmektedir. 24 saatlik olması nedeniyle bizim 15 Temmuz’a da benzeyen bu girişim Kral Juan Carlos’un da gayretleriyle tüm taraflar toplanarak askerleri kontrol altına almasıyla tarihe geçmiştir. Devamında Calvo Sotelo 1982 yılı için erken seçimleri ilan etmiş ve bu seçimlerde PSOE’nin (İspanya Sosyalist İşçi Partisi) Endülüslü bir çiftçi ailesinin avukat oğlu olan genç lideri Felipe Gonzalez, rahat bir ekseri çoğunlukla, çoğu Franco döneminin, bizim imam hatiplerin daha radikali olan kilise okullarından mezun sosyalist milletvekilleriyle yeni anayasalı, yeni İspanya’nın, yeni yüzü olmuşlardır.

Sosyalistler 14 yıllık yönetimleri sırasında İspanya dış mihrakların düşmanlığını unutmuş, Avrupa Birliğine üye olmuş, özellikle adalet, eğitim ve sağlık konularında köklü reformlar yapılmış ve dini baskılarla büyüyen nesillerin çocukları, ebeveynlerinin zamanında ahlaksız sayıldığı için cinsel organların isimlerinin dahi sözlüklerde yazılmasının yasak olduğu fakat kilise papazlarının pedofili skandallarının ayyuka çıktığı bir dönemden tabiri yerindeyse tereyağından kıl çeker gibi ve çok kısa sürede tüm özgürlüklerin saltanat sürdüğü bir yaşam standardına kavuşmuşlardır.

95 yıla sahip olduğunu savunduğumuz cumhuriyetimizin 35 yıllık İspanyol demokrasisinden alacağı dersler olması her ne kadar 20 yılını İspanya’da geçirmiş bir Türk olarak beni biraz üzse de, orada hayretler içinde yaşadığım ve nasıl oldu da Franco öldüğünde onun naaşı önünde bitmez tükenmez kuyruklar oluşturan bu koyu katolik dindar, muhafazakar ve büyük şef hayranı ispanyollar bu hale geldi diye hala düşünüp dururum. Her bakımdan pek çok benzerlik yaşadığımız bu ülkenin yakın geçmişi bence ülkemizin geleceğini görmek isteyen insanların araştırması gereken önemli bir mecra.

Ben dört köpekle savunduğum ve bir kadın başkan tarafından yönetilen Cunda'daki 100m2’lik özgün cumhuriyetimde edebiyat ve çeviriden vakit çaldıkça bu konuya kafa yorup araştırmalar yapmaya devam ediyorum, benden yardım isteyenlere de elimden geldiğince yardımcı olmaya hazırım.

Serdar Çelik / BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder