‘Yükselen’ piyasalar iki ateş arasında - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Küreselleşme” sürecinde uluslararası mali sermayenin kullanımına sonuna kadar açılan “yükselen piyasalar” şimdi, gıda fiyatlarındaki artışlar, tedarik sorunları ile aşırı borçlanmadan kaynaklanan risklerin arasında türlü krizlere gebe. Bu ekonomilerin en kırılganlarından biri de Türkiye.

Gıda fiyatlarında ani artış = toplumsal kargaşa
Tarihsel deneyler bize, gıda fiyatlarında ani artışların toplumsal kargaşaya, hatta ayaklanmalara yol açabildiğini gösteriyor.
Foreign Policy’de geçen hafta yayımlanan bir araştırma, üç noktaya dikkat çekiyordu. Birincisi, Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü’nün dünya gıda fiyatları indeksi, 2015’ten bu yana artıyor. Bunu tahıl ve et fiyatları indekslerinden de izlemek olanaklı. İkincisi, gıda fiyatlarında 2010-12 yılları arasında yaşanan hızlı artışlar, Arap Baharı denen toplumsal olaylara yol açmıştı. Üçüncüsü, genelde dolar üzerinden belirlenen gıda fiyatlarında yaşanan ani artışlarla, ABD Merkez Bankası’nın (Fed) genişlemeci para politikaları arasında doğrudan bir ilişki gözleniyor. 2007/8 de patlak veren Finansal Krize cevap olarak Fed parasal genişleme politikalarıyla dünya piyasalarına dolar basınca, gıda fiyatları hızla artmıştı. Araştırma, Fed’in, koronavirüs salgınına karşı, öncekinin boyutlarını çok aşan bir parasal genişleme politikası uygulamaya başladığına dikkat çekiyor.
Gıda fiyatlarında 2015’ten bu yana yaşanan artış trendinin üzerine koronavirüs salgınının getirdiği üretim ve tedarik sorunları da eklenince, bir açlık krizi olasılığı artıyor. Ekonomiler “kapanırken” başlayan tedarik zinciri ve üretim aksaması sorunlarına ek olarak, ekonomiler açılırken aniden artacak talebin, fiyatlar üzerinde ek bir basınç oluşturması da bekleniyor.
Özetle, gelişmekte olan ülkelerin egemen sınıflarını ve yönetici seçkinlerini zor günler bekliyor. Halk sınıflarını da haklarını, özgürlüklerini genişletmek için yeni fırsatlar…
Borç krizi riskleri
Finansal krizle başlayan dönemde, Fed’in parasal genişleme politikaları gıda fiyatlarını artırırken, yükselen piyasalar merkez ülkelerde kaçarak yeni olanaklar arayan finansal sermayenin hareketlerinden yararlandılar; ekonomik büyümeyi ve tüketimi ucuz yabancı krediyle desteklediler hatta körüklediler.
Küresel ekonomik yavaşlama, “ticaret savaşları” ortamı bu eğilimi tersine çevirmeye başlamıştı; koronavirüs salgını krizi bu eğilimi belirgin biçimde güçlendirdi. Mart ayında bir Bank of America raporu, uluslararası fonların, “yükselen piyasalardan” çıkmaya başladığını, dört haftada 48 milyar doların daha güvenli piyasalara kaçtığını aktarıyor, bu çıkışın gelecek 12 ay boyunca hızlanmasını bekliyordu. Financial Times da “yükselen piyasaların” bonolarında değer kaybının, bu yılın ilk dört aylık döneminde yüzde 15 ile, 2008 krizinin zirvesindeki gerilemenin iki katına ulaştığını aktarıyor. Moodys’in bir analizine göre, gelecek 12 ay içinde yükselen piyasaların paraları değer kaybetmeye devam edecek, bonolarda temerrüde düşme oranı yüzde 13’ün üstüne çıkabilecek.
Yükselen piyasalarda borç krizi olasılığını araştıran bir çalışma (Das, Kalemlı-Özcan, Puy, Varela: Project Syndicat, 20/05/2020), ülkeleri, hane halkının ve mali sektör dışı firmaların toplam döviz borcunun, gerek ülkenin toplam borcuna gerekse de GSH’ye oranları açısından sıralıyor. Bu sıralamada, Türkiye Meksika’nın arkasından en borçlu 2. ülke olarak yer alıyor. Çalışmadaki verilerden, Türkiye’de sanayinin döviz borcunun, inşaat sektörünün borcunun yaklaşık 3 katına, finansal sektör borcunun da sanayininkinin yaklaşık iki katına ulaştığı görülüyor.
Bu görüntü, benim yıllardır vurguladığım savı destekliyor. Siyasal İslamın, rant bölüşümüne, gasp-komisyon-rüşvetle servet üretmeye dayalı ekonomi politiği, kaynakları artık-değer üretimi devrelerinin dışına çıkararak (istifleyerek), ülke kapitalizminin krize uyum sağlama, mücadele kapasitesini zayıflatıyor. Dış kaynak girişine bağımlı ekonomide, TL değer kaybederken ısrarla izlenen düşük faiz politikası, rant kaynağı inşaat sektörünü destekliyor, ama artı-değerin ağırlıklı olarak üretildiği sanayi sektörünün, dış borç ödeme kapasitesini zayıflatıyor.  
Asalak bir sınıfın egemenliği, ülkenin ekonomik-toplumsal krizini, işsizliği, yoksulluğu arttırarak derinleştirmeye devam ediyor.
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Damadın topu patlamak üzere - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Ona, “Şişedibi Hasan” derdik. Gözlüğü benimkinden en az 5 numara büyüktü. Genelde topu göremezdi. Ama maçların değişmez oyuncusuydu. Bir yarı bir takımda, ikinci yarı öbür takımda fazlalık olurdu. Madem öyle, niye oynardı, diyeceksiniz. Çok basit. Çünkü mahalledeki tek meşin top Hasan’ındı. Babası parayı bastırmış, oğluna almıştı. Haliyle altyapı üstyapıyı belirlemiştiİyi oynadım değil mi? Harikaydın Hasan. En iyi benim değil mi? Öylesin Hasan…

Türk ekonomisini sorduklarında “şişedibi gibi” derim. Bütün ülkenin kaderi bir “baba”ya bağlanmış. Meraları da gazete ilanlarını da onun yetkileri belirliyor. Ekonominin başına damadını oturtmuş. Bir de şirket var. O; devletin en çok ihale verdiği, servetini devletin parasıyla büyüten şirket. Şirketin bir de medya krallığı var. Eskiden o krallığın başında damat otururken, şimdi damadın ağabeyi oturuyor. Haliyle durum şu: Ekonomi süper değil mi? Harika kardeşim. En iyisi benim değil mi? Öylesin kardeşim.
Aksini söyleyen oyunun dışında kalır, RTÜK keser cezayı.
ALBAYRAK KÖTÜ YÖNETİYOR
Oysa ekonomi basit bir üretim ve paylaşım ilişkisidir. Toplum birlikte üretir sonra arasında üleştirir. Cebinize giren azalmışsa bilin ki ya daha az üretiyorsunuz ya da sizin payınızın bir kısmına daha el koymuşlardır.
Korona sayesinde gördük ki Türkiye’nin yıllardır biriktirdiği bir sağlık altyapısı, her şeye rağmen yıkılamamış sosyal devlet kalıntıları var. Öte yandan yalnız tatil günleri karantina yapabiliyor olmanın tek nedeni var. Çünkü ekonomi kötü yönetiliyor. Parkta yürümenin yasak, AVM’de dolaşmanın serbest olmasının tek nedeni var. Çünkü ekonomi kötü yönetiliyor. Ama bunu söylemek, yazmak zor. Çünkü her şey aile arasında.
Milletin anlamadığı kavramları geçin. Ekonomi 101 rakamları ile bakalım.
Berat Albayrak 10 Temmuz 2018 günü Hazine ve Maliyet Bakanı oldu. İki yıl dolmak üzere.
O gün dolar 4 lira 53 kuruştu. Bugün 6 lira 80 kuruş. Yüzde 50 arttı. Yani Türk parası yüzde 33’den daha fazla değer kaybetti. Artık aynı parayla 300 dolar yerine 200 dolar alabiliyorsunuz.
O gün avro 5 lira 34 kuruştu. Bugün 7 lira 46 kuruş. Yani Türk parası avro karşısında yüzde 28’den fazla değerini yitirdi.
O gün borsa 99.252 puanda idi. Bugün neredeyse aynı durumda, 103.024 puanda. Dolar bazında borsa endeksi ise geriledi, 9 Temmuz 2018’deki 19.394 seviyesinin çok altında, bugün 15.126 seviyesinde.
BERAT ALBAYRAK YOKSULLAŞTIRIYOR
O gün açıklanan 2017 büyümesi yüzde 7.4’tü. 2018 büyümesi yüzde 2.6, 2019 büyümesi yüzde 0.9.
Bu ne demek?
Türkiye’nin geçen yılki büyümesi (GSYH) yüzde 0.9 iken, nüfus artış hızı olan yüzde 1.39’un altında kaldı. Bu rakamlar, 2019 yılında Türkiye’nin kişi başına düşen milli gelirinin yüzde 0.5 civarında azalması, ve Türkiye’de ortalama vatandaşın, Berat Albayrak’ın döneminde 2019 yılında daha da yoksullaşması anlamına geliyor.
Nitekim 2017 yılında dolar bazında kişi başına düşen milli gelir (GSYİH) 10 bin 597 dolardı. 2018 yılında Albayrak’ın elinde azalmıştı. 2019 yılında daha da azalarak 9127 dolara indi. Rakam, Erdoğan’ın yıllardır övündüğü 10 bin doların trajik şekilde altında kaldı.
İç talep açısından en önemli gösterge olan hane halkı tüketim harcamaları, milli gelirin (GSYH) yüzde 57.4’ünü oluşturuyor. 2019 yılında sadece yüzde 0.7 oranında arttı. Gelecekteki büyüme açısından belirleyici olan sermaye birikimi ise 2017’de yüzde 30.1 iken, 2019 önemli ölçüde azalarak yüzde 26,1’e geriledi. Bu, Türk ekonomisinin gelecek yılları hakkında da kötümser bir fikir veriyor. 2019 yılında, bir önceki yıla göre kamu harcamalarındaki yüzde 4.4’lük artış ise krize karşı kullanılan ağrı kesiciyi bize gösteriyor.
BERAT ALBAYRAK İŞSİZ BIRAKIYOR
Bir ülkenin birlikte ekonomi yaratmasının birinci meselesi çalışmasıdır. Berat Albayrak’ın göreve geldiği ay işsizlik oranı devletin resmi rakamlarına göre yüzde 10.8’di. TÜİK’in Korona krizinde önce yani Şubat 2020’deki resmi verilerine göre bu oran yüzde 13.6. İstihdam edilenlerin sayısı son bir yılda 602 bin kişi azaldı. Buna Korona sonrası işsiz kalanları da eklerseniz durum daha da kötüleşti. TÜİK’in Şubat rakamlarında, 15-24 yaş grubundaki istihdam oranını yüzde 29.5 olduğu, işsizlik oranının yüzde 24.4, ne eğitimde ne istihdamda olanların yüzde 26.7 olduğu görülüyor. Ülkenin en üretken kuşağı ekonomiye katılamıyor.
Hazinenin döviz rezervlerinin nasıl eridiğini aylardır tartışıyoruz…
Berat Albayrak döneminde ekonomide belki de tek pozitif gelişme, faizdeki düşüş oldu, politika faizi yüzde 17.75’den (8 Haziran 2018), yüzde 8.25’e düştü. Faizi indirme politikasının sonucu olan bu durum, ekonomide beklenen büyümeyi yaratamadı. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan, uzun yıllardır yaptığı açıklamalarda ekonominin tüm sorununu neredeyse sadece faiz rakamlarıyla açıklıyordu.
TOP PATLAMAK ÜZERE
Koronadaki asıl yıkıcılığın sağlıkta değil zayıf olan ekonomide olduğu apaçık görülüyor. Berat Albayrak yapılan yardımları açıklarken milyonlarca insanın bin liralık yardıma muhtaç hale geldiğini de anlatmış oluyor.
Bu tablodan tek memnun olan ise devlet ihaleleriyle zenginleşmeye devam eden sınıf. Hasta garantili hastanelere, araç garantili otoyollara ödemeler doların artışı ile katlanarak büyüyor.
Toplumun azınlığını zenginleştirmeye, milletin çoğunluğunu yoksullaştırmaya yarayan kötü yönetimi insanlar rakamlarla değil ama belli ki hayatın içerisinde acı bir şekilde yaşayarak öğreniyor. Savcılık sopaları ile yapılan operasyonlar ya da muhalif medyaya kesilen cezalar, bu rahatsızlığın bir dönüşüme yol açmaması için yapılan pansumandan başka bir şey değil.
Sonunda top patladı. Hepimiz duymuş hatta görmüştük. Artık hepimiz eşittik. Ortak bir topumuz olduğu gün, hayat da oyun oynamak da herkes için gerçekle daha uyumluydu.
Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Dünya Bankası’nın skandalların gölgesindeki yeni baş ekonomisti: Carmen Reinhart - Anıl Aba / BİRGÜN

Yoksullara giden yardım paralarının bir kısmı otoriter liderlerin off-shore hesaplarına gidiyordu (kim bilir, belki onun da bir kısmı tekrar Dünya Bankası yöneticilerinin hesaplarına…) Başka bir deyişle, amacı ülkelerin kalkınmasına ve eşitsizliklerin azaltılmasına katkıda bulunmak olan Dünya Bankası yaptığı yardımlarla süper zenginlerin hesabına dolar taşıyarak ekonomik eşitsizliğin artmasına vesile oluyordu.

Bundan birkaç ay evvel Dünya Bankası’nın (DB) Kalkınma Araştırması Grubu’ndan üç ekonomistin araştırması camiayı karıştırmıştı. Makale, az gelişmiş ve dış yardıma bağımlı ülkelere yapılan yardımların ortalama yüzde 7,5’inin İsviçre, Lüksemburg, Cayman Adaları ve Singapur gibi yasal çerçevesinde bankacılıkta gizlilik vurgusu olan ülkelere sızdığını gösteriyordu. Yani yoksullara giden yardım paralarının bir kısmı otoriter liderlerin off-shore hesaplarına gidiyordu (kim bilir, belki onun da bir kısmı tekrar DB yöneticilerinin hesaplarına…). Başka bir deyişle, amacı ülkelerin kalkınmasına ve eşitsizliklerin azaltılmasına katkıda bulunmak olan DB yaptığı yardımlarla süper zenginlerin hesabına dolar taşıyarak ekonomik eşitsizliğin artmasına vesile oluyordu. Nitekim, “akçe” işlerini kısmen ifşa ederek DB’nin imajını zedeleyecek olan bu araştırma iç denetlemeye takılmış ve DB üst yönetimi tarafından bloke edilmişti!
Mesele içeride büyümüş olsa gerek, baş ekonomist Penny Goldberg, 5 Şubat 2020’de, DB’de geçirdiği 15 ay gibi kısa bir sürenin sonunda (Paul Romer de 15 ay kalabilmişti), istifasını duyurarak Yale Üniversitesi’ndeki pozisyonuna geri döneceğini açıklamıştı. Her ne kadar Goldberg istifa gerekçesini belirtmediyse de The Economist bu kararı mevzu bahis araştırmaya bağlamıştı. İstifanın ardından makale Financial Times’a sızdırılmış, ardından araştırmacılardan biri makaleyi kendi sayfasında bağımsız olarak yayımlamış, bunun da ardından makale DB’nin sitesine “koşullu” şerhiyle yüklenmişti. Olaylar olaylar, piii…

CARMEN REINHART’I TANIYALIM
Harvard doktoralı Aart Kraay’in iki buçuk aylık geçici vekaletinin ardından geçtiğimiz Çarşamba günü DB’nin yeni baş ekonomistinin Carmen Reinhart olduğu duyuruldu. 1955 Havana doğumlu olan Carmen Reinhart, komünist devrimden birkaç yıl sonra, 1966 senesinde ailesiyle birlikte Küba’dan kaçarak Amerika’ya gelmiş… Doktorasını Columbia Üniversitesi’nden alan Reinhart arada bir süre (daha sonra iflas eden) Bear Stearns’te çalışmış, ardından IMF’de çeşitli pozisyonlarda görev almış, 2012 yılından bu yana da Harvard Üniversitesi’nde çalışan çok tipik bir neoklasik (liberal diye okuyabilirsiniz) iktisatçı. Uzmanlık alanları ise küreselleşme, uluslararası ekonomi, finansal krizler ve borçlanma.
Reinhart’ın biyografisi ilginç. Ama iktisat akademisini sallayan çok daha ilginç bir olay 2013 baharında yaşanmıştı… Bu skandalın kaynağı Reinhart’ın 2010 yılında, yine Harvard’ta bir makro ekonomist olan Kenneth Rogoff’la birlikte yayımladıkları bir akademik makale. Makalede Reinhart ve Rogoff, ekonomik büyüme ile borç arasındaki ilişkiyi incelemiş ve yüksek borçlu ülkelerde ekonomik büyümenin yavaşladığı, hatta ortalamada negatife döndüğü sonucuna ulaşmışlardı. Daha spesifik olmak gerekirse, borç/GSYH oranı yüzde 90’ın üzerinde olan ülkelerin ortalama büyümesinin yüzde negatif 0.1 olduğunu göstermişlerdi.
O yıllardaki politika tartışmaları “kemer sıkma” (liberal) ya da sıkmama (Keynesyen) üzerinden yürüyordu. Kemer sıkma politikalarını pazarlayan danışmanlar dönüp R-R’nin makalesine atıfta bulunuyorlardı. Yani R-R, milyonlarca insanı işsiz bırakmak gibi sınıfsal sonuçları olan bir konuda, başta Cumhuriyetçi Paul Ryan olmak üzere, sağ liberal siyasetçilere cephane sağlamıştı.

ROGOFF-REINHART VERİ SKANDALI
2013 senesinde, Marxist ekonomi politik ağırlıklı bir iktisat eğitimi veren University of Massachusetts – Amherst’te doktora öğrencisi olan Thomas Herndon, uygulamalı ekonometri dersinin bir ödevi olarak R-R’nin makalesini tekrarlayacaktı. Fakat Herndon, aynı veri setini kullanarak hazırladığı ödevinde R-R’nin sonuçlarına ulaşamadı. Biraz daha didiklediğinde ise yüksek orandaki borçluluğun büyümeyi yavaşlattığı sonucuna ulaşmak için R-R’nin 1) çok kısıtlayıcı birtakım varsayımlarda bulunduklarını, 2) bütün ülkelerin değil, bazı ülkelerin verilerini kullandıklarını tespit etti. Bu varsayımlar gevşetildiğinde ve bütün ülkeler hesaba katıldığında borç/GSYH oranı yüzde 90 olan ülkelerin ortalama büyümesi, R-R’nin gösterdiği gibi yüzde negatif 0.1 değil, yüzde pozitif 2.2 oluyordu. Yani R-R’nin kemer sıkma tavsiyesi sahte beyanlara dayanıyordu. İkili olayı “Excel hatası” diye geçiştirmeye çalıştı…
Paul Krugman, aslında Herndon’un tespitinden de önce, borçluluk ile yavaş büyüme arasında bir korelasyon olduğunu ancak bunun bir nedensellik içermediğini, illa bir nedensellik varsa bunun yavaş büyümeden yüksek borçluluğa olabileceğini, fakat R-R’nin basit bir korelasyonu yüksek borçtan yavaş büyümeye tek yönlü bir nedensellikmiş gibi gösterdiğini söyleyerek R-R’yi NYT’deki köşesinde cümle aleme reklam etti.
R-R, Krugman’a uzun bir cevap verdi. Krugman cevaba cevap yazdı. R-R’den cevaba cevaba cevap geldi… Paul Krugman’ın eleştirileri yetmiyormuş gibi topa Dean Baker, Michael Roberts, Noah Smith, Mike Konczal, Mark Thoma gibi ekonomistler de girdi. Brad Delong bile R-R için “ekonomistlere korelasyon, diğer herkese nedensellik diyorlar” diye yazdı. Kendini kaybeden Ken Rogoff bir röportajında “dikkatlice organize edilmiş bir saldırı… Tıpkı 1950’lerde McCarthy dönemindeki gibi” diyerek olanları bir cadı avına benzetti (bkz. başkası adına utanmak). R-R’yi müesses nizamdan [benim görebildiğim kadarıyla] bir tek Stanley Fischer çaresizce savundu.

HAYIRLI İŞLER…
Kabul edelim; tam tersi olsaydı, yani benzer bir “Excel hatası” bugün Utah, U Mass ya da New School’dan popüler bir Marxist iktisatçı tarafından yapılsaydı, ne ideolojisi bırakılırdı ne partizanlığı ne de bağnazlığı… Eğer bu senaryo, Rogoff’un benzettiği gibi, McCarthy döneminde olsaydı bedeli kimi zaman intiharla sonlanan kariyer bitirme olurdu!!
Ama bu fiyaskonun yüzde elli ortağı olan Carmen Reinhart, Harvard’lı bir neoklasik iktisatçı olduğu için ne aforoz edildi ne de kariyeri bitirildi. Aksine, ekonominin müesses nizamı onu Dünya Bankası’na baş ekonomist olarak atadı!
Ne denir?! Herhalde “Hayırlı işler” denir…
Anıl Aba / BİRGÜN

TÜİK’te sürprize yer yok: Rakamları zapturapt altına almak gerek! - SOL

2018 yılında enflasyon oranlarının rekor kırmasının ardından rakamları hazırlayan birimin başında bulunan TÜİK Başkan Yardımcısı Enver Taştı görevden alınmıştı. O tarihten bu yana açıkladığı oranlarda çok daha dikkatli olan kurumun başına salgın sonrası rekor kırması beklenen enflasyon oranları öncesi ‘güvenilir’ bir isim atandı.



2018 yılında dövizde yaşanan rekor artışın ardından enflasyon oranları son 15 yılın rekorunu kırmış, bu verilerin açıklanmasının hemen ardından enflasyonu hesaplayan birimin başındaki TÜİK Başkan Yardımcısı Enver Taştı görevinden alınmıştı.
Taştı’nın yerine o dönem Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın Enerji Bakanlığı döneminde birlikte çalıştığı Yinal Yağan getirilirken, Yağan daha sonra kurumun başkanvekilliği görevine getirilmişti.
TÜİK'ten yapılan duyuruya göre, önceki gün kurumun Başkan Vekili Yinal Yağan, Sümer Holding'e Genel Müdür olarak atandı, Başkan Yardımcısı Muhammed Cahit Şirin ise TÜİK Başkanlığı'na getirildi.
AKP’nin hem dövizin yeniden rekor kırdığı hem de salgın dolayısıyla fiyatların tavan yaptığı dönemde yaptığı bu değişiklik dikkat çekerken, göreve yeni atanan ismin “biyografisi” de oldukça dikkat çekici.
Kurumda tasfiyelerin yapıldığı yıl olan 2018’de göreve başlayan Muhammed Cahit Şirin, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'ın Özel Kalem Müdürü Elif Esen ile evli. Çiftin nikah şahitliğini de Emine Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan yapmıştı.

TÜİK’in görevi ne?

AKP tarafından 2018’den beri daha “güvenilir” ellere teslim edilen kurumun görevi, “Ülkenin ekonomi, sosyal konular, demografi, kültür, çevre, bilim ve teknoloji alanları ile gerekli görülen diğer alanlardaki istatistiklerini derlemek, değerlendirmek, analiz etmek ve yayımlamak” olarak tarif edilirken, kurum bu rakamları iktidarın istediği şekilde açıklamasıyla biliniyor.
Kurumun açıkladığı verilerin neredeyse tamamı şüphe konusu olurken, özellikle açıklanan enflasyon ve işsizlik rakamları büyük tepki çekiyor.

Asgari ücret oyunu

Kendi açıkladığı rakamları bile iş AKP’nin çıkarına geldiğinde “revize” eden TÜİK, geçtiğimiz yıl asgari ücret tespiti öncesi bir işçinin asgari geçim maliyetini hesaplayarak ilgili komisyona iletmişti.
TÜİK, bir işçinin asgari geçim maliyetini ağır statüdeki işlerde 2331 TL, orta statüde 2086 TL, hafif statüde 1940 TL olarak hesaplarken, kurum bir önceki yıl verdiği rakamlarla karşılaştırıldığında bir işçinin asgari geçim maliyetini sadece yüzde 5.3 artırmıştı. Ancak aynı TÜİK’in iki hafta önce açıkladığı yıllık enflasyon oranı yüzde 10.53, ortalama enflasyon 15.87 olmuştu.

Enflasyon yalanı

Açıkladığı enflasyon rakamlarıyla da büyük tepki çeken kurum, hesaplamadaki kalemleri enflasyonu düşük göstermek için sürekli yeniliyor.
Konuya ilişkin yaptığı bir açıklamada “Enflasyon düşmüyorsa vatandaşı etkileyen ana grupların dağılımını düşürüyorlar” diyen CHP Genel Başkan Yardımcısı Aykut Erdoğdu, TÜİK’in enflasyon hesaplama paketinde gıda, konut ve ulaştırma ile giyimin ağırlıklarının düşürüldüğünü belirterek şöyle konuşmuştu:
“Hükümet enflasyonu düşürmekte kararlı. Ama bunu hayatı ucuzlatarak değil, halkın en fazla tükettiği mal ve hizmetlerin ağırlığını azaltarak yapmakta kararlılar. Onlar için halkın yaşadığı pahalılık ve vatandaşın refah seviyesi önemli değil. Rakamlarla oynayarak halka açıkça yalan söylüyorlar. Bunun için de devletin resmi kurumunu alet ediyorlar. İnsanlar hayatta kalma mücadelesi verirken, insanlarla adeta alay edercesine enflasyon paketinde vatandaşın en çok tükettiği kalemlerin ağırlığını düşürüyorlar. Oysa vatandaş, geçen yıl Ocak ayında 100 TL’ye aldığı ürünü bu yılın Ocak ayında 108 liraya alıyorsa enflasyonun yüzde 8 olacağını, ama aynı ürünü bu yıl 150 liraya alıyorsa yaşadığı enflasyonun yüzde 50 olduğunu yaşayarak biliyor.”

İşsizliği de düşürüyorlar

TÜİK’in açıkladığı son işsizlik verilerine göre, işsizlik 502 bin azalarak, 4 milyon 228 olmuştu.
TÜİK’in hemen ardından açıklama yapan DİSK Ar, geniş tanımlı işsiz sayısının 8 milyona dayandığını duyururken, salgının etkisinin önümüzdeki aylarda işsizliği çok daha yukarılara taşıyacağını duyurmuştu.
SOL

Osmanlı Bankası - Bilgin Gökberk / CUMHURİYET

Daha sık yaz diyorlar.
Peki.
***
Bayram’a 1 gün vardı.
18 Mayıs’ta sarayın baş tweetcisi prof Burhan bey tweet attı.
19 Mayıs’a Osmanlı’yı Vahdettin’i soktu.
TC’ye yine laf soktu.
***
“Mustafa Kemal Paşa 30 Nisan 1919'da Resmi Gazete'de yayınlanan Sultan Vahdettin imzası ile Samsun 9. Ordu Müfettişliği’ne tayin edilmiştir, Samsun'a herhangi bir kişi olarak değil Osmanlı'nın en parlak subayı olarak çıkmıştır, Sultan Vahdettin Han’ı rahmetle anıyorum”.
Vahdettin’i rahmetle andı.
Ata'yı anmadı.
1-2 şey söylemek farz oldu.
***
Anlattığı doğru değil, mantıken de yanlış.
Ata eğer Samsun’a parlak bir Osmanlı subayı olarak çıksaydı..
TFF‘den izin alınmadığı için stadlara sokulmayan Mustafa Kemal pankartları ‘Rabia gibi’ her statta baş tacı edilirdi.
100 yıl önce kimseden izin almadan Samsun’a giren Ata 100 yıl sonra Samsun 19 Mayıs stadına gimek için Yıldırım Demirören’den izin almazdı.
***
Başakşehir’deki Çanakkale Zaferi koreografisinde Togo’lu Emmanuel değil o olurdu.
Statlardan adı silinmezdi.
Atatürk Kültür Merkezi yıkılmazdı.
Atatürk havalimanı hastane olmazdı.
Tarihi Fesli’den öğrenen TRT 19 Mayıs’a Cumhuriyet Bayramı demezdi.
Ekranına Atatürk’ün fotosunun yerine Vahdettin’inkini koyardı.
Filan falan..
***
Devam edelim.
Futbolda Cumhuriyet tarihinin en büyük 2 rezaleti 6-8 yememiz filan değildi, kapısında TÜRKİYE yazan TC kurumu olan TFF’nin başkanının zırt pırt Yeni Türkiye demesi..
Ülkenin adını değiştirmesi..
Mart’ın başında “futbola siyasetin karıştırılması çok yanlış” diyen aynı başkanın Türkpetrol’ü cebe koyunca daha mart bitmeden “17 Nisan’da evet diyen bir Türkiye’de uyanmak dileğiyle” diyip ,siyasetin dibine kadar girmesi..
Yanındaki TC bakanı’nın “bu işlere siyaset sokma” diyeceğine gururla sırıtmasıydı.
***
Ve TC‘nin bir stadında Çanakkale Zaferi koreografisine Emmanuel Adebayor adındaki futbolcunun girip ülkenin kurucusu Mustafa Kemal’in girmemesiydi.
***
Bu ligden o zamanlar sıtkım sıyrıldı.
Hala pes etmeyip yazmamın sebebi top medyasının girmediği bu toplara tekrar tekrar girmek için.
***
Bi özet geçelim..
Her şey özel’leştirilirken futbol devlet’leştirildi
Paso’yla tribünler fişlendi.
Yerli milli Digitürk’ün Türk’ü badem oldu.
Digi’si Katar’a gitti
Eski topçular TRT’ye Digi’katar’a havuza yandaşa vs serpiştirildi.
Bu toplara girmemeleri bildirildi.
***
Eski spor bakanı “dopinge sıfır tolerans” dedi.
‘Dopingçi basketçi’ kaptan yapıldı.
Yetmedi ceo oldu, danışman oldu başkan oldu.
Medyada tık yok.
Doping yapan prim yapınca doping 40pınar’a bile girdi.
Doping yaşı 16’ya indi.
Tık yok.
***
2012 Londra Olimpiyatları'nda 1500'de birinci olan atlet dopingli çıktı altın madalyası ikinci olan Türk atlete verildi, o da dopingli çıktı.
Vs..
Tık yok.
***
Milli takıma şehir seçerken bile hesap kitap yapıldı.
Milliler nerden oy geldiyse oraya sürüklendi.
Hazırlık maçı için Konya’dan Katar’a gönderildi.
Tık yok.
***
TFF’nin bizzat kendisi kuruluşu Uranüs’ten bile 1 ışık yılı net ofsayt.
Medya her gece 20 santim ofsaytı tartıştı.
Etiyopya’da bile devletin ligini hükümetin kankası, devletin bankası'nın kupasını bakanın ağabeyinin medyası yayınlamaz.
Tık yok.
***
Rıdvan Dilmen, "Kulüp Başakşehir, gazete Turkuaz Grubu'ndan olunca herkes tırsıyor nedense" dedi.
Herkes onun gibi sırtını saray’a Ferit beye dayayıp iş yapmıyor?
Herkes elinde 'evet' videosu tur'lamıyor?
1 tweetten gazeteci tutuklanıyor bu ülkede.
Tırsacak tabii.
***
Bitmedi..
Bu ligde sahalara 1071 girdi yayıncı uzun uzun gösterdi.
1453 girdi yayıncı uzun uzun gösterdi.
Rabia girdi yayıncı uzun uzun gösterdi.
Tribünler “Başbakan’ın, Cumhurbaşkanı’nın askerleriyiz” dedi.
Yayıncı uzun uzun gösterdi.
***
1923 girdi “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” dediler.
Ses görüntü şipşak badem oldu.
***
Cumhuriyet’in bütün nimetlerinden faydalanan köşeleri tutan ceplerini dolduran futbolcusu hocası gazetecisi tv’cisi hakemi yöneticisi başkanı federasyoncusu 1 Allahın kulu çıkıp futbolda bu işlerin yeri yok demedi.
***
TSYD Konya başkanı kendi hocası Aykut Kocaman için dedi ki;
“Bu şehir, takımıyla, stadıyla, yönetimiyle, basınıyla, seyircisi ve imajıyla Aykut Kocaman’a destek vermiştir, bazı kesimler tarafından ‘sosyal demokrat, inançsız, ateist, şudur budur’ gibi yakıştırmalar yapılsa da, böyle konularda son derece hassas olan Konyalılar, belki bunu görmezden geliyorlar, belki de bilgileri yok..”
***
Biri çıkıp;
De ki inançsız ateist n’apıcan?
Hoca mı arıyorsun, imam mı?
Demedi.
***
Mili takımı son dakikada attığı frikikle 2020’ye götüren futbolcunun aleviliği bile gündeme getirildi.
Çok sevindik ama sünni atsaydı keşke bile dendi.
Tık yok.
***
Ülkenin tamamının sefalet içinde olduğu Myanmar’da Cibuti’de bile bu kadar sefil bir medya yok.
***
Bugüne dönelim.
RTÜK Başkanı Nihat Özdemir, kendisine kimsenin talimat vermediğini ama Cumhurbaşkanının talimatını emir telakki edeceğini söyledi o kadının "bizim sitede hala 3-5 var ayaklarını denk alsınlar bizim aile şöyle bir 50 kişiyi götürür benim listem hazır " sözleriyle ilgili “büyütülecek bişey yok” dedi.
***
Tepkiler geldi belki talimat da geldi hemen geri’ye taktı.
“Hukuk dışı çağrılar ve şiddeti teşvik, taviz vermeyeceğimiz kırmızı çizgilerimizdendir, Sevda Noyan’ın söylemleri asla kabul edilemez, gereken yapılacak”
***
TFF Başkanı Ebubekir Şahin, gündüz “bu hafta maçlar seyircili oynanacak” dedi.
Gece bakan açıklama yaptı.
Maçlar seyircisiz oynandı.
Bir hafta geçti.
Ebubekir bey lig “seyircisiz devam edecek iptal etmemiz söz konusu değil” dedi.
1 gün sonra lig iptal edildi.
***
TFF başkanı Ebubekir bey basın toplantısı yaptı.
Takımlar lige hazırlanırken sık sık covid-19 testi yaparak yollarına devam edecekler pozitif çıkanları ayıracağız, 14 oyuncu kalsa dahi liglere devam edeceğiz.
***
Ha TFF Ha RTÜK..
Ha Nihat Şahin Ha Ebubekir Özdemir.
Pardon!
Nihat Özdemir Ebubekir Şahin.
Yok aslında birbirbirimizden farkımız ama biz Osmanlı Bankası’yız.
***
TFF/RTÜK başkanları seçilmiş değil ‘atanmış’ başkanlar.
Eğitim, Turizm, Savunma vs bakanları gibi..
Son kararları büyük ihtimal benle aynı anda öğrenecekler..
***
Prag Büyükelçisi Hidayet Türkoğlu ziyaretine gelen baskebol federasyonu başkanı Egemen Bağış’a kenti gezdirdi desem şaşıran çıkar mı?
Çıkmaz.
***
Son 1 şey..
İlk 2 yazıya mail mesaj yağıyor hala.
Okuyucu özlemiş.
Çok teşekkürler.
Kemalizm kemalist filan diye laf sokanlar da var.
İçimde kalmasın.
1-2 kelime yazalım.
Konu Ata’ysa bizim nesil Kadıköy’lü basit düz nettir, öyle alengirli laflar bilmez etmez.
Biz konuşmasa da sadece O’nu dinleriz ya da O’nun izinden gideni..
Onu sevmeyeni de sevmeyiz.
***
İzm mizm..
Bozar bizi azizm.
***
Putlaştırdınız diyorsunuz.
Tanrılaştırmadık hiç olmazsa.
***
Nokta.
Bilgin Gökberk / CUMHURİYET

İsveç’te yeni liberalizmle gelen çöküş - Osman İkiz / CUMHURİYET

“Eğer bakımevlerinde yaşlılara oksijen verecek basit aygıtlardan olsaydı, yaşlıların üçte ikisini kurtarabilirdik” diyor Dr. Jon Tallinger ağlamaklı ses tonuyla.

Demek, pahalı olmayan, basit bir aygıtla erken müdahale gerekiyordu. Öyleyse yaşlıların ölümüne neden göz yumuldu? 

Çünkü bu basit aygıt yokmuş. “Yüksek teknoloji ülkesi olarak bu aygıtları üretmek bizim için sorun değil ama İsveç her türlü ekipmanı Çin’e ısmarlıyormuş meğer. 

Durumu görünce kendime gerekebilir diye pahalı olmayan bu aygıtı hemen İspanya’dan getirttim. Koruyucu maskemiz bile yokmuş.
Bu yüzden sağlık elemanlarımızı da kaybettik. Düşmana karşı yetersiz silah ve cephaneyle savaşmak zorunda kaldık ve çok kurban verdik” diyor Dr. Tallinger. Salgında can kaybı 4 bine dayandı. Yarısı daha ilk haftalarda kurban verilen yaşlılar.
Bakımevlerinde hızlı yayılmanın, bakıcıların maskesiz dolaşmasından kaynaklandığı tahmin ediliyor. Devletten açıklama yok ama bunun böyle olduğu aşikâr. Zaten Kuzey İsveç’te basına konuşan bir bakıcının da bu yüzden işine son verildi. Sonsuz bir güven duygusu aşılanmış İsveç halkı da gerçekle yüzleşmekten yana değil.
Yetkililer üstünkörü açıklamalarla günü geçiştiriyor, halk da özgür dünyasında mutlu yaşamaya devam ediyor. Birkaç gün önce Londra’dan arkadaşım telefon etti. “12 bin yaşlı öldü. Kimse müdahale etmedi” diye yakındı.
“Bizde de 2 bin yaşlı öldü” dedim. “Sizinki az” dedi. “Nüfusa oranlayarak hesap et. Bizde daha fazla” dedim.
ÖZELLEŞTİRME FURYASI
İsveç, rakamlar ABD’ye göre küçük olsa da ölüm oranı bakımından daha yukarıda. Sonuç şaşırtıcı değil. AB’nin rekabetçi serbest piyasa dayatmasıyla kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi başlayınca bu sürece en hızlı giren İsveç oldu. Sosyal refah devleti budandıkça budandı. Yeni liberalizm formatlı yeni İsveç bu hale geldi.
Yeni liberalizmin yaldızlayarak parlattığı AB, özgürlük edebiyatıyla Avrupalılara hayal dünyası vaat edip devletleri hizaya soktu. Avrupa’nın omurgasını oluşturan sosyal demokrat partiler de sıradanlaştı, söyleyecek sözleri kalmadı.
AB kurallarıyla demokrasi de dejenere oldu. Demokrasinin yerel yönetimlerle zenginleştirilme edebiyatıyla güç merkezi dağıtıldı. Sağlık hizmetleri bakanlıktan alınarak il yönetimlerine devredildi. Yaşlı bakımevleri de belediyelere.
Sonra da özelleştirmeler geldi. Kâr amacıyla yapılan hizmetlerde kalite hızla düştü. Sonuç salgın sırasında ayan beyan ortaya çıktı. Örneğin, bakımevleri belediyenin sorumluluğunda olduğundan sağlık hizmeti göz ardı edilmiş.
Kimse basit oksijen aletlerinin yaşlı bakımevlerinde bulundurulması gerektiğini düşünmemiş.
ÖNCE ‘EKONOMİ’ DİYORLAR
İsveç, geçmişte kurduğu sosyal refah devletiyle öyle bir imaj yaratmış ki sanki hiç kimse bu imajın yara almasını istemiyor. Hiç kimse İsveç’te böyle bir felaketin yaşanabileceğini düşünemiyor. Türkiye’den telefon eden arkadaşlarım, durumlarının felaket olduğunu, benim ise İsveç gibi bir yerde güven içinde olduğumdan emin olduklarını söylüyorlar.
Dışarıya çıkarken ağzımı kapatacak bir maskemin olmadığından haberleri yok. Eczanelerde termometre bulunmuyor. Ağustosta gelecekmiş. Anlatmak mümkün değil. Ülkeye değil, sisteme bakılması gerektiğini düşünen yok.
Üstelik uzman denilen kişiler de böyle düşünebiliyor. Geçen akşam Türk televizyon kanalları arasında dolaşırken İsveç hakkında konuşan bir uzmana rastladım. “Karantina kötü” diyor. İsveç karantinaya başvurmadan, günlük yaşam akışını sürdürerek sürü bağışıklığı için başarılı bir politika uyguluyormuş. Uzman, insandan söz etmiyor.
“Ekonomi” diyor başka bir şey demiyor. Uzmanın savunduğu görüşün bir yerlerde yazılmış olduğunu düşünüp internette aradım.
Amerikan Foreign Affairs dergisinde yazılmış meğer. Üç profesör ortak makalelerinde, ekonomik yaşamı sürdürmeyi başaran İsveç’i alkışlıyordu. Onlar için de ölen insanlar rakamdan ibaretti. Yeni liberalizmin kolay yenilmeyeceğini anladım.
Savunucuları, ölülerin üzerine basarak sistemi savunmaya devam ediyor. Tabii onlar gibi düşünmeyenler de var.
‘İLAÇ, AŞI BEKLENMELİ’
Norveç’in epidemiyolojisti, İsveç’in yanlış yaptığı görüşünde. İnsanları koruyarak aşı, ilaç geliştirilmesini beklemenin doğru olduğunu savunuyor Norveçli uzman. Yakında sınır kapıları açılıp seyahate izin çıkacak ama Norveç, Danimarka ve Finlandiya bütün Avrupa’ya kapıları açarken İsveçlilere kapalı tutacak.
Neyse, Foreign Affairs dergisi de 20 Mayıs’ta İsveç’te işlerin hiç de parlak olmadığını anlatan bir yazı yayımladı.
Yeni liberalizm iflas etti ama çökeceğinden emin değilim. İnsanlar yeni liberalizmin hedonist yaşam biçimine alıştırılmış. Uyanacak gibi değiller.
Osman İkiz / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -27 Temmuz 2025-

Dağıtım şirketlerine dokunmayan devletin yangını engelleme yöntemi: Elektrik kesintisi Elektrik dağıtım şirketlerinin bakım-onarım eksikliği...