İstatistiklerle oynamayınız - Korkut Boratav / SOL

Hizmet ticaret dengesinde yedi yılda gerçekleşen 44 milyar dolarlık yükselişin dökümü belirlenemiyor. Türkiye’ye olsa olsa Orta Doğu’dan akan 'esrarengiz' aktarımların hangi tür 'hizmet ihracatı olarak kayda geçtiğini' de öğrenemiyoruz.


Oğuz Oyan 12 Mayıs’ta Sol Gazete’de “İstatistik ve Otokrasi” başlıklı yazısında önemli bir sorunumuza dikkat çekti: Resmî istatistiklerde ağırlaşan güven sorunu…
Toplumu sayılarla inceleme gereksinimi duyan tüm sosyal bilimciler için sorun giderek ağırlaşıyor. Geçmiş verilerle tutarlı araştırmalar imkânsızlaşıyor; nicel öngörüler güçleşiyor.

Oynanan, gizlenen istatistikler…

Oğuz Oyan, sorunun iktidardan kaynaklandığını vurguluyor. Haklıdır. Doğru, geçerli verilerden, bilgilerden tedirgin olan baskıcı bir rejimde yaşıyoruz.
Yazı, biçimsel engellerden başlıyor: TBMM’de yürütmeye yöneltilen sorular yanıtsız kalmakta; milletvekilleri bazı bilgilere ancak Bilgi Edinme Hakkı Kanunu sayesinde ulaşabilmektedir. Muhalefetin bütçeyi denetleyebilmesine imkan veren Sayıştay Raporları da etkili bir araç olmaktan çıkmıştır.
AKP yıllarında istatistiklerle oynanmış; bazıları gizlenmiştir. Oyan, örnekler veriyor: Tarımsal yapı istatistikleri, özelleştirme verileri, 2016’daki kapsamlı millî gelir (GSYH) revizyonu, 2018-2019 krizinde ve salgın ortamında ağırlaşan işsizlik tabloları…
Türkiye’nin dış hesaplarına daha çok güveniriz; zira bunlar uluslararası istatistiklerle tutarlı olmak zorundadır. Bu durum, Mart 2020’de bir darbe yedi: TCMB 2013-2019 ödemeler dengesi tablolarını anlaşılmayan bir revizyondan geçirdi. Aşağıda tartışacağım.

Türkiye’nin ödemeler dengesi

Ödemeler dengesi hesapları iki ana bloktan oluşur. Birincisi Türkiye ile dış dünya arasındaki yıllık (cari) akımlardan oluşur: Mal ve hizmet ihracatı, ithalatı; kâr, faiz ve ücret aktarımları…  Bu bloka cari işlem dengesi denir.
İkinci blok, cari işlem hesabındaki açık veya  fazlayı dengeleyen sermaye hareketlerinden (finans hesabından) oluşur. Dengelenme tam gerçekleşmezse (TCMB’nin) döviz rezervleri artar veya azalır.
Bu hesapların tümü “denge ile”, yani açık/fazla vermeden tamamlanır. Tam tutmaması, verilerde, işlemlerde hatalara bağlanır; net hata ve noksan (NHN) diye adlandırılır. Bu kaleme, kayıt dışı sermaye hareketleri de diyoruz. NHN’nin eklenmesiyle bilanço “sıfırlanır”; genel denge sağlanmış olur.
1946’dan sonra yedi istisnaî yıl dışında Türkiye ekonomisi hep cari işlem açığı verdi. Bu istisnaların dördü (1994,1998, 2001 ve 2019) ekonominin küçüldüğü, krize girdiği yıllardır. Sadece AKP yıllarına (2003-2019’a) ait cari işlemler toplamı  575 milyar dolarlık açık verir.   
Bu durum, Türkiye’nin kronik dış bağımlılık sorununu yansıtır: Kabul edilebilir (örneğin işsizliği artırmayacak) bir büyüme temposu, cari işlem açığı vermeden; yani, net yabancı sermaye girişi sağlanmadan sürdürülemez.
AKP’li yıllara özgü bir “tuhaflık” daha var: Önceki dönemlerde NHN kaleminin artı ve eksi hareketleri birbirini telafi etmiş; toplam olarak “sıfır”a yönelmiştir. 1984 sonrasını örnek alalım: İlk on dokuz yılın (1984-2002’nin) NHN toplamı küçük bir “eksi” (-2,5 milyar dolar) vermiştir. Bu kalem, AKP ile birlikte boyut ve işaret değiştirmiştir. Son on yedi yılın (2003-2019’un) NHN toplamı büyük boyutlu “net giriş”tir: +60,3 milyar dolar
Kayıt dışı sermaye hareketleri AKP sonrasında niçin sistematik olarak “artı”ya dönüştü? TCMB yanıtlayamadı; bunun yerine Mart 2020’de bu kalemi “buharlaştırdı”.

44 milyarlık kayıt-dışı sermaye nasıl 'buharlaştı'?

AKP’li yıllarla ilgili söylediklerim, TCMB’nin Şubat 2020’de yayımladığı 1984-2019 yıllarını kapsayan ödemeler dengesi tablolarına dayanıyor.
Bu tespitler, yukarıda değindiğim Mart 2020 revizyonu ile geçersiz kılındı: 2013-2019 yılları “düzeltildi”; bu yedi yıla ait cari işlem açığı 246 milyar dolardan 202 milyara düşürüldü.
Aşağıdaki tablo, Türkiye’nin (“cari açık” tarafından temsil edilen) dış bağımlılığında 44 milyar dolarlık “düzelme”nin” hangi kalemlerden kaynaklandığını gösteriyor. (Nicel ayrıntılara mesafeli duran okurlarım yazının bu kesimini atlayabilirler.)
“Mart 2020 revizyonu ile dış bağımlılık nasıl hafifletildi?” Bu sorunun kısa yanıtı son sütunda yer alıyor: 44,4 milyar dolarlık kayıt dışı sermaye girişleri fazlasıyla “buharlaşmış”tır. Ararsak, nedenini keşfediyoruz: Hizmet ticareti dengesi (öncelikle yükselen ihracat sayesinde) yaklaşık aynı miktarda artmıştır…
Cari işlem dengesinin tümü tabloda yer almıyor; zira, bu dengenin kâr, faiz, ücret transferlerinde (“gelir hesabı”nda) bir değişiklik yoktur. “Düzeltme”, tümüyle tabloda yer alan iki öğe, hizmet ticareti ve NHN ayarlanarak gerçekleşiyor.
2013-2019 Ödemeler Dengesi Revizyonu: 7 Yıllık Toplamlar, Milyar Dolar
 Eski Hesap    
 Yeni Hesap 
 
 Fark=Yeni-Esk
 
 Toplam Dış Ticaret Dengesi        -185,9  -141,4  +44,5
 Mal Ticareti Dengesi  -354,1  -353,4  +0,7
 Mal ihracatı  1.178,9  1.178,6  -0,3
 Mal ithalatı  1.533,0  1.532,0  -1,0
 Hizmet Ticareti Dengesi  +168,2  +211,9  +43,8
 Hizmet İhracatı  329,4  400,3  70,9
 Hizmet İthalatı  161,2  188,4  +27,2
 Kayıt Dışı Sermaye  +44,4  -3,8  -48,2

Bu işlemlerle yapılan revizyon, ödemeler dengesi sistematiğinin mantığına aykırıdır: Sermaye hareketleri içinde yer alan bir kalem, hizmet ticaretine taşınmıştır. Sistematik olarak kayıt dışı para girişlerinden yararlanan (Lüksemburg veya Cayman Adaları gibi) ekonomiler, “vergi veya para aklama cennetleri” sayılır. Bu girişlere aracılık yapan çevrelerin (örneğin bankaların) işlemlerden aldığı komisyon “hizmet ihracatı”dır; aktarılan servet toplamı sadece kayıt dışı sermaye girişidir. AKP yıllarının Türkiye’si gibi…
TCMB Mart 2020 revizyonunu, TÜİK’in yeni düzenlediği “hizmet ticareti istatistikleri” ile açıklıyor. Bu istatistiklerde yapılan değişikliklerin haritasını veriyor; ama sayılarını değil…
Bu nedenle hizmet ticaret dengesinde yedi yılda gerçekleşen 44 milyar dolarlık yükselişin dökümü belirlenemiyor. Türkiye’ye olsa olsa Orta Doğu’dan akan “esrarengiz” aktarımların hangi tür “hizmet ihracatı olarak kayda geçtiğini” de öğrenemiyoruz.

Millî gelir hesapları da 'düzeltilecek' mi?

Ödemeler dengesi hesapları zaman zaman araştırıcıların süzgecinden geçer; düzeltilir; ama resmî istatistikler etkilemez.
Örneğin ihracat teşviklerinin cömert, dövizin kıt olduğu dönemlerde “hayalî ihracat” bir sermaye kaçırma yöntemi olarak kullanıldı. Bu yöntem mal ihracatı kalemlerinde (örneğin “sunta” ihracatı “mobilya” olarak faturalanarak) gerçekleşti. Nilgün Erdem, 1975-1993 yıllarında Türkiye’nin mal ihracat verilerini ithalatçı ülkelerin istatistikleri ile karşılaştırdı; bu yöntemle yapılan sermaye kaçışını tahmin etti.
Son TCMB revizyonu, hizmet ihracat artışında odaklandığı için sonuçları benzer bir yöntemle düzeltmek imkânsızdır; zira (turizm gibi) önemli hizmet ihracat / ithalat kalemleri iki taraflı gümrük kayıtlarında yer almaz; denetlenemez.
Ciddi bir sorun daha var: Son revizyon, ödemeler dengesi hesaplarıyla  sınırlı kalamaz; GSYH verilerine de yansımalıdır. Zira iç talebi oluşturan harcamalara mal ve hizmet ihracatını ekleyin, ithalatını çıkarın; harcamalar yoluyla GSYH’yı hesaplamış olursunuz. (İç talebin özel tüketim, kamu ve yatırım harcamalarından oluştuğunu da hatırlatalım.)
Tabloya, bu açıdan da göz atalım: 2013-2019’da mal ticareti dengesi hemen hemen aynı kalmıştır. Değişim, hizmet ticareti dengesinde gerçekleşmiştir: 43,8 milyar dolarlık bir artış
Yakında TÜİK, 2020 Ocak-Mart dönemine ilişkin GSYH tahminlerini yayımlayacak. 2013-2019’un millî gelir tabloları da yer alacak. Merakla bekleyeceğiz: TCMB’nin oynadığı istatistikler o tablolara da yansıyacak mı?
Revizyon, 2013-2019 dış ticaret dengesini 44,5 milyar dolar yukarı çekti. Her yılın dolarlı GSYH düzeyinde yüzde 1’e yakın bir artışa denk gelir. Bu artış, cari ve sabit TL ile hesaplanan millî gelir verilerine nasıl yansıyacak; “hizmet üretimi” kalemleri arasında nasıl dağıtılacaktır? 2013-2019 döneminin yıllık, ortalama büyüme oranlarını ne kadar yükseltecektir? Makro-ekonomik dengeleri nasıl değiştirecektir?
Belki de TÜİK, “TCMB’nin revizyonu beni ilgilendirmez” diyerek, önceki 2013-2019 GSYH tablolarını aynen koruyacaktır. Biz de kamu yönetimindeki dağınıklığın istatistiklere yansıttığı anarşinin bir örneğiyle daha karşılaşmış olacağız.
Korkut Boratav / SOL

Unutmayın sonunda kahve kazanır - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Bir kahve içelim mi” dedi oğlan. Fakültenin bahçesinde ağaçların altındaki tahta masada birbirlerinin gözlerine bakarak konuştular. Kelimeler önemsizdi. “Derse gitmem lazım” dedi kız, gitti. Oğlan ardından bakarken “kahve bahane” diye iç geçirdi.
Kulağımızı çeker masaya vururuz, eğilir el öperiz, kalkar göbek atarız... Yüzyılların içinden süzülüp gelmiş, nedenini bilmediğimiz ne çok alışkanlığımız var.
Korona bültenlerinde hep aynı haberi veriyor. Yasak ama onlar yine de kahveye gidiyor. Polis basıyor, ceza kesiyor. Ertesi gün yine gidiyorlar. Tekrar haber oluyorlar. Başka türlüsünü bilmiyorlar.
Öteki klasik: Sosyal medya. Çalışmayan Meclis internete düzen koymak için yasa çıkarıyor. Bakanlık binlerce “fitneci” hesabı açıklıyor. Polis, “bozguncu mesaj” atanları gözaltına alıyor. AKP yönetimi sosyal medya kuralları açıklıyor.
Uzatmayayım, bana bu iki mesele birbiri ile bağlantılı görünüyor.
Asıl hedef kahvehane
Kahve çekirdeklerini çiğnemek yerine öğütüp, pişirip, içme Yemen’den çıktı. Kökü, 15. yüzyılda yaşamış Muhammed el-Dhabhani isimli sufiye dayandırılıyor.
40 yılda kahve içmek kadar, kahvehaneler de Arap dünyasında yayıldı. Kimi oyun oynuyor, kimi dedikodu yapıyor, kimi de düzeni eleştiriyordu. Ne gazete, ne televizyon, ne radyo vardı. Bir haber önce kahvehaneye gelir, oradan yayılırdı. İktidar sahipleri bu işten hiç hoşlanmadı.
“Kahve bahane”ydi, hedef kahvehanelerdi kuşkusuz. Mekke’de Kha’ir Beg’in başını çektiği iktidar sahipleri kahvenin günah olduğunu savundular. Kahve insanı sarhoş yapmıyordu ama değiştiriyordu. Onlara göre bu yeterliydi. Kahve yasaklandı, kahvehaneler kapatıldı. Söz dinlemeyenler sopalandı, kahveleri dökülüp yakıldı.
Sahiden saçmaydı. Sonuçta soğan da gözleri yaşartıyordu. Üstelik kahve insanı dinç tutarak ibadetini de kolaylaştırıyordu. Kahve yasağı kalktı, Kha’ir Beg görevden alındı. Ancak kahvehane düşmanlığı bitmedi. 1524’te Mekke’de, 1539’da Kahire’de kapatma girişimleri oldu ama hep kahvehaneler kazandı.
Kahve Avrupalı oldu
İşin ilginci, Avrupa’da 17. yüzyılda kahve yayılırken kilise de bu işten hoşlanmamıştı. Tutucular kahveyi “İslam içkisi” diye damgalayarak karşı çıkıyordu. 1605’te Papa 8. Clemens, kahvenin tüketimine nihayet onay verdi.
Bilim yazarı Tom Standage, “Altı Bardakta Dünya Tarihi” kitabında Londra’da ilk kahvehanenin 1652 yılında Amerikalı Pasque Rosee tarafından Ortadoğu’ya öykünerek açıldığını yazıyor. Kahve, yeni tanışan Avrupalılara ilaç gibi “her derde deva” diye satılıyordu. 17. yüzyıl sonunda Londra’nın her yerinde artık kafeler vardı. Aynı tarihte Arap içkisi bütün Avrupa’yı fethetmişti.
Aydınlanmacı kahve
Kahvehane, kahve içilen mekândan öteydi. Gazeteler, broşürler, bildiriler, ilanlar buralarda olurdu. Tüccarların, müzisyenlerin ya da bilim insanlarının takıldığı özel kahvehaneler ortaya çıktı. Haberler önce orada duyulur, dilden dile yayılırdı. Memleket meseleleri orada tartışılırdı.
Kilisenin kutsal şarabının yarattığı hale karşı aklı ayakta tutan kahve Aydınlanmanın sembol içkisi oldu. “Bu kadar büyük üniversite görmedim, bir peniyle bilgin olabilirsin” şarkısı kahvehaneye yazılmıştı. Newton’un çekim yasaları, kafasına düşen elmadan değil, bilim insanlarının kahvehane tartışmalarından çıktı. Adam Smith, Ulusların Zenginliği’ni kahvehanede yazdı. Diderot, Ansiklopedi’yi Cafe de la Regence’ta hazırladı. Borsa bile brokırların toplandığı kahvehanelerden çıktı. Kahvehane evden sonraki adresti. İnsanların orada kiraladığı posta kutuları olur, mektupları gelirdi.
Devrim ve kahve
Haliyle kahvehaneler siyasal birer merkez de oldu. Fransız İhtilali öncesinde kahvehanelerde devrimciler halkı krala karşı eyleme çağırıyordu. Nitekim devrimin ilk silahı Cafe de Foy’un önünde çekildi.
Bu güçleri sayesinde kahvehaneler, Osmanlı dahil tüm devletlerin gözetlendiği yerler oldu. Kafelerde devletin muhbirleri konuşulanları dinliyordu. İleri gidenler kodesi boyluyordu. II. Charles’ın İngiltere’deki kahvehanelerin kapatılması için yayımladığı bildiri tanıdık geliyor mu: “Bu tür yerlerde sahte, kötü niyetli ve rezil haberler tasarlanıp, majestelerinin hükümetini yıpratmak, ülkenin huzurunu ve rahatını bozmak için dışarıya yayılır...”

Elbette hep kahve kazandı!
Kahvehane eşittir sosyal medya
Kahve” neredeyse orada “” vardı. Kahvehanenin yerini “web” aldı. Kahvehane ile 21. yüzyılın sosyal medyası eşdeğerdi. Starbucks zincirlerinin merkezi Seattle’ın aynı zamanda internet şirketlerinin üssü olmasına dikkat çekiyor kitabında Standage. Ya bizde “kıraathane” dediğimizin “kıraat”tan gelmesi, yönetmelik gereği de olsa kıraathanelerde küçük kitaplık kalıntıları olması? Ecevit’ten Erdoğan’a bir dönemin tüm siyasetçilerinin kahvehanelerde propaganda yapması? Solcuların ayrı, sağcıların ayrı kahvehanelerinin olduğu günler ya da provokasyonların hep “kahvehane taraması” ile başlaması? Bugün dahi “kitle gazetesi” olmanın “kahvehanelerde okunmak” ile ölçülmesi?
Geceleri kocası kahveye çıkardı
Yalnız bırakıp dürdaneciği.
O hanım kadın o annesinin bir taneciği
Hoyrat ellerde körpe karanfil
Pencerelerde sardunyalar gibi yalınız
Kocası kahvede o evde
Alışmışlardı...” (Turgut Uyar)
Kuşkusuz korona tedbiri için kahvehane yasağı doğru. Evinden çok kahvehanede nefes alan eski kuşağın oturduğu sandalyeden kopamamasında kendisinin bile bilmediği bir tarih var.
Ancak...
AKP’nin Meclis’te, hükümette, yetmedi genel merkezde toplanıp kahvehane ağının yerini alan sosyal medyaya düzen koymak istemesi aslında bir korku ile ilgili. Dün kahvehanelerde oturanların çocukları, 21. yüzyılda düzene karşı hoşnutsuzluklarını “internet ağları”nda mayalıyor. Bütün iktidarlar gibi AKP de “Korona sonrası yeni dünya” korkusu yaşıyor. Medya virüslerinin işini bitirme tehdidi, gazetelere ilan cezaları, RTÜK’ün yayın durdurmaları, savcılık kapısındaki gazeteciler, bir zamanlar kahveyi yasaklayan iktidarların ruhunun yeni elbiselerle sürdüğünü gösteriyor. Kahvehaneler açılırken sosyal ağların boğazı sıkılmaya devam edecek.
Kahve bahane” onu biliyoruz, ancak tarihin akışına direnenlere karşı kahvenin hep kazandığını da.
Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

19 Mayıs 1919-2020 - Oğuz Oyan / SOL

2002'den sonra siyasal İslamcıların iktidar olmasıyla başlayan yeni dönemde, Cumhuriyet'in bütün kuruluş ilkelerine ve kurumlarına, hatta devletin kuruluş senedi olan Lozan'a saldırılması nedensiz değildir. Yeni bir rejim inşa etmenin önkoşulu, yakın tarihi gerçekleri tersyüz etmek ve kendine göre yeniden tanımlamaktır.



19 Mayıs 1919, bir ulusun tarihten silinme sürecine karşı başkaldırışının ilk adımıdır. Uzun bir yürüyüşün kararlı başlangıcıdır.
Mesele yalnızca işgal kuvvetlerinin ülke topraklarından atılması değildir. Ama başlangıçtaki daraltılmış hedef budur. Hatta daha da daraltılmış biçimiyle, İngiltere himayesinde İzmir'e çıkan Yunan kuvvetlerinin püskürtülmesidir. Nitekim Mustafa Kemal'in Bandırma Vapuru'yla İstanbul'dan ayrıldığı 16 Mayıs 1919 tarihi, Yunan işgalinin ertesi günüdür. Mustafa Kemal ve tüm Kuvay-ı Milliyeciler'in, direnişi başlatmak için bekledikleri altın fırsat doğmuştur. İngiltere'nin, İzmir ve Ege bölgesini işgal etmeye pek hevesli olan ama kendisi için sorun çıkarabileceğini düşündüğü İtalya yerine daha kolay güdebileceğini hesap ettiği diğer işgal iştahlısı Yunanistan'ı tercih etmesi, beklediğinin tersine sonuçlar verecektir. Osmanlının eski tebası Yunanların geniş işgal harekâtı, Anadolu'da bağımsızlık ateşlerinin daha güçlü yakılması ve bu ateşlerin bir lider etrafında birleştirilmesi sürecini olağanüstü hızlandıracaktır. Kurtuluş savaşçılarının en önemli başlangıç avantajı, işgalcinin Yunan ordusu olması kadar bu ordunun ele geçirdiği yörelerde uyguladığı intikamcı zulüm politikası olmuştur.
Kurtuluş Savaşı, düzensiz direniş birliklerinin/çetelerin düzenli ve disiplinli bir ordu çatısı altında yeniden örgütlenmesinin de tarihidir. Bu disipline uymayanların (Çerkez Ethem gibi) yolun hemen başında tasfiye edilmeleri, askeri başarının teminatı olmuştur.
Kurtuluş Savaşı'nı usta hamleleriyle yönlendiren Gazi Mustafa Kemal, onu başından itibaren sağlam bir meşruiyet temeline ve güçlü bir halk desteğine oturtmaya birinci önceliği vermiştir. 1919'daki Erzurum (Temmuz-Ağustos) ve Sivas (Eylül) Kongrelerinden 7 ay sonra, erkler birliğine sahip bir Büyük Millet Meclisi'nin 23 Nisan 1920'de kurulması ve Kurtuluş savaşını yönetme yetkileriyle donatılması müthiş stratejik hamlelerdir. Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşu aynı zamanda, Kurtuluş hareketine ve onun niteliğine karşı oluşabilecek muhalefeti içerde tutma ve kontrol edebilme zeminini sağlamak bakımından müthiş bir siyasi öngörüdür.

Gelecek stratejisi olan bir lider

Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı döneminde, hem bugüne hem yakın geleceğe dönük gerçekçi ilke ve stratejilere hem de uzun erimli bir gelecek vizyonuna sahip olan tek lider konumundadır. Bu özellikleriyle, Kurtuluş sonrasının da güçlü ve vazgeçilmez siyasi otoritesi olacaktır.
Ama henüz Kurtuluş Savaşı günlerinde, hem hızlı karar alıp hızlı hareket edebilen ama hem de şartların olgunlaşması için -aslında çok hızlı akan- zamanı kullanmasını bilen bir liderdir. Başlangıçta saltanat ve hilafeti karşıya almamaya özen gösteren siyaseti aslında artık emperyalizmin işbirlikçisi olmak dışında hiçbir tarihi rolü kalmamış olan Osmanlı hanedanına son bir şans vermekle ilgili değildir. (Bunu daha önceki dönemde denemiştir. 19 Kasım 1918'de İstanbul'a dönüşü ile 19 Mayıs 1919 arasındaki 6 ay ise, aslında kurtuluşa gidecek yolun hazırlanması bakımından kritiktir. Falih Rıfkı Atay Çankaya adlı eserinde (Pozitif Yayınları, s.177) buna değinmiş; ayrıntılı incelemesini de Alev Coşkun yapmıştır). Saltanatı başlangıçta karşıya almamak, cepheyi genişletmemek kadar kendi arkasındaki cepheyi de konsolide etmek amaçlıdır. İstanbul hükümetinin kısa zamanda kendi meşruiyet zeminini tahrip edeceğine dair güçlü öngörüdür.
Dolayısıyla, Kurtuluş Savaşı sadece Yunan işgal ordusuna karşı verilmemiştir; onun arkasında veya paralelindeki işgalci olsun olmasın tüm emperyalist güçlere ve onların parçalama planlarına karşı da bir meydan okumadır. Büyük Millet Meclisi'nin kurulmasına karşı Batı'nın 4 ay sonraki yanıtı 20 Ağustos 1920 tarihli Sèvres teslimiyet anlaşması olacaktır. Kurtuluş Savaşı, bu Batı ittifakına karşı verilecektir; bunun anlamı, Sèvres'i kabul eden, fiilen çökmüş ama ideolojik olarak ayakta durmaya çalışan Osmanlı rejmine karşı da önce örtük sonra açık bir mücadele verilmesi olacaktır. Kurtuluş hareketi, Gazi'nin gelecek vizyonunda, Cumhuriyetçi kıvılcımı da hep içinde taşıyacaktır.
Sèvres'den sonra silahların konuşma zamanı gelmiştir. 6 Ocak 1921'deki küçük çaplı ve hafiften Ankara lehine sonuçlanan I. İnönü'deki ilk çatışmadan sonra, Batılı güçlerin Sèvres'in büyük ölçüde bir benzerini öneren bir Londra antlaşmasını (21 Şubat 1921) zorlaması; 23 Mart 1921'de II. İnönü muharebesinin ve 23 Ağustos 1921 Sakarya Meydan Savaşı'nın Ankara lehine sonuçlanmasından sonra Sèvres'i yumuşatan (ve Yunan tarafının peşinen kabul ettiği) bir Paris Barış Konferansı tertiplemesi (22 Mart 1922), ustaca geçiştirilecektir. Büyük Millet Meclisi, Gazi'nin önerisini destekleyerek, teklifi hemen reddetmek yerine karşı koşullar önererek zaman kazanmayı ve olumsuz davranışın karşı taraftan gelmesini beklemeyi uygun bulacaktır. (Nutuk, Süryay Yn., 1995, 2. Cilt, s.17).
M. Kemal, karşısındaki devletlerin iç yapısını iyi analiz eden, dengeleri iyi gözeten çok başarılı bir diplomat ve kendi döneminin iletişim araçlarını (telgraf, mektup) büyük başarıyla kullanan bir iletişim uzmanıdır aynı zamanda. Birinci Dünya Savaşı'ndan çok hırpalanmış olarak çıkan Batılı güçlerin yeni bir savaşı kaldıracak toplumsal desteğe sahip olmadıklarının farkındadır. Sakarya Savaşı'ndan hemen sonra 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Antlaşması ile Fransızların Anadolu'dan çekilmeyi kabul etmesi böyle bir gerçekliğin uzantısındadır.
Bundan sonrası, Sèvres'in henüz  2. yıldönümünde, 26 Ağustos 1922'de Başkumandanlık Meydan Savaşı'nın kazanılması ve 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtuluşudur. Lozan Konferansı'nda İstanbul Hükümetinin de temsil edilmesi riskini baştan bertaraf etmek isteyen M. Kemal, saltanatın kaldırılmasına muhalif olan gerici takımı sindirerek 1 Kasım 1922'deki Meclis toplantısında bunu itirazsız geçirecektir. 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'nın Ankara açısından ana sorunsalı, bir yandan altı yüzyıllık Osmanlı egemenliğinin tasfiyesi, diğer yandan da yeni Türkiye devletinin kuruluşunun onaylanmasıydı. Nitekim, Lozan ile 23 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in ilanı arasında sadece üç ay vardır.

Osmanlıcılığın hortlaması

19 Mayıs 1919 sonrasında başlayıp 1920'ler ve 1930’larda müthiş bir ivmeyle devam eden altüst oluşun siyasi dinamikleri nelerdi? Birinci sıraya Kurtuluş Savaşı'nın muzaffer kadrosunun inanılmaz prestijini ve Aydınlanma devrimini başlatma iradesini koymak gerekir. Kurucu Meclis bünyesinde sert saflaşmaların ve muhalif akımların, tarihsel gelişmenin oluşturduğu birikime de dayanan yönetici kadronun toplumu/siyasi rejimi dönüştürme kararlılığıyla başetmesi mümkün değildi. İkincisi, devrimci bir iktidarın karşısına belirli bir siyasi meşruiyete sahip bir siyasi hareketin çıkabilmesi koşulları mevcut değildi. Monarşi ve hilafet yanlıları ile İslamcı muhafazakarlıktan beslenenlerin, Cumhuriyet'e ve siyasi/ idari/ hukuki devrimlere giden akışı kesebilmek için ideolojik dayanakları yoktu. Hanedanın Sèvres Anlaşmasına taraftar olması, Kurtuluş Savaşı'na cephe alması ve nihayet İngilizlerin himayesinde ülkeden kaçmış olması gibi açık teslimiyetlere sırtını dayayacak bir muhalefet örgütlenemezdi.
2002'den sonra siyasal İslamcıların iktidar olmasıyla başlayan yeni dönemde, Cumhuriyet'in bütün kuruluş ilkelerine ve kurumlarına, hatta devletin kuruluş senedi olan Lozan'a saldırılması nedensiz değildir. Yeni bir rejim inşa etmenin önkoşulu, yakın tarihi gerçekleri tersyüz etmek ve kendine göre yeniden tanımlamaktır. Cumhuriyetin bütün simgesel yapılarının/kurumlarının yok edilmesi, başkentin İstanbul'a taşınması alıştırmaları da buna dahildir. Yeni-Osmanlıcılık ideolojisi bir dış politika stratejisinden önce bir yeniden rejim inşası projesidir.
23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim gibi simgesel ulusal günlerin içeriğinden koparılması, mümkünse kutlanmaması veya uyduruk başka "günler"le eşleştirilmesi, bu yıl korona bahanesiyle sokağa çıkma yasağı kapsamına alınmasından daha önemlisi, bu ulusal günlerin içine yerleştiği Cumhuriyet mirasının yokedilmiş olmasıdır. "Keşke Yunan ordusu kazansaydı" diyebilecek kadar Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı olan bir gerici güruhun düşünce çemberi içinde olan bir zihniyetin kendine siyasi alan açabilmiş olmasıdır. Fakat buna rağmen, bu zihniyet kendi taraftarları arasında bile Atatürk'ün manevi mirasıyla bugün dahi başetmekte zorlanmaktadır.
Şimdi yeniden kazanılacak bir Cumhuriyet ve Aydınlanma mücadelesi vardır. Ama bu tek meselemiz değildir. Cumhuriyet'e toplumsal bir içerik kazandırmak, ezilenlerin cumhuriyeti yapmak gibi bir görevimiz daha vardır.
"19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı"nı bu nedenlerle kutlayamıyor ama bir gün gerektiği gibi kutlamak üzere özlemle anıyoruz.
Oğuz Oyan / SOL

'Skandal rekoru kırmış bir hükümete öğüt vermek bir muhalefet skandalıdır' - SOL Haber Merkezi

Kılıçdaroğlu 'iktidar programımız saklı kalmak kaydıyla' sözleriyle 16 maddelik Buhrandan Çıkış Çağrısı'nı açıkladı. TKP'nin çağrıyla ilgili görüşlerini MK üyesi Mehmet Kuzulugil'e sorduk.


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel Merkezi'nde yapılan MYK toplantısının ardından yaptığı açıklamayla 16 maddelik Buhrandan Çıkış Çağrısı'nı duyurdu.
TKP Merkez Komite üyesi Mehmet Kuzulugil'e, Kılıçdaroğlu'nun konuşmasını ve 16 maddelik çağrıyı parti olarak nasıl değerlendirdiklerini sorduk.

Kılıçdaroğlu'nun bugünkü açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 16 maddelik bir program açıkladı. Bir iktidar programı mı oluşturuyor CHP?

Düzen muhalefetinin sermayeye ve emperyalizme kendini beğendirmekten başka bir çabası olmadığını hep söylüyoruz. Kılıçdaroğlu'nun açıklamalarında da bir parça somutluk taşıyan her şey buna dönük.
Siyasi ahlak yasası, liyakatın esas alınması gibi somut unsurlarıyla konuşulmadığında bir şey ifade etmeyen soyut şeyleri bir kenara koyarsak Kılıçdaroğlu'nun önerileri bütünüyle sermayenin ve emperyalizmin önüne konulan öneriler.
Daha da kötüsü, Kılıçdaroğlu'nun "seçimlere dönük adımı" olarak yorumlanan bu program, hükümetten rica edilenler listesi olarak formüle edilmiş. "İktidar programımız saklı kalmak kaydıyla, mevcut iktidar koşullarında buhrandan çıkış için önerilerimizi paylaşmayı siyasal ve tarihsel bir görev olarak görüyoruz ve kabul ediyoruz" seslenişi belli ki CHP'nin ne kadar yapıcı bir muhalefet yaptığını gösterme fikriyle sarf ediliyor ama yapıcı muhalefetin sadece sermayeye yaradığını ve AKP iktidarını da ayakta tutan şey olduğunu unutamayız.
"Hükümet kamuda israfa son vereceğini millete kanıtlamalıdır" gibi bir ifade ülkemiz yakın tarihinin gördüğü en gayrimeşru uygulamaların altında imzası olan bir hükümet hakkında kullanılabilecek bir ifade değil.
Üstelik Kılıçdaroğlu maddeler halinde açıkladığı bu programla sadece artık alıştığımız "gitmeyeceğini kabullendiği iktidarı terbiye etme" çabasında da değil. Yaptığı açıklama, yine artık alıştığımız "hükümetin elini rahatlatma" çabasını gösteriyor.
"IMF ile yeni düzen netleştirilmelidir" ifadesini başka türlü yorumlamak mümkün değil.

IMF'yle ortaklıktan çekilme ve IMF'deki sermaye payının Türkiye'ye getirilmesini öneriyor Kılıçdaroğlu. Bu hükümetin elini nasıl rahatlatıyor?

Kılıçdaroğlu, belki de Erdoğan'ın en demagojik saldırı alanlarından birisinde onu sıkıştırdığını, slogan ve hamaset araçlarını onun elinden aldığını düşünüyor. Öte yandan Türkiye'nin dış borç sorununun IMF sembolleri üzerinden karikatürleştirilmesi AKP'nin asıl silahı. Sonuçta dikkati yine buraya çekmek AKP'nin istediği şey. Emperyalist tefecilerle ilişkilerimizi sorgulamadan da ancak bu kadar muhalefet yapılabiliyor tabii.

Muhalefetin "sermayeye kendini beğendirme gayretinde" olduğunu söylüyorsunuz? Kılıçdaroğlu'nun açıklamasında bu nasıl varlık gösteriyor?

Örneğin özel kurumların bağımsızlığından söz ediliyor. Bunun somut karşılığı biliyoruz ki Merkez Bankası. Sermayenin ve emperyalistlerin sık sık hatırlattıkları bir şey bu: Merkez Bankası'nın özerkliğinin korunması. Bunun halk yararına bir ekonomik tercih olduğunu kimse zannetmemelidir. İktidarın kendi politik çıkarlarına göre, kısa vadeli çözümler üretmek adına uzun vadede büyük sorunlar yaratan adımlar attığı, Merkez Bankası'nı da bu şekilde kullandığı doğrudur.
Fakat sermayenin istediği "MB özerkliği" ülkenin değil uluslararası sermayenin çıkarlarını gözeten, "oyunun kurallarını" halk yararına değil, sermaye yararına kuran bir yaklaşımdır.
Üstelik, sermayenin hükümete Merkez Bankası'nın özerkliğini tanımayan uygulama ve yönlendirmeleri için bir alan tanıdığı da bilinmez değildir.

Seçim barajının kaldırılması talebi var. Bu da mı hükümetin elini rahatlatmaya dönük bir talep?

Bakın Kılıçdaroğlu'nun seçim barajının kaldırılması önerisinin hemen ardından dile getirdiği bir başka öneri siyasi ahlak yasasının çıkarılması! Siyasi ahlakın yasası olur mu bilmem ama gerçekten siyasi ahlak kuralları konulup uygulanırsa, önce parlamentodaki düzen muhalefetinin baraj konusundaki ikiyüzlülüğü nedeniyle mahkum edilmesi gerekir. CHP'nin siyasi stratejisinde hatta kendi yakın tarihinde belirleyici bir unsur seçim barajı. Sadece bu konudaki samimiyetlerine inanmıyor değilim. Seçim barajının kaldırılması (eğer ittifaklar vs. formülleriyle örtülü biçimde uygulamayı gözetmeyeceklerse) CHP'nin elinden en büyük kozlarından birini alır.
"Tatava yapma bas geç" diyenlerin seçim barajının kaldırılması konusunda samimi olduklarını düşünemeyiz.

Yine de dile getirilen taleplerin, ülkenin birikmiş sorunlarına ilişkin olduğunu düşünmüyor musunuz? Düşünce özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, kamu ihale yasalarının gözden geçirilmesi?

CHP Genel Başkanlığı, bu konularda "talepler" dile getirmekle yetinilebilecek bir konum mudur? Yanlış anlaşılmasın, bir "ifade biçimi" meselesi değil söylediğim. Yani bir "talepler" manzumesi oluşturmak, uygun bir siyasal deklarasyon yöntemi olabilir. Kılıçdaroğlu'nun açıkladığı taleplerse hem biçim hem içerik olarak hükümete verilen öğütler olarak ortaya çıkıyor. Skandal rekoru kırmış bir hükümete öğüt vermek bir muhalefet skandalıdır. Üstelik dikkatinizi çekmek istiyorum, yapılan konuşmada yine en kritik yere çivi gibi çakılıyor: Normalleşme! AKP'nin normali haline gelmiş olan şeyleri değiştirecekseniz "normalleşme" kelimesinden uzak duracaksınız. 15 Temmuz'u izleyen dönemde bu kelimenin kullanıldığı anlara ilişkin o kadar kötü anı birikmişken! Sadece Yenikapı rezaletini hatırlatmamak için bile bir süre "normalleşme" konusunu hiç açmaması lazım Kılıçdaroğlu'nun. Kim bilir belki, Koronavirüs normalleşmesinin o günleri unutturduğunu düşünüyordur.
SOL Haber Merkezi

Sarkaç Sola Meyletti - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Kolektif yapıları reddeden, bireyciliği ve rekabeti kutsayan “serbest piyasa ideolojisi” hegemonyasını yitirirken, toplumsal dayanışmaya, insan ihtiyaçlarına odaklanan kamucu bir anlayış yükselişe geçiyor.


Bir yandan insanlık Covid-19 virüsüyle cebelleşirken, bir yandan tüm alametler ideolojik sarkacın sola doğru salındığına işaret ediyor. Dünyada 650 üniversiteden 3 bini aşkın sosyal bilimcinin imza attığı “Krizden Çıkış Manifestosu” da bu kanıyı doğrulayan, ekonomik sistemin kurallarını ve kavramlarını yeniden yazmaya çağıran bir tınıyla kaleme alınmış. Aralarında Cumhuriyet’in de yer aldığı sol eğilimli The Guardian, Le Monde gibi birçok gazetede yer alan bildiri işyerlerini demokratikleştirmek, işi meta olmaktan çıkarmak ve ekolojik sürdürülebilirliği sağlamak ekseninde şekilleniyor.
Trump gibi ırkçıların “Çin virüsü” diye yaftalayarak, suçu “ötekilere” atma çabalarına karşın, bu trajedi karşısında insanlığın kaderinin ortak olduğu kanısı giderek güçleniyor. Kolektif yapıları reddeden, bireyciliği ve rekabeti kutsayan “serbest piyasa ideolojisi” hegemonyasını yitirirken, toplumsal dayanışmaya, insan ihtiyaçlarına odaklanan kamucu bir anlayış yükselişe geçiyor. Çünkü tek bir kişinin dahi virüs karşısında kendini koruyamamasının geri kalan insanlar için ne denli büyük bir risk yarattığı apaçık görülüyor. Toplumdaki her bireyin, hatta tüm canlıların yazgısını kendine dert edinen bir vicdani yaklaşım güç kazanıyor.
İsterseniz okumayı kolaylaştırmak açısından korona krizinin şu ana kadar gözlenen ekonomik, toplumsal, siyasal sonuçlarını 10 maddede özetlemeye çalışalım.
1- Salgının kamu sağlığını tehdit etmesi, insanları büyük ölçüde evlerine hapsetmesiyle kamusal hizmetlerin önemi net biçimde ortaya çıktı. Hükümet eden sağ politikacılar, neoliberalizm savunucusu kanaat önderleri ve medya kuruluşları bile bu yalın gerçeği yadsıyamadılar. Bu süreçte başta sağlık gelmek üzere eğitim, bakım, sosyal güvenlik ve altyapı gibi sosyal hizmetlere yeterince yatırım yapılmadığı, kaynak ayrılmadığı, özelleştirmelerle kamunun ne denli zayıf düşürüldüğü anlaşıldı.
2- Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülkede yerel yönetim hizmetlerinin ne kadar hayati rol oynadığı; su, enerji dağıtım, ulaşım, temizlik, giderek eğitim ve sağlıkta yerel yönetimlerin çok daha etkin ve yaygın görev üstlenmesi gerektiği kabul görmeye başladı. Sadece yerel yönetimlerde değil ulusal düzeyde de özelleştirilmiş kuruluşları yeniden kamu mülkiyetine kazandırma talebi kitlesel destek bulmaya başladı. Aynı zamanda kamu-özel sektör işbirliği diye adlandırılan, müteahhitlere hem miktar hem de çoğunlukla döviz bazında fiyat garantisi veren sistemin kamu bütçesi üzerinde nasıl bir yük oluşturduğu kanıtlandı. Muhaliflerini her fırsatta “dış güçlerin maşası” diye suçlayanların, salgın koşullarında dahi “mücbir sebep” ilan edemedikleri, kararı Londra mahkemelerine bıraktıkları için ellerinin kollarının kıskıvrak bağlı olduğu görüldü.
3- “Düşük beceri” isteyen işler diye yaftalanan, “düşük ücret” ödenerek adeta cezalandırılan temizlik, ulaşım, gıda üretim ve dağıtım, lojistik sektörlerinde ağır risk koşullarında çalışan emekçilerin yaşamımızı sürdürmemiz için ne denli kilit bir rol oynadığı görüldü. İnsan emeği olmaksızın ne üretimden, ne girişimden söz edilemeyeceği kanıtlandı. Tüm sağlık emekçilerinin özverili çabalarını, aralarından büyük kayıplar vermelerine karşın görevlerini nasıl sıkı bir disiplin ve adanmışlıkla yerine getirdiklerini bir kez daha hatırlamak da insanlık görevimiz.

4- Salgın koşullarında kültür sanat etkinlikleri de kesintiye uğradı. Sergi salonları, müzeler, konserler, tiyatro oyunları, bazı dergi ve gazete koleksiyonları sanal ortamda halkın ücretsiz hizmetine açıldı. İnsanların zaman bulabildiğinde ve maddi koşulları elverdiğinde sanata ve kültüre ne denli susadıklarını gözlemledik. Buradan sanatsal ve kültürel etkinliklerin “müşterekler” kapsamında değerlendirilmesi gereği; geniş kitlelere ücretsiz ve ödenekli biçimde sunulmasının önemi bir kez daha gözler önüne serildi. (Bu konuda Çiğdem Boz ve Ayçe Tekin-Koru’nun Social Europe sitesinde yayımlanan “The pandemic and recolonisation of time” makalesine dikkat çekelim.)
5- Eğitimin uzaktan sürdürülmesi, bazı meslek gruplarının işlerine evlerinden devam edebilmeleri “dijital uçurumu” bir kez daha gözler önüne serdi. Eğitimdeki tüm eşitsizliklerin üzerine bir de evde fiziksel koşulları bulunmayan, bilgisayar ve/veya internet olanağından yoksun çocukların bu dönemde engellerle karşılaşması, derslerinin aksaması, şevklerinin kırılması eklendi. Böylelikle İnternet ağlarının ücretsiz biçimde tüm evlere bir kamusal hizmet olarak ulaştırılması talebi daha yakıcı hale geldi.
6- Salgın ortamında yüz milyonlarca kişinin işsiz kalması, özellikle az gelişmiş ülkelerde açlık ve sefalet tehlikesinin baş göstermesi, geliri yeniden paylaştırmaya yönelik bazı sosyal programların inandırıcılığını artırdı. Şimdilik hüküm süren “Borçlan, harca, gerekirse para bas” tarzındaki klasik Keynesçi anlayışın bir süre sonra tıkanacağı görülecek. Yurttaşlık geliri ödemesi, bireysel borçların silinmesi/yeniden yapılandırılması, servet vergisi, artan oranlı gelir ve kurumlar vergisi gibi uygulamalar bir yönüyle sistem içi çözüm üretmesi, bir yönüyle de sosyalist bir topluma geçiş yolunda bir adım niteliği taşıması özelliğiyle önem kazanacak.
7- Geçmişte kamu iktisadi girişimleri Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde kalkınma yolunda çok önemli işlevler üstlendi. Ancak bugün özelleştirilen kuruluşların tekrar kamuya kazandırılması talebi, bir nostaljik çağrı, aynı anlayışla geçmişi tekrarlama anlamı taşımamalı. Özel sektöre ucuz girdi sağlama veya ticari koşullarla üretim yapma misyonu geride bırakılmalı. Bürokratik, uzmanların üst düzey yönetime ve bakana sorumluluk çerçevesinde görev yaptığı hiyerarşik yapıya dönülmemeli. Tüm çalışanların, tüketicilerin, hizmet alanların, yöre halkının yatırım ve finansman dahil karar süreçlerine aktif biçimde katılabildiği, yürütmenin bu bileşenlerce denetlenebildiği, demokratik ve kapsayıcı bir model üzerinde kafa yorulmalı.
8- Neoliberalizm piyasa süreçleri sonucunda işsiz kalan, emek piyasalarında kendilerine yer bulamayan kişilerin bu sorunlarını “tembellik, girişim ruhunun eksikliği, inisiyatif alamama” benzeri bireysel defolarla açıklama eğilimindeydi. Ancak bu salgın sürecinde insanlar alışveriş ettikleri sokak satıcıları, küçük esnaflar, gündelik işlerde çalışanların; çoğunlukla diyalog içerisinde bulundukları berberler, restoran ve kafe çalışanları gibi emekçilerin nasıl kendi dışlarında gelişen nedenlerle işsiz kaldıklarını, kısa sürede yoksulluğa sürüklendiklerini gördüler. Bu gerçek sade yurttaşı toplumsal sorunlara daha duyarlı, dayanışmaya daha yatkın hale getirdi. Neoliberalizmin argümanlarını zayıflattı. Yerel yönetimlerin askıda fatura uygulamalarına duyulan ilgi, komşunun yaşlı bireylerine yardım etme refleksi, pencerelerden mahallelinin iletişim kurma isteği bu kanıyı doğrulayan örnekler. Özetle toplumun eşitlikçi, paylaşmacı, dayanışmacı fikirlere daha açık hale geldiği söylenebilir.

9- Bu zor dönemde meslek kuruluşları, sendikalar, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları üyelerini bir telefonla da olsa aradılar, hatırlarını sorarak yalnız olmadıkları mesajını verdiler. Sadece üyelerine değil herkese toplumsal bağlara sahip olmanın önemini hatırlattılar. Atomize, kendi ayakları üzerinde duran, kimseye müdanası bulunmayan birey tipolojisi yerine örgütlü, bir bütünün parçası olan, kendini bir toplumsallığa ait hisseden insan modelinin çekiciliği arttı.
10- Bir virüs tüm dinlerin, mezheplerin, keramet sahibi olduğu iddiası taşıyan hokkabazların yaldızlarını döktü, hurafelerin inandırıcılığını azalttı. Bu süreçte aşı ve ilaç için bilimden, Aydınlanmadan, klinik araştırmadan başka umut bulunmadığı ortaya çıktı. Bir sonraki aşamada küresel iklim değişikliğine karşı mücadelede Trump, Bolsanaro tarzı iklim değişikliği inkarcılarının, bilimin karşısına safsataları koymaya çalışan gerici kesimlerin elini zayıflattı.
Bitirirken; farklı kamplardaki sade yurttaşlar aslında “aynı gemide” olmadıklarını bu zor günlerde daha iyi kavradılar. Durduk yerde ortaya atılan darbe söylentileri, silah şovları, muhalif bilinen kadın figürlere yönelik iğrenç tehditler aslında halk kitlelerinin birbirine yaklaşmasından duyulan derin bir endişenin eseri. Bir bakıma İlerleyen günlerde ekonominin kontrolünü ellerinden kaçıracaklarını, toplumsal huzursuzlukları göğüsleyemeyeceklerini hissetmenin yarattığı paniğin yansıması. İktidarın ellerinden kayıp gittiğini gören rejim güçlerinin insanları yine “kültürel eksenden bölme , yaşam tarzı üzerinden kutuplaştırma”, toplumsal muhalefeti olmadık iftiralarla parçalama stratejilerinin bir parçası. Aslında “zamanın ruhu” solun evrensel değerleri eşitlik, özgürlük, paylaşma, dayanışmanın yıldızının parladığı bir döneme işaret ediyor. Ancak Gezi direnişi, Wall Street’i İşgal eylemleri, küreselleşme karşıtı gösteriler gibi yakın dönemin tüm heyecan verici toplumsal eylemlilikleri net bir programatik yönelim, kararlı bir örgütlenme olmadan anlık parlamaların kalıcı bir değişim dönüşüm getiremeyeceğini hepimize öğretmiş olmalı.
Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Kimin ekonomik buhrandan çıkış reçetesi?.... - Mustafa Kırcı


Kılıçdaroğlu, parti genel merkezinde düzenlenen Merkez Yönetim Kurulu toplantısının ardından kameraların karşısına geçti, övünç ve çare kaynağı olacak ekonomik buhrandan çıkış  reçetesini açıkladı.

Ama kim ekonomik buhranda onu şaşırmış veya bihaber. İşte işçiye, memura, emekliye, çifçiye, küçük esnafa çare olacak reçeteden satırbaşları.

- Devlet hizmetin milletimize daha etkin bir şekilde ulaşmasını sağlamalıdır.
- Yerel yönetimlerin destekleri artırılmalıdır. Yerel yönetimlerin yardımları      engellenmemelidir.
- Seçimle gelenlerin seçimle gitmesi güvence altına alınmalıdır.
- Devlet yönetiminde liyakat sistemi hakim kılınmalıdır.
- Sayıştay gerçek işlevine kavuşturulmalıdır.
- Özerk kurulların güvencesi sağlanmalıdır.
- Merkez Bankası başta olmak üzere Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası Kurlu, Enerji Piyasası Kurulu gibi kurumların bağımsızlığının yeniden sağlanacağı kamuoyuna açıklanmalıdır.
- Hükümet kamuda israf ve kayırmacılığı engellemek amacıyla, kamu ihale yasasının yeniden düzenleneceğini taahhüt etmelidir.
- TBMM’de ‘Kesin Hesap Komisyonu’ kurulmalıdır. Bu komisyonun başkanlığının muhalefet partisine verileceği açıklanmalıdır.
- ‘Ulusal Vergi Konseyi’ kurulmalıdır. Vergilerin nereye harcandığının hesabının verilmesi olmazsa olmazdır.
- Bu konseyin her yıl düzenleyeceği raporların Resmi Gazete yayınlanması taahhüt edilmelidir.
- Yargı bağımsızlığı kesin olarak sağlanmalıdır. Adaletin olmadığı yerde devlet yoktur. - Adalet mülkün temelidir. İktidarın yargı üzerindeki tahakkümüne derhal son verilmelidir. Adaletin önündeki bütün engellerin kaldırılması gerekmektedir.
- Düşünceyi ifade etme, basın özgürlüğü koşulsuz güvence altına alınmalıdır. Evrensel ölçülerde medya kurallarına uyulacağı açıklanmalıdır. Tutuklu gazetecilerin serbest bırakılması iktidarın samimiyetini bu konuda açıklayacaktır.
- 12 Eylül darbecilerinin eseri olan siyasi partiler kanunun değiştirileceği taahhüt edilmelidir. Darbecilerin yasalaştırdığı seçim barajı demokrasiye darbedir. Kaldırılmalıdır.

Bir tane çözüm önerisi de vatandaşı ekonomik buhrandan kurtarmak için olsaydı.Bulabildiniz mi?
Demek ki iktidar koltuğunu kurtarmak daha elzem. 

Lütfen güçlü ekonomi, güçlü devlet eleştirisine karnımız tok.

Millet işşiz, millet aç, millet  acımasız bankaların kucağına atılmış.Çifçinin ürünü tarlada.Emekli borç batağında, küçük esnaf kepenklerini indirmiş, gençler geleceklerinden umudunu kesmiş.

Bu veterinerin insana reçete yazmasından başka birşeye benzemiyor.

Mustafa Kırcı / 18/05/2020

İlk öğretmenin kim senin? - Sidar İnan Erçelik / duvaR.

Cumhuriyetin ilanıyla imparatorluk, yerini devlet baba imgesine bırakırken devleti yönetenler de kendilerini toplumun önderi olarak konumlandırdı. Bu yazıda öğretmenliğin Cumhuriyet tarihinde yaşadığı büyük değişimi Remzi Jöntürk’ün “Öğretmen Kemal”, Kartal Tibet’in “Öğretmen” ve Nuri Bilge Ceylan’ın “Ahlat Ağacı” adlı filmleri üzerinden anlatmak istiyorum.

Ali Rıza Binboğa’nın “İlk öğretmenin kim senin?” adlı şarkısını çocukken okulda mı bellettiler hatırlamıyorum, arada bir dilime takılır. Annemin 44 yıllık öğretmenlik hayatından sonra emekli olmasıyla bu şarkı şimdilerde eskimiş bir hisse dokunuyor. Geçmesi için kurcaladığım, kurcaladıkça büyüyen bir his.
“Hoca camide” geleneğinden gelen Gülümser öğretmen benimde öğretmen olmamı çok istedi. Belki de bu yüzden köy enstitüsünden gelen Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesi’nde okudum ve sonrasında tutkuyla sevdiğim tiyatroyu bırakıp üniversitede de İngilizce öğretmenliği okumaya başladım. Yine de sanki bir yere varmam gerekiyor da bekleme alanında fazla kalmışım gibi okulu 3. sınıfta bıraktım. Fakat oyunculuğa devam etmek isterken hayatın planlarının benimkinden önde gelmesiyle kendimi kamera arkasında, beslenme zincirinin en alt mevkilerinin birinde çalışırken buldum. Hırçın, kavgacı ve uyumsuz yanım sebebiyle çok az asistanlık yapabildim ve kendi filmlerimi yapmaya başladım. Öğretmenlikse içimde bir garip ukde olarak kaldı. Belki de annemin idealini gerçekleştirmediğim için kendimi ona borçlu hissediyorum. Şimdiyse anne ve babamın mesleği öğretmenliğin Cumhuriyet tarihinde yaşadığı büyük değişimi Remzi Jöntürk’ün “Öğretmen Kemal”, Kartal Tibet’in “Öğretmen” ve Nuri Bilge Ceylan’ın “Ahlat Ağacı” adlı filmleri üzerinden anlatmak istiyorum.
ÖĞRETMEN KEMAL
Cumhuriyetin ilanıyla imparatorluk, yerini devlet baba imgesine bırakırken devleti yönetenler de kendilerini toplumun önderi olarak konumlandırdı. Kimi zaman baskı, kimi zaman da halkın olağan isteğiyle gerçekleşen bu durum beraberinde devlet babaya sahip çıkan adamlara verilen lakaplarla pekiştirildi. Başöğretmen, Ulu önder, Baba, Karaoğlan ve nihayet Reis. Başöğretmenden Reis’e uzanan yolda Cumhuriyet fikrinin savunucu aydınları başlangıçta öğretmenler oldu. Kendini mesleğine adamış olan öğretmenler büyük bir romantizm rüzgârıyla ülkenin her yanına dağılıp o zamanki rejimin adeta sivil askerleri oldular. İşte bu noktada durumu abartılı bir temsiliyete döken Yeşilçam otör yönetmeni Remzi Jöntürk’ün “Öğretmen Kemal” filmi dikkate değer. Belirgin biçimde kendine özgü anlatısı Jöntürk’ü Yeşilçam içinde ayrı bir yerde tutar. Keza “Öğretmen Kemal” filmi de farklı Jöntürk anlatı biçeminin tipik örnekleriyle doludur. 1938 yılında geçen hikâyeye göre feodalizm ve hurafe din sıkışmışlığında yaşayan küçük bir köye atanan Öğretmen Kemal (Cüneyt Arkın) “kara cehalet” olarak nitelendirdiği duruma Başöğretmen Atatürk’ten aldığı yetkiye dayanarak savaş açar. Bu açıdan film Cumhuriyetin kuruluşundaki tepeden inme modernleşmeyi farkına varmadan eleştiren bir yapıya sahiptir. Aydınlığın kahraman savunucusu Öğretmen Kemal’in adak ağacını yıkışı ve yıkarken söyledikleri bu anlamda filmin en önemli sahnelerindendir. “Kör taasup yıkıcam seni, yıkıl! Halkımı cahil bırakan safsata yıkıl! Yıkıl! Yıkıl!”
Cumhuriyetin ilk yıllarında öğretmenler genellikle donanımlı ve aydın insanlardan oluşuyordu. Bunun en belirgin göstergelerinden biri de Cumhuriyetin ilk dönem edebiyatçılarının bir kısmının mesleğinin öğretmenlik olmasıdır. Öğretmenler yeni bir alfabeyle gelen ve içi batılılaşma arzusuyla donatılmış bilgileri özverili olduğu kadar romantik bir tavırla Anadolu’ya taşıyorlardı. Atatürk’ün Başöğretmen olarak kabul edildiği bu dönem, yeni rejimi halka benimsetme konusunda en az rejimin kendisi kadar ısrarlıydı. Bu bakımdan Öğretmen Kemal kraldan daha kralcı bir karakterdir fakat Atatürk’ün doğumunun 100. yılında yapılan film bir güzellemeden çok taşlamadır. Yine de abartılı da olsa öğretmenin Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumdaki yerini anlamak açısından ve ilginç Jöntürk anlatısıyla görülesi bir filmdir. Bir yandan modernleşmenin el feneri görevini üstlenip, okul, köprü yapan, yeri geldiğinde sağlıkçı olan, rejimin en küçük alanda yapıcı kurucusu öğretmen, kendine göre olmayanı ötekileştirip Cumhuriyetin tek tipleşmiş birey yaratımına bilinçli veya bilinçsiz hizmet ediyordu. Bütün düzenlerde olduğu gibi oyun kurucu değeri vardı ve hatta kutsanmıştı. Dolayısıyla Cumhuriyet başlangıcında, öğretmen atanmış kahramandır.
ÖĞRETMEN
80’lere geldiğimizdeyse karşımıza Kartal Tibet’in yönettiği ve Kemal Sunal’ın alışılmış oyunculuğunun dışına çıktığı 1988 yapımı “Öğretmen” filminde, Hüsnü öğretmen karakterini görürüz. Darbenin alt üst ettiği bir ülkede Hüsnü öğretmen Hacı Mercan köy okulundaki başarısından dolayı İstanbul’a tayinle ödüllendirilir. Aslında bu ödül o dönem sürgün edilen öğretmenlerle ilgili bir mecaz olabilir çünkü 80’lerde İstanbul, öğretmenler için ödül değil sürgün yeriydi. Keza ailem de 81 yılında Bitlis’in köyünden İstanbul’a sürgün edilmişti.
Taşranın göbeğinden şehre tayin olan Hüsnü öğretmen ve ailesinin yaşayacağı ilk zorluk da ev kiraları ve taşındıkları muhitin biçimsiz olduğu gerçeğidir. Oldukça romantik bir anlatıya sahip olan filmde karakterler arasında geçen diyaloglardan geldikleri yere dair memnuniyetsizliklerini hemen anlamak mümkün. Taşınır taşınmaz karşılaştıkları at arabalı zerzevatçı sonun habercisi misali öğretmene veresiye teklif eder. Hüsnü öğretmense borçla alışveriş yapmadığını kesin ve naif bir dille belirtir, fakat ilerleyen zamanda aile için geçinmek o kadar zorlaşır ki Hüsnü öğretmen hayatında ilk defa borçlanır ve nihayet veresiye patlıcan ve domates alır. Bu sahne filmin karaktere dair en belirgin kırılma anlarından biridir.
Her şeye rağmen Hüsnü öğretmen o kadar başarılıdır ki ulusal gazetelere konu olur ve bir anda meşhur biri haline gelir. Yine de gece gördüğü kâbuslarla beraber ruhsal bunalıma girer ve dönemin dolandırıcılık furyası kooperatiflere bütün birikimini kaptırmasıyla akıl sağlığını yitirir. Bu bağlamda ailesiyle sokakta yürürken zabıtaları görünce kızını kucağına alıp kaçtığı sahne oldukça etkileyicidir. Dolayısıyla 80’lerde darbenin de etkisiyle değişen Türkiye’de ekonomik gücünü yitiren öğretmen toplumsal saygınlığını da yitirmeye başlar çünkü o artık geçinemeyen, bu yüzden ek işler yapan borçlu ve sıradan biridir.
AHLAT AĞACI
88 yapımı olan öğretmen filminden tam 30 yıl sonra izleyeceğimiz Ahlat Ağacı filmiyse genellikle bireysel gerçeklik üzerine anlatısını kuran Nuri Bilge Ceylan’ın bireyi toplumsal fona kardığı en melez ve özgün eserlerinden biridir. Emekliliği yaklaşan İdris öğretmen, özverisini yitirmiş fakat entelektüel bir öğretmendir. Dar kalıplarda yaşayan babasını aşmış ve kendi oğlunun da onu aşmasını memnuniyetle karşılayacak kadar kendinin farkında fakat bir o kadar da “Ahlat Ağacı” bir karakterdir. Öğretmen Kemal’in yıktığı adak ağacı gibi tarlanın tam ortasında duran, gölgesi kendine yetmemiş gibi görünen ayrık bir taşra ağacıdır İdris. Bu bağlamda karakter derinliği açısından sinemamızın en derin karakterlerinden biridir.
İdris öğretmen de Hüsnü öğretmen gibi borçludur. Öyle ki hikâyenin yapı taşı haline gelen ve adeta bir taşra iletişim biçimi olan borç, film boyunca süreklilik kazanır. Bu şartlar altında Sinan, babasının enkazını devralmak yerine sosyal hayat içerisinde kendine bir kuyu kazmaya çalışır. Sinan’ın kendi anlam arayışı ve kuyudan çıkma çabası beyhudeyken babasının kuyu kazması onun için kendi yansımasıdır. Bu yüzden babasının kuyu kazma mücadelesine katlanamaz. Dahası atanma umudu dahi yoktur. O da kendine yüklediği bir anlam, bir fikirle var olma çabasına girer ve yazdığı kitabı bastırmak için içinde bulunduğu hayatı kazmaya başlar. İdris öğretmen ise insan yılgınıdır. Hikâyenin başında toprağa döneceğini ve asıl mutluluğun orada aranabileceğini Yunus Emre’den alıntı yaparak adeta kendine müjdeler. “Hor bakma sen toprağa, toprakta neler yatur. Kani bunca evliya, yüz bin Peygamber yatur”
Filmde İdris öğretmen toprağa yakın olduğu kadar köylüden ayrıktır. Taşranın taşrasındadır ve belli ki o noktada hevesini kıran bir yan vardır. O yüzünü tamamen toprağa dönmüş, olanı biteni geride bırakmıştır. Yeniyi kuramayacağı bir dünyada, eskinin değerlerinde gezinir ve umudu herkesin itirazına rağmen kuyudadır. Sinan’sa tüm atanmayan öğretmenler gibi kendine yeni bir yol çizmek ister. Eksik baba ve eksik Allah hissiyle kendi için doğru olanı yaparken yıkmaktan çekinmeyerek babası gibi sevdiklerine zarar verme pahasına kendini seçer. Babasının kitabı okuduğunu öğrenince teslim olur ve babasının kuyusuna girer. Ahlat Ağacı hikayesinin en etkili yanı, baba ve oğlun farklı alanlarda kazdıkları kuyunun toprakta uzlaşmasıdır.
Sözün özü, bu üç film adeta birbirlerini tamamlayan bir hikâye ortaklığında birleşir. Yeni bir Cumhuriyet vardır fakat o kadar kusurludur ki hevesleri sürekli kırar ve seni un ufak eder. Seni yukarı taşıyan değil baskılayıp aşağı iten bir yanı vardır. İnsana kendi hayatı içinde kuyu kazdırır. Öğretmen Kemal hikâyenin sonunda hayatını, Hüsnü öğretmen aklını kaybeder. İdris öğretmense hayatla olan bağını koparıp gidebileceği en uzak noktaya; içeride gibi görünen dışarıya gider.
Yıllarını öğretmen olma hayaliyle geçirebilirsin veya bu zaten ulaşabileceğin en üst noktadır fark etmez. Öğrenmenin en büyük engeli kaygıdır. Bir düzen düşünün ki daha en başından size umut yerine umutsuzluk vaat etsin. Dolayısıyla atanmama kaygısıyla okuyan öğrenciler de atanmayan öğretmenler gibidir. Atanmayan öğretmen diyorum çünkü sayısı artık 400 binin üzerinde bir kitleden bahsediyorsak burada düzene dair bir hata vardır ve atanmayanlar söz konusudur. Sonuç olarak öğretmen yetiştiremeyen, yetiştirdiği öğretmenle ne yapacağını bilemeyen bir düzende eğitimin nasıl şekil alacağıysa ucu açık bir soru olarak durduğu yerde durmaya devam eder.
Sidar İnan Erçelik / duvaR.

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -27 Temmuz 2025-

Dağıtım şirketlerine dokunmayan devletin yangını engelleme yöntemi: Elektrik kesintisi Elektrik dağıtım şirketlerinin bakım-onarım eksikliği...