Kaleci Nihat - NAZIM ALPMAN


Yarışmalı televizyon programlarından birinde (1990’lı yıllar) yarışmacı heyecanla “Hangi Nihat?” diye sorunca programcı Güner Ümit, konuyla ilgisi olmamasına karşın Nihat’ın yanına en fazla yakışan kelimeyi eklemişti:
-Kaleci Nihat!
Çok uzun yıllar sonra bile Nihat denildiğinde akla öncelikle Kaleci Nihat (Akbay) geliyordu. Oysa Nihat Akbay 1978’de on yıllık Galatasaray kariyerini tamamlayıp “GS Kaptanı” olarak futbol hayatını noktalamıştı. 1990’lı yılların ikinci yarısında bile akla gelen ilk kaleci olarak yerini koruyordu.
Yeşil sahaları bıraktıktan 20 yıl sonra da hafızalarda yerini koruyorsa o isme “Efsane” demek abartı olmaz her halde.
Buradan sonra “Nihat Ağabey” diyerek devam edeceğim. Çünkü o bir Beykozlu… Bizlerin bir kuşak öncesinde olan büyük bir sporcu dahası örnek bir insan… Karikatürü dev ismi Altan Erbulak, Nihat Ağabey’in jübilesi için çizdiği karikatürde konuşma balonunda şöyle diyordu:
-Sen Nihat’ın 1 numara olduğuna bakma o her zaman 10 numaradır!
Nihat Ağabey’in en fazla iz bırakan “centilmen” bir sporcu oluşuydu. Beykoz çayırında yetişen ünlü futbol yıldızları arasında onun özel bir yeri vardı. Uzun yıllar Türk futbolunun zirvesine yer alan Galatasaray’ın ve Futbol Milli Takımı’nın kalesini başarıyla korumuştu. En büyük zaferlere imza attığı anlarda dahi onun “şımardığını” kimse görmemişti. Ağırbaşlı, herkese saygılı, beyefendi halleri, coşkulu şampiyonluk anılarından önce geliyordu.
Nihat Ağabey 1968 yazında Beykoz’dan Galatasaray’a transfer olmuştu. O sezon (1968-1969) GS Şampiyonluğu göğüslemişti. Kulüp Başkanı Selahattin Beyazıt Galatasaray Piyangosu düzenlemişti... Bütün GS’lı sporcular Galatasaray Lisesi önünde piyango bileti satıyorlardı.
Bir erkek, bir kadın sporcuyla eşleşerek görev yapıyorlar. Nihat Ağabeyin yanına da Voleybol Takımının yıldız oyucularından Sezgin Yüzak düşüyor. Biletleri birlikte satıyorlar, büyük ikramiyeyi Nihat Ağabey kazanıyor:
-Sezgin Yüzak ile tanışıp evleniyorlar.
İki çocukları oluyor, Arkın(1973) ile Barkın (1977)…
1971 ile 1973 yılları arasında Galatasaray üst üste üç yıl şampiyon olduğunda kaleyi Türkiye’nin en iyi iki kalecisi koruyordu. Biri Yasin Özdenak, diğeri de Nihat Akbay.
İngiliz teknik direktör “Brian Brich dönemi” olarak anılacak yıllarda Galatasaray’ın kalesinde devleşen bir isim olarak tarihe geçen Beykozlu oldu Nihat Ağabey…
Neden Beykozlu diyorum?
Kendisiyle Beykoz Sözlü Tarihi için yaptığım uzun söyleşi de bana şöyle demişti:
-Galatasaray kamplarından izin alır Beykoz maçlarına giderdim!
Beykoz’dan hiç kopmadı. Berberi Sefer’i hiç değiştirmedi. Beykozlu arkadaşlarını da öyle…
Nihat Ağabeyi dün (24 Mart 2020) Kızıltoprak Camiinde kılınan cenaze namazı sonrası Beykoz’da toprağa verdik. Eğer korona salgını olmasaydı kesinlikle Kızıltoprak’ta bir derbi maçı kitlesi toplanabilirdi. O her takımdan yüzbinlerce taraftarın kalbinde özel bir yere sahipti:
-Beyefendi Aslan Kaleci Nihat!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Salgın günlerinde Doğan Öz’ü anarken - Ali Rıza Aydın

24 Mart. İnsanlık düşmanı-sömürü dostu katillerin kurşunlarıyla 42 yıl önce katledilen hukukçu, insanlık sevdalısı, adalet ve sosyalizm mücadelecisi Doğan Öz’ü anma günümüz.

Bu yılki anma toplantısını İzmir olarak planlamıştık. Salgın günleri nedeniyle yapamadık. Bu nedenle Perşembe yazımı hoşgörünüze sığınarak bugüne çektim.
Bugün, Hukukta Sol Tavır Derneği olarak komünist hukukçularla, işçi avukatlarla, Doğan Öz dostlarıyla geleneksel anmamızı yapacak, Doğan Öz ile hukuk ve yargı arasında köprü kurup, bugünün köprü ayağının nasıl çökertildiğini ama Doğan Öz ve diğer adalet mücadelecileri adına nasıl dik durulduğunu anlatacaktık. 

Doğan Öz, 1980’lere ve oradan da bugüne kadar tüm vahşilikleriyle gelen sömürücü düzende, birçok ilerici, aydınlanmacı, barışsever, yurtsever, emekçi, sosyalist ve komünistin katliamı gibi alındı aramızdan.

Bir Savcı olarak ve de polis takibindeyken katledilmesi, yalnızca 1970’lerin son çeyreğinin Türkiye’sini yansıtmıyor; aynı zamanda kapitalist, emperyalist dünyanın ve bu dünyanın işbirlikçilerinin sömürü hırslarını ve emekçi halka, ilericilere karşı düşmanlığını da yansıtıyor.

Doğan Öz ve benzeri cinayetler bir konuyu netleştirdi: Cinayetlerin sınıfsallığı katledilenlerin siyasi kimlik taşıyıp taşımadıklarıyla ölçülmez. 

Öz’ün, okumak için “Komünist Manifesto kitabını istemesi” notunun Konya Emniyet Müdürlüğünün kayıtlarına girmesinin bilinmesine de gerek yok. 
İnsanı suça iten nedenleri ve suçun kaynağını sorgulayan, kontra gerillanın üzerine giden; yolsuzluklara, devlet güvenlik mahkemelerine, Batı’nın istihbarat örgütlerine, idama ve cezasına, siyasi ve ekonomik işlevi açık faşist örgütlenmelere ve çetelere, Komünizmle Mücadele Derneğine karşı savaşım veren bir hukukçunun katli sınıfsal değil de nedir?

İnsanlık düşmanlarına, piyasaya, gericiliğe, yozlaşmaya, işbirlikçiliğe ve sömürüye karşı bütünsel mücadele veren, devleti ve hukuku toplumsal ilişkilerin ürünü olarak gören şair ruhlu Doğan Öz’ün katli sınıfsal değil de nedir? 

24 Mart 1978 günü Ankara Adliyesi’ndeki görevine gitmek üzere otomobiline bindiği esnada uğradığı silahlı saldırıda kaybetti hayatını.

Savcılık ve Emniyet, Ankara’da sol görüşlü Muzaffer Üstünel’in katli olayında elde edilen kovanların Doğan Öz cinayetinde kullanılan kovanlarla aynı silahtan çıkmış olduğunu tespit etti.

Ankara Bahçelievler’de yedi Türkiye İşçi Partili genç yoldaşımızın katil zanlısı olarak yakalanan İbrahim Çiftçi, Doğan Öz suikastını gerçekleştirdiğini emniyet sorgusunda itiraf ettiği gibi Cumhuriyet Savcılarının sorgusunda cinayeti tüm ayrıntılarıyla anlattı. Eylemi Hüseyin Demirel ve Hüseyin Kocabaş’ın emir ve talimatları doğrultusunda yaptığını söyledi.

Askerî Mahkeme Çiftçi’yi Öz cinayetinden idama mahkûm etti. Askerî Yargıtay soruşturmadaki bazı noksanlıklar nedeniyle Mahkeme kararını bozdu. Askerî Mahkeme, Çiftçi hakkında ölüm cezasına tekrar karar verdi. Askerî Yargıtay Genel Kurulu idam kararını bozdu.

Yargılamayı yürüten Askerî Mahkeme, gerekçeli kararında yargı tarihine geçecek ifadelerle, “İtiraz üzerine verilmiş olsa dahi Askerî Yargıtay Daireler Kurulu kararlarına direnilemeyeceği muhtelif Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararlarından anlaşıldığından ayrıca Askerî Yargıtay Daireler Kurulu kararları mahkemeleri bağladığından Mahkememiz eski kararında direnememiştir. Bir oy farka dayansa da sekizde yedilik oy çokluğuna dayanan Askerî Yargıtay Daireler Kurulu’nun bozma ilamına, hukuki zorunluluk nedeniyle uyulmuş”tur diyerek sanık İbrahim Çiftçi’nin beraatına karar verdi. 

Böylece dönemin birçok cinayetinde olduğu gibi, akla sığmayacak yollarla ve kararlarla, faili belli suikast faili meçhul (!) kaldı.    

Doğan Öz katliamıyla hem hak aramanın ve yargının çürütülmesinin yolu açıldı, hem de hukuk ve yargının düzen içi hallerini analiz ederek toplumcu gerçekçiliği arayan mücadele insanlarının yolu kapatılmak istendi.

Bir konu daha kanıtlandı: Bu tür katliam ve davalar yalnızca failleriyle, düzenden soyutlanarak okunmaz; düzen, gerektiğinde fail bulur gerektiğinde failleri korumasını bilir.

İçinde bulunduğumuz salgın ortamında Fransa’da 600'den fazla doktorun, salgının yol açtığı krizin yönetiminde "devlet yalanı" söylemeleri, “salgın ile ilgili tehlikeyi bildikleri halde zamanında gerekli önlemleri” almamaları, “halktan bilgi gizlemeleri”,  “Dünya Sağlık Örgütü'nün 30 Ocak'taki uyarısından hemen sonra gerekli olan tıbbı malzeme stoku ve yeterince miktarda test kiti oluşturmak için harekete” geçmemeleri gibi gerekçelerle Başbakan ve Sağlık Bakanı hakkında Paris'teki Adalet Divanı'na suç duyurusunda bulunması önemli bir tespiti ve sorumluluğu gündeme getirip harekete geçmek yönünden anlamlı.

Bu suç duyurusu, Türkiye’ye ve diğer ülkelere de örnek olacak bir mücadele girişimi.

Salgının bilimsel olarak okunması ve yaşanan gerçekler bu tür sorumlulukla birlikte başka ve ağır bir katliamı ve sorumluluğu işaret ediyor. 

Koronavirüs salgını doğanın, insanların ve toplumların sağlığıyla birlikte sağlıklı bir çevrede yaşamayı tehlikeye atma ve sömürüyü sürdürebilmek için keyfice her şeyi katletme suçlarıyla da değerlendirilmeli. 

Bu suçların kaynağında ise kapitalizm var. Uzlaşmacıların işbirlikçiliği de unutulmamalı.

Fransız doktorların girişimi bir yönüyle yerinde. Ancak, Doğan Öz katliamının faili meçhule giden hikayesi de unutulmamalı.

Doğan Öz ve benzeri katliamların faili meçhul olmadığı gibi salgınların ve halkın sağlığı adına görevi kötüye kullanmanın, halkı kandırmanın faili de meçhul değil. 
Evet, suçlulardan hesap sorulmalı; ama mücadele, otorite fırsatçılığının ve suçların kaynağı olan sömürücü düzenden hesap sorulmadan bitmemeli. 

Ali Rıza Aydın / SOL     

Felaket tellallığı değil: Bakanın açıkladığı sayıların sırrı - Mehmet Kuzulugil

Bakan Koca her gece kesinleşmiş vaka sayısını duyuruyor. Koca’nın PCR testleri pozitif çıkanların sayısı olarak açıkladığı sayılarda bir eksiltme olma ihtimali yok. Bu bilgiler en başta Bilim Kurulu tarafından denetleniyor. Öte yandan asıl yanıltıcı bilgi burada: Hastanelerde PCR sonucu alınmamış ama BT sonuçlarına göre tanı konulmuş çok sayıda hasta tedavi görüyor.

Ülkemizde resmi tanı konulmuş ilk hastaya ilişkin bilgi 11 Mart günü akşam saatlerinde Sağlık Bakanı Fahrettin Koca tarafından bir basın toplantısıyla duyuruldu. Bu duyuruyla birlikte Koronavirüs ülkemiz için dışarda yaşanan ve Türkiye’ye ne zaman bulaşacağı belli olmayan bir sorun olmaktan çıktı. Öte yandan pek çok kişi ve özellikle sağlıkçılar, virüsün bulaştığı hastalar olduğunu düşünüyordu. Bakan Koca’ysa, ilk vakanın 10 Mart gecesi tespit edildiğini ve üstelik “bir veya birkaç vakanın salgın olmadığını” söylüyordu!

Aynı şekilde, Koronavirüs sonucu resmi olarak tanınmış ilk ölüm de yine Koca’nın 13 Mart günü yaptığı basın toplantısıyla duyuruldu.

Bunu izleyen günlerde Türkiye salgının yayılmasına ilişkin sayısal bilgileri Koca’nın yaptığı gece açıklamalarıyla öğrendi. Bunların bazıları twitter mesajlarıyla oldu.

Bakan Koca’nın son olarak dün yaptığı açıklamaya göre bugüne kadar KOVİD-19 teşhisi konulmuş hasta sayısı 1529 oldu. Bu sayıya dahil olmak üzere 37 yurttaşımızı kaybettik.

Açıklanan sayılarla ilgili yapılan spekülasyonlarsa, sayılarla paralel olarak artıyor.

‘PCR TEST SONUÇLARINI GİZLEMEK MÜMKÜN DEĞİL’
Hasta ve KOVİD-19 nedenli ölüm sayısının gizlendiği iddialarıyla ilgili olarak uzmanların görüşü oldukça net: PCR testleri şimdiye kadar Halk Sağlığı referans laboratuvarlarında yapıldı ve test sonuçlarının gizlenmesi mümkün değil.
Bilim Kurulu’nda yer alan bazı saygın bilim insanları da şimdiye kadar bakanın yaptığı açıklamaların sayıları gizlediği yolunda herhangi bir yorum yapmadı, imada bulunmadı.

MESELE MERAK YA DA BOZGUNCULUK DEĞİL
Tanı konulmuş hasta sayıları ve ölümler sadece ülkemizde değil tüm dünyada insanların merak ve kaygıyla izledikleri bilgiler.

Sayıların seyrine bağlı olarak yapılan değerlendirmeler, alınan önlemlerin yeterliliği hakkında yapılan yorumlar hekimlerin ve sağlık uzmanlarının son günlerde yoğun olarak uğraştıkları çalışmalar haline geldi.

Bakanın açıkladığı sayıların gerçek tabloyu ne ölçüde yansıttığı konusundaki güvenceler de bu yüzden önem taşıyor.

Salgının ilk günlerinden beri görüştüğümüz sağlıkçılar, rastgele yapılan, dayanaksız “sayı çok daha fazla” yorumlarının paniği körüklemekten başka bir yararı olmadığını üstelik gerçekten önemli bir konu olan bilgi güvenilirliği ihtiyacını da yozlaştırarak bir süre sonra duyarsızlığı körüklediğini sıklıkla dile getirdiler.
“Yaşanan felaketin boyutları” ve sayısal ölçümlere daralmış bir habercilik halk sağlığı açısından da halkın politik uyanıklığı açısından da bir yarar sağlamıyor.
Öte yandan, sağlık sahasından gelen somut bilgiler, bakanın günlük olarak yaptığı vaka açıklamalarıyla ilgili oldukça kesin kuşkular yaratıyor. “Sayılar gerçek tabloyu yansıtmıyor” görüşünün objektif, bilimsel kesin dayanakları var.

PCR TESTİ HEPİMİZİN DİLİNDE AMA...
Bakan Koca dün yaptığı açıklamada yeni vaka sayısını tam olarak şöyle duyurdu: “Son 24 satte 3.672 test sonuçlandı. 293 yeni tanı kondu.”

Görüldüğü gibi, salgında durum bilgisi aslında Kovid-19 tanısı konulmuş olan hasta sayısı olarak değil PCR (+) sonucu kesinleştirilmiş hasta sayısı olarak duyuruluyor.

PCR testinin KOVİD-19 tanısı açısından (özellikle gerektiğinde tekrarlanması sayesinde) güvenilirliğini uzmanlar doğruluyor. Öte yandan tanı için tek araç aslında PCR değil.

Farklı hastanelerde görüştüğümüz acil servis uzmanları Bilgisayarlı Tomografi (BT) görüntülerinin de KOVİD-19 tanısı için veriler sunduğunu, bir süredir hastanelerde izolasyon altında KOVİD-19 tedavisi uygulanan, bir kısmı yoğun bakımda tutulan çok sayıda hasta için BT sonuçlarını da değerlendiren klinik tanıyla hareket edildiğini söyledi.

Birisi Anadolu yakasında, bir diğeri Avrupa yakasında olan iki büyük devlet hastanesindeki acil servis uzmanları söz konusu hastaların PCR örneklerinin alınıp merkez laboratuvara gönderildiğini ama test sonuçlarının beklenmediğini belirtti.

Bir uzman “PCR testi için örnek alıp yolladığımız hastalar oldu. Çoğu negatif çıktı. Pozitif bilgisi hiç almadık. Fakat test sonuçları şimdiye kadar 5 günden önce gelmedi. Tomografi (BT) sonuçlarına bakarak yatırdığımız ve KOVİD-19 tedavisine başladığımız hastalarımız var. BT ve diğer tetkiklere göre tedaviye başlıyoruz zaten” derken diğeri bulunduğu hastanede BT ve başka tetkiklerle tedavi yoluna gidildiğini söyledi ve “4 günden önce sonuç gelmiyor zaten. O yüzden özellikle BT görüntüleriyle kesinleştirdiğimiz vakalarda PCR beklemiyoruz” diye konuştu.

Genel bir tarama yapmak henüz mümkün olmasa da bilgi aldığımız birkaç noktadan hareketle, PCR testi yapılmamış ya da sonuçlanmamış olan ama “şüphe” olarak nitelenseler de aslında “kesin klinik tanıyla” tedavi görmekte olan hasta sayısının bakanın açıkladığı PCR (+)'leri fazlasıyla aşmış olduğunu düşünmek için çok neden var: Klinik tanı konulmuş, tedavi gören hasta sayısının 3’ün üzerinde olduğu iki hastanede de PCR+ tanı konulmuş vaka yok.

HIZLI TANI KİTİ: SALGIN ÖNLEMİ OLARAK ÖNEMLİ
“Durum buysa, hızlı tanı kitlerinin bu kadar gündeme oturması niye? Oyalamak için mi? Bakan bununla asıl meseleyi mi örtüyor?” Bunlar üzerinde düşünerek, bir acil servis uzmanına danışmak istedik.

Görüştüğümüz uzmanın “Hızlı tanı kitleri ve ‘hızlı tanı’nın kendisi bizim için çok kritik. Tek tek hastaların durumu açısından bakmayın. Hızlı tanı tarama yoluyla daha çok sayıda bulaşmış kişiyi tespit etmemizi ve böylece onları izole ederek yayılmayı durdurmamızı sağlayabilir” sözleri sonrasında bu konuda danışmanın ötesine geçip sorularımızı sıralamamız gerektiğini anladık.

Bakan Koca’nın PCR test sonuçlarının merkezi olarak denetlenmesi, herhangi bir laboratuvarda elde edilen bir test sonucunun (elbette özellikle pozitif olanların) bakanlığa bildirilmesi gereği konusunda söyledikleri elbette tartışılmaz bir haklılık içeriyordu fakat daha çok test yapılması her koşulda daha yararlı değil mi? PCR testlerinin yapıldığı yerlerin sayısının kontrolsüz bir şekilde artırılması kadar, yapılan test sayısının azlığı da “pozitif” vakaların bilgisinin bir yerlerde toplanmasına engel olmuyor mu? Test az yapılınca, Koronavirüs pozitif kişilerin de daha az bir kısmı tespit edilmiş olmuyor mu?

Daha fazla merkezde PCR yapılması uygun, Türkiye'de bunu yapmaya uygun üniversite hastanesi var. Bu testlerin sonuçlarının tabiki merkezi şekilde toplanması gerekiyor. Hem pozitif, hem negatif bulguların tek bir merkezde toplanması gerekir. Aynı zamanda bu pozitif çıkan kişilerin, çevresinin de taranması gerekir. Yaptığımız her işin bir bütünlüğün parçası olması gerekir. Bizde hala bu bütünlükten kopuk hareket ediliyor. PCR testi pozitif dediğimiz hastaları biz hastaneye yatırıyoruz, koronavirüs teşhisi kondu demiyoruz. Bu ara başvuru inanılmaz arttı.

Haftaya 5, 6 yatış ile başladık. 50 yatışla bitirdik. Bu bir haftalık süre şununla ilgili biz ilk gelen hastaların yakınlarına, temas ettiklerine test yapmadık, nerede diye sormadık, araştırmadık, onları izole etmedik haliyle devamı geldi. Şimdi yapılmayan testin sonucu olarak, tespit edilmeyenlerin sonuçları olarak hastanelerde arttmış. Muhtemelen birkaç hafta içerisinde baş edemeyeceğimiz hasta başvurusu ile karşı karşıya kalacağız. Test az yapılınca koronavirüs az çıkmış oldu, ama mızrakta çuvala girmiyor galiba. Şu an hastane başvurularında hala rutin test yapamamamıza rağmen. Yatırdığımız hastalarda bulunan bulgular, ek tetkitler yüksek öngörüde pozitif olduklarına dair, PCR sonuçlarını beklediğimiz hastalar var. PCR sonuçları bize bildirilmiyor. Bu hala saklanıyor.

PCR ve hızlı tanı kitinin güvenilirlikleri ne? Yani pozitif ya da negatif sonuçlarının doğruluk oranı nedir? Anladığım kadarıyla güvenilirlik sonuca göre de değişiyor. Bir testin pozitif sonucu yüksek güvenilirlik taşırken negatif sonucuna güvenilemiyor, ya da tersi.

PCR'ın zaman aldığı, testin alınma şeklinin zaman aldığı, sonucun çıkmasının zaman aldığı düşünüldüğünde, hastanın tedavi sürecini geciktiren, birazcık zaman kaybına neden olan bir şey. O yüzden yaygın, hızlı antijen testlerinin kullanımı öneriliyor. Çok kısa sürede sonuç olabiliyorsunuz. Güvenilirliği düşük değil. PCR'a göre düşük de olsa. Bu tarz salgın hastalıklarda hızlı müdahale ve hızlı karar almak önemli, haliyle bu işe yarayacak hızlı antijen testlerini kullanmamız. Sonrasında PCR ile doğrulamamız önemli. Hızlı antijen testleri de, PCR da bir hastada belli aşamalarda negatif çıkabilen tektikler. O nedenle, hastaya testi yaptık negatif, yine de hastayı izole etmemiz gerekir. Doğrusu bu testlerin belli sürelerde mutlaka tekrar edilmesi.

Hızlı antijen testinin bizim açımızdan gerçekten en önemli kısmı hasta olanları, sağlıklı olanlardan ayırmak. Haliyle test kendi başına ''Aaa sende hiç bişey yok, eve git dinlen'' demiyor. Negatif olsa dahi isolasyon öneriyor. Pozitif olduğunda ise tekrar kontrol edilmesi gerekiyor ancak mutlaka ve mutlaka isolasyon sağlıyor. Negatif çıkma meselesine her zaman güvenmemek, buna rağmen hastayı isolasyona almak gerekiyor. Temel hattımız hala isole etmek üzerine kurulu.

Hızlı tanı kitlerinin güvenilirliği yüzde yüz değil. Buna rağmen niye önem veriyorsunuz kullanılmalarına?
Hızlı tanı kitinin güvenilirliği yüzde yüz değil evet ama güvenilirlik oranı düşük de değil. Hassasiyeti yüzde 88'lerde. Genel olarak negaitf olanları kabul ediyoruz. Pozitif olanları PCR ile tekrar kontrol etmek gerekecek. Altın standart PCR kabul ediyoruz, onun kadar güvenilir değil. PCR alınma şekli, hastalığın kaçıncı gününde olduğuyla alakalı olarak PCR her zaman pozitif çıkmıyor. Haliyle diğer tektiklerle birlikte kombine etmek, birlikte düşünmek gerekir. Hastanın kliniğini ön planda tutmakta fayda var.

Şu terimleri artık ezberledik: Hızlı tanı kiti, PCR testi, klinik bulgular, tanı, klinik tanı.
Daha bireysel hasta düzeyine indiğimizde bunların önem ve ağırlığı nasıl görülür. Yani mesela Koronavirüs tedavisi uygulanması için PCR testinin pozitif sonuçlanmasına mı bakarsınız?

Tektiklerden PCR, tanı, kritik tanı. Bireysel hasta üzerinden değerlendirdiğimizde, ilk test negatif geldi. Bulgular devam ediyor. Mutlaka testlerin yeniden yapılması ve doğrulanması gerekiyor. Örneğin ilk hafta PCR negatif geliyor, ikinci kontrolde pozitif geliyor. İlk Tomografi bulguları pozitif, PCR'ını yapıyoruz, negatif gelebiliyor. Başka virüs de, aynı görüntüleri yapabiliyor bazen. Ama sonunda, biz hastanede yatışa karar verdiğimizde bunların tamamı ve klinik durumunu değerlendirmiş oluyoruz. Laboratuvar meselesi mevzu bahis olduğunda PCR'ı altın standart kabul ediyoruz. Tanı koymada kendimizi bilimsel yöntem ile belirlemek ile ilgili bir şey. Klinik süreç çok daha önemli ilk süreçte. Bu bireysel hastalığın tedavisi ile ilgili. Ancak bizim toplumumuzun hepsini izolede dikkat etmemiz gerekiyor. Şüpheli her tür vakayı izolasyona almamız gerekiyor. Bu da işin salgın ile ilgili boyutu.

Hastanın Kovid tedavisi başlama durumu, kliniği ile karar verilen bir süreç. Elimizdeki tüm ilaçlar belli koşullarda veriliyor. Ateşi, solunum sıkıntısı, oksijen ihtiyacı… İlaçları hastanın ihtiyacına bağlı olarak veriyoruz. Diğer kullandığımız antiviral ilaçlar, ya da diğer grup ilaçlar hastalığın klinik seyrine, aşamalarına göre veriliyor. Ama genelde evet PCR pozitif çıkmadan öncede, tomografi sonucu ve hastanın durumu hızlıca ağırlaşıyorsa klinik seyrine bağlı olarak ilerliyor. Ek hastalığına bağlı olanlara ek ilaçlar. Bu ilaçların tamamını hastanın klinik seyrine bağlı olarak veriyoruz.

Bir de elimizdeki protokollerde olası vaka tanımına uymadığı için hastaya test yapamadığımız sıralarda hastanın diğer klinik verileriyle, tam kan ve bazı laboratuvar değerleri, bazı görüntüleme bulguları ile hastaları yatırdık. Bundan sonra da hastaların triyajını yapacağız, klinik süreçleriyle yatırıyoruz, kontrol edeceğiz gibi duruyor.

BİLGİSAYARLI TOMOGRAFİ SONUÇLARIYLA İLGİLİ YAPILMIŞ BİR ARAŞTIRMA

BT sonuçları tedavi gerektiren pnömoni (zatürre) tablosunu ortaya çıkartıyor ve tedaviye başlamak ve KOVİD-19 protokollerini uygulamak için doğru yolu gösteriyor.

BT görüntülerine bakarak başlatılan tedavi KOVİD-19 ya da başka bir hastalık etkeni olmasından bağımsız olarak zaten zorunlu.

Öte yandan salgının kontrol altına alınması açısından da önemli sonuçları var BT görüntülerinin. Çin’de yapılan bir araştırmada Wuhan’daki kuşkulu 1014 hasta için BT ve PCR sonuçları karşılaştırıldı.

PCR sonuçlarına bakarak nCov-2019 pozitif olarak tespit edilmiş hasta sayısı 601’ken BT için bu sonuç 888 çıkıyordu. PCR testleriyle negatif olduğu tespit edilmiş 413 hastanın 308’i böylece BT tarafından pozitif olarak damgalanırken, PCR’da pozitif olarak saptanmış 601 hastanın 580’i BT sonuçlarında da pozitif olarak tespit edilmişti.

Araştırmayı yapan uzmanların bu verilerden çıkarak vardıkları sonuç salgın bölgelerinde BT’nin KOVİD-19 tanısı için birincil araçlar arasında görülebileceği.
Biraz detaya inersek şunu görebiliyoruz: Bu araştırmada PCR sonucuyla belirlenen 601 hastanın 580’i BT aracılığıyla da tespit edilebilmiş. Bu 601 hasta içinde sadece 21’inde virüsün tanıdan kaçabildiği anlamına geliyor ki salgını durdurmak için izlenecek izolasyon politikası açısından bu çok iyi bir oran. Salgın koşullarında BT görüntülerinin “gözünden kaçan” hasta oranı çok az.
Negatif sonuçlar açısındansa BT’nin performansının yüksek olmadığını söylemeliyiz. KOVİD-19 negatif olan 413 hastanın 308’i BT görüntülerinin değerlendirilmesiyle pozitif olarak tespit edilmiş oluyor ki bu aracın “özgüllüğünün” yüzde 25 olması demek.

Öte yandan konumuz açısından önemli nokta şu: Andığımız araştırmadaki oransal değerleri doğrudan uyarladığımızda şu anda hastanelerde PCR testi yapılmamış olarak ve BT görüntüleri dayanak alınarak KOVİD-19 protokolü uygulananların 508 bölü 888’inin (yüzde 57) PCR testlerinin de pozitif çıkmasını bekleyebiliriz!

Bu BT görüntülerine dayanılarak yapılan KOVİD-19 tanılarının klinik bulgular ve başka tetkiklerle desteklenmeye ve PCR ile doğrulanmaya gereksinim duyduğunu ama salgının yayılmasını kontrol altına almaktan söz ediyorsak, PCR ile doğrulanmadığı durumda dahi yüksek ihtimal olarak değerlendirileceğini gösteriyor.

Açıklanan "günlük salgın yayılma sayılarının" da esas olarak salgının kontrol altına alınmasında hangi noktadayız konusunda fikri vermesi gerektiğini hatırlatarak bağlayalım.

Mehmet Kuzulugil / SOL

Özgürlüğün sınırı - Zülal Kalkandelen

Zorunlu olarak eve kapanan insanlar korona günlükleri tutmaya başladı. Sosyal medyada herkes dört duvar arasında nasıl vakit geçirdiğini anlatıyor.
İzlenecek filmler, dinlenecek müzikler, okunacak kitaplar listeler halinde paylaşılıyor.
Kimisi spor salonuna gidemediği için evde spor yapmaya dair yaratıcı yöntemler geliştiriyor.
Yemek tarifleri verenler de var.
Ne var ki tüm bunlar bazılarına yetmiyor; sıkıntıdan patladıklarını anlatıyorlar. Karısıyla kocasıyla kavga edenler, annesi ya da babası ile tartışanlar epey fazla.
Bunları görünce, ben niye evde sıkılmıyorum diye düşündüm. Kendimi oyalamakla ilgili hiç sorunum olmadı. Belki de kişilik yapısı önemli, bilmiyorum...
***
Aklıma zorunlu olarak evde kaldığım dönemler geliyor.
İlki 1980 askeri darbesiydi. Çocuktum ama hatırlıyorum o dönemi.
Sokağa çıkma yasağını...
Annem ve babamın endişe içinde konuştuklarını...
Tek kanallı televizyondan, radyodan tek taraflı haberleri dinleyişimizi...
Yan apartmanda oturan bir gencin evinden alınıp tutuklanışını anımsıyorum.
İkincisi 2001 yılında New York’ta İkiz Kulelerin yıkıldığı 11 Eylül saldırılarıydı. Facianın olduğu sırada Times Square civarındaydım. Tüm ulaşım ve iletişim durduğundan korku içinde o sırada yaşadığım eve yürüdüm.
Televizyonda izlediğim görüntüler yüzünden dehşete kapılınca kendimi tekrar sokağa attım. Fakat yetkililer, bir süre evden çıkılmaması çağrısı yapınca, günler sürecek ev hapsi başladı.
Yıkılan dev kulelerde çıkan yangının da etkisiyle havaya zehirli partiküller yayılmıştı. Betonun tozuna, eriyen demir, binlerce bilgisayar ve elektronik aletten çıkan alkalin, asbest, cıva gibi ağır metaller karışmıştı.
Hatta zehirli karışımın musluktan akan suya bulaştığı da söylendi. New York’ta hâlâ binlerce insan o dönemden kalma akciğer hastalıklarıyla boğuşuyor.
***
Zorunlu olarak evde kaldığım üçüncü dönem, 15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişimi sırasındaydı. Olayın yarattığı travmayla kendimi isteyerek eve kapattım.
Herkes gibi günlerce TV izleyip sosyal medyadaki paylaşımlara bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştım.
Öfke, korku, üzüntü ve nefret duygularının birbirine karıştığı, geleceğe dair belirsizlik içinde sürüklendiğimiz berbat günlerdi...
Korona salgınından beri de yine bir süredir evdeyim. 10 gündür sadece bir kere mecburen ATM’den para çekmek için çıktım.
Evde olmaktan sıkılmadım ama yine gelecek hakkında tasalanıyorum.
İnsanların korona salgını sonrasında akıllanacağını, yaşantılarında kaçınılmaz hale gelen değişimleri yapacağından emin değilim. Kapitalizm buna engel olmak için kurgulanmış sonuçta...
***
Toplumsal bir olay nedeniyle evde kapalı kalmak üzerine yazarken dört duvar arasına kendi isteği dışında hapsedilenleri düşünüyorum.
Hiçbir terörist faaliyetle ilgileri olmadığı halde susturulmak için hapse atılan, sadece düşünceleri nedeniyle “terör” suçlamasıyla karşı karşıya kalan gazetecileri, yazarları düşünüyorum.
Ülkenin doğu ve güneydoğu illerinde sık sık ilan edilen sokağa çıkma yasakları altında ömür geçirenleri düşünüyorum.
Sırf insanlar kazanç sağlasın ve keyif alsın diye doğal ortamlarından koparılıp kafeslere kapatılan hayvanları düşünüyorum.
Mezbahalarda ölüm koridorunda hayatının son anlarını yaşarken tir tir titreyen hayvanları düşünüyorum...
Her haksız esaret içimi daraltıyor. Her kafesi kırmak istiyorum.
Dünyayı hem insanlara hem de hayvanlara dar eden sisteme ve insan bencilliğine isyan ediyorum!
Son tahlilde görüyorum ki, özgür olduğumuz tek alan kendi bedenimiz ve aklımız ile sınırlı.
Ve bunun tek sorumlusu bu adaletsiz, baskıcı ve sömürücü sistemi kurup kabul eden insanlık...
Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

Salgında durum kötü: Gidişatımız İtalya’yla karşılaştırılabilir - İLKER BELEK



Salgın ülkemizde etkisini giderek hissettirirken tablo da ağırlaşmaya başladı. İlk beş günlük veriler ülkemizin salgının yıktığı İtalya’yı bile geride bırakabileceğini gösteriyor.
Salgının ilk beş günündeki veriler Türkiye’nin salgının yıktığı İtalya’yı bile geride bırakabileceğini gösteriyor.
AKP hastalığın ülkemize girişini engellemekle övünüyordu. Oysa işin gerçeği, başlangıç aşamasında virüsün sessizce yayılması ile yeterli sayıda test yapılmıyor olmasıydı. Bir yandan test sayısının artışıyla, bir yandan da sağlık kurumuna başvurmayı gerektirecek ciddiyetteki klinik durumların ortaya çıkmasıyla birlikte durum değişti.

TÜRKİYE VAKA SAYILARINDA ÖNDE
Salgının başlangıç tarihi olarak ilk yerli vakanın saptandığı tarihi alıyoruz. Bu, Türkiye için 18 Mart’a denk geliyor. Aşağıdaki tablo ve grafikte her ülkede salgın başlangıç tarihini izleyen ilk beş gün için vaka sayılarını veriyoruz. (DSÖ günlük durum raporlarından hazırladık.)



TÜRKİYE HASTALIK HIZINDA DA ÖNDE
Bir de aynı dönem için hastalık hızının değişimini karşılaştıralım. Zira ülkelerin nüfusları birbirinden farklı ve bu nedenle tek başına vaka sayıları üzerinden yapılacak bir değerlendirme yanıltıcı olur. Aşağıdaki tabloda da bunu gösteriyoruz. (Yine DSÖ günlük durum raporlarından hesapladık.)



ALMANYA'DA ÇOK DAHA FAZLA TEST YAPILMIŞ OLMASINA RAĞMEN VAKA SAYISI VE HIZ DÜŞÜK
Bu değerlendirmeye, diğer ülkelerin de salgının başlangıcında Türkiye’den daha az sayıda test yapmış oldukları için vaka sayılarının ve hastalık hızlarının düşük olduğu yönünde bir itirazda bulunulabilir.

Öyle değil.

Sağlık Bakanı 22 Mart gününe kadar 22 bin 345 test yaptıklarını açıkladı. 
(1) Bu sayıyı salgının ilk beş gününde yapılmış olarak kabul ettiğimizde (Oysa öyle değil, elimizde Türkiye’nin 9 Mart tarihine kadar 940 test yapmış olduğuna dair veri var 
(2), yani 22 bin 345 test salgının ilk beş gününden önce yapılmış olanları da içeriyor) günlük test sayısının 4 bin 469 olduğunu buluruz.
Almanya ise 15 Mart tarihine kadar, yani salgının başlangıcından itibaren 17 gün içinde (Almanya’da da salgın öncesinde yapılmış testler bu sayının içinde yer alıyor olabilir) 167 bin test yaptı 
(3): Günlük test sayısı 9 bin 824.
Kısaca daha fazla test yapmış, yani vaka yakalamak konusunda daha titiz davranmış Almanya’da vaka sayısı ve hastalık hızı Türkiye’den çok daha düşük.
Ama beklenen zaten budur: Test yapar, vaka saptar, tedaviye alırsınız. Aynı anda vakaların temaslılarını belirler, izole eder, izlersiniz.

Aksi taktirde salgın yayılır.

İlker Belek / SOL


Kayıp balıklar atlası - Ahmet Eken / 1+1 FORUM

DEVECİYAN’IN KILAVUZLUĞUNDA BİR ZAMANLAR MARMARA

Balığın bol olması beklenen mevsimdeyiz, ama kasım ayının sonuna yaklaşmamıza rağmen bolluktan bereketten eser yok. Denizleri yağmalarcasına avlanıp, dizginsiz sınırsız kirletip bunun bir sonucunun olmamasını beklemek de abes olurdu elbette. Oysa devrin İstanbul Balıkhanesi müdürü Karekin Deveciyan bir asır önce çıkan “Balık ve Balıkçılık” kitabında deniz bereketinin eksik olmadığı bir coğrafyadan söz ediyordu. Marmara’nın iki denizi birleştiren benzersiz ekosistemi neredeyse tamamen çökmüş durumda. Karekin Deveciyan’ın kılavuzluğu ve Ahmet Rasim’in yarenliğinde yitirilen doğal deniz yaşamını hatırlıyoruz… 
        20. yüzyılın başından balık temalı bir İstanbul kartpostalı (Görseller: Feza Kürkçüoğlu Arşivi)

Marmara yakın zamanlara kadar balık çeşitlerinin zenginliğiyle istisnai sulardan. Özellikleri farklı iki denizin arasındaki konumu ve bunları bağlayan boğaz, pek çok balık türüne uygun bir yaşam ortamı oluşturduğu için, İstanbul da bu alanda farklı bir şöhret edinmiş.
O dönemleri anlatan değerli bir kitap var. Karekin Deveciyan tarafından yazılmış, Türkiye’de Balık ve Balıkçılık adlı çalışma ilk kez 1915’te Türkçe, ardından 1925’te Fransızca olarak basılmış. Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi’nde geniş ölçüde yararlandığı Deveciyan ve kitabı hakkında şöyle diyor: “‘Balık ve Balıkçılık’ milli kütüphanemizde benzerine ender rastlanan muazzam eserlerdendir ve kendi mevzuunda ise tek eserdir. Bugün İstanbul suları balıkçılığı hakkında bir şey biliyor isek, hepsini İstanbul Balıkhanesi’ne heykeli dikilecek koca adam Karakin Bey Deveciyan’a borçluyuzdur.”
Kitabın günümüz harfleriyle yeniden basımı ise hayli zaman almış, Aras Yayınları tarafından 2006’da yayınlanmış. Erol Üyepazarcı hem Osmanlıca hem de Fransızca baskılarından yararlanarak Türkçeye çevirmiş ve bir giriş yazısı yazmış. Üyepazarcı “Türkiye’de balıkçılık konusunda yazılmış en önemli eserlerin başında gelen ve konuyla ilgilenen herkesin takdirini kazanan çalışma alanında ilktir” diyor.

Deveciyan’ın yerel balık atlası

Karekin Deveciyan 1868 yılında Harput’ta doğmuş. Burada Fransız okulunda başladığı öğrenimini İstanbul’da Katolik Ermenilerin okulu olan Lusaroviç İdadisi’nde tamamlamış. 1891’de Düyun-u Umumiye İdaresi’ne girmiş. Düyun-u Umumiye’nin Bursa, Bandırma, Selanik, Sivas ve Beyrut şubelerinde çalıştıktan sonra, 1910’da İstanbul Balıkhanesi Merkez Müdürlüğü’ne, ardından balık işleri başmüfettişliğine ve daha sonra da başkontrolörlüğüne atanmış. Lozan Antlaşması ve onu izleyen yıllarda Düyun-u Umumiye merkez idaresi kadrolarının tedricen kaldırılmasından dolayı, 1927’de bu kurumdan ayrılmak zorunda kalmış.
Yukarıdaki bilgileri kendisinden öğrendiğimiz Üyepazarcı, Deveciyan’ın bazı küçük çevirilerinin de olduğu, ayrıca İstanbul’da çıkan bazı gazete ve dergilerde bilimsel makaleler yazdığını ifade ediyor. Deveciyan’ın elimizdeki kitabı uluslararası çevrelerde de ilgi görmüş ve zaman zaman kendisine bilimsel konularda başvurulmuş. Bu değerli insanın uzun bir ömrü olmuş ve 1964 yılında 96 yaşında vefat etmiş.
O günlerin göçmen balıklarından İstanbul’a uğrayanlar şöyle: Kılıçbalığı, orkinos, palamut, uskumru, kolyoz, lüfer, istavrit, dülger, hamsi, sardalye; yerli balıklardan kırlangıç, iskorpit, lipsos, hani, barbunya, tekir, karagöz, sarıgöz, mezgit, gelincik; gezici ve uğrayıcı balıklardan ise levrek, izmarit, istrongiloz, kupes, mercan, kayabalığı, gümüş, zargana, kalkan, pisi, dilbalığı, vatoz, köpekbalığı.
Deveciyan, kitabının “mukaddeme”sinde şöyle diyor: “Osmanlı ülkesi sularında ve bilhassa Dersaadet civarındaki boğaz ve denizlerde avlanan balıklar hakkında şimdiye kadar hiçbir inceleme yapılmaması ve buna dair bir eser vücuda getirilmemesi bizde balıkçılık fen ve ticaretinin zamanın terakkisinden nasipsiz ve avcılığın yalnızca sahil balıkçılığına münhasır kaldığına delil telakki olunabilir. Bu arada göçmen balıkların göç zamanı ve göç yolları hakkında da bizim balıkçıların malumatı pek mahduttur.” Bu tespitten sonra da balık ve balıkçılığa dair her türlü bilgiyi içeren bir kitap hazırlamaya çalıştığını ifade ediyor.
Çalışma dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde deniz ve tatlısu balıklarını, ikinci bölümde kabuklular ve yumuşakçaları, son bölümde de av araçlarını ve malzemelerini tanıtıyor. Eklerde ise o yıllara ait balıkhane istatistikleri ve çok-dilli bir balık sözlüğü bulunuyor.
     Karekin Deveciyan’ın Balık ve Balıkçılık kitabının 1915’te yapılan Osmanlıca baskısından sayfa örnekleri
Kitabın ilk sayfalarında genel olarak Türkiye’nin, özel olarak İstanbul’un göçmen, yerli ve gezici balıkları incelenmiş. Ayrıntılara girip kaybolmayalım. O günlerin göçmen balıklarından İstanbul’a uğrayanlar şöyle: Kılıçbalığı, orkinos, palamut, uskumru, kolyoz, lüfer, istavrit, dülgerbalığı, hamsi, sardalye; yerli balıklardan kırlangıçbalığı, iskorpit, lipsos, hanibalığı, barbunya, tekir, karagöz, sarıgöz, mezgit, gelincikbalığı; gezici ve uğrayıcı balıklardan ise levrek, izmarit, istrongiloz, kupes, mercanbalığı, kayabalığı, gümüşbalığı, zargana, kalkanbalığı, pisibalığı, dilbalığı, vatoz, köpekbalığı. Bu listede tatlısu balıkları yok. Ama bu eksik liste bile gösteriyor ki, o günlerin İstanbul’u balık açısından hayli zenginmiş.

Ahmet Rasim’in balıkçılığı

Deveciyan ile aynı yıllarda yaşamış olan Ahmet Rasim de benzer bilgiler veriyor. Bir yazısında Balıkpazarı’nda yaşadığı bir olayı naklettikten sonra aklına gelen balıkları sıralıyor: Lüfer, kofana, yunus, falyanos, orkinos, kılıç, poçita, altıparmak, torik, palamut, kestane palamudu, levrek, ispedik, kefal, uskumru, kolyoz, barbunya, izmarit, kıraça, istavrit, kırlangıç… Meğer üstat bir zamanlar meraklı bir balık avcısı imiş ve her türlü araç ve gereç kullanarak kimi zaman ayazda durma, üşüme, uykusuz kalma pahasına balık tutarmış!
O günler artık geride kaldı. Geri gelirler mi? Böyle giderse, hayır. Neyse, yeniden kitabımıza dönersek, ilk sayfalarda şu günlerde merakla beklediğimiz palamut hakkında şu satırları okuyoruz: “Palamut, torik, sivri, altıparmak ve pişotanın hepsi aynı tür balıklardır ve isimleri büyüdükçe değişir… Her soydan torikler Hıdırellez günü (mayıs) Karadeniz’e geçerler, palamut ise bir ay önce geçer. Bu balıklar kısmen Marmara Denizi’nde, kısmen Karadeniz’e geçerken Boğaziçi’nde yumurtlarlar. Temmuzun sonuna doğru sardalya kadar boyu olan küçük yavrular görülür. 15 Ağustos’ta boyları iri bir kolyoz kadar olur, bunlara çingene palamutu ismi verilir. 15 Eylül’de bu balıklar normal bir palamutun boyuna erişir ve Boğaziçi’nden düzgün olarak geçmeye başlar. Ekim ayında balık büyür ve yağlanır, tuzlamaya uygun hale gelir. Bir yaşına kadar olan balıklara palamut denir, iki yaşına gelince torik olur… Torikler Karadeniz’den 21 Ekim’den itibaren düzgün bir şekilde inmeye başlar.”
Yakın zamana kadar lüfer avı İstanbul’da yaşayanların eğlencelerinden biriydi; ay ışığı olduğu zaman akşamları, ay ışığı olmadığı zaman gün batarken ya da sabah erken saatlerde küçük teknelerle Boğaziçi’nde yemli olta ile yapılan bu av, genellikle bereketli de geçerdi.
Sezonun bir başka balığı lüfer de baharın sonlarına doğru Karadeniz’e çıkıp yaz sonundan itibaren Marmara’ya dönen balıklardan. Avlanma mevsimi genellikle ağustostan ekime kadar, ancak bu bazen kasım ve aralık aylarına kadar uzayabiliyor.
Yakın zamana kadar lüfer avı İstanbul’da yaşayanların eğlencelerinden biriydi; ay ışığı olduğu zaman akşamları, ay ışığı olmadığı zaman gün batarken ya da sabah erken saatlerde küçük teknelerle Boğaziçi’nde yemli olta ile yapılan bu av, genellikle bereketli de geçerdi. Şu günlerde bunu yapan var mı? Bilmiyorum, ama balıkçı tezgâhlarında lüfer yok.
Denizlerin gariban sakinlerinden hamsiye gelince; sezonun açılışında bu sene bol olduğu söylense de, balıkçılarda gördüklerim bunu pek doğrulamıyor.
                                  1900’lerin başında Emirgan’da balıkçılar ağlarını toplarken
Kitapta tavası ve dolması bolca yenen midye hakkında bilgiler de yer alıyor. Midyenin yer değiştirebilen, kayalara veya diğer cisimlere tutunarak yaşayan bir canlı olduğunu ifade eden Deveciyan şunları söylüyor:
“İstanbul’da yakalanan midyeler, midye çiftliklerinde özel olarak yetiştirilmemiş ve tamamen doğal olarak çoğalmış olsalar da, gerek boyları gerekse lezzetleri bakımından yine de çok makbuldür… Midyeler, kazıklara, dubalara, dubalı köprülere ve suyun altında bulunan her şeye yapışırlar ve oralarda gerçekten salkım salkım dururlar. Bu salkımlardan bir bölümü toplansa bile geri kalanlar hızla onların yerini doldurur… Alkarna ve kepçe yardımıyla midye avı yapılır. Kışın veya Hıristiyanların büyük perhiz döneminde çok fazla miktarda toplanır… Satılacak midyeler bazı sınıflara ayrılır: Salmalık, dolmalık, pilakilik ve tavalık… Taze olmayan midye mideye dokunur ve sağlığa zararlıdır, tuzlu sulardan gelen midyelerde zehir izleri bulunabilir, onun için bu yumuşakçayı güvenilir satıcıdan almak gerekir.”

Dalyan artık bir sokak adı

Çalışmanın üçüncü bölümünde av araçları ve malzemeleriyle ilgili çeşitli bilgiler yer alıyor. Buradan öğreniyoruz ki, Türkiye’de balıkçılar avlanmak için sekiz çeşit araç kullanıyor: Sabit ağlar, ığrıplar ve diğerleri, yani sürtme ağlar, çevirme ağları, dip ağları, salma ağlar, el ağları, oltalar ve diğer araçlar. Artık önemli bir bölümü kullanılmayan bu araçlardan biri de dalyanlar.
Erken gençliğinde Boğaziçi’nde son kalan birkaç dalyanı görmüş, merak etmiş ve hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışmış biri olarak dalyanlara iltimas geçeceğim! Çalışmanın verdiği bilgiler şöyle: “Türkiye sularında kullanılan sabit ağların en önemlileri, tarihi çok eskilere kadar uzanan dalyanlardır… Kıyıdan birkaç yüz kulaçta veya ırmakların ağızlarında yahut da göllerin savaklarında dalyanlar kurulur. Dalyanlar birçok kazık, halat ve demir çapa kullanılarak düzenlenmiş çok çeşitli ağlardan veya ağ gibi düzenlenmiş çitlerden oluşur… Dalyanlar özellikle göçmen balıkları avlamak için ortaya çıkmışsa da bu bazı dalyanlarda aynı zamanda yerli balıklarla gezici veya uğrayıcı balıkların avlanmasına engel teşkil etmez.”
Dalyanların bulunduğu yerlere zaman içinde binaların yapılması, deniz kirliliği, aşırı avlanma sonucu balıkların azalması, yunusların yok edilmesinin balık sürülerinin kıyıdan uzaklaşmasına yol açması ve gelişen teknolojinin avcılıkta kullanılmaya başlaması dalyanları giderek verimsiz hale getirmiş ve Beykoz’daki son dalyanın sökülmesiyle, dalyanlar yarım asır önce tarihe karışmış.
Ancak dalyan kurabilmek kolay bir iş değil. Deveciyan’ın bir uyarıyla noktaladığı paragrafını okuyalım: “İlk önce her yer dalyan kurmaya uygun değildir; dalyanlar ancak balıkların geçit yeri üzerine kurulur, ayrıca belli ölçüde akıntılar ve dalgalardan da korunmuş olmalıdır. Diğer taraftan dalyanın işletilebilmesi için on beş ile yirmi tayfaya gereksinim vardır; diğer bakım masrafları yanında mal sahibi bu işçilerin kumanyasını da sağlamak zorundadır. Eğer kötü yerde kurulmuşsa veya iyi düzenlenmemişse, dalyan sahibini batırabilir… Donanımın kurulması yalnızca parasal kaynak sağlamakla olmaz, deneyim ve uzmanlık da ister.”
Ayrıca dalyanlar, yaz dalyanı ve kış dalyanı olarak ikiye ayrılıyor. Her yıl nisan başında kurulan yaz dalyanları, 15 Ağustos’ta sökülüyor. Kış dalyanları ise ağustosun ortasında kurulup av verimli olarak devam ederse şubat sonuna kadar yerinde kalıyor. Dalyanların girişinin kesinlikle balıkların geçiş yönünde olması gerekiyor.
Altı tür dalyan olduğunu belirten yazar, sırayla bu dalyanları bize tanıtıyor. Bunlar içinde en büyüğü şıra dalyanı adı verilen dalyan. On üç direk ve beş çeşit ağdan oluşuyor. İstavritten kılıçbalığına giren balığın buradan çıkması mümkün değil.
Kitapta yer alan Boğaziçi ve çevresinin haritasında görüyoruz ki, 20. yüzyılın başlarında 52 adet dalyan bulunuyor. Ancak dalyanların bulunduğu yerlere zaman içinde binaların yapılması, deniz kirliliği, aşırı avlanma sonucu balıkların azalması, yunusların yok edilmesinin balık sürülerinin kıyıdan uzaklaşmasına yol açması ve gelişen teknolojinin avcılıkta kullanılmaya başlaması dalyanları giderek verimsiz hale getirmiş ve Beykoz’daki son dalyanın sökülmesiyle, dalyanlar yarım asır önce tarihe karışmış. Geriye kalan yalnızca adı dalyan olan sokaklar olmuş.
Ahmet Eken / 1+1 FORUM
KAYNAKÇAKarekin Deveciyan, Türkiye’de Balık ve Balıkçılık, çev. Erol Üyepazarcı, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2006Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, MEB Yayınları, Ankara, 1989Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 4, İstanbul, 1960

Öne Çıkan Yayın

Çok şey söyleyip bir şey anlatmama sanatı! -Mehmet Y. Yılmaz /T24-

Cumhurbaşkanı “altı doldurulmamış sözlerle sürece sahip çıkıyormuş gibi görünme” konuşmalarını hep yapıyor. Ama esasen hiçbir şey söylemiyor...