Saray hükümeti ve tarım - Orhan Sarıbal - CHP Milletvekili ve Ziraat Mühendisi / BİRGÜN


 Sadece 2019 yılında tarım dış ticaretinde yaklaşık 4 milyar dolar açık verildi. Yem, gübre, ilaç, tohum ve makine konusundaki dışa bağımlılık, döviz kurunda meydana gelen artışlar nedeniyle çiftçinin üretim maliyetini önemli ölçüde artırmıştır. Buna karşın Saray Hükümetinin çiftçiyi bu yükten korumak için attığı somut adım yoktur.

Türkiye ekonomisi uluslararası ticaretle bağlarını artırdıkça tarımsal üretimdeki yerel ve bölgesel üretimin geleneksel yapısı zayıflamış ve tarımda net ithalatçı konumuna düşürülmüştür.

Oysaki tarım sektörü;

♦ İstihdam sağlaması,

♦ Ülke insanın gıda ihtiyacını karşılaması,

♦ Sanayi sektörüne girdi temini ve

♦ Üretim ve ihracatla ülke ekonomisine katkı vermesinden dolayı vazgeçilmez önem taşımaktadır.

Ülkemizde tarım sektörü büyük potansiyele sahip olmasına rağmen, temel gıda maddelerinde, her geçen gün dışa bağımlılık yükselmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren özel önem ve teşvikle ele alınan tarım politikalarıyla dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biri konumuna gelerek ülke ekonomisi açısından da önemli bir taşıyıcı olan tarım sektörü 16 yıllık AKP iktidarında olduğu gibi 2 yılını tamamlamış olan Saray iktidarının rant politikalarına kurban edilmeye devam ediyor.

Sorumlu tek adam rejimi

Tek adam rejiminde,

♦ Tarım alanlarımız ve doğa, rant uğruna enerji ve inşaat sektörüne kaynak yaratmak adına hoyratça yok edilmekte, zengin topraklarımız yabancı sermayeye satılmaktadır.

♦ 2017 yılı Şubat ayında yani rejim değişikliğinin hemen öncesinde KHK ile Saray rejimine ek kaynak yaratmak amacıyla Milli zenginliğimiz olan Cumhuriyet kurum ve kuruluşları satılmakta, varlık fonuna devredilmeye devam edilmektedir. 2 yıllık Saray iktidarında Türkiye Varlık Fonu’na şimdiye kadar; Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıfbank, Türk Telekom, Türk Hava Yolları, İzmir Alsancak Limanı, Türkiye Denizcilik İşletmeleri, PTT, BOTAŞ, Türkiye Petroller, ÇAYKUR ve Eti Maden İşletmeleri gibi Türkiye’nin öncelikli 8 sektöründen 22 kurum devredilmiştir.

♦ Ülkemiz tarımsal girdiler ve temel gıda ürünlerinde (buğday, pirinç, mısır ve ayçiçeği başta olmak üzere) dışa bağımlı hale gelmiştir.

♦ Öte yandan, tarımsal üretimde kullanılan gübre, mazot, tohum ve zirai ilaç gibi temel girdilerde büyük ölçüde dışa bağımlılık, çiftçilerimizin üretim gücünü zayıflatmıştır.

Uygulanan tarım politikası ile ülke nüfusu artarken yurt içindeki tarımsal üretim her yıl biraz daha azalmıştır. Bu sorunu, bitkisel ve hayvansal ürünlerin toplam dış ticareti ile ürün bazlı dış ticaret istatistiklerinde görmek mümkündür. Dış ticarette açık verilen kısım, stratejik olarak en önemli kısımdır. Türkiye, yıllardır sürdürülen politikalar ile bitkisel ve hayvansal ürün dış ticaretinde net ithalatçı durumuna düşürülmüştür. Saray Hükümeti de açıklamalarında, bu stratejik alandaki kendi kendine yetme halinden dışa bağımlı hale gelmiş olmamızı saklamak amacıyla sürekli olarak toplam dış ticaret verilerini kullanmaktadır.

Sadece 2019 yılında tarım (bitkisel ve hayvansal ürünler) dış ticaretinde yaklaşık 4 milyar dolar açık verilirken, yem sektörü, 12,5 milyon tona yakın tarımsal hammadde ithal etmiş ve karşılığında 3,3 milyar dolar düzeyinde ithalat faturası ödemiştir. Yem sektörü, 2019 yılında 25 milyon tona yakın yem üretebilmek için 13 milyon ton ithalat yapmıştır. Bu durum, sektörün dışa bağımlılığının %50’nin üzerinde olduğunu göstermektedir.

Tarım sektörünün tehlikeli dışa bağımlılığı, tarımsal üretim için gereken girdilerle ilgilidir. Yem, gübre, ilaç, tohum ve makine (ve parçaları) konusundaki dışa bağımlılık, döviz kurunda meydana gelen artışlar nedeniyle çiftçinin üretim maliyetini önemli ölçüde artırmıştır. Buna karşın Saray Hükümetinin çiftçiyi bu yükten korumak için attığı somut hiçbir adım yoktur.

Maliyet artışının yanında, koronavirüs salgını etkisi nedeniyle, bu girdilerin ithalatında yaşanabilecek herhangi bir aksaklık, tarımsal üretimi de sıkıntıya sokacaktır. Tarımsal ürün ihraç eden sanayicilerin son dönemde artan bir oranda, ülkemizden de kolaylıkla karşılanabilecek birçok ürünün ithalatına yöneldikleri ve Saray Hükümetinin da bunu destekleyen politikalar izlediği görülmektedir.

Oysa Tarım gibi Stratejik bir sektörde yapılacak en büyük hata dışa bağımlılıktır. Özellikle makroekonomik ortamın kırılgan olduğu ülkelerde ürünler ve girdilerde dışa bağımlılık, hem tarım sektörü ve çiftçileri hem de gıda güvenliği riski nedeniyle tüm ülkeyi ateşe atmakla eşdeğerdir. İktidar, yandaş sermayeyi mutlu etme hedefi çerçevesinde, tarım sektöründeki yandaş ithalatçıları, tüccarları, aracıları ve tarıma girdi sağlayan kesimleri kayırarak bunu bir sermaye birikim modeli olarak benimsedi.

Kendi kendine yeten bir tarım ülkesi ne demektir?

Artık kendi kendine yetebilecek bir tarım ülkesi olmadığımız aşikârdır. Bunun nelere mal olduğu ve önümüzdeki süreçte artarak karşımıza gelecek olan tahribatı ise yeterli önemle ele alınmamakta hatta “uçuşa geçen Türkiye ekonomisi” masalını güçlendirecek bir algıya malzeme olarak kullanılmaktadır. “Paramız var ki ithal ediyoruz” gibi sorumsuz ve ne bilimsel ne de fayda gerçekliği olmayan böbürlenme siyaseti; üretim döngüsü kırılmış, geri dönüşü olmayan tüketim ekonomisinin korkunç yüzünü gizlemektedir. Örneğin pandemi sürecinde sınırların ticarete kapanmasıyla kıtlık ile sınanma tehdidi ya da üretimiyle ülke ekonomisine yüksek katkısı olan şeker fabrikalarının satışıyla milli gelirdeki kayıp gibi çarpıcı sonuçları görünmez kılmaktadır.

Tek Adam Keyfi Yönetimi dönemine hazırlık olarak seçime çok kısa bir süre kala yangından mal kaçırırcasına Türkiye Şeker Fabrikaları AŞ'ye (Türkşeker) ait 25 şeker fabrikasından 13'ü olan Afyon, Alpullu, Bor, Burdur, Çorum, Elbistan, Erzincan, Erzurum, Ilgın, Kırşehir, Muş, Turhal ve Yozgat şeker fabrikaları özelleştirilmişti. Takip eden süreçte şeker üretiminde görünen ciddi düşüşlerle birlikte, Türkiye’nin dünya şeker üretimindeki yeri de sarsıldı. 2018’e kadar Türkşeker ile dünya şeker üretiminin zirvesinde yer alan Türkiye, dünyanın ilk 20 şeker şirketi sıralamasında artık yok. Bu durum Türkiye’nin şeker üretiminde alt lige düştüğünü acı bir şekilde göstermektedir.

İthal bağımlılığı artıyor

Bazı tarım ürünlerini incelediğimizde kendi kendine yetemeyen ülke gerçeğimizi daha iyi görebiliriz. Gıda sanayii içinde hem miktar hem de değer açısından en büyük pay, buğday ve buğdaydan üretilen işlenmiş ürünlere aittir. Her yıl buğday ithalatımız biraz daha artarken 2019 yılında da toplam buğday üretimimiz 19 milyon ton olarak gerçekleşirken, 9,8 milyon ton buğday ithalatına 2,3 milyar dolar ödeme yapıldı. Bu ithalat Cumhuriyet Döneminin ithalat rekorudur. Dünya buğday ithalatında birinciyiz.

2019’da Cumhuriyet Dönemi’nin ithalat rekorlarına kısaca bir göz atalım:

♦ 14 milyon ton hububat ithalatına 3,2 milyar dolar ödeme yapıldı.

♦ 3,6 milyon ton mısır ithalatına 703 milyon dolar ödeme yapıldı.

♦ 1 milyon 48 bin ton yağlık ayçiçeği tohum ithalatına 418 milyon dolar ödeme yapılırken aynı zamanda Dünya ayçiçeği ithalatında da birinci olduk.

♦ 81 bin ton patates ithalatına 44 milyon doları yabancı ülke çiftçilerine ödedik.

♦ 116 bin ton kuru soğan ithalatına 34 milyon dolar cebimizden yabancı ülkelere gitti.

♦ 28 bin ton zeytinyağı ithalatına 47 milyon dolar ödeme yapıldı. İthal edilen zeytinyağının %98,5’i Suriye’den yapıldı.

♦ 172 bin ton susam ithalatına 267 milyon dolar ödeme yapıldı.

Cumhuriyet Döneminde kırdığımız ithalat rekorları sadece bunlarla sınırlı değil. Aynı yıl, 510 bin ton arpa ithalatına 109 milyon dolar ödeme yaparken; 154 bin ton pirinç ithalatına 102 milyon dolarlık ödeme yapıldı. Pirinç ağırlıklı olarak Çin, İtalya ve Yunanistan’dan alındı. 2019 yılında 951 bin ton pamuk ithalatına 1,6 milyar doları yine yabancı ülke çiftçilerine ödemiş olduk. Şeker fabrikalarını özelleştirmenin ardından ise Brezilya, Cezayir ve Fas’tan 65 milyon dolarlık 169 bin ton şeker ithal ettik.

2019 yılında Uruguay, Brezilya ve Çekya’dan 689 bin büyükbaş hayvan ithal ederken, 82 bin baş koyun ithalatına 14 milyon dolar ödeme yaptık.
Aynı yıl, 75 bin ton tohum ithalatına 155 milyon dolar, 52 bin ton zirai ilaç ithalatına 397 milyon dolar, 4.9 milyon ton gübre ithalatına 1.3 milyar doları kasamızdan harcadık.

Tarım ve hayvancılığın tamamen dışa bağımlı hale geldiği Tek Adam Keyfi Hükümeti döneminde, çiftçilerin bankalara olan borcu 108 milyar TL’ye çıkarken Çiftçi başına bankalara olan borç ise 2019 yılında 52.000 TL’ye yükseldi. 2019 yılında çiftçi sayısı 2 milyon 83 bin 22 kişiye düşerken, tarım sektöründeki toplam çalışan sayısı 5 milyon 97 bin kişiye inmiş oldu.

Bu ithalat ve destekleme rakamları da açıkça göstermektedir ki, Saray Hükümeti işbaşına geldiğinden bu yana Türkiye’de tarımı küçültmek, çiftçiyi ithalatla terbiye etmek ve yerli üretim yerine dışalıma yönelmek için her türlü gayreti göstermiştir. Bir başka deyişle, Saray Hükümeti, yerli üreticiyi değil başka ülkelerin çiftçilerini desteklemiştir.

Saray Hükümeti’nin pandemi başlamadan önceki ayları kapsayan ve ülkemizde kolayca üretilebilecek bazı tarımsal ürünlerin 2020’nin ilk 8 ayındaki ithalat oranları inanılmaz boyutlara ulaştı. 2020 ilk 8 ayında yapılan ithalat bir önceki yılın aynı dönemine göre; Kolza %8 bin 69, taze sarımsak %7 bin 209, kuru sarımsak %452, arpa %299, bezelye %146, çeltik %111, mercimek %89, bakla %80, nohut %73, şeker %58, muz %48, yer fıstığı %42, soya fasulyesi %22, susam %19, badem %19, çay %16, pamuk %10 arttı. 2020 yılının ilk 8 ayında ortaya çıkan dış ticaret açığı 3 milyar $’ı aşmıştır.

Öte yandan AKP Genel Başkanının pandemiyle mücadelede ilave bir destek gibi lanse ederek açıkladığı fiyatlar, ithal fiyatlarının altında kalmıştır. Saray Hükümeti, yurtdışındaki çiftçilere, Türkiye’deki üreticilerden daha fazla destek vermeye devam etmektedir.

Türkiye tarımı, uluslararası ticaretin yapısından etkilenmiş ve sürecin devamında tarım ülke içinde ithalattan bağımsız yapılamaz hale getirilmiştir. İktidarda olan hükümet neo-liberal politikaların hayata geçirilmesinde önemli rol oynamış, tarım ve gıda sektörünün daha fazla şirketleştirilmesi amacı ile yeni projeler üretmiştir.

Yerli ve milli masalı

2018 yılında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilmesi ile Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı birleştirilmiştir.

Sektörün paydaşları ile istişarede bulunmadan, hatta paydaşlardan özenle gizlenerek hazırlanan Tarımda Milli Birlik Projesi ile tarım sektörünün kamusal örgütlenmesini genelleştirerek küçülten, taşra örgütlenmesini ortadan kaldırıp merkezde işlevsiz hale getirerek etkisizleştiren, kurumsal uzmanlaşmaya, konu bazlı çalışmaya imkân vermeyen bir yapı ile ülkemizin ve halkımızın yararına olmayan bir uygulamaya gittikleri anlaşılmaktadır.

Tarımda Milli Birlik Projesi, daha önce örneklerini gördüğümüz birçok çalışmada olduğu gibi, konuyla ilgili tarafların ve bilimsel çevrelerin görüşleri alınmadan, kamuoyunda tartışılmadan “yaptık, oldu” mantığıyla hazırlanmıştır. Tarımsal üretime ve kırsal alana ilişkin sorunların çözümü yerine, kamunun tarım alanındaki düzenleyici, destekleyici ve denetleyici işlevleri kaldırılmaktadır.

“Milli ve Yerli” başlığı altında popülist ve iç politikaya yönelik söylemlerde bulunarak kendi seçmen kitlesini konsolide etmeye çalışan bu hükümet başkanı ve damadı olan bakanın tarım ve hayvancılığı yerli ve milli bir hale getirmekten anladıkları yok ettikleri yerli tohumların yabancı sermayenin zincir mağazalarında satışı gibi oksimoron bir sosyal sorumluluk projesiyle halkı aldatmaktan başka bir şey değil. Bugün 1 milyon 200 bin ton tohum üretiyoruz diyen hükümet şunu görmek zorunda; bu tohum, Türkiye Cumhuriyeti’nin yerli tohumu değil, yüzde 80’lere varan miktarı yabacı şirketlerin. Bayer, Monsanto, Syngenta, Limagrain gibi devasa şirketlerin, ABD, Almanya, Fransa gibi ülkelerin. Yani o 1 milyon 200 bin ton tohum bizim değil ve o tohumun her sene fiyatı artıyor.

Ülkeyi gıda güvenliği konusunda dışa bağımlılıktan kurtarmadan ülkede gerçekleştirmesi vaad edilen her yerli ve milli proje inandırıcılıktan yoksun, bilimsel altyapıdan uzaktır. Tek adam rejimi “yaptım, oldu” anlayışından vazgeçmediği sürece bir tarım ve hayvancılık ülkesi olarak anılan Türkiye, artık yitirdiği bu özelliğini açık ve net bir biçimde yeniden kazanamaz duruma gelecektir.

***

Tek adam rejimi tarıma ne yaptı?

AKP’nin tek adam rejimi ve neo-liberal ekonomi politikalarıyla tarımın şirketleşme ve finansallaşması tarımda uluslararası şirketlerin hâkimiyetini arttırdı. Saray Hükümeti, şirketlerin hâkim olduğu tarım-gıda sistemi anlayışıyla;

♦ Tarımsal kamu kuruluşlarını özelleştiren ya da işlevsizleştiren,

♦ Tarımsal desteklerini çiftçiden değil şirketten yana kullanan,

♦ Sadece endüstriyel üretim için gerekli olan mevsimlik işçiliği güçlendiren,

♦ Tarımsal üretim için gerekli olan hammaddelerin yüksek ücretlerinden dolayı tarımı sermaye yoğun bir üretim şekline dönüştüren,

♦ Sözleşmeli tarımla çiftçiyi işçileştirip gıda sanayisine mahkûm bırakan,

♦ Kent ve kırı birbirinden uzaklaştırarak tarımsal üretime yabancılaştıran ve

♦ Gıdada market dağıtım kanallarını güçlendiren gıda rejimini kurmuştur.

Böyle bir rejimin kurulmasını sağlayan Saray Hükümetinin, “kendi kendine yeterlilik”, “bağımsızlık”, “yerel ve demokratik üretim sistemi” “çiftçinin üretim için desteklenmesi” gibi söylemleri samimiyetten yoksundur.

Orhan Sarıbal - CHP Milletvekili ve Ziraat Mühendisi 

BİRGÜN

Aç, kapa, aç, kapa - Serdal Bahçe / SOL

 Geldiğimiz noktada Corona kapitalizme imanın üç şartından (özel mülkiyet – kapitalist üretim – kapitalist piyasalar) son ikisini derdest etmiş durumda. Her ikisinin de nesnel ekonomik ve sosyal şartları yok olmuş durumda. Ancak onlar sadece açıyorlar, kapıyorlar; sonra yine açıp, ve yine kapıyorlar. Başka bir şey bildiklerine dair en ufak bir ipucu yok. 


Corona’nın adı konulalı nerdeyse 9 ay oldu. 

Bu dokuz ay içinde vaka ve ölüm sayıları katlanarak arttı. 

Önce Kuzey yarım küre kıştan çıkmak üzereyken yakalandı, uzunca bir süre önce Çin ve İran’ı, sonra Avrupa’yı izledik. 

Derken Türkiye’de sıraya girdi, başta altlardaydı. Hızla yükseldi. Sonra ABD’de vakalar ve ölümler kitlesel olarak arttı. Sonra ise yazın gelmesiyle birlikte salgın yoksul Güney’e indi. Rusya, Hindistan, Latin Amerika Ülkeleri hızla arayı kapattılar ve hatta diğerlerini geçtiler. Avrupa’da düşüş eğilimi gözlemleniyordu ki buna güvenen Avrupalılar turizm, ticaret, eğitim ve sosyal hayat üzerindeki sınırlamaları gevşettiler. Şimdi orada bir ikinci dalganın yükselişi gözlemleniyor. Ölü sayısı dünyada bir milyonu aştı. Tüm bu gelişmeler çok da parlak olmayan bir gelecek beklentisi yarattı. Üstelik artık daha az kötü bir gelecek beklentisi bile mutluluk yaratmaya başladı. 

Bu türden bir etkiyi IMF’nin mutat olarak yayınladığı World Economic Outlook raporlarının sonuncusu (Ekim raporu) yarattı. Rapor aslında küresel kapitalist sermayenin de iyimserliğini giderek yitirdiğinin göstergesidir. Bir önceki raporda 2020’de dünya kapitalizminin % 5,2 küçüleceği açıklanmıştı. Bu son raporda küçülme oranını revize etmişler, yeni rapora göre dünya kapitalizmi 2020’de % 4,4 küçülecekmiş. Aradaki % 0,8’lik iyileşme raporu yazanları mutluluğa gark etmiş gibi görünüyor. Pek sevinmişler; küçülecek ama daha az küçülecek diye. Peki neden öngörülerini daha az kötümser bir mevziye çekmişler ? Şöyle açıklıyorlar; özellikle son çeyrekte hem Çin ekonomisinde beklenenden iyi bir canlanma gözlemlenmiş hem de gelişmiş kapitalistler beklenenden daha az kötü bir performans göstermişler. 

Peki neden beklenenden daha az kötü bir tablo çizdiler? Rapor bu konuda açık bir yargıda bulunmasa da ima ediyor. Avrupalı kapitalistler özellikle yazın başında vaka ve ölüm sayıları düşünce her şeyi normalize ettiler, özellikle turizm türünden hizmet sektörleri üzerindeki tüm sınırlamaları kalırdılar. Anca sonucu acı oldu, şimdi vaka sayıları hızla yeniden artmaya başladı. İkinci dalga geldi. Hepsi perişan halde, okulları açmışlardı şimdi kapatıyorlar. Yurt içi ve yurt dışı seyahati görece serbest hale getirmişlerdi. Şimdi yeniden demir bir perde örüyorlar. Gündelik hayata yeniden yüksek düzeyde kısıtlamalar getiriyorlar. Yeniden kapanıyorlar. Raporu yazanların iyimserliğini besleyen kısa süreli açılmanın toplum sağlığı üzerindeki tahripkâr etkisinin çabucak ortaya çıkması onları şok etti. Açtılar ve ekonomik performans bir süreliğine yükseldi. Ancak vaka sayıları hemen artmaya başladı. Şimdi kapatıyorlar.  

ABD ise başka bir dramı yaşıyor. Bir yandan seçime gidiyor bir yandan salgından çıkamıyor. Vaka ve ölüm sayısındaki liderliğine rağmen Trump’ın da cesaretlendirdiği Amerikan aşırı sağı maskeye, sosyal mesafeye ve önlemlere karşı savaş açmış durumda. Dolayısıyla IMF raporunun beklentilerinin aksine kış döneminde yeniden getirilecek kısıtlamalar ile birlikte IMF’yi bile şaşırtacak kadar kötü bir ekonomik performansın gözlemlenmesi oldukça muhtemel görünüyor. Ne yapacaklarını bilmiyorlar, hem yaşamsal hem de ekonomik fatura giderek artıyor. 

ILO’nun son raporu da bunu tasdik ediyor. ILO çalışılan saatlerdeki azalma üstünden iş kaybını ölçmektedir. Tüm dünyada 2020’nin ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre toplam çalışılan zaman % 17,3 azalmış gibi görünmektedir. Üçüncü çeyreğinde yine bir önceki yılın üçüncü çeyreğine gör azalma ise % 12,2 oranında gerçekleşmiştir. ILO çalışılan zaman üstünden iş kaybını da ölçmüştür. Bu ölçümü haftalık çalışma zamanında 48 saatlik bir azalmanın o hafta için bir tam zamanlı iş kaybı anlamına geldiği varsayımıyla yapmıştır. Bu hesaba göre 2020’nin birinci çeyreğinde tüm dünyada 160 milyon tam zamanlı iş kaybı yaşanmıştır. İkinci çeyrekte bu kayıp 495 milyon işe çıkmış, üçüncü çeyrekteki kayıp ise 345 milyon tam zamanlı iş olarak gerçekleşmiştir. Tüm bu kayıplar kapitalist devletlerin istatistik sistemlerine göre işsiz olarak kabul edilmemektedir, çünkü söz konusu istatistiklere göre örneğin işyeri üretime belirsiz bir şekilde ara verip, çalışanı (ücret ödeyerek ya da ödemeyerek) eve yolladığında bu çalışan işsiz olarak kabul edilmemektedir. Ne güzel bir numara değil mi? (İşte bu nedenle Türkiye’de resmi işsizlik oranı ile gerçek işsizlik oranı arasında dağlar kadar fark vardır. Türkiye’de devlet işverenin beş kuruş ödemeden evine yolladığı işçiyi işsizden saymıyor). Kısacası gerçek duruma göre istihdamdaki kayıp oldukça yüksektir. Diğer taraftan aynı çalışma çalışanların reel gelirlerindeki aşınmayı da kabaca hesaplamıştır. 20202nin ilk üç çeyreğinde emekçilerin ulusal gelir içindeki payları tüm dünyada % 10,7 azalmıştır. Yani emekçilerin payı (hem de toplam gelir düşerken) hızla aşınmış, sermayenin payı ise artmıştır. 

Şimdi burada tüm dünyada emekçilerin toplam gelirlerinin ne kadar aşındığını bulabiliriz. IMF kapitalist dünyanın 2020 yılında % 4,4 gibi bir oranla küçüleceğini öngörmüş (gerçi IMF de öngörülerinde kapitalist devletleri aratmaz, o da pek tutturamaz). Biz de bunu doğru kabul edelim, ve 2020’nin ilk üç çeyreğinde de geçen yılın aynı üç çeyreğine göre dünya kapitalizminin kabaca %4,4 küçülmüş olduğunu varsayalım. Böylece tüm dünyada emekçilerinin reel gelirlerinde ilk 9 ayda yaklaşık % 15’lik bir erime olduğunu hemen buluveririz. Bu muazzam bir çöküştür. Dünyanın emekçileri hem işsizleşmekteler hem de gelirleri hızla erimektedir. 

Durum budur. Peki ne yapıyorlar? Dünya kapitalizmi yaşam ile kâr arasındaki bir tahterevallide sallanıp duruyor. Kâr güdüsü gözlerini bürüyünce açıyorlar, ölümler ve vakalar artıyor. Kapatıyorlar. Sonra az buçuk rahatlayınca yeniden açıyorlar. Vakalar bu defa daha büyük bir oranda artıyor. Yeniden kapatıyorlar. Bir zamanlar bir armatür reklamı vardı; “aç-kapa, aç-kapa” diye. Dünya kapitalizminin ahval ve şeraiti de bu minvaldedir. Sürekli aç-kapa yapıyorlar; ne yapacaklarını bilemiyorlar. Bilemiyorlar çünkü planlayamıyorlar. 

Sadece sosyalizmi değil, onu anımsatacak her bir unsuru bile hafızalardan, moral değerlerden ve davranış kodlarından öyle bir sildiler ki şimdi bu unsurlardan bazılarına ihtiyaç duyduklarında ellerinden tutacak bir fani kalmadı geride. Planlama kavramına öyle bir saldırdılar ki artık planlamaya karar verseler bile nasıl yapılacağını bilen aklı başında kimseleri yok. Oysa içinden geçtiğimiz dönemde ihtiyaç duyulan şey kısmi de olsa bir planlama sürecini hayata geçirecek bir inisiyatif. Ama yok işte. 

19. Yüzyıl’ın sonunda iktisatçılar arasında “Sosyalist Hesaplama Tartışması” diye adlandırılan bir tartışma patlak vermişti, ancak bu tartışma esas olarak iki savaş arası dönemde büyüdü. Malum kapitalist dünya 1929’daki büyük çöküntüyle zirve yapan bir çözülme ve dağılma sürecine girmişti. Oysa aynı zamanda Sovyet Planlaması neredeyse bir tür mucizeye imza atmaktaydı. Kapitalizmin çaresizliğine inat Sovyet Ekonomisi hızla büyümekte ve büyürken toplumsal ve ekonomik yapıyı yapısal olarak dönüştürmekteydi. Bu tezat adı geçen tartışmaya yol açtı. İktisatçılardan bir grup piyasanın yapabildiklerini planlamanın da en az onun kadar iyi (belki de ondan daha iyi) yapabileceğini iddia ettiler. Üstelik bu başarılara piyasaya has anarşiye düşmeden imza atabilecekti. 

Bu gruba muhalif olan diğer bir iktisatçı grubu ise piyasa mekanizmasının eksikliğinin ekonomik olarak bir çöküşe ve çürümeye yol açacağı teziyle ilk gruptaki iktisatçılara karşı çıktı. SSCB’nin anlık başarısı göz kamaştırıcı olsa bile piyasa mekanizmasının yokluğu hem kaynak tahsisinin doğru yapılmasını engelleyecek hem de karar vericiler ekonominin gerçek sorunları hakkında yeterince bilgi sahibi olamayacaklardı. Dolayısı ile planlama çıkmaz sokaktı. 

Neticede burjuva iktisadının gelişiminin sonraki evrelerinde ikinci grup daha etkili oldu, ilk grubun çıkışı bir tür münafıklık, sapkınlık olarak damgalandı. Münafıklar ve sapkınlar ise bir disiplinin gelişimi içinde sansürlenecek ilk unsurlardır. Böylece ikinci grubun galibiyeti burjuva iktisadında aksak ya da tam rekabetçi piyasa mekanizmasına yönelik bir tür fetişisttik tutku yarattı. Piyasanın her türden sorunu (eğer müdahale olmaz ise) bir şekilde çözeceğine dair inanç (bazen piyasalara müdahale edilmesi gerektiğine inanan reformistler de dahil) imanın amentüsü gibi yerleşti zihinlerine. 

Geldiğimiz noktada Corona kapitalizme imanın üç şartından (özel mülkiyet – kapitalist üretim – kapitalist piyasalar) son ikisini derdest etmiş durumda. Her ikisinin de nesnel ekonomik ve sosyal şartları yok olmuş durumda. Ancak onlar sadece açıyorlar, kapıyorlar; sonra yine açıp, ve yine kapıyorlar. Başka bir şey bildiklerine dair en ufak bir ipucu yok. 

Serdal Bahçe / SOL

Bir darbenin sonrasında Bolivya - Korkut Boratav / SOL

 Darbe hükümeti bu ayaklanmayı şiddet yoluyla bastıramadı. Parlamento ile müzakerelere başlamak zorunda kaldı. MAS çoğunluklu Parlamento, 13 Ağustos’ta çıkardığı bir yasa ile “18 Ekim 2020’nin kesin seçim tarihi olduğunu; bu tarihi ertelemenin suç olacağını” belirledi. Hükümet kabul etmek zorunda kaldı; yasa yürürlüğe girdi. 

18 Ekim Pazar günü, Bolivya seçimlere gidiyor. Bir yıl önce yapılan bir darbe ile başkanlıktan uzaklaştırılan sosyalist Morales’in  partisi MAS da seçime katılıyor. MAS’ın Başkanlık adayı Luis Arce, anketlere göre açık farkla ilk sıradadır. Bu öngörü tutar ve Luis Arce Başkan seçilirse, Bolivya darbesi  hedeflenen sonuca ulaşamamış olacaktır. 

Son bir yılı biçimlendiren gelişmelere göz atmak istiyorum. Dünya çapındaki sınıf mücadeleleri için dersler, ipuçları içerebilir. 

Bir darbenin panoraması

Kasım-Aralık 2019’da Bolivya darbesinin aşamalarını, soL Portal’de yayımlanan üç  yazı ile aktardım; değerlendirdim. Bunların özeti, darbenin ilk döneminin panoramasını verecek. 

İlk aşama, Evo Morales’in 20 Ekim 2019 seçiminde dördüncü kez başkanlığı kazanmasıdır. Yüksek Seçim Kurulu, Morales’in %47,1’lik oy oranı ile ilk turda seçimi kazandığını duyurdu. İlk turda seçilmek için gereken yüzde 40’lık gerekli oy eşiği ve en yakın rakibi ile 10 puanlık fark aşılmıştı. Sağ muhalefet seçim sonuçlarına itiraz etti. 

İkinci aşamada seçime itirazlar, faşist-ırkçı beyaz milislerin örgütlediği, şiddet eylemleriyle bütünleşti. Bu eylemler, bir polis ayaklanmasıyla desteklendi.  Ordu, polis ayaklanmasına müdahale etmeyeceğini duyurdu. 

Bu kritik dönemeçte OAS (Amerika Devletleri Örgütü) devreye girdi; seçimin uygulanmasını, sayım sonuçlarını denetlemeye davet edildi. ABD’nin denetimindeki bu örgüt bu ayrıntılı sürece girişmedi; yetkisini aştı: Uruguay ve Meksika’nın itirazlarına rağmen yeni bir Yüksek Seçim Kurulu oluşturularak seçimin tamamen yenilenmesini önerdi. (Sonraki aylarda yapılan iki ayrıntılı araştırma, muhaliflerin ve OAS’ın “oy sayımlarında hile yapıldı” iddiasının tümüyle dayanaksız olduğunu ortaya çıkaracaktı.) 

Son aşamada Genel Kurmay Başkanı, Morales’in istifasını istedi. Başkan Morales ve Yardımcısı Linera istifa etti; Meksika Cumhurbaşkanı’nın yolladığı bir uçakla önce Meksika’ya gittiler. Sonra sığınmacı olarak Arjantin’e geçtiler. Direnme eylemleri kan dökülerek bastırıldı. Sağcı, ırkçı bir siyasetçi, Senato başkan vekili Jeanine Arez, yasal dayanağı olmadan  kendisini “geçici başkan” ilan etti; seçimler yenileninceye kadar yürütme görevini üstlendi. 

Morales niçin ülkesini terk etti? 

Evo Morales, niçin istifa etti? Başkanlık yetkilerini kullanarak direnme seçeneğini niçin kullanmadı? 

JACOBIN dergisi, yeni seçimden  on gün önce bu soruyu kendisine soruyor. Morales’in yanıtı şöyle: “Bir olağanüstü hal ilan etmemi ve silahlı direnmeyi önerenler oldu. Başkaları, Bolivya’nın geleceği için yaşamam gerektiğini söyledi. Bolivya İşçileri Konfederasyonu (COB) lideri de istifamı istedi. Kıyımı önlemek için istifayı yeğledim.” (JACOBIN, 8 Ekim)

Darbe rejimi hızla  Morales’i suçlu ilan etmiş; tutuklama ve yargılama girişimini başlatmıştı. Evo ise MAS’ın muhalefetini, seçim hazırlıklarını ülke dışından yönlendirmeye çalıştı; belli ölçülerde başarılı oldu. Başkanlığa, hatta Senato’ya aday olmayacağını erkenden ilan etti. On dört yıl boyunca hükümetinde Maliye Bakanı olarak görev yapan Luis Arce’nin 18 Ekim seçiminde MAS’ın Başkan adayı olmasında belirleyici rol oynadı. Bu dönemde Bolivya’nın başarılı ekonomik ve toplumsal gelişimine, Arce önemli katkı yapmıştı. 

Yine de Bolivya dışındaki kimi solcu çevrelerde, “Morales niçin kalıp direnmeye öncülük etmedi?” sorusu eleştirel olarak ortaya atıldı. Geçen yıl Bolivya darbesini tartışırken şunları yazmıştım: “Darbe ortamında bu türden sorular, MAS öncü kadrolarının, Bolivya işçi, köylü sınıflarının gündemidir.  Bolivya’nın uzak coğrafyasındaki sosyalist çevrelere ise, darbeyi izleyen baskı ve zulmü teşhir etmek; kurbanlarla dayanışmak düşüyor. Bugüne ilişkin akıl vermek de bizlere düşmez.

Hâlâ aynı görüşteyim. Bolivya içindeki tartışmayı herhalde 18 Ekim sonuçları da etkileyecektir. 

Halk direnmesi faşizmi frenliyor…

2000’deki gelişmelere de göz atalım: Darbe, tam olarak kurumsallaşamadı. Zira, Temsilciler Meclisi ve Senato’da ise üçte iki çoğunluk (MAS) partisindedir. Darbeciler, parlamenter kurumları lağvedemediler. MAS senatörlerinin, milletvekillerini parlamentoya girişleri bir süre önlenebildi; o kadar… 

Var olan yasaları koruyarak yeni seçim sürecini işletmek kaçınılmaz oldu. 18 Ekim seçimlerine böyle ulaşıldı. 

Kritik soru şudur: Emperyalizmin OAS aracılığıyla meşrulaştırdığı, faşist milislerin sürüklediği darbe, nasıl olup da MAS’ı, parlamentoyu kapatmadı; karanlık hedeflerini hayata geçiremedi? 

Yanıt, halk direnmelerinde yatıyor. 2000-2003 yıllarında Bolivya’da neoliberal iktidarların özelleştirme politikalarına karşı iki mücadele dalgası patlak vermişti: Su Savaşları ve Gaz Savaşları… Morales, halk sınıflarının sürüklediği bu mücadelelerde, köylü birliklerinin ve sendika hareketinin içinde öne çıktı. Bu birikim, 2005’te başkanlığı kazanmasını belirledi; sonraki on dört yılda aşındı; ama yok olmadı.

Sendikalar (COB) ve özgün (“yerli”) halkların (FUJEVA gibi) köylü örgütleri, Morales iktidarına ilke olarak  hep destek verdi; Bolivya toplumunun sınıf dengeleri böylece değişti. Ancak, on dört yılın iktidar yorgunluğu, 2019 seçiminde Morales’in oy oranının ilk kez yüzde 50’nin altına inmesine katkı yaptı. Darbe sonrasında COB ve FUJEVA liderlerine ağır baskı uygulandı. COB Başkanı Huarachi, “ülkeye barış getirecekse Morales istifa etmeli” demecini vermek zorunda kaldı.

Yine de darbe, halk örgütlerini dağıtamadı. Ağır baskılara rağmen MAS da büyük ölçüde bütünlüğünü korudu; parlamento çoğunluğunu, darbe uygulamalarını frenleyecek  doğrultuda kullanabildi. Luis Arce’nin başkan adaylığını önleme komplolarını etkisiz kıldı (JACOBIN, 10 Ağustos).

Darbe rejimi, korona salgını karşısında çaresiz kaldı: Eylül sonunda hastalıktan ölüm oranları Latin Amerika’da yüzde 3,6’dır. Bolivya yüzde 6 ile ön sıradadır (BBC News, 23 Eylül). Üstelik 3 Mart 2020’de yapılması kararlaştırılan seçimler, salgın bahanesiyle iki kere ertelendi; 6 Eylül’e kaydırıldı.

Ağustos başında darbeci başkan seçim tarihini üçüncü kez (18 Ekim’e) ertelemeye kalkışınca, halk sınıfları ayaklandı. Bir hafta boyunca maden işçileri şehirler-arası trafiği kapattı; başkent La Paz fiili bir abluka altına alındı. El Alto kentinde yarım milyonluk bir kalabalığa hitap eden COB Başkanı Huarachi, 2003’te bizzat katıldığı “Gaz Savaşları”nı hatırlattı; seçim zamanında yapılmazsa genel greve gideceklerini ilan etti.  

Darbe hükümeti bu ayaklanmayı şiddet yoluyla bastıramadı. Parlamento ile müzakerelere başlamak zorunda kaldı. MAS çoğunluklu Parlamento, 13 Ağustos’ta çıkardığı bir yasa ile “18 Ekim 2020’nin kesin seçim tarihi olduğunu;  bu tarihi ertelemenin suç olacağını” belirledi. Hükümet kabul etmek zorunda kaldı; yasa yürürlüğe girdi. 

COB, FUJEVA ve ayaklanan yüzbinler bu son ertelemeyi sineye çekti. Darbe, son tahlilde yenilgiye uğrayacaktır. Ve faşizm, halkın direnmesi sayesinde engellenmiş olacaktır. Latin Amerika devrimcilerinin sloganındaki gibi: “El pueblo unido, jamas sera vencido…” 

***

Ne var ki, askerî faşizmin önlenmesi, halka iktidar kapılarını yeniden aralamaz. 18 Ekim’de darbe rejimi son bulacak; ama iktidarı kime devredecek? 

Ordunun 18 Ekim’de sandıklara, oy sayımlarına müdahale olasılığı hâlâ söz konusudur. Aksi halde MAS’ın parlamento çoğunluğunu sürdüreceği; Evo Morales’in Maliye Bakanı Luis Arce’nin ilk turu önde bitireceği anlaşılıyor. Başkanlık ikinci tura kalırsa sonuçları öngörmek güçtür. 

Darbeyi, sessiz kalarak kolaylaştıran beyaz, nitelikli işçilerin; yer yer faşist güruhlara katılarak doğrudan destekleyen “orta sınıflar”ın tavrı belirleyici olacaktır. 

Sonrası? 

Daha da uzun bir yolculuk…

Korkut Boratav / SOL


Tarihçi Barış Zeren: Balkan Savaşı Abdülhamit'in mirası(SÖYLEŞİ) - VOLKAN ALGAN-SOL

Balkan Savaşları'nın üzerinden bir asır geçti. Türkiye tarihini sonuçları itibariyle hala etkileyen bu tarihsel kırılma anını nasıl okumalıyız? Tarihçi ve yazar Barış Zeren'le konuştuk. 


Geçtiğimiz günlerde TRT'nin uyduruk tarih dizilerinden birinde Abdülhamit'in tahtan indirilmesi, tuhaf kıyafetler içindeki kötü insanların oluşturduğu bir konseyin kararı olarak gösterildi. Güldük ama aslında gülünecek bir şey de yok, zira masaya yatırdıkları, itibarsızlaştırmaya çalıştıkları doğrudan Cumhuriyet. Abdülhamit'i çok tartışıyor ve çizgiyi oradan çekiyorlar, bu konuda haklılar da. Cumhuriyetle hesaplaşmak için en başa dönüyorlar. Abdülhamit'i aklayabilirlerse gerisinin geleceğini düşünüyorlar. 

İktidarın emrindeki TRT bıkmadan usanmadan AKP için alternatif bir tarih yazmaya bu uğurda büyük paralar harcayıp aynı anda birilerini zengin etmeye çabalasa da işte tarih durduğu yerde duruyor ve lafla peynir gemisi bir yere kadar yürüyor. Aşağıdaki söyleşiyi okuyunca anlayacaksınız, bu konuların öyle şaklabanlıklarla geçiştirilemeyecek kadar ciddi olduğunu. 

Tarihçi ve yazar Barış Zeren'le Balkan Savaşları'nın yıldönümünü konuştuk. Tabii bu kapıdan girince Abdülhamit devrinin mirası, meşrutiyet ilanı, dünya savaşı ve cumhuriyete kadar uzanan bir koridora çıkıyorsunuz; 1912'de başlayıp, 1923'de biten, bir imparatorluğun çöküşü ve cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık ettiğimiz uzun bir değişim, dönüşüm, devrim dönemi bu dönem...

***

Türkiye tarihinin dönüm noktalarından biri kabul edilen Balkan savaşının üzerinden 108 yıl geçti. Yine bir Ekim ayında savaş patlak vermişti. Sonuçları itibariyle sonraki yüzyılımızı belirleyen 1912-1913 yılını doğru anlamak adına bize biraz dönemin Osmanlısı ve onu savaşın içine çeken koşulları anlatır mısın?  

Tabii Balkan Savaşı kullanımının altını çizerek başlayalım. Lisedeki tarih derslerini anımsayan herkes bilir ki, iki savaş söz konusu, buna rağmen tek bir savaş gibi bakmakta sakınca yok. Birincisi, dediğiniz gibi Ekim 1912’de başlayan, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ olmak üzere dört Balkan devletinin Osmanlı’yı Rumeli’den üç ayda attığı ilk savaş. Osmanlı ordusu kayda değer bir direniş gösterememiş, İşkodra, Yanya, Edirne ve Çatalca gibi merkezleri saymazsak, Rumeli taşrasında Balkan orduları hızla ilerlemiş, kendileri bile şaşırıyorlar. Osmanlı’nın sosyokültürel merkezi, bugünkü İstanbul değerinde sayabilirsiniz, Selanik tek kurşun atılmadan Yunanlılara teslim edilmiş. Nihayet, eski Osmanlı başkenti Edirne Bulgaristan’ın eline geçmiş. 1913 Yazı’ndaki ikinci savaşta Edirne’nin geri alınması da bozgunu telafi etmekten uzak olmuş. Dolayısıyla, bunu yenilgiyle bitmiş tek bir Balkan Savaşı olarak anlamak burada işimizi kolaylaştırır. Dönemin de yaygın nitelemesiyle “facia.”

Bu facianın öncesine gittiğimizde, karşımıza bir başka büyük olay, 1908 Devrimi çıkıyor, Osmanlı’nın Anayasa Devrimi. 

İyi fakat meşrutiyetin ilanı “istibdat” yıllarında eziyet çeken tüm Osmanlı halklarının coşkuyla karşıladığı, hatta bir düzeyde ortak zaferleri değil miydi?

Tabii, büyük bir zıtlık var: 1908 gibi coğrafyalar ötesi coşku uyandırmış, Arnavutluk’tan Arap coğrafyasına Osmanlı uyruklarını din, milliyet ne olursa olsun heyecanlandırmış bir Anayasa Devrimi’nden yalnızca beş yıl sonra kanlı bir boğazlaşmanın gelmiş olması. Ne oldu da, bu coşku, bu kardeşlik havası birden bir halklar boğazlaşmasına, sivil katliamlarının, şovenizmin doruğa çıktığı bir hezeyana dönüştü? 

Bu sorunun yanıtını, şu ya da bu kesimin fitne fesadında değil, Meşrutiyet’teki yapısal çıkmazda ve 1908’i izleyen genel hayal kırıklığında aramayı öneririm.

1908 Anayasa Devrimi ne kadar büyük bir gelişme olursa olsun, ilk baştaki umutları maddileştirmede, eski rejimi, yani devr-i sabıkı, Osmanlı’nın köhneliklerini tasfiye etmede zayıf kaldı. Bu zayıflıkta, o dönemin zihniyetine hâkim anayasacılık anlayışının belirleyici etkisi var.

Düşünün ki, devrimi yapan İttihat ve Terakki, iktidarı bile almaktan imtina etmişti. Bir uzlaşım programıyla Abdülhamid despotizminden çıkışın başarılabileceğini varsaydı; işte Tanzimat, Islahat reformlarıyla kurulamayan Osmanlı birliğinin parlamenter uzlaşıyla kurulabileceğini kabul etti. “İttihad-ı anasır” yani unsurların birliği deniyordu buna. 

Bu yüzeysel uzlaşı beklentisi, anayasa ve millet üzerine dehşet verici bir entelektüel sığlıkla da karşı karşıya bırakıyor sizi. Müthiş belirsizlikler var, Kimdir bu birleştirilecek unsurlar, bireyler mi cemaatler mi? Gayrimüslim cemaatlerin birbiriyle orantısız hakları nasıl ayarlanacak, törpülenecekler mi, genişletilecekler mi? Müslümanlar hâkim millet mi olacak, bütün milletler eşit mi olacak? Gayrimüslimler askere alınacaklar ama alındıklarında dini inancına göre ayrı taburlarda mı olacaklar, olmayacaklarsa Müslüman askerler Hıristiyan komutanın emriyle ölüme gidecekler mi? 



Bu kadar önemli soruların havada bırakılması sağlıklı bir tartışma ortamının olmaması ya da entelektüel sığlık mı? Nedir bunun nedeni? 

Bu sorular 1908’e dek hiç tartışılmamış ve bunun nedeni Abdülhamid sansürü değil. Bu kadar kapsamlı bir program ve tartışmanın muhalefeti böleceği düşünülmüş: Bir Hamid’i devirelim, sonrasına parlamentoda bakarız denmiş.

33 yıllık Abdülhamid despotizmi, her biri düğüm olmuş bir sürü sorun bırakmış: Makedonya meselesi, Arnavutluk meselesi, kiliseler ve mektepler meselesi, imtiyazlar sorunu, yabancı müdahalesi, dış borçlar ve ekonomik gerilik. Düşünün ki, 1908’e gelindiğinde Rumeli’de Osmanlı’nın jandarma teşkilatları yabancı devlet uzmanlarınca kuruluyor. Abdülhamid, yalnızca toprak kaybetmekle kalmamış, Makedonya olarak anılan topraklarda Osmanlı egemenliğini neredeyse büyük devletlere devretmiş. 1908 yılına gelindiğinde Osmanlı orada egemen bir devlet değil, aktörlerden bir aktör. Zaten 1908’de genç subayların dağa çıkarak Abdülhamid’e ültimatom çekmelerine yol açan da buralarda Osmanlı egemenliğini tesis güdüsü.

Bütün bunlara karşın devrimcilerin elinde bir program yok. İttihat ve Terakki, mesela Bolşevikler gibi dümeni eline almak yerine parlamentarizmin kurucu gücüne inanıyor, geri planda tutuyor kendisini, kritik sorulara çok partili siyasal yaşam içinde yanıt bulunabileceğini varsayıyor ve 31 Mart’tan başlayarak da bu yanılsamanın sonuçlarıyla karşı karşıya kalıyor. 

1908’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ını da küçümsemeyelim. Bulgar, Rum, Sırp, Türk bütün unsurların temsilcileri arasındaki tartışmalar, bir daha savaş sonrasındaki uluslararası konferanslarda bile bu kadar kapsamlı, derin yürütülmemiştir. Bütün taraflar kendi hukuk, politika, hatta tarih anlayışını uzun uzun sergiliyor, rakiplerininkilerle yukarıda saydığım sorunları bütün boyutlarıyla tartışıyordu; üstelik bıraktım padişahı, hiçbir parti lideri baskısı filan da olmadan. Hiç kuşkunuz olmasın, 1908-1910 meclisi, 1980 sonrası kurulan bütün TBMM’lerden çok daha meclisti, çok daha parlamentoydu.

Fakat sorunları çözmeye yetmedi bu demokratik ortam...

Parlamenter naiflik diyelim buna, söz konusu kördüğümlere çözüm olamadı. Bir noktadan sonra, özellikle 1909’dan sonra İskender’in kılıcı da gerekti. Tarık Zafer Tunaya, 1908’e büyük önem verir, büyük yapıtı Türkiye’de Siyasal Partiler’de bu dönemi Türk demokrasisinin beşiği olarak anlatır, ama küçük bir yerinde de değinmeden geçemez: Bu dönem idare-i örfiyye ile idare edilmiştir, olağanüstü hal yani. 1909’da İstanbul’da ilan edilen olağanüstü hal, 1923’e dek kısa kesintilerle devam eder. Taşralarda bir ilan edilip bir kaldırılan sıkıyönetimler de cabası. Başta Rumeli, Osmanlı bir isyanlar coğrafyası olmaktan çıkamamıştır.

Burada özellikle milliyetler sorununu çözebilmek için daha bütünlüklü, teorik, tarihsel derinliği olan bir program ortaya konması gerekiyordu. Oysa süreç İttihat ve Terakki’yi bile böldü. Gerek karşı devrimci güçler gerek eski sosyal sınıflar örgütlenmeye, soluk almaya başladılar, devrime destek vermiş ama aradığını bulamamış çeşitli milliyetlerin demokrat partileri çatışmacı konumlarına döndüler. Osmanlı parlamentosundaki karışıklıkları, sopalı seçimlere giden süreci saymayayım, 1911 yılında İtalya Trablusgarp’a saldırdığında, Osmanlı Rumelisi tam bir iç savaş ortamıydı. Arnavutluk isyanı sürüyor, Makedonya-Bulgar komitacıları yeniden silahlı eyleme dönüyordu. Osmanlı devletinin elinde güvenlik politikalarından başka araç kalmamıştı.

Şimdi bu iç konjonktürde, komşu Balkan devletlerinin birleşip saldırmasından daha beklenir ne olabilir? O dönem Bulgaristan basını “Anayasal rejim Makedonya sorununu çözemezse, bu iş başka türlü çözülecektir” diye açık açık yazıyor. Osmanlı da bunun bekliyordu zaten. Uzun süredir Osmanlı içindeki dindaş ya da soydaşlarını kendilerine bağlama hevesindeydiler, uygun bir ortam bulunca birleştiler. Bence bu ikincil önemdedir.

Dolayısıyla, Balkan Savaşı aslında Abdülhamid devrinin miras bıraktığı sorunların bir sonucudur. Anayasal rejimin buradaki rolü, bu sorunlar mirasını beklenen radikallikte ve kararlılıkta çözememiş olmasıdır. Sosyal, siyasal sorunlara hukukla çare bulmayı öneren parlamenter naiflik, 1913’ten itibaren İttihatçı tek parti rejimine yeterli gerekçeyi sunuyor. 

Şevket Süreyya Aydemir ünlü otobiyografisi Suyu Arayan Adam’da Osmanlı’nın bir devlet ve zihniyet olarak birinci dünya savaşından da önce Balkan yenilgisiyle sona erdiğini söylüyor. Buna katılır mısın? Ne demek istiyor Aydemir? 

Şu bakımdan katılırım: Eğitim sistemimizde yeterince anlatılmıyor, Balkan Savaşları çok büyük bir dönüşümün, hatta devrimin başlangıcı sayılabilir. Osmanlı 1912 Ekim ayında bir karanlık tünele giriyor ve bu tünelden 1923’te çıkabiliyor. Bu tünele topyekün savaş diyebiliriz. Yani cephe gerisinin de etkin biçimde katıldığı, bir toplumsal seferberlik tetikleyen, sosyal altüst oluşlar doğuran, toplumdaki ahlakı, aileyi, kadın erkek rollerini dahi değiştiren bir savaşı anlıyoruz topyekün derken. Balkan, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı bu anlamda bir bütün.

Şöyle de düşünün, bütün dünya topyekün savaşı Birinci Dünya Savaşı’nda yaşadı. Dört yılda imparatorluklar, başka gelişmiş Batı devletleri, din, ahlak tarumar oldu. Hep bu tür bir savaşın sonucu. Osmanlı ise böyle bir savaş sürecini dört yıl değil, on yıl yaşamış oluyor. Üstelik, gelişmiş Batı ülkelerine göre çok daha geri bir ekonomik güç, çok daha kırılgan bir siyasal, idari yapıyla. Tabii, her şey değişiyor, devlet, toplum, siyaset. Osmanlı’yla Cumhuriyet arasındaki kopuşta –ben kopuş olduğuna inanıyorum– Balkan Savaşı’nın yeri büyük.

Her şeyden önce, Osmanlı’nın ekonomik, kültürel merkezi, Avrupa’yla doğrudan bağı olan Rumeli elden çıkmıştır. Artık Anadolu ve pek de güvence vermeyen bir Arap coğrafyası elde var. Peki “Anadolu'da Türkiye yaşayacak mı yaşamayacak mı?” Johns Mool’un daha sonra formüle ettiği soru ilk bu dönemde gündemdedir. Bildiğimiz anlamda Osmanlı bitmiştir. Enver’in gözünde de Mustafa Kemal’in gözünde de “Rumeli’nin ihyası” mümkün değildir. Hatta istenir mi o da tartışmalı. Enver’e göre Anadolu yeterli değil, artık imparatorluk doğuya taşınmalıdır, Turan coğrafyasına. Mustafa Kemal, Fethi Okyar başka düşünüyorlar. Artık yeni bir tarih başlıyor, yeni sorular var.

İmparatorluğun başkenti İstanbul, Balkan yenilgisinin ardından kafileler halinde ve perişan şekilde buraya akan Türklerle doldu. Hastalık, açlık, sefalet… Bu buluşmanın ne tür sonuçlarından söz edebiliriz, hem gelenler hem de karşılayanlar açısından… 

Son dönemlerde Balkan Savaşı’nın yarattığı acılar üzerine epey bir hatırat ve inceleme yayınlanıyor. Yunan ordusu girmeden saatler önce apar topar köyünden kaçıp sefalet ve ölüm içinde İstanbul’a kendini atan, ama koleradan 20.000 kişinin öldüğü bir kentle karşılaşan insanların yazgısı bu. Ama bu yazgının da politik bir enerji içerdiğine değineyim.

Şimdi, bu savaşın en doğrudan toplumsal sonucu, göç olmuştur. Bu, savaş sırasında düşman ordu ve komitacılarının saldırılarından kaçan sivillerin olduğu kadar resmi politikaların da beslediği bir dinamik. 

Aslında nüfus mübadelesi denen acımasız uygulama, 1923’te değil, 1913’te, Balkan Savaşı’nın sonunda gündeme gelmiştir. Balkan Savaşı yeni bir toplumun ortaya çıktığı bir uğraktır derken en başta bunu kastediyorum. Osmanlı’daki kültür vesaire değil, nüfusun kendisi değişiyor. Fizik bir değişim bu.

Balkan Savaşı, artık Doğu Hıristiyanlığı ile Müslümanlığın bir arada yaşayamayacağı kabulünü sistemleştiriyor. Aslında savaş öncesinde, yerel düzeyde etnik-dinsel boğazlaşma eksik değil. Ege ve Güney Marmara’da Müslüman ile Rum ahali arasındaki çatışmalar, zaten Abdülhamid devrinden beri gelen kargaşaları daha da keskinleştirmiş. Buna bir de, mesela, Yunan orduları önünden kaçan o Müslümanların geldikleri İstanbul ve Anadolu’da Osmanlı Rumlarıyla karşılaşmalarını ekleyin, orada artık “Osmanlılık” kalır mı? 

Tabii buradan bakınca bu Hıristiyan-Müslüman ayrımı da çok tutarlı bir çıkarım değil diyebilirsiniz, ne de olsa Ermeniler içinde Osmanlı’ya destek varken Müslüman Arnavutlar hiç de Osmanlı Birliği’nden yana tavır koymuyorlar ama işte topyekün savaş içindeki rejim açısından çok önemli değil bu. Yeni gelen öfkeli, militanlaşmış nüfus tercih edilir. O güne dek yerel tutulan etnik-dinsel nefret devletle bütünleşiyor bundan sonra. Tabandan tavana bir yükseliş var. Zafer Toprak, odağı Selanik olan İttihat ve Terakki ile Balkan Savaşı sonrası odağı İstanbul olan İttihat ve Terakki’nin ayrı tabanlar üzerinde yükseldiğine işaret eder ki izleyen yıllardaki şovenizmi anlamada çok açıklayıcıdır. Belirtmeden geçemeyiz: 1915 Ermeni katliamına giden yol bu aynı zamanda.

Peki kurtuluşa önderlik eden, yeni bir yol arayan, açan kadroların neredeyse tamamının İttihat ve Terakki içinden çıktığını düşünürsek Osmanlı entelektüelini nasıl etkiledi Balkan yenilgisi?

Şimdi, baktığınızda, Balkan Savaşı basit bir yenilgi değil. Altı yüz yıllık ata topraklarını iki ayda kaybediyorsunuz. Üstelik, daha düne kadar sizin tebaanız olan ülkelerin ordularına karşı. Özellikle çok iyi savaşan Bulgarlar, Balkanlar’ın köylüleri olarak küçümsenirken Aralık 1912’de ordularıyla payitaht kapılarına dayanmış. Bunun nedenini aradığınızda aslında şok bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz. On dokuzuncu yüzyılda Batı’dan geri kalmışlık meselesine kafa yoruyordunuz; Balkan Savaşları, daha dünkü tebaanızdan da geri kaldığınızı kanıtlıyor. Demek, şimdiye kadarki değişim derken hep oyalanılmış “idare-i maslahat” edilmiş; demek, gerçekten bir şeyleri değiştirmeli.

Osmanlı subayı bundan dersler çıkarmıştır tabii. Kazım Karabekir’in, Balkan Savaşı’nda kaçışan Osmanlı askerlerinin tersine, esir düşmüş bir Bulgar askerinin gösterdiği yiğitliğe bakarak “işte bize lazım olan şuur” yollu yazması, alınan dersin ne olduğunu gösteriyor. 

Osmanlı düzeni, ulusu ya da “milli” olanı Balkan Savaşı’ndan sonra keşfediyor. Keşfediyor derken, entelektüel bir arayış olmaktan çıkarıp devlet politikalarında öne koyuyor. Tarihsel maddeci Parvus’un görüşlerine bu dönemde kulak kabartılıyor, Milli İktisat politikalarına bu dönemde geçiliyor. 

Entelektüel ataletten böylece kurtuluyoruz. Üzerinde daha önce kafa yorulmamış konuları düşünme, ülkenin kaderini çizmede ekonomi-politiğe, sosyolojiye, felsefeye önem verme, gerçekçilik denen sinsi tembellikten sıyrılıp idealler, ütopyalar kurma ihtiyacı bu şekilde ortaya çıkıyor. Öğrenme yollarının en ilkelinden, musibetten öğreniyoruz. Balkan Savaşı bu musibet oluyor.

Halide Edip’in 1913’te yazdığı Yeni Turan, ahlaki bir ütopyadır. Osmanlı’nın kozmopolit kişiliğine karşı Yeni Turan’da simgelenen “milli” bir ahlak. Bu yeni bir ufuk, medeni bir kimlik, kesinlikle de anti-Hıristiyan bir kurgu değil. Türklük, başarılarıyla bu coğrafyada bir lokomotif olmalıdır diyor. Rus narodnikliğinden esinlenen Halkçılık bu dönemde çıkıyor. Köyü, Türkü, halkı keşfediyor, hatta kurguluyoruz. Balkan Savaşı ertesindeki şovenist, dinsel bir millilik yerine daha medeni bir kimlik arıyorlar. Arayışlarını on yıllık savaşın sonunda, cumhuriyette gerçekleştirebilecekler, ne kadar olabiliyorsa o kadar.

Balkan savaşı kaçınılmaz bir son muydu, böyle mi anlamalıyız?

Balkan Savaşı aslında tarihin ağırlığını bütünüyle üzerinizde hissettiğiniz bir konu. Önlenemeyen bir boğazlaşma, haklıyla haksızın ortadan kaybolduğu, henüz muhasebesi yapılmadan daha ağır bir savaşa sürüklenen bir kargaşa, bugüne dek toplumlar arası nefret uyandırılmak istendiğinde bir düğmeye basma kolaylığıyla harekete geçirilen nefret jeneratörü. 

Bizdeki şovenizm ilk gıdasını Balkan Savaşı’nda Türk-Müslümanlara karşı mezalim anlatısından almış. En yolsuz iktidarlarımızın sıkıştıkça bu hamasete başvurmaları, bu hatıranın hâlâ kullanışlı olduğunu gösteriyor. Sanki Rum’uyla, Ermeni’siyle, Bulgar’ıyla ezel ebed düşmanız. Sanki Balkan boğazlaşması kaçınılmazmış, kadermiş gibi sunuluyor. 

Oysa aslında daha buna gelinceye dek bu halkların birlikte yaşaması yolunda ciddi çabalar olmuş. Balkan sosyalistlerinin, bir dönem Osmanlı yöneticilerinin de dikkatini çeken Balkan federasyonu planları var. Balkan federasyonu düşüncesi İttihatçıların, hatta Hüseyin Hilmi Paşa gibi deneyimli yüksek bürokratların dikkatini çekiyor. Tartışıyorlar. Birinci Savaş bittiğinde, paylaşılan Makedonya’nın kurtarılması için yeniden Türklerle bir işbirliği gündeme geliyor. Bu mutlak sanılan düşmanlık yalnızca yüz yıllık bir ömre sahiptir ve aşılabilir. Savaşın hemen ertesinde “mezalimci” Bulgarlarla ittifak yapmamız bile bu hamasetin istenince hemen unutulabilir olduğuna kanıt. 

Mustafa Kemal’in zihin dünyasının şekillenmesinde Balkan savaşlarının nasıl bir etkisi oldu? Kendi bu süreci nasıl tarif ediyor?

Balkan Savaşı ertesinde Bulgaristan’da askeri ataşe olan Mustafa Kemal’in Balkan Savaşı değerlendirmesini üzerinde düşünülmeye değer buluyorum. Diyor ki, birincisi, bu Türk ordusunun kaybettiği bir savaş değildir. Peki nedir? “Bir felakettir,” diyor. Osmanlı’daki eski zihniyetin çöküşüdür, diyor. Tepedeki bilgisiz komutanların, tam yetkiye iktidarda bulunan bazı kişilerin kifayetsizliğinin eseri olduğunu ekliyor. Tabii memleketi Selanik elden gitmiş ve asla olumlamasını bekleyemeyiz. Ama bir asker olarak savaşın iki yönlü olduğunu görüyor. Bir felaket, sanki bir doğa olayı. Bir doğal felaket gibi, eskiyi yıkan ve yeniyi doğuran bir yanı var. Kötü yapılmış bir binanın çökmesi bu. Bu, öyle ya da böyle maddeci bir yaklaşımdır, Trotskiy’e göre de Balkan Savaşı’nda köhne Osmanlı düzeni tasfiye olmuştur. Bu dinamiği görmedikçe, bu tarih sizi yutar, onun esiri olursunuz. 

Mustafa Kemal anlaşılan farklı bakıyordu. Birincisi onda hiçbir hayıflanma görmeyiz, hatta Balkanlara ilişkin bir irredentizm de yoktur. Misak-ı Milli içinde yeni bir ülke kurulmuştur ve Türkler Anadolu’da yaşayacaktır, bu kadar.

Ama bir Balkanlara dönüş düşü var. Celal Bayar’ın gazeteci Hikmet Bil’e anlattığına göre, 1930’lu yıllarda Balkan Paktı sürecinde Mustafa Kemal şöyle diyordu, alıntılıyorum: “Osmanlı imparatorluğunun eski bünyesiyle ihyasına elbette ki imkân yoktur. Çünkü Balkanlı milletler artık istiklallerine kavuşmuşlardır. Bu sebeple teşkil edilecek Balkan Antantı zamanla iyi idare edilirse yerini belki bir Balkan Devletleri Federasyonu’na bırakabilir. Bu federasyonda devletler istiklallerini yine muhafaza ederler. Ancak dış temsilde ve orduları idaresinde bir teşriki mesai bahis mevzuu olabilir.” Mustafa Kemal, Balkan Savaşı’nın yükünü atmıştı, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Balkanları böyle düşlüyordu, kendisini de bu orduların başkomutanı olarak.

Balkan Savaşları’nı doğuran şovenizm bataklığından konuşan Yeni Osmanlıcı stratejistlerin değil, ilerici, eşitlikçi, maddeci politikacıların düşlediği ve erişebileceği bir ufuk bu. Hâlâ önümüzde duruyor kanımca.

VOLKAN ALGAN-SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...