Kondoskali'den Kumkapı'ya: Bir semtin hikayesi - Ferda Balancar

Araştırmacı yazar Orhan Türker’in ‘Kondoskali’den Kumkapı’ya: Eski Bir İstanbul Semtinin Hikâyesi’ başlıklı kitabı SEL Yayınları’ndan çıktı. İstanbul’un farklı semtleri üzerine yaptığı araştırmalarla ve yazdığı kitaplarla tanıdığımız Orhan Türker’le dünden bugüne Kumkapı’yı konuştuk.

Kitabın önsözünde, “Kumkapı, 1960’ların ortalarına kadar Rumların, Ermenilerin ve Türklerin bir arada yaşadığı, Hıristiyan azınlıkların kültürlerinin ağır bastığı canlı ve renkli bir İstanbul semtiydi” diyorsunuz ve “1960’lardan sonra görülen etnik ve sosyal değişim”e vurgu yapıyorsunuz. 6-7 Eylül 1955’ten sonra Kumkapı’da ve genel olarak İstanbul’da sözünü ettiğiniz etnik ve sosyal değişim yaşanmadı mı?  

Bence, 6-7 Eylül 1955 ekonominin Türkleşmesi için yapıldı. Ama beklenen sonuç tam olarak alınamadı. İnsanlar doğup büyüdükleri, yaşadıkları yerleri terk etmediler. Kırıp dökenler bile, “Bakın artık ne dükkanınız, ne eviniz var. Gidin artık” diyorlardı. Buna rağmen Hıristiyan azınlıklardan önemli bir kesim İstanbul’u bırakıp gitmedi. Demokrat Parti iktidarının ilk beş yılında yani 1950-55 döneminde bir özgürlük ve güven havası vardı. Azınlıklara güven geldi; evler yapıldı. İstatistiklere bakın;1950-55 arasında azınlıkların doğum oranında ciddi bir artış vardır. İnsanlar artık, “Burası bizim de ülkemiz. Burada yaşayacağız” demeye başlamışlardı. Öte yandan 6-7 Eylül’ün bahanesi Kıbrıs’tı. İstanbul’da yayınlanan Rumca gazeteler de 6-7 Eylül’le ilgili yatıştırıcı bir dil kullandılar. Ama 1964’te yaşanan sürgün insanlara tercih hakkı bırakmadı. İstanbul’da yaşayan pek çok Rum vatandaşa, “Bir hafta içinde bu ülkeyi terk edeceksin. Malını mülkünü bırakıp bir valizle gideceksin” denildi. İnsanlar başka bir tercih hakları olmadığı için gitmek zorunda kaldılar. Bu nedenle ‘1964’ İstanbul için tam bir dönüm noktası oldu. 

Kumkapı için de geçerli mi bu durum?

Aslında Kumkapı için dönüm noktası 6-7 Eylül 1955 oldu. Çünkü özellikle Kumkapı’nın sahil bölümünde 6-7 Eylül korkunç boyutlarda yaşandı. Evler, kiliseler ateşe verildi ve tecavüz olayları yaşandı. Kumkapı’da tecavüz olayları çok yaygın şekilde yaşandı. Pek çok insan, gidip de şikayet bile edemedi. Bu insanlar 6-7 Eylül’den sonra Kumkapı’dan Beyoğlu, Kurtuluş, Tarlabaşı gibi daha merkezi yerlere kaçtılar. Ekonomik durumları daha iyi olanlar da Yeşilköy ve Bakırköy gibi semtlere gittiler. Kumkapı büyük ölçüde boşaldı. Öte yandan Kadıköy gibi semtlerde dükkanlara, iş yerlerine saldırıldı ama evlere girilmedi. Kumkapı ve Samatya’da ise evlerin içine girildi. Kadıköy demişken aklıma geldi: Girit göçmeni bakkal Mehmet Efendi vardı. Rum aksanıyla Türkçe konuştuğu için “bu da gâvur” deyip onun bakkal dükkanını da kırıp döktüler. Beyoğlu’nda ise iş yağmaya dönüştü. Kuyumcuları soydular. 6-7 Eylül’ün en kötü yaşandığı yerlerden biri de Kumkapı, özellikle de Kumkapı’nın sahil kesimi oldu. Güçlükle konuşturabildiğim o dönemi yaşamış yaşlı Rumlardan öğrenebildiğim kadarıyla durum bu. 

“Güçlükle konuşturdum” diyorsunuz. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen insanlar konuşmaktan korkuyorlar mı?

Özellikle gençler bu konuyu hiç konuşmak istemiyorlar. Gençler, kendileri o günleri yaşamadıkları için bu ülkede yaşamaya devam etmek için o günlerden söz etmek de istemiyorlar. O dönemi bizzat yaşamış olanlar, yani benim yaşımda olanlar ve daha yaşlılar ise konuşuyorlar ama aslında onlar da ısrar etmezseniz konuşmazlar. “Ne gerek var geçmişi konuşmaya” diye düşünüyorlar. Konuşanların bir kısmı da Türk komşuları tarafından kurtarıldıklarını belirtiyorlar. Bunda gerçek payı da var. Genelde bu işleri yapanlar onların komşuları değil, daha çok İstanbul dışından gelenlerden oluşan organize topluluklardı. Konuştuğum Rumlar bunu her zaman söylerler.  

Kitapta Kumkapı Rumları arasındaki rekabet oldukça ilgi çekici. Türkçe konuşan Rumlarla, Yunanca konuşan Rumlar arasındaki rekabetten söz ediyorsunuz. Bunu açar mısınız?

1453’te İstanbul’un fethinden sonra İstanbul boşaldığı için Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u  canlandırmak amacıyla Anadolu’dan ve başka yerlerden Rumları ve Ermenileri zorunlu iskân politikasıyla İstanbul’a getirmiş. Bunların içinde Kırım’dan getirilen Ermeniler de var. Kumkapı’da yaşayan Rumlar ve Ermeniler de 1453’ten sonra buraya yerleştirilenler. Bunların arasında Marmara Adaları'ndan gelenler var. Kapıdağ yarımadası yani Erdek ve civarından getirilenler de var. Ayrıca Kapadokya’dan getirilenler var. 



Kumkapılı Arapoğlu Ailesinin kızı 
Stella'nın düğün günü evden çıkışı 
(1933, Hristo İnepekoğlu Arşivi)

Kapadokya’dan gelenler genel olarak Türkçe konuşuyorlar. Türkçe konuşan Rumlar için farklı savlar var. Kapadokya’da bazı yerleşim yerlerinde Rumlar sadece Türkçe konuşurken, bazı yerleşim yerlerinde ise sadece Rumca konuşuluyormuş. Mesela Ürgüp’te ağırlıklı olarak Türkçe konuşulurken, Ürgüp’e 6 kilometre uzaklıktaki Sinasos’ta Antik Yunanca konuşuluyormuş. Yunanistan’da dile getirilen  bir sava göre, Kapadokya’daki Rumlar, Anadolu’nun eski medeniyetlerinin kalıntısı. Mesela Hititlerin… Ve bunlar zamanla Yunan medeniyeti içinde Yunanlaşmışlar. Türkçe konuşuluyor olması ise iki şekilde izah ediliyor. Bir sava göre bunlar Anadolu’ya ilk gelen Türk boyları. Bu sava göre, o Türkler Ortodoks Hıristiyan oldular ve Türkçeyi korudular. Bu sav Yunanistan’da hiç kabul görmüyor. Yunanistan’da daha çok kabul gören sava göre, 17. yüzyılda toplu olarak Müslüman olup Türkleşen Kapadokya Rumları Türkçe konuşmaya başladılar. Toplu İslamlaşma yerine bazı yerlerde “ya diliniz ya dininiz” denilmiş. Bir kesim de dinini tercih edip dilinden vazgeçmiş. Bu sav, tarihsel gerçeklerle ne ölçüde örtüşüyor, bilemiyorum.

 Öte yandan Kapadokya fakir bir bölge. Bugün nasıl Kapadokya’dan pek çok insan Avrupa’da işçi olarak çalışıyorsa, eski dönemlerde de 13-14 yaşına gelen bir erkek çocuk İstanbul’a gönderiliyor. İstanbul’da esnaflık yapan bir akrabanın yanında pişiyor. Biraz para toplayıp, köyüne geri dönüp evleniyor. Daha sonra tekrar İstanbul’a geliyor. Zaman içerisinde de ailesini alıp İstanbul’a yerleşiyor. İşte, Kumkapı gibi bazı semtlerdeki Türkçe konuşan Rumların hikâyesi böyle…  







Aya Kiryaki Kilisesi

Peki, Türkçe ve Rumca konuşanlar arasındaki ayrılık nerden geliyor?

İki ayrı kültür söz konusu. Kapıdağ yarımadasından yani bugünkü Erdek ve çevresinden gelenler aslen Miletlilerin soyundan geliyorlar. Yani Antik Yunan soyudur onlar. Kapadokya’dan gelenlerle aralarında önemli bir kültür farkı var. Türkçe konuşanlar daha çok kendi aralarında evleniyorlar. İki ayrı coğrafya, iki ayrı kültür söz konusu. Kumkapı’da Çifte Gelinler Caddesi sınır olmak üzere Gedikpaşa’ya kadar yukarı bölge Türkçe konuşanlarındı. Çifte Gelinler Caddesi’nden aşağıya sahile kadar olan bölgede ise Rumca konuşanlar yoğundu. Kendi aralarında evlenmeleri, kaynaşmaları zordu çünkü bir taraf doğru dürüst Türkçe konuşamazken, diğer taraf ise hiç Rumca bilmiyordu. Bu mesafe rekabeti de beraberinde getiriyordu. Kapadokyalıların Gedikpaşa, Kapalıçarşı ve civarında dükkanları vardı. Sahile yakın bölgede oturanlar ise taş işçiliğiyle ünlüydüler. Kapıdağ yarımadası da zaten taşlarıyla meşhurdur. Öte yandan bence İstanbul’un belki de en güzel iki kilisesi Kumkapı’dadır. İşte o rekabet nedeniyle bu iki kilise yapılmıştır. Kapadokyalılar Ayia Kiryaki Kilisesi’ni yaptılar. Kapıdağ’dan gelen Rumca konuşanlar ise Panayia Elpida Kilisesi’ni inşa ettiler.  

Kumkapı’da Ermeni nüfus da yoğun. Patrikhane de orada. Ermeni-Rum gerilimi ya da rekabeti de söz konusu mu?

Evet, bir rekabet söz konusu ama bu rekabetin ölçüsü ve sonuçları hakkında pek bilgi sahibi değilim. 

Konuştuğunuz yaşlı Rumlardan bu konuda bir şey duymadınız mı?

Hayır duymadım ama gözlemlediğim kadarıyla Rum-Ermeni rekabeti söz konusu. Mesela Rumlar der ki “Ermeniler Türklere bizden daha yakın”. Ermenilere sorsanız bunu kabul etmezler. Bu tür tartışmalar olduğunu biliyorum. Ayrıca günümüzde Rum-Ermeni evliliklerine olumlu bakılıyor. Ama geçmişte her iki tarafın da buna olumlu bakmadığını biliyorum. 

Kumkapı meyhanelerinden söz ediyorsunuz. Yaklaşık 400 yıldır Kumkapı, meyhaneleriyle ünlü bir semt. Bu sadece deniz kıyısında olmasıyla mı ilgili? 

Kumkapı meyhane kültürünün bu kadar gelişkin olmasının iki nedeni var. İlki, dediğiniz gibi deniz kıyısında olması. Bugün olduğu gibi önünden yol geçmiyor. Her türlü deniz mahsulü denizden geliyor. Ama ikinci nedeni ise Kumkapı’da pek çok bağ, bahçe, bostan var. Meyhane için deniz mahsullerinin yanı sıra bağ, bahçeden gelen roka, kırmız turp, taze soğan, kıvırcık var. Bir meyhane için gerekli her şey var Kumkapı’da. 

Günümüzde Kumkapı’nın halinden hiç kimse memnun değil. Kumkapı için çözüm öneriniz var mı?

Kumkapı’da yapılırken bir ailenin oturması için yapılmış evler, bugün merdivenaltı imalat için kullanılıyor. Bu evler artık ev olmaktan çıkmış. Gedikpaşa’ya doğru olan sokaklar böyle. Sahilde ise mülteciler bir evde 10 kişi yaşıyorlar. 

Şunu da ekleyeyim; Ermeniler günümüzde Rumlara göre nüfus açısından daha kalabalık bir azınlık. Kumkapı’daki Ermeni Patrikhanesi’ndeki Ermenice kaynaklara ulaşılarak semte dair pek çok bilinmeyen ortaya çıkarılabilir. Ben Rumca bildiğim için bu kitabı ortaya  çıkardım. Ermenice bilenler de Ermenice kaynakları okuyarak Kumkapı üzerine pek çok bilgiyi ortaya çıkarabilir. 


Orhan Türker kimdir? 

Orhan Türker, 1949’da İstanbul’da doğdu. Özellikle Moda’da geçen çocukluk yıllarında Rumlarla yakın ilişkisi sonucunda küçük yaşta Yuannca öğrenen Türker, Gazetecilik Yüksek Okulu’nu bitirdi. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nda çalışan Türker, Yunanca tercüman-rehber lisansına sahip olarak turizm alanında çalıştı. ‘Mega Revma’dan Arnavutköy’e: Bir Boğaziçi Hikayesi’, ‘Galata’dan Karaköy’e: Bir Liman Hikâyesi’ gibi İstanbu’un farklı semtlerini konu alan pek çok kitaba imza atan Orhan Türker’in ‘Galata’dan Karaköy’e: Bir Liman Hikâyesi’ kitabı 2008’de Yunancaya çevrilip ‘İstanbul Limanı’nın Hikâyesi’ adıyla Yunanistan’da yayınlandı. 

Kondoskali’nin konumu

Kondoskali (Kumkapı), surlarla çevrili eski İstanbul’un Marmara Denizi yönündeki büyük semtlerinden biridir. Yeditepeli İstanbul’un ikinci ve üçüncü tepelerinin Marmara Denizi’ne doğru inen eteklerinde yer alır. 1934 tarihli ‘İstanbul Şehir Rehberi’ne göre, Kumkapı Eminönü ilçesinin bir nahiyesiydi. Günümüzde Eminönü ilçesi Fatih ilçesine katılmıştır. Kabaca 13 mahalleden oluşur. Bunlar; Bayram Çavuş, Çadırcı Ahmet Çelebi, Kazani Sadi, Katip Kasım, Mesih Paşa, Mimar Hayrettin, Mimar Kemalettin, Muhsine Hatun, Şehsuvar, Tavşantaşı, Tülbentçi Hüsamettin, Nişanca ve Saraç İshak mahalleleridir. Eski Kumkapı Rum cemaati kendi içinde bir düzenleme yaparak burayı iki kilise bölgesine ayırmıştır. Tepelerin eteklerinde yer alan Gedikpaşa, Ayia Kiryaki Kilisesi’nin semtini oluşturur. Kadırga ve Langa’yı birleştiren anayolla deniz arasında kalan geniş düzlükte ise bölgenin ikinci Rum cemaatini oluşturan  Panayia Elpida Kilisesi yer alır. 

1950’lerin ortalarında Marmara kıyıları doldurulup sahil yolu oluşturulmadan önce, Sarayburnu’ndan Kumkapı’ya sahilden ulaşmak mümkün değildi. Sahile yakın mahalleler Sirkeci ya da Yenikapı yönüne ulaşımı Kumkapı İstasyonu’nda duran trenlerle sağlardı. Beyazıt ve Çarşıkapı’ya daha yakın olan Gedikpaşa’ya ulaşım ise 1961’de kaldırılana kadar eski tramvay hattıyla sağlanırdı.    

Ferda Balancar / Agos

‘Başka âlem isteyenler’in tarihi - Olcay Büyüktaş

DİSK’in kuruluş bildirgesinde deniyor ki: “BİZLER; Türk işçi sınıfının tüm çıkarları, hakları ve özgürlükleri ve de onuru için bir araya geldik...” İlk ciltten de anlaşılıyor ki anlatılan “Başka bir âlem” için yola çıkanların hikâyesi....


Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) bu yıl kuruluşunun 53. yılını kutlama etkinliklerine bir de kitap ekledi: DİSK Tarihi / Kuruluş. Direniş. Varoluş... Üç ciltlik bir çalışmanın ilk cildini oluşturan kitap 1967-1975 yılları arasını kapsıyor.

DİSK hakkında ilk çırpıda pek çok şey gelebilir akla. Mesela, kökleri Türkiye’nin 150 yıllık içi sınıfı mücadelesine dayanan bir emek örgütü...
Ya da, 50 yılı aşkın mücadelesinde nice badireler atlattığı... Kurucusu Genel Başkanı Kemal Türkler’in pusu kurularak öldürdüğü. İkinci genel başkan Abdullah Baştürk’ün yıllarca hapis yattığı, idamla yargılandığı...1980 darbecilerinin mallarına el koymak istediği...
Böyle bakıldığında Türkiye işçi sınıfının 1960’lardan 2020’lere yolculuğunun DİSK olmadan yazılamayacağını da kavrıyor insan. DİSK’in mücadele ve deneyim hafızasını önemseyenlerin uzun çalışması sonucu yazılan kitap, yalnız kronolojik olarak değil, tematik başlıklarla ele alınmış. Ancak kuruluşundan öncesi, kuruluş sırası ve sonrasında DİSK’i kurma çabasında olanların, bu örgütlülüğe gönül ve destek veren, “Zincirlerinden başka kaybedecek hiç bir şeyleri olmayan” insanlara, birlikte karşı çıkma ve “Başka bir âlem” kurma fikrini gerçeğe dönüştürme ufku kazandıranlar olduğu görülüyor.

SINIF SENDİKASI

1960’ların yükselen işçi sınıfı hareketinin bir sonucu olarak görülüyor DİSK. Türkiye’de 1940’lardan başlayarak çok sayıda farklı sendikal girişim ve ayrışma söz konusu. Bunların bir bölümü baskılar sonucu bir bölümü ise kendi başarısızlıkları nedeniyle uzun ömürlü olamıyor. DİSK bu açıdan farklı bir örnek. Onca badireye ve engellemeye rağmen varlığını sürdürüyor, güçleniyor ve farklı bir sendikacılığın adresi oluyor. DİSK’in işçilerle kurduğu bağlar ve işçilerde DİSK’e olan inanç, DİSK’in kalıcı hale gelmesini sağlıyor. DİSK, Türkiye’de farklı bir sendikacılığın, sınıf sendikacılılığın adresi oluyor.

KAMUNUN DEĞİL ÖZEL SEKTÖRÜN SENDİKASI

Kuruluş, var oluş döneminde DİSK’in işverenlerden, derin devletten, Türk-İş’ten ve hatta ABD sendikalarından gelen çelmeler ve engelleme girişimlerine rağmen kendi ifadeleri ile “gerçek sendikacılığı” var etme dönemi olarak tanımlanıyor. 
Türkiye işçi sınıfının özellikle özel sektörde bir sınıf olarak rüştünü ispat ettiği, sınıf olma sürecinde ciddi varlık gösterdiği bir dönem. Kamu sektöründe gelişen sendikacılıktan farklı olarak DİSK, özel sektörde dişe diş bir mücadele ile örülen sendikal deneyim olarak yer alıyor tarih sahnesinde.
DİSK Tarihi kitabının DİSK tarafından yayımlanan bir kitap olduğunu ancak bir resmi DİSK tarih anlatısı olmadığını dile getiren kitabın editörü Aziz Çelki, “Kitapta DİSK’in başarıları, mücadele ve kazanımları kadar, DİSK’te yaşanan tartışmalar ile eksik ve hatalara da yer verildi” diyor. Olgular ve belgeler tarihsel önemlerine uygun olarak yer alıyor kitapta. Kitap, DİSK’i çeşitli boyutlarıyla ortaya koymayı, DİSK’in deneyimini ve mücadelesini bir bütün olarak bugünlere aktarmayı amaçlıyor. Bu tarih içinde büyük mücadeleler olduğu kadar büyük tartışmalar da var. 

UYAN, ESİRLER DÜNYASI!

Kitabı elinize alıp karıştırmaya başlayınca, birden kendinizi bu dizeleri mırıldanırken buluyorsunuz... Tabii yaşınız azıcık varsa...
Uyan artık, uykundan uyan,
Uyan, esirler dünyası!
Zulme karşı hıncımız volkan,
Bu ölüm dirim kavgası.
Mazi ta kökünden silinsin,
Biz başka âlem isteriz.
Bizi hiçe sayanlar bilsin,
Bundan sonra her şey biziz...

CUMHURİYET’E DE TEŞEKKÜR...

Aziz Çelik’in editörlüğünde hazırlanan bu kapsamlı çalışmanın yayın danışmanlığını Can Şafak ve Ergün İşeri, araştırma ve arşiv çalışmalarını da DİSK-Ar uzmanları, Deniz Beyazbulut, Zeynep Kandaz ve Meliha Kaplan üstlendi. Can Kaya’nın tasarımını yaptığı kitaba, Süreyya Algül, Zafer Aydın, Aziz Çelik, M. Hakan Koçak, Can Şafak, Melih Biçer, Kıvanç Eliaçık, Ece Göktürk, Tevfik Güneş, Ergün İşeri ve Necdet Okcan da yazar olarak katkıda bulundular. 
Kitabın girişinde katkıda bulunanlara teşekkür ediliyor, gazetemiz Cumhuriyet de bu listede yer alıyor.
Olcay Büyüktaş / CUMHURİYET

Saray’ın koltuğundaki kara kediler - BARIŞ TERKOĞLU

Asır ile yüzyıl aynı şey mi? Biliyorum, eşanlamlı kullanılıyor. Ancak asır bir niteliği; yüzyıl, adı üzerinde bir niceliği anlatıyor gibi. Tarihçi Eric Hobsbawn, 20. asrı 1914 ile başlatıyor ve 1990 ile sonlandırıyordu. “Kısa 20. yüzyıl” diyordu. Demek saatimizle ölçtüğümüz ile içeriğini doldurduğumuz zaman, farklı şeyler ifade ediyor.
İdlib ateşkesini tutuklandıktan bir gün sonra öğrendim. Meşhur fotoğrafta bizim heyetin ayakta dizilmesinden önce Berat Albayrak’ın ve İbrahim Kalın’ın ellerini önde kavuşturmuş hali dikkatimi çekti. Benim de hep bu pozu vermemi istiyorlardı. Ben ise bileğime kelepçe takılacağı an hariç buna izin vermiyordum. İronik ama hem Albayrak’ın hem Kalın’ın duruşu tesadüf mü?
Savaş, iradeyi teslim almaktır 
Uzun Şubat Harbi” diyebilir miyiz? Bu yıl 29 gün çeken şubatın başlangıcını geriye aldık, sonunu ise marta sarkıttık. “Uzun Şubat” kısmı böyle. Ya harp? Açık söylemesek de elbette Rusya ile savaştık. Yenildik mi? Bu, savaştan ne anladığımıza bağlı.
Savaş, insan öldürmek değildir. Elbette harpte insan ölür, yaralanır, yıkım olur. Ancak bundan ibaret olsaydı, biz tarihimizde daha çok öldüğümüz, daha çok yıkıldığımız savaşları kazanmış sayılmazdık.
Peki, öyleyse galibiyet nedir?
Kuşkusuz, savaşı kazanmak “karşı tarafın iradesini teslim almak”tan başka bir şey değildir. Bir taraf “eller yukarı” ya da “eller aşağı” yapıyorsa; bu, karşının iradesine teslim olduğunun işaretidir.
SETA’nın Şubat Doktrini
Erdoğan, 29 Ocak 2020’de Afrika’dan gelirken “Rusya, Astana ve Soçi’ye sadık değil” diyerek ilk adımı attı. 31 Ocak’ta ise İdlib’de Rusya-Suriye operasyonlarına “seyirci kalmayacaklarını” ve askeri güç kullanabileceklerini söyledi.
Böylece savaşın iki temel parçası, düşman ve güç ortaya çıkmış oldu. 1 Şubat’ta yeni politikanın sahipleri ya da akıl vericileri belirdi. Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Politikalar Kurulu Üyesi Burhanettin Duran Sabah’ta daha da önemlisi SETA’nın yayın organı Kriter’de aynı vurguyu yapan iki makale yazdı. Rusya’nın ateşkesi ihlal ettiğini iddia ediyor, “Ankara ve Moskova’nın ayrışma içerisinde olduğunu” söylüyordu. “Ankara’nın sabrı taşıyor”, “yeni bir politika arayışı devre” diyerek meydan okuyan Duran, “askeri güç kullanımının seçenekler arasında” olduğunu anlatıyordu.
Peki, bu kadar mı?
Burhanettin Duran’ın Cumhurbaşkanlığı’ndaki görevini yanında SETA’nın beyinlerinden olduğu, iktidar içindeki Pelikan grubunun SETA’yla adının birlikte anıldığını söyleyip devam edelim. Duran, Rusya’ya karşı açılan cephede Türkiye’ye yeni bir eksen tarif ediyordu. Rusya ve Suriye’nin Avrupa demokrasilerini de tehdit ettiğini söyleyen Duran, ABD ve AB’nin Türkiye’nin yanında Rusya’ya karşı harekete geçme çağrısında bulunuyordu. En önemlisi, “Rusya’yı dengeleme yükünü sadece Ankara kaldıramaz, denge çöktüğünde Avrupa da ciddi zarar görür” diyordu. Demek Rusya ile müttefikten çok, onun tahteravallideki dengeleyicisiydik.
Duran’dan sonra Pelikancılar-SETA’cılar aynı doktrini ete kemiğe büründürdü. Birkaç hafta önce ABD’nin Kasım Süleymani’yi vurmasına kadeh kaldırırken, bu kez Türkiye’yi Washington eksenine oturtacak açılımı savunuyorlardı.
Şubat Doktrini’nin sonu
Beklenen oldu. Türkiye, Suriye’de askeri varlığını hızla artırdı. Bu “uzun Şubat”ta ÖSO eliyle, TSK desteğiyle Erdoğan’ın gösterdiği SETA’cıların anlattığı işi yapmaya çalıştı: İdlib’de terör örgütleriyle savaşan Rusya-Suriye’yi durdurmak, ele geçirdiği topraklardan çekilmesini sağlamak.
Uzun Şubat’ta ilan edilmemiş bir savaştaydık. Önde ÖSO, ardında Türk askeri harp ediyordu. Karşımızda tartışmasız Rusya vardı. Harbin sonunda kaç ÖSO’cu öldü, bilmiyoruz. Ama resmi açıklamaya göre süreç Türkiye’nin 59 şehit vermesine neden oldu.
SETA’nın çizdiği politika bir fizik kuralına dayanıyordu. Momentum diyoruz. İki nesne birbiriyle çarpışıp ayrılıyor. İtme, çekme yaratıyor. Moskova ile çarpışan Türkiye, hesapta ABD-AB eksenine savrulacaktı. Öte yandan Rusya’yı tehdit sayan ABD-AB de bizimle İdlib’de buluşacaktı. 
Üstelik bu eski bir Osmanlı politikasıydı. Biz Florance Nightingale adındaki hemşirenin adını taşıyan bir hastanemiz olmasını, 19. yüzyılda Rusya’ya karşı Avrupa’yı kendimize müttefik edebildiğimiz savaşa borçluyduk. Ama bu kez olmadı. Ne kimse İdlib’e asker gönderdi, ne hava savunma sistemleri geldi, ne de Rusya’ya karşı somut adım atıldı. Bu öyle garip bir politikaydı ki, öğrendiğime göre sudan bir bahaneyle Sputnik Türkiye’yi basanlar, Rusya’nın resmi temsilcisi olan yayını fiilen kapatacak adımı atmaya bile çalıştı. O da olmadı. SETA’nın politikası ameliyat masasında kaldı. 
Saray’ın kara kedisi
İyi ki ateşkes oldu. İyi ki daha çok halk çocuğunu ölüme yollayacak politika sürdürülemedi. İyi ki cihatçıların yanına itilen Türkiye, İdlib’deki örgütlere cephe olmak durumunda kaldı. İyi ki Devlet Bahçeli silahını alıp “ayı avına” gitmek zorunda kalmadı.
Savaş olmamasına sevinilir. Şubat Harbi’nin bitmesinin uzun vadede kazananı İdlib’de olmamıza ikna olmayan Türk halkıdır. Peki, teslim olan? SETA’nın siyasi patronu Berat Albayrak’ın ve SETA’nın yaratıcılarından İbrahim Kalın’ın “ellerim bomboş” pozundan söz etmiş miydim?
Tutuklandıktan sonra ilk kez cumartesi gazetelere kavuştum. Hemen merakla savaş borusu çalan Burhanettin Duran şimdi ne yazmış diye baktım. “Ankara ve Moskova arasında ‘kopuş’ bekleyenlere bu fırsat verilmedi” diyordu. Önceki yazdıklarını unutmuş gibiydi. Aklının nerede kaldığını ve “krizin yeniden gelme ihtimaline karşı Batı beklentileriyle müzakere devam etmeli” ifadeleri özetliyordu.
Uzun Şubat Harbi’nde kaybettiğimiz halk çocuklarını yüreğimize gömdük. Anıları acılarımızı artırdığı kadar farkındalığımızı da artırsın. Böylece Rusya ile aramızı bozan “kara kedi”nin yavrularının Saray’ın koltuklarında oturduğunu görelim.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Çizgilerin efendisine saygıyla...- Yazgülü Aldoğan

Eserleriyle dünya mirasına katılan karikatürist Turhan Selçuk sonsuzluğa geçişinin onuncu yılında anılıyor.


Liseye gittiğim yıllar; karikatüre çok meraklıyım, sevdiğim karikatürleri kesip yapıştırdığım büyük boy bir defterim var. Ama Turhan Selçuk’un bantları için ayrı bir defter tutuyorum. Onu o kadar çok seviyorum. Yakın zamana kadar sararmış solmuş sayfalarıyla o defter hâlâ duruyordu, ama ne bileyim ki bir gün Cumhuriyet gazetesinin Kültür sanat servisini yöneteceğim ve Turhan Selçuk’un ölüm yıldönümünde anacağımız sayfayı yapmak benim görevim olacak! Ara ki bul o defteri, evdeki istif edilmiş kitap yığınları arasında, yine de onu ve Abdülcanbaz’ı ne kadar çok sevmiş, saymış olduğumu sizinle paylaşmak istiyorum. Turhan Selçuk, ilk karikatürlerini 1941’de Adana’da Türk Sözü, İstanbul`da Kırmızı Beyaz ve Şut`ta yayımlamış. 1948’de Şaka, Akbaba, Tasvir ve Aydede dergilerinin kadrolarında yer almış. 1951’de ilk sergisini açıyor, 1952’de, İlhan Selçuk’la birlikte 41 Buçuk adlı mizah dergisini, 1953’te de Karikatür’ü yayımlıyor. O yıllar yayıncılık şimdiki gibi büyük servet gerektirmiyor, gazeteciler, karikatürcüler, kendi yayınlarını kendileri basabiliyor. Turhan Selçuk Karikatür Albümü, ilk kitabı. 1954’te Milliyet Gazetesi’ne başkarikatürcü olarak giren sanatçı, o yıllarda üslubunu da değiştirerek geometrik çizgilere geçiyor. O yıllar İlhan Selçuk’la birlikte mizah dergisi Dolmuş`u çıkarıyor. Turhan Selçuk’un çıkardığı yayınları ve gazeteler arasında gidip gelmeleri hayli hızlı bir trafik. Ama onu unutulmaz yapan 1957’de Milliyet’te başladığı “Abdülcanbaz” adlı ünlü çizgi roman kahramanının maceraları; 1960’larda İtalyan mizah dergisi II Travaso’nun kadrosuna giriyor. 1961’de haftalık politika dergisi Yön’de çiziyor. Kitaplar bastırıyor. Yeni İstanbul, Akşam gazetesi maceralarından sonra 1972’de Cumhuriyet gazetesinde haftalık panaromik politik karikatürler çizmeye başlıyor. Son görev yeriyse Cumhuriyet gazetesi oluyor. 

ÖDÜLLERİ SAYMAKLA BİTMİYOR

Turhan Selçuk, Türkiye’de ve yurtdışında pek çok kez açtığı sergilerinin dışında İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nin Gazetecilik Başarı Armağanı Yarışması’nda 1955’te Birincilik ödülünü, 1983, 1986, 1987, 1989 ve 1990’da başarı ödüllerini; İtalya’da Uluslararası Bordighera Karikatür Yarışması’nda 1956’da Altın Palmiye ile Aero Club Gümüş Kupası’nı, 1962’de Gümüş Hurma’yı aldı. Selçuk 1970’te İtalya’da Ippocampo-Vasto Karikatür Festivali’nde Ippo Campo Ödülü’ne, 1971’de Türkiye Sanatçılar Birliği’nin Halkın Sanatçısı Ödülü’ne ve 1975’te İtalya’da Vercelli Karikatür Bienali’nde Gümüş Kupa’ya layık görüldü. Karikatürleri ABD, Kanada, İtalya, Bulgaristan, İsviçre ve Polonya’da karikatür müzelerine alındı. 1992’de Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nin Onursal Bilim Doktoru unvanına, 1997 yılında da Anadolu Üniversitesi Fahri Doktora unvanına layık görüldü.

ABDÜLCANBAZ...  DÜZENBAZDAN HALK KAHRAMANINA

Turhan Selçuk’un Milliyet gazetesinde Abdi İpekçi ile çalıştığı 50’li yıllar. İpekçi, Turhan Selçuk’tan bir çizgi roman kahramanı yaratmasını ister, Selçuk da Aziz Nesin’in katkısını. Aziz Nesin, düzenbaz bir turist rehberi karakteri yaratır. Adını da Abdülcanbaz koyar. Öykü, Turhan Selçuk’un çizgileriyle yayımlanır. Ama bittikten sonra Aziz Nesin devam etmeyince Turhan Selçuk Rıfat Ilgaz’la, onunla da uzun sürmeyince kendi yazdığı diziyle devam eder. Abdülcanbaz da bu süreç içinde değişir, yeniden yaratılır. Düzenbaz olmaktan çıkıp tam tersi onlara karşı savaşan bir kahramandır artık. Üstelik yaşadığı dönem de değişmiş, Osmanlı’dan Kurtuluş Savaşı’na, Eski Mısır’a taşınır olmuştur. Kendi anlatımıyla “Ben Abdülcanbaz’ı kahramanlık ötesi kaba kuvvetten güç alan, yozlaşmış bir çizgi roman türünden ayırıp arıtmak istedim. Bir roman ya da bir hikâye anlatımının sanat değerini katarak bunu grafik sanatın çizgi gücüyle de besleyerek kişiliğini bulması yolunda çalıştım” der. Abdülcanbaz’ın yıllar içinde çizgileri de değişir, sadeleşir, grafik düzeyi artar. Önceleri yuvarlak çizgilerle çalışan Turhan Selçuk, artık köşeli çizgiler, üçgenlerle çalışmaktadır. 1987’de Abdülcanbaz’ı çizmekten sıkılıp bitirir ama ısrarlar üzerine tekrar hayat verir. 

İLHAN SELÇUK, AĞABEYİNİ ANLATIYOR: RÜYALARIMIZ AYNIYDI

Turhan...
Turhan’la kardeşliğin ötesinde bir ikili oluşturuyorduk, yaşımız büyüdükçe düşüncelerimiz de birlikte büyüyor, düşlemlerimize karışıyordu, gece gözlerimizi kapadığımızda gördüğümüz rüyaların birbirine benzemesi doğaldı... O sırada Turhan bir şey keşfetti. Alaeddin’in lambasından çıkan dev, Turhan’a bir çizginin gizeminde bütün dünyaları, yıldızları, gezegenleri, galaksileri, insanları, duyguları, sevdaları, dostlukları, düşmanlıkları, ağlamayı, gülmeyi, geçmişi, geleceği ve an’ı- tek sözcükle yaşamı- yakalamayı öğretti... Turhan, evrendeki her şeyi çizgiye dönüştürmenin ilm-i simyasında benliğini buldu. Turhan’ın dünyası, yaşadığımız gerçek dünyanın eleştirisiyle oluştu... Alternatif bir dünyadır bu... “Türkiye karikatürde dünyanın en ileri ülkelerinden biridir. Bir ülke sadece dağlarıyla, ağaçlarıyla, denizleriyle, toprağıyla var olamaz. Atatürk’ün Türkiye’si dünyada tektir. Aydınlanma dönemi, Batı’nın tek erdemidir. Aydınlık ise sanatçılarıyla, bilim adamlarıyla, ressamlarıyla, bestecileriyle var olacaktır. Kardeşim Turhan Selçuk, aslında bu güzel insanlardan biri olmaya çalışmaktadır. Turhan Selçuk’u kardeşim olarak kutluyorum.” 

KIZI ASLI SELÇUK: BABAM DEVRİMCİ BİR SANATÇIYDI  

İnsanın en yakınları hakkında yazı yazması nasıl da zordur... Özellikle babası Turhan Selçuk, annesi Füruzan, amcası da İlhan Selçuk olursa o kişinin. Yaşamımın en zor, bir o kadar da gurur, onur verici yazısını kanımca şimdi yazıyorum. Turhan Selçuk evrensel bir çizgi ustası, caymaz bir Atatürkçü, düşüncelerinden, politik görüşlerinden en güç koşulların içindeyken bile ödün vermemiş bir aydın, bir mücadele adamı. Babam Turhan Selçuk evde çalışırdı. Ben onu ilk adımlarımı attığım yıllardan başlayarak merakla izledim. Karikatürün hammaddesini insan, insanın çelişkileri, hırsları, yanılgıları, gözlemleri, özlemleri, umutları olarak tanımladı. Toplumları, kişileri oldukları gibi gördü, onların şaşırtıcı çelişkilerini gerçek bir süzgeçten geçirdi, eleştirdi.  Değerli babam Turhan Selçuk devrimci bir sanatçıydı, totaliter rejimlere, gericiliğe sürekli karşı durdu. Sevgili babam çizgilerinde yaşamayı sürdürüyor. İyi ki babamsın. Hep yanımdasın. Derin bir özlemle.    

EŞİ RUHAN SELÇUK: ONUR ABİDESİ

Kalemi ve fırçası onun anlatım araçlarıydı. Çizgileriyle evrensel boyutta etki yaratan, sanatta arınmış, kestirmeden insana ulaşan, karikatür sanatına büyük güç veren üstadın çizgileri sadedir, ama basit değil, Teferruatsız, ama eksik değil, Net, ama satıhta değil; oluşuyla bizi hemen sararlar. Güldürür, düşündürür, eğitirler. O, bir kaptanın tuttuğu seyir defteri gibi ülke ve dünya sorunlarının tarihini çizgileriyle yazmıştır. Konsantre çizgileri kompozisyon incelikleriyle doludur. Korkusuz dürüstlüğüyle ve sanatıyla bulunduğu ortama saygınlık katan “onur abidesi” Turhan Selçuk, gönüllerimizde sonsuz sevgi ve saygıyla hep var olacak.
(Yazgülü Aldoğan-CUMHURİYET)

Hatadan tasarruf olmaz - Kaan Sezyum

Yeni havalimanının metrosu ‘hesap hatası’ nedeniyle 300 metre uzağa yapılmış! Ona da şükür. Şimdi sıra yılda 20 milyon yolcu taşıma garantili araçlar koyup vatandaşlarımızı oradan oraya taşımak. 20 milyon geçti geçti, geçemedi fark etmez, parası bizden çıkar...
Terli terli bir bakan var, en sevdiğim bakan o. Havadan bakan, drone gibi bir bakan. Çok da sevimli bir bakan. Şive taklitleri filan yapan bir bakan. Genelde kendisini ‘Bu ay önümüzdeki aydan daha kötü değil, önümüzdeki ay bu aydan daha iyi olacak’ diyen bir bakan. Sürekli ‘Bakın burası şokomelli’ diyen, elleri kolları kınalı bakan... Çok da sevimli ama nedense sürekli terliyor. Terkozi bakan... Geçen gün de geldi yine sunuma. ‘Ekonomimiz şahlanıyor’ dedi... Herhalde görmediğimiz bir yerde bilmediğimiz bir ekonomi şahlanıyor. Bakalım ev sahibi kirama ne kadar zam yapacak? Ekonomimiz şahlanıyor, cebe giren para azalıyor. Elalemin ekonomisi bir bize şahlanıyor nedense zaten. Şahlanan ekonomi terli terli sunuma geliyor. Terli terli su içiyor ekonomi... Bilmediğimiz bir yerlerde görmediğimiz ekonomiler şahlanıyor olmalı.
Bizim cebimize girmeyen paralar lüks arabalarıyla dolaşan cici cici yancılarının altlarında dolaşıyor. Çok lüks ataçlarda, örneğin bugün köprü yolunda gördüm acayip yılansı bir Porsche, TC plakası var... Belli ki ülkeyi çok seven bir vatanseverin aracı. Sonuçta bazı yerlerini Almanların elleriyle bezediği hiçbir Porsche ucuz değil... Geçen gün bir Mercedes gördüm sokakta, satış fiyatına baktım 3.550.000 lira... AMG GT63S... Bir arkadaşım ‘Sahibinden’de 2.775.0000’e de var’ dedi...
O kadar para verip üzerini bir de sığır jelatini gibi zevksiz bir şeyle kaplamışlar aracın... Neyse ya ekonomimiz şahlanıyor. Normalde sokakta, köprü yolunda filan bu kadar gereksiz lüks araç görmezdim. Şimdi tüm devlet adamlarımızın altında cillur gibi Mersolar var... Şahlanmış, belli...
Onun dışında valla bahar geliyor hafiften. Başımızdakilerin artık iyice ayarları bozulmuş durumda. Ruslar geliyor şekil şukul yapıyor, Fransız geliyor arkamızdan yabancı dilinde şaka yapıyor, suratımıza gülüyor... İnsanın gücüne gidiyor ister istemez. Corc ne der, Hans ne der anlayamıyoruz. Ruslar bizimle dalga geçme görüntülerini devlet kanallarına veriyor. İşin saçması aynı yandaş kanalların yaptığı gibi kurmaca bir de düzenleme yapmışlar. Tamam bizim heyet beklemiş ama o kadar beklememiş. Girilen odadaki tablolar filan zaten hep kasıtlı seçilmiş. Neyse ki genel kültürüm o tablolardaki insanların neler neler yaptığını bilmiyor. Neyse ki bizim heyet de duruma pek vakıf değil. Neyse ya...
Korona bize gelmiyormuş. Korona Türkleri vurmuyormuş... En son bir ara ‘Namaz kılana korona tebelleş olmaz’ gibisinden açıklamalar bile gelir oldu. Oksford mezunu arkadaşım var, Vatzap grubunda hala ‘Grip daha tehlikeli’ ya da ‘Almanya’da neden ölüm yok’ gibisinden saçma sapan laflarla ortalığı karıştırıyor. Oksford mezunu adam bunu yaparsa Mahmut ne yapar Tahsin ne yapar hiç merak edemiyorum bile. 2020 yılına geldik zaten hala düz dünyacılara dünyanın düz olmadığını anlatmaya çalışan bilim insanları var çevremde. Bilim insanının da mesaisinden çalmak ama bu kadarı da.
Cehalet çok keyifli bir havuz. Suyu hep ılık, hiç boyu geçmiyor, yüzme bilmen gerekmiyor, tuz oranı çok yüksek, elini kolunu sallamadan suyun üzerinde kalabiliyorsunuz. Hâlâ dünya düz, hala aşı gereksiz, hâlâ mal mal takılıyoruz...
Arada inceden bizim çocuklar hayatını kaybetti, bir hafta iki hafta geçmeden de unutuldu gitti... Bizim S-400 alma işi vardı mesela o iş ne oldu? Bence S-400’ün parası bizden çıkacak ama mallar hiçbir zaman bize gelmeyecek. Gelse bile kullanılmayacak...
Çünkü İETT’yle KGB bir değil. Kötünün de eğitimlisi var, iyinin de. Umarım her şey hepimiz için en iyisi olur artık. Biraz da bizim yüzümüz gülsün artık, ağlamaktan bıktık.
Kaan Sezyum / BİRGÜN

Liderler zirveleri! - MUSTAFA TÜRKEŞ

5 Mart günü Moskova’da gerçekleşen ikili ve heyetler arası görüşmelerin ilan edilen üç maddelik metin dahil yaşananların bütününden yola çıkarak şu sonuçları içerdiğini söylemek mümkün:
1) İlan edilen ateşkes iki lider arasındadır, diğer ilgili resmi (Suriye yönetimi) ve gayrı resmi teröre bulaşmış radikal ve/veya ılımlı İslamcı ve paralı askerlerden oluşan grupların tutumları zaman içinde kendini gösterecek. 
2) İdlib’de fiili durum kayıt altına alınmıştır. 
3) Soçi mutabakatı bundan böyle ölü doğmuş bir mutabakat niteliğine haizdir. 
4) Metinde geçmese de resmi ağızlardan yapılan açıklamalardan anlaşıldığı üzere, M4 yolu üzerinde oluşturulacak güvenli koridorun güneyini Rusya’nın denetleyeceği, fakat zaman içinde Suriye yönetiminin kontrol alanına gireceği zımnen kabul edilmektedir. 
5) Bütün pohpohlamalara rağmen gerginliğin Rusya ve Türkiye arasında bir çatışmaya dönüşmesine izin verilmeyeceği ortaya konmuş olmasına rağmen iki taraf da birbirinden kuşku duymaya devam etmektedir (videolar bunu yansıtmaktadır.) 
6) M4 üzerindeki güvenli koridorun kuzeyinde bulunan alan hakkında net bir tanım Moskova mutabakatında bulunmamaktadır. Bu alanda bulunan paralı askerler ve ılımlı veya radikal İslamcı grupların akıbeti belirsizlik içermektedir. Söz konusu belirsizlik Türkiye ile Suriye arasında gerginliğin devamına hizmet eder, herhangi bir sorunu çözmez. 
7) M4 yolunun güneyinde bulunan, Soçi mutabakatı ile oluşturulan gözlem noktalarının ne olacağı bu mutabakat zaptına geçirilmemekle birlikte, Türkiye yönetimine kendi isteği ve arzusu ile gözlem noktalarını yeni duruma uygun hale getirme fırsatı sunmaktadır. Türkiye yönetimi bunu nasıl değerlendirecek, zamanla ortaya çıkacaktır. 
8) Moskova mutabakatı İdlib’den Türkiye’ye yeni mülteci akınını şimdilik ötelemiştir. Suriye sınırları içinde yerlerinden edilen insanların orada nasıl tutulacağı haftaya Türkiye yönetiminin Merkel, Macron ve ihtimal Johnson ile yapacağı görüşmede netleşebilir veya yeni bir krize de yol açabilir.

Pazartesi günü Brüksel’de AB konseyi ve komisyonu başkanları ile yapılan görüşmelerin anlamı, 18 Mart 2016 tarihli mutabakatı yeniden canlandırma niyetinin tazelemesidir. Görüşmelerin yansıttığı üzere AB hızlı karar alamaz, yapısı gereği böyledir. Çalışma komisyonları kurulmasına karar verilmiş olması, işlerin hızlı ilerleyeceği anlamına gelmez. Karşılıklı güvensizlik had safhada olsa da iki tarafın da köprüyü atma fikrinde olmadığını gösterdi. Türkiye burjuvazisi AB konusunda hassastır, iktidarlar bunu yadsımaz. Nitekim Brüksel görüşmeleri bunu yansıttı, fakat sonuç alıcı değil, Avrupa kapitalizmi Türkiye kapitalizmini kol mesafesinde tutmaya devam edecek.

Kapitalist sistemin muhafızı NATO, Türkiye’yi kaybetmek istemez. Çarşamba günü (bugün) yapılacak NATO toplantısından İspanya’ya ait halihazırda Türkiye’de İncirlik’te bulunan Patriotların nasıl rol alacağına ilişkin kararın ötesinde bir karar çıkması sürpriz olur.

Diplomatların kolayca halledebileceği konuların liderler zirveleri üzerinden yapılması bir marifet değil, olsa olsa bir paranoya göstergesidir. 

Bu yöntemin öncülü, II. Abdülhamid döneminde yaşandı. Osmanlı’yı getirdiği nokta, Abdülhamid’e öykünenlerin zannettiğinin aksine, denge ile sonuçlanmadı, Almanya’ya tek taraflı bağımlılık oldu. Karşılıklı bağımlılık diyenler ancak kendilerini kandırırlar.

Mustafa Türkeş / SOL

Sabiha Sertel'in 'suçu': Kadın, komünist, dönme - Aynur Tekin

Suç tarihi üzerine çalışan akademisyen Ebru Aykut, 19. yüzyıl mahkeme kayıtlarında kadınların işlediği suçlar incelendiğinde ortaya çıkan hakim algıyı şöyle özetliyor: “Hakim bakışa göre kadınlar doğaları gereği şiddet içeren suçlara eğilimli değildir. İtiraf etmesine rağmen kadın işlediği suçu kendisi tasarlamamıştır, birinden yardım almıştır. Ceza Kanunu’na göre idam gerektirir ama kısa akıllı kadın tayfasından olduğundan işlediği suçun sonuçlarını hesap edememiştir bu sebeple ceza indirimi tavsiye edilir.” Cumhuriyet tarihinin ilk profesyonel kadın gazetecisi Sabiha Sertel’in ikinci kuşak yeğeni Nur Deriş ise büyük halasının 'suçlarını' şöyle dile getiriyor: "Kadın, komünist ve dönme."



Tarih Vakfı’nda düzenlenen 8 Mart özel oturumunda, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e feminist tarih yazımı konuşuldu. Tarih Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Nurşen Gürboğa’nın moderatörlüğünde düzenlenen oturumda, sırasıyla şu başlıklar ele alındı: “19. Yüzyıl Mahkeme Kayıtlarında Suçun ve Hukukun Cinsiyeti, Ebru Aykut”, “Feminist Tarih Yazımında Savaş ve Militarizm: Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele Dönemi, Zeynep Kutluata”, “Yaşadıklarını Anlatırken Zamanına Tanıklık Eden Sabiha Sertel, Nur Deriş”, “Türkiye’de Tarih Yazımı Geleneğinde Kadınlar-Aile-Devlet, Tuba Demirci.” 

Oturumun ilk konuşmasını, “19. Yüzyıl Mahkeme Kayıtlarında Suçun ve Hukukun Cinsiyeti” başlığıyla akademisyen Ebru Aykut yaptı. 1990’lardan itibaren Serpil Çakır, Yaprak Zihinoğlu, Aynur Demirdirek gibi önemli tarihçilerin bu alana çok büyük katkılar yaptığını belirten Aykut, “Fatma Aliye’nin Nezihe Muhiddin’in hikayelerini 19. yüzyılın ortalarında yayın hayatına başlayan ve kadınlar tarafından çıkarılan gazetelerden, kurulan derneklerden, kadınların mektuplaşmalarından ve romanlardan biliyoruz. Bunlar okur yazar kadınlar, dil biliyorlar ve orta sınıf ailelerden geliyorlar. Her ne kadar faaliyetleri Anadolu’ya kadar uzansa da hikayenin kendisi hep kent odaklı, bu dergilerin çoğunluğu İstanbul’da çıkıyor ve dernekler İstanbul’da kuruluyor. Peki bunun dışında başka kadın hikayesi yok mu?” diye konuşuyor. Aykut, bu sorudan hareketle Osmanlı taşrasında yaşayan ve okur yazar olmayan kadınların hikayesini ortaya çıkarmak için suç tarihi çalışmaya başladığını belirtiyor.
Aykut, Türkiye’de suç tarihinin çoğunlukla erkekler tarafından çalışılan ve erkeklerin işlediği suçlara bakılan bir alan olduğunu söylüyor. 19. yüzyıl suç tarihi üzerine çalışan Aykut, dönemin kadınlarla ilgili hakim algısını şöyle özetliyor: “Kadınlar doğaları gereği şiddet içeren suçlara eğilimli değildir.”
Ebru Aykut, suç tarihi çalışanlarının genellikle davayla ilgili özet bilgiler içeren şerri mahkeme sicillerini kullandığını belirtiyor. Bundan farklı olarak kendisi 19. yüzyıl modernleşmesinin bir ürünü olan Nizamiye Mahkemeleri’nin sicil kayıtlarını incelemiş. Aykut, hem maktulün ifadelerine yer veren hem de mahkemede sorulan soruları kayda geçiren bu kayıtların, özet bilgi niteliğindeki şerri sicil kayıtlarına göre çok daha detaylı olduğunu belirtiyor: “Burada bir özyaşam öyküsü buluyoruz. ‘Zorla evlendirildim, bu adam beni hep döverdi’ gibi sesleri, bu belgeler sayesinde duyma şansına sahibiz. Hane içine girmenin başka bir yolu.”
19. yüzyıl Osmanlı toplumunda suç işleyen kadınların hangi sebeplerle ceza indirimi aldığına dair çarpıcı örnekler veren Ebru Aykut, şöyle konuşuyor: “Örneğin kadınlar için çok sık karşılaşılan ceza indirimi tavsiyesinin gerekçesi şöyle: Ceza Kanunu’na göre idam gerektirir ama kısa akıllı kadın tayfasından olduğundan işlediği suçun sonuçlarını hesap edememiş.”
Zehirleme vakalarını çalışırken karşılaştığı başka örnekleri de paylaşan Aykut, bu gibi durumlarda yargının kadınların bu suçu kendi başına işlediğine inanmadığını anlatıyor: “Evet, ben kocamı zehirledim çünkü eve adam getirdi ve beni onlarla yatmaya zorladı. Sabaha kadar direndim. İleri gelenlere gittim beni boşasın dedim, kocam kabul etmedi ve bizi eve gönderdiler.’ Bir kadın bunları anlatıyor ve suçunu itiraf ediyor. Sorgu katibi, ‘Sen bunu kendin yapmış olamazsın. Sana başka biri mi öğretti?’ diye soruyor. Kadınlar işledikleri suçu itiraf ettiklerinde dahi bunu sen yapmış olamazsın deniyor. Kadınların failliğinin reddi durumuna çok sık rastlanıyor.”
ANNELİK KUTSAL, DULLUK TEHLİKELİ
“Feminist Tarih Yazımında Savaş ve Militarizm: Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele Dönemi” başlığıyla oturumun ikinci sunumunu yapan akademisyen Zeynep Kutluata, bu dönemde kadınların en belirleyici kimliğinin annelik olduğuna dikkat çekiyor.
1914-18 arası Osmanlı’da yaşayan kadınların yazdırdıkları arzuhalleri inceleyen Kutluata, “1915 sonrasında karşımıza koca bir blok olarak Ermeni kadınların yazdırdığı arzuhaller çıkıyor. Bu arzuhaller Müslüman kadınların yazdırdıkları arzuhallerden tema olarak ayrışıyor. Ermeni kadınlar tutuklanan, sürülen oğullarını bulmak ve evlerine dönmelerini sağlamak için devlet kurumlarından taleplerde bulunuyorlar.”
Savaş dönemleri yoğunlaştığında üzerine kafa yorulması gereken bir başka kategorinin dulluk olduğunu ifade eden Kutluata, bu alanı kadınların deneyimlerini tartışmak açısından önemli bulduğunu belirtiyor: “Çünkü dullar hem devletin korumaya çalıştığı zavallı, yardıma muhtaç kadınlar hem de başlarında koruyucu bir erkek olmadığı için her an gayri meşru alana kayabilecek olan dolayısıyla ailelerin ve devletin namusunu da kirletme potansiyeli olan kadınlar. Aynı zamanda dönemin edebiyatı içerisinde gayet erotikleştirilmiş terimler.”
Milli Mücadele döneminde savaşmak için cepheye giden kadınları da ele alan Kutluata, “Savaş içindeki kadınların öznellikleri ve bu öznellikler üzerinden iktidar alanının deşifre edilmesi çok önemli” diyor. Konuyla ilgili en erken 1806’ya ait bir belge bulduğunu belirten Kutluata, savaşçı kadınların bir propaganda malzemesi olarak kullanıldığını söylüyor: “Bunların hepsi Kürt aşiretlerinin başında olan Kara Fatmalar. Cumhuriyet döneminde bu Kürt kimlikler dışarıda bırakılıyor. Peki bu kadınlar ataerkil kimliğe nasıl uyduruluyor? Yanında mutlaka kardeşi oluyor, ailenin erkeklerinin izin veriyor ve onaylıyor olması gerekiyor. Burada çok enteresan bir örnek Erkek Halime örneğidir. Erkek Halime erkek kılığına girer ve savaşa katılır. 90’larda Erkek Halime’nin üçüncü kuşak torunuyla bir görüşme yapılıyor. Oradan biz şunu anlıyoruz. Erkek Halime, savaştan sonra da erkek gibi giyinmeye ve yaşamaya devam etmiş, karşımızda trans bir erkek var.”
Savaşmak için cepheye giden kadınların hikayesinin ataerkilliğe ve hetoroseksizme uygun hale getirildiğini vurgulayan Kutluata, “Bu alanlar kadınların seslerinin en duyulmaz olduğu alanlar” diye konuşuyor.
‘SABİHA SERTEL’İ 24 YAŞINDA KEŞFETTİM
Cumhuriyet tarihinin ilk profesyonel kadın gazetecisi Sabiha Sertel’in ikinci kuşak yeğeni Nur Deriş, yaşadıklarını anlatırken zamanına tanıklık eden Sabiha Sertel’i de anlattı. Sabiha Sertel’in otobiyografik kitabı Roman Gibi’nin Türkçe’den İngilizce’ye çevrilmesine katkı sunan Nur Deriş, büyük halası olan Sabiha Sertel’in varlığının politik görüşleri sebebiyle kendisinden yıllarca saklandığını anlatıyor: “Ben Sabiha Sertel’i 24 yaşında keşfettim. Nasıl gizlenir bizden böyle bir şey diye çok kızdım. Çünkü o zaman ben kendim de devrimci olmuştum, hapis yatmıştım. Yazdıklarım, çevirdiklerim yüzünden baskı gören biriydim ve çok benzer paralel hayat çizgileri olan bir kadın keşfetmiştim ailemizde. Nasıl saklarsınız diye çok kızmıştım. İlerleyen yıllarda bu öfkem anlayışa dönüştü. Bizi sakınmak istediler, çocukları olarak. Sabiha’nın başına gelenler bu çocukların başına gelmesin dediler.” Nur Deriş bu cümlenin ardından kısa bir es veriyor ve gülümseyerek “Bu sakınmanın çok fazla bir faydasının olmadığını da tarih bize gösteriyor” diyor.
Nur Deriş’e göre Sabiha Sertel, sürekli saldırıya uğradığı üç farklı kimliğe sahip: Kadın, komünist ve dönme.
Dönemin kültür başkentlerinden Selanik’te 1895’te doğan Sabiha Sertel, altı çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu. Nur Deriş, onu zorluklardan yılmayan ilklerin kadını diye tarif ediyor: “16 yaşında Osmanlı Cemiyeti’nde Kadın isimli bir makale yayınlıyor. Yeni Felsefe Dergisi’nde yayımlayan bu makale, yılın en iyi makalesi seçiliyor.”
O dönemde kız çocuklarının üniversiteye devam etmesine izin verilmemesi de Sabiha Sertel’i yıldırmıyor. Sertel’in bu durum karşısında bulduğu çözümü, şöyle anlatıyor Nur Deriş: “Tefeyyüz Cemiyeti adıyla bir okuma grubu kuruyor. Üniversiteye gitmemize madem imkan verilmiyor, biz de kendimiz hocalarımızı tutarız diyor. Kız çocuklarını örgütlüyor, harçlıklarını birleştiriyorlar ve öğretmen tutup üniversite düzeyinde eğitim alıyorlar.”
1913’te Balkan Savaşı sebebiyle ailesiyle birlikte İstanbul’a taşınan Sabiha Sertel, 1919’dan itibaren eşi Zekeriya Sertel ile dönemin yayın hayatına damga vuran Büyük Mecmua dergisini çıkarıyor. Zekeriya Sertel, dergi içeriği sebebiyle tutuklanınca ortalığı bir telaş alıyor ve ‘Yoksa dergi çıkmayacak mı?’ sorusu gündeme geliyor. Nur Deriş, Sabiha Sertel’in durum karşısında takındığı tavrı şöyle paylaşıyor: “Sabiha’nın bu dergide kadın hakları meselelerini ele aldığı ‘Kadınlığa Dair’ isimli bir sütunu var. O akşam Halide Edip geliyor evlerine, Zekeriya tutuklu. ‘Ne olacak şimdi, nasıl çıkacak bu dergi?’ diyor. ‘Ben çıkaracağım’ diyor Sabiha. ‘Sen nasıl çıkarırsın sen daha çocuksun’ diye bir tepki görüyor Halide Edip’ten. ‘Yavaş yavaş büyüyeceğim’ diyor ve bana sorarsanız çok hızlı büyüyor.”
‘OSMANLI, KADINLARIN BİLGİ AĞINDAN HOŞNUT DEĞİLDİ’
Akademisyen Tuba Demirci, “Türkiye’de Tarih Yazımı Geleneğinde Kadınlar-Aile-Devlet” başlığıyla oturumun son konuşmasını yaptı. Tanzimat döneminden itibaren aileyi odağa alan araştırmasında, oldukça mahrem bir tarih bulduğunu ifade eden Demirci, “Bunlardan bir tanesi kürtaj” diyor ve Osmanlı’da 1820’lerden itibaren kadınların devletin dikkatini çekecek şekilde doğurganlıklarını düzenlemek istediklerini belirtiyor: “Çeşitli alternatif doğum kontrol yöntemleri geliştirmişler ve enteresan bir kadın bilgi ağı oluşturmuşlardı. Devlet o bilgi ağından hoşnut değildi ve yerel yöneticileri özellikle muhtarları, dini liderleri kadınların ne konuştuklarına, kadınların birbirleri arasında ne konuda fikir alışverişi yaptıklarına dikkatli olmaları konusunda uyarıyordu.”
Demirci, uyarıların yalnızca yerel yöneticilerle sınırlı kalmadığını ve dönem basınında erkeklere yönelik uyarıların da yer aldığını belirtiyor: “Osmanlı devlet adamlarını meşgul eden şey doğurgan, steril, hale yola sokulmuş bir annelik babalık ve çocuk yetiştirme pratiğiydi.” Demirci, hale yola sokulmuş annelik-babalık deneyiminin devlet adamları tarafından Rusya ya da Avusturya Macaristan’la girilen savaş kadar önemsendiğini ekliyor.
Aynur Tekin / duvaR.

'Dışarıda Deli Dalgalar' sahnede - duvaR.

Jale Sancak, Sabahattin Ali'nin yaşamı ve öykülerini oyunlaştırdı. Oyun, 12 Mart'ta izleyicilerle buluşacak.



Jale Sancak’ın çağdaş Türkçe edebiyatın ustalarından Sabahattin Ali’nin yaşamından ve öykülerinden oyunlaştırdığı ‘Dışarıda Deli Dalgalar’ oyunu, 12 Mart Perşembe günü, Tiyatro Kara Kutu Tatavla Sahne’de izleyicilerle buluşacak.

Egemen Sancak’ın yönettiği ve oynadığı oyunda ayrıca Canberk Erbaş, Irmak Akpınar, Kudret Aşan ve Burak Podak rol alıyor. Sinop Cezaevi’nde geçen günler, Leylim Ley’den Aldırma Gönül’e Sabahattin Ali şarkılarıyla birlikte, yazarın eserleri sahnede yeniden hayat bulacak. Oyun, saat 20.30’da başlıyor.(duvaR)

Kılıçdaroğlu’nun eli! - ENVER AYSEVER

Bahçeli ve Kılıçdaroğlu cami avlusunda, asker cenazesinde yan yana düştü. Gelenektendir, tokalaşmak için uzattı elini Kılıçdaroğlu, Bahçeli nefrete benzer bir öfkeyle baktı ve karşılık vermedi. Bu görüntüler üstüne düşündüm. Nasıl bir süreci yaşadığımızın belgesiydi karşımda duran. Peki, havada öylece kalan kimin eliydi?
Kılıçdaroğlu, sağ siyasal dili kullanmakta ısrarlı, biz de eleştirmekte inatçıyız. Bunu kenara koyarak yanıtlayalım. Kemal Bey’in eli: Cumhuriyeti kuran partinin genel başkanınındır. Ona oy veren milyonlarındır. Büyükşehirlerin neredeyse tümünü kazanan siyasal ittifakındır. Evladını askere tam zamanlı göndermiş babanındır. Daha birkaç ay önce yakılmak istenen bir siyasal liderindir. Eğer demokrasi (!) inancı varsa hâlâ, onun elidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan bir yurttaşın elidir!
O eli sıkmamak, tüm bunları reddetmektir. Sıradan bir tutum değildir. Tersine bir kararın göstergesidir. Muhalefetsiz demokrasi isteğidir. Eleştirisiz basın arzusudur. Kendine uygun millet tarifidir. Aslında milletsiz devlet isteğidir. Otoriterlik inadıdır. Tek tip insan tarifidir. Aydınlanma karşıtlığıdır. Uygarlıktan kopmaktır. Meclis iradesini reddetmektir. Böylece sürdürebilirim elbette. Ama başka bir anlamı daha var havada kalan elin...
Çok zamandır ısrarla anlatmaya çalıştığımız, nedense mış gibi yapmaktan bir türlü vazgeçmeyen, muhalefete yönelik somut işarettir. Suriye ile girişilen amaçsız mücadeleye “İstiklal Savaşı” diyen anlayışın, artık son hızla egemenliğini ilan ettiğini gösterir bu tutum. Yani? 1923’te kurulan Cumhuriyetin reddidir. O değerlerin, devrimlerin ortadan kalktığı anlamına gelir. Henüz adı konmamış olan yeni devletin ipucudur. Bunu kavramadan bugün Türkiye’de herhangi bir siyasal tutum takınmak yersizdir, hatta bu süreci meşrulaştırmaktadır.
Türkiye, kılıktan kılığa giren dinci-milliyetçi siyasetin elinde can çekişiyor. Herhangi bir düşünsel birikime dayanmayan, hiçbir devlet geleneğini tanımayan bu anlayışla mücadele güçtür, kabul. Ancak benzer söylemlerle, aynı kapitalist yaklaşımla sonuç almanın olanaksızlığı ortadadır. İnsanları; adına temsili denen, göstermelik demokrasi yalanından uyandırmak gerekir. Havada öylece kalan el, tam da bunun göstergesidir. Keyfiyetin işaretidir!
Eskiden “çoğunlukçu” dediğimiz durum, şimdi artık bu kaygıdan da vazgeçerek “dediğim dedikçi” hal aldı. Sandıktan neyin çıkacağına da yakında karar verecek bir yapı bu. Hukuku kurmak istediği düzenin aracı haline getiren bu milliyetçi-dinci siyasal ittifak, kendi kavramlarını, ölçülerini oluşturdu. Hâlâ çok da matah olmayan eski Türkiye günleri sürüyormuş gibi davranmak büyük yanılgıdır. Akit, yeni düzeni manşete taşıdı: “Şarap kokan maşalardan barut kokan paşalara!” diye.
Birçok siyasal gözlemci AKP’li yılların en güç sürecine girildiğini, sonuna yaklaşıldığını söylüyor. Kabul etsek bile, bu siyasal yapının ortaya çıkardığı tablonun ağır faturası orta yerde duruyor. Kaldı ki, iktidar olmaya mahkûm bir yapının, kolayca bunu devredeceğini düşünmek saflık olur. Ne ile karşı karşıya olunduğu iyi kavranmalı. İstanbul seçimi anımsanmalı.
Barış’ların tutuklanması da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Kendi hakikatini kuran ve bunun dışında çıt çıksın istemeyen bir parti devleti anlayışı söz konusudur. Örgütsüz muhalefet güçsüzdür. Örgütsüz toplum dağınık itirazlardan, şikâyetlerden öte gidemez. Gerçek şu ki; bu örgütsüz hal muhalefetin de işine yaramaktadır. Diyeceğim; Kemal Bey havada kalan elin kendine ait olmadığını bilmeli!
 ENVER AYSEVER / Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı+Gündem" -3 Haziran 2025-

  Cumhuriyet ve sosyalizm: Yarım kalan bir vaat için yürümek -İskender Özturanlı- Okuyan’ın analizleri, solun son otuz yıllık tarihini bir a...