Balkan Savaşları'nın üzerinden bir asır geçti. Türkiye tarihini sonuçları itibariyle hala etkileyen bu tarihsel kırılma anını nasıl okumalıyız? Tarihçi ve yazar Barış Zeren'le konuştuk.
Geçtiğimiz günlerde TRT'nin uyduruk tarih dizilerinden birinde Abdülhamit'in tahtan indirilmesi, tuhaf kıyafetler içindeki kötü insanların oluşturduğu bir konseyin kararı olarak gösterildi. Güldük ama aslında gülünecek bir şey de yok, zira masaya yatırdıkları, itibarsızlaştırmaya çalıştıkları doğrudan Cumhuriyet. Abdülhamit'i çok tartışıyor ve çizgiyi oradan çekiyorlar, bu konuda haklılar da. Cumhuriyetle hesaplaşmak için en başa dönüyorlar. Abdülhamit'i aklayabilirlerse gerisinin geleceğini düşünüyorlar.
İktidarın emrindeki TRT bıkmadan usanmadan AKP için alternatif bir tarih yazmaya bu uğurda büyük paralar harcayıp aynı anda birilerini zengin etmeye çabalasa da işte tarih durduğu yerde duruyor ve lafla peynir gemisi bir yere kadar yürüyor. Aşağıdaki söyleşiyi okuyunca anlayacaksınız, bu konuların öyle şaklabanlıklarla geçiştirilemeyecek kadar ciddi olduğunu.
Tarihçi ve yazar Barış Zeren'le Balkan Savaşları'nın yıldönümünü konuştuk. Tabii bu kapıdan girince Abdülhamit devrinin mirası, meşrutiyet ilanı, dünya savaşı ve cumhuriyete kadar uzanan bir koridora çıkıyorsunuz; 1912'de başlayıp, 1923'de biten, bir imparatorluğun çöküşü ve cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık ettiğimiz uzun bir değişim, dönüşüm, devrim dönemi bu dönem...
***
Türkiye tarihinin dönüm noktalarından biri kabul edilen Balkan savaşının üzerinden 108 yıl geçti. Yine bir Ekim ayında savaş patlak vermişti. Sonuçları itibariyle sonraki yüzyılımızı belirleyen 1912-1913 yılını doğru anlamak adına bize biraz dönemin Osmanlısı ve onu savaşın içine çeken koşulları anlatır mısın?
Tabii Balkan Savaşı kullanımının altını çizerek başlayalım. Lisedeki tarih derslerini anımsayan herkes bilir ki, iki savaş söz konusu, buna rağmen tek bir savaş gibi bakmakta sakınca yok. Birincisi, dediğiniz gibi Ekim 1912’de başlayan, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ olmak üzere dört Balkan devletinin Osmanlı’yı Rumeli’den üç ayda attığı ilk savaş. Osmanlı ordusu kayda değer bir direniş gösterememiş, İşkodra, Yanya, Edirne ve Çatalca gibi merkezleri saymazsak, Rumeli taşrasında Balkan orduları hızla ilerlemiş, kendileri bile şaşırıyorlar. Osmanlı’nın sosyokültürel merkezi, bugünkü İstanbul değerinde sayabilirsiniz, Selanik tek kurşun atılmadan Yunanlılara teslim edilmiş. Nihayet, eski Osmanlı başkenti Edirne Bulgaristan’ın eline geçmiş. 1913 Yazı’ndaki ikinci savaşta Edirne’nin geri alınması da bozgunu telafi etmekten uzak olmuş. Dolayısıyla, bunu yenilgiyle bitmiş tek bir Balkan Savaşı olarak anlamak burada işimizi kolaylaştırır. Dönemin de yaygın nitelemesiyle “facia.”
Bu facianın öncesine gittiğimizde, karşımıza bir başka büyük olay, 1908 Devrimi çıkıyor, Osmanlı’nın Anayasa Devrimi.
İyi fakat meşrutiyetin ilanı “istibdat” yıllarında eziyet çeken tüm Osmanlı halklarının coşkuyla karşıladığı, hatta bir düzeyde ortak zaferleri değil miydi?
Tabii, büyük bir zıtlık var: 1908 gibi coğrafyalar ötesi coşku uyandırmış, Arnavutluk’tan Arap coğrafyasına Osmanlı uyruklarını din, milliyet ne olursa olsun heyecanlandırmış bir Anayasa Devrimi’nden yalnızca beş yıl sonra kanlı bir boğazlaşmanın gelmiş olması. Ne oldu da, bu coşku, bu kardeşlik havası birden bir halklar boğazlaşmasına, sivil katliamlarının, şovenizmin doruğa çıktığı bir hezeyana dönüştü?
Bu sorunun yanıtını, şu ya da bu kesimin fitne fesadında değil, Meşrutiyet’teki yapısal çıkmazda ve 1908’i izleyen genel hayal kırıklığında aramayı öneririm.
1908 Anayasa Devrimi ne kadar büyük bir gelişme olursa olsun, ilk baştaki umutları maddileştirmede, eski rejimi, yani devr-i sabıkı, Osmanlı’nın köhneliklerini tasfiye etmede zayıf kaldı. Bu zayıflıkta, o dönemin zihniyetine hâkim anayasacılık anlayışının belirleyici etkisi var.
Düşünün ki, devrimi yapan İttihat ve Terakki, iktidarı bile almaktan imtina etmişti. Bir uzlaşım programıyla Abdülhamid despotizminden çıkışın başarılabileceğini varsaydı; işte Tanzimat, Islahat reformlarıyla kurulamayan Osmanlı birliğinin parlamenter uzlaşıyla kurulabileceğini kabul etti. “İttihad-ı anasır” yani unsurların birliği deniyordu buna.
Bu yüzeysel uzlaşı beklentisi, anayasa ve millet üzerine dehşet verici bir entelektüel sığlıkla da karşı karşıya bırakıyor sizi. Müthiş belirsizlikler var, Kimdir bu birleştirilecek unsurlar, bireyler mi cemaatler mi? Gayrimüslim cemaatlerin birbiriyle orantısız hakları nasıl ayarlanacak, törpülenecekler mi, genişletilecekler mi? Müslümanlar hâkim millet mi olacak, bütün milletler eşit mi olacak? Gayrimüslimler askere alınacaklar ama alındıklarında dini inancına göre ayrı taburlarda mı olacaklar, olmayacaklarsa Müslüman askerler Hıristiyan komutanın emriyle ölüme gidecekler mi?
Bu kadar önemli soruların havada bırakılması sağlıklı bir tartışma ortamının olmaması ya da entelektüel sığlık mı? Nedir bunun nedeni?
Bu sorular 1908’e dek hiç tartışılmamış ve bunun nedeni Abdülhamid sansürü değil. Bu kadar kapsamlı bir program ve tartışmanın muhalefeti böleceği düşünülmüş: Bir Hamid’i devirelim, sonrasına parlamentoda bakarız denmiş.
33 yıllık Abdülhamid despotizmi, her biri düğüm olmuş bir sürü sorun bırakmış: Makedonya meselesi, Arnavutluk meselesi, kiliseler ve mektepler meselesi, imtiyazlar sorunu, yabancı müdahalesi, dış borçlar ve ekonomik gerilik. Düşünün ki, 1908’e gelindiğinde Rumeli’de Osmanlı’nın jandarma teşkilatları yabancı devlet uzmanlarınca kuruluyor. Abdülhamid, yalnızca toprak kaybetmekle kalmamış, Makedonya olarak anılan topraklarda Osmanlı egemenliğini neredeyse büyük devletlere devretmiş. 1908 yılına gelindiğinde Osmanlı orada egemen bir devlet değil, aktörlerden bir aktör. Zaten 1908’de genç subayların dağa çıkarak Abdülhamid’e ültimatom çekmelerine yol açan da buralarda Osmanlı egemenliğini tesis güdüsü.
Bütün bunlara karşın devrimcilerin elinde bir program yok. İttihat ve Terakki, mesela Bolşevikler gibi dümeni eline almak yerine parlamentarizmin kurucu gücüne inanıyor, geri planda tutuyor kendisini, kritik sorulara çok partili siyasal yaşam içinde yanıt bulunabileceğini varsayıyor ve 31 Mart’tan başlayarak da bu yanılsamanın sonuçlarıyla karşı karşıya kalıyor.
1908’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ını da küçümsemeyelim. Bulgar, Rum, Sırp, Türk bütün unsurların temsilcileri arasındaki tartışmalar, bir daha savaş sonrasındaki uluslararası konferanslarda bile bu kadar kapsamlı, derin yürütülmemiştir. Bütün taraflar kendi hukuk, politika, hatta tarih anlayışını uzun uzun sergiliyor, rakiplerininkilerle yukarıda saydığım sorunları bütün boyutlarıyla tartışıyordu; üstelik bıraktım padişahı, hiçbir parti lideri baskısı filan da olmadan. Hiç kuşkunuz olmasın, 1908-1910 meclisi, 1980 sonrası kurulan bütün TBMM’lerden çok daha meclisti, çok daha parlamentoydu.
Fakat sorunları çözmeye yetmedi bu demokratik ortam...
Parlamenter naiflik diyelim buna, söz konusu kördüğümlere çözüm olamadı. Bir noktadan sonra, özellikle 1909’dan sonra İskender’in kılıcı da gerekti. Tarık Zafer Tunaya, 1908’e büyük önem verir, büyük yapıtı Türkiye’de Siyasal Partiler’de bu dönemi Türk demokrasisinin beşiği olarak anlatır, ama küçük bir yerinde de değinmeden geçemez: Bu dönem idare-i örfiyye ile idare edilmiştir, olağanüstü hal yani. 1909’da İstanbul’da ilan edilen olağanüstü hal, 1923’e dek kısa kesintilerle devam eder. Taşralarda bir ilan edilip bir kaldırılan sıkıyönetimler de cabası. Başta Rumeli, Osmanlı bir isyanlar coğrafyası olmaktan çıkamamıştır.
Burada özellikle milliyetler sorununu çözebilmek için daha bütünlüklü, teorik, tarihsel derinliği olan bir program ortaya konması gerekiyordu. Oysa süreç İttihat ve Terakki’yi bile böldü. Gerek karşı devrimci güçler gerek eski sosyal sınıflar örgütlenmeye, soluk almaya başladılar, devrime destek vermiş ama aradığını bulamamış çeşitli milliyetlerin demokrat partileri çatışmacı konumlarına döndüler. Osmanlı parlamentosundaki karışıklıkları, sopalı seçimlere giden süreci saymayayım, 1911 yılında İtalya Trablusgarp’a saldırdığında, Osmanlı Rumelisi tam bir iç savaş ortamıydı. Arnavutluk isyanı sürüyor, Makedonya-Bulgar komitacıları yeniden silahlı eyleme dönüyordu. Osmanlı devletinin elinde güvenlik politikalarından başka araç kalmamıştı.
Şimdi bu iç konjonktürde, komşu Balkan devletlerinin birleşip saldırmasından daha beklenir ne olabilir? O dönem Bulgaristan basını “Anayasal rejim Makedonya sorununu çözemezse, bu iş başka türlü çözülecektir” diye açık açık yazıyor. Osmanlı da bunun bekliyordu zaten. Uzun süredir Osmanlı içindeki dindaş ya da soydaşlarını kendilerine bağlama hevesindeydiler, uygun bir ortam bulunca birleştiler. Bence bu ikincil önemdedir.
Dolayısıyla, Balkan Savaşı aslında Abdülhamid devrinin miras bıraktığı sorunların bir sonucudur. Anayasal rejimin buradaki rolü, bu sorunlar mirasını beklenen radikallikte ve kararlılıkta çözememiş olmasıdır. Sosyal, siyasal sorunlara hukukla çare bulmayı öneren parlamenter naiflik, 1913’ten itibaren İttihatçı tek parti rejimine yeterli gerekçeyi sunuyor.
Şevket Süreyya Aydemir ünlü otobiyografisi Suyu Arayan Adam’da Osmanlı’nın bir devlet ve zihniyet olarak birinci dünya savaşından da önce Balkan yenilgisiyle sona erdiğini söylüyor. Buna katılır mısın? Ne demek istiyor Aydemir?
Şu bakımdan katılırım: Eğitim sistemimizde yeterince anlatılmıyor, Balkan Savaşları çok büyük bir dönüşümün, hatta devrimin başlangıcı sayılabilir. Osmanlı 1912 Ekim ayında bir karanlık tünele giriyor ve bu tünelden 1923’te çıkabiliyor. Bu tünele topyekün savaş diyebiliriz. Yani cephe gerisinin de etkin biçimde katıldığı, bir toplumsal seferberlik tetikleyen, sosyal altüst oluşlar doğuran, toplumdaki ahlakı, aileyi, kadın erkek rollerini dahi değiştiren bir savaşı anlıyoruz topyekün derken. Balkan, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı bu anlamda bir bütün.
Şöyle de düşünün, bütün dünya topyekün savaşı Birinci Dünya Savaşı’nda yaşadı. Dört yılda imparatorluklar, başka gelişmiş Batı devletleri, din, ahlak tarumar oldu. Hep bu tür bir savaşın sonucu. Osmanlı ise böyle bir savaş sürecini dört yıl değil, on yıl yaşamış oluyor. Üstelik, gelişmiş Batı ülkelerine göre çok daha geri bir ekonomik güç, çok daha kırılgan bir siyasal, idari yapıyla. Tabii, her şey değişiyor, devlet, toplum, siyaset. Osmanlı’yla Cumhuriyet arasındaki kopuşta –ben kopuş olduğuna inanıyorum– Balkan Savaşı’nın yeri büyük.
Her şeyden önce, Osmanlı’nın ekonomik, kültürel merkezi, Avrupa’yla doğrudan bağı olan Rumeli elden çıkmıştır. Artık Anadolu ve pek de güvence vermeyen bir Arap coğrafyası elde var. Peki “Anadolu'da Türkiye yaşayacak mı yaşamayacak mı?” Johns Mool’un daha sonra formüle ettiği soru ilk bu dönemde gündemdedir. Bildiğimiz anlamda Osmanlı bitmiştir. Enver’in gözünde de Mustafa Kemal’in gözünde de “Rumeli’nin ihyası” mümkün değildir. Hatta istenir mi o da tartışmalı. Enver’e göre Anadolu yeterli değil, artık imparatorluk doğuya taşınmalıdır, Turan coğrafyasına. Mustafa Kemal, Fethi Okyar başka düşünüyorlar. Artık yeni bir tarih başlıyor, yeni sorular var.
İmparatorluğun başkenti İstanbul, Balkan yenilgisinin ardından kafileler halinde ve perişan şekilde buraya akan Türklerle doldu. Hastalık, açlık, sefalet… Bu buluşmanın ne tür sonuçlarından söz edebiliriz, hem gelenler hem de karşılayanlar açısından…
Son dönemlerde Balkan Savaşı’nın yarattığı acılar üzerine epey bir hatırat ve inceleme yayınlanıyor. Yunan ordusu girmeden saatler önce apar topar köyünden kaçıp sefalet ve ölüm içinde İstanbul’a kendini atan, ama koleradan 20.000 kişinin öldüğü bir kentle karşılaşan insanların yazgısı bu. Ama bu yazgının da politik bir enerji içerdiğine değineyim.
Şimdi, bu savaşın en doğrudan toplumsal sonucu, göç olmuştur. Bu, savaş sırasında düşman ordu ve komitacılarının saldırılarından kaçan sivillerin olduğu kadar resmi politikaların da beslediği bir dinamik.
Aslında nüfus mübadelesi denen acımasız uygulama, 1923’te değil, 1913’te, Balkan Savaşı’nın sonunda gündeme gelmiştir. Balkan Savaşı yeni bir toplumun ortaya çıktığı bir uğraktır derken en başta bunu kastediyorum. Osmanlı’daki kültür vesaire değil, nüfusun kendisi değişiyor. Fizik bir değişim bu.
Balkan Savaşı, artık Doğu Hıristiyanlığı ile Müslümanlığın bir arada yaşayamayacağı kabulünü sistemleştiriyor. Aslında savaş öncesinde, yerel düzeyde etnik-dinsel boğazlaşma eksik değil. Ege ve Güney Marmara’da Müslüman ile Rum ahali arasındaki çatışmalar, zaten Abdülhamid devrinden beri gelen kargaşaları daha da keskinleştirmiş. Buna bir de, mesela, Yunan orduları önünden kaçan o Müslümanların geldikleri İstanbul ve Anadolu’da Osmanlı Rumlarıyla karşılaşmalarını ekleyin, orada artık “Osmanlılık” kalır mı?
Tabii buradan bakınca bu Hıristiyan-Müslüman ayrımı da çok tutarlı bir çıkarım değil diyebilirsiniz, ne de olsa Ermeniler içinde Osmanlı’ya destek varken Müslüman Arnavutlar hiç de Osmanlı Birliği’nden yana tavır koymuyorlar ama işte topyekün savaş içindeki rejim açısından çok önemli değil bu. Yeni gelen öfkeli, militanlaşmış nüfus tercih edilir. O güne dek yerel tutulan etnik-dinsel nefret devletle bütünleşiyor bundan sonra. Tabandan tavana bir yükseliş var. Zafer Toprak, odağı Selanik olan İttihat ve Terakki ile Balkan Savaşı sonrası odağı İstanbul olan İttihat ve Terakki’nin ayrı tabanlar üzerinde yükseldiğine işaret eder ki izleyen yıllardaki şovenizmi anlamada çok açıklayıcıdır. Belirtmeden geçemeyiz: 1915 Ermeni katliamına giden yol bu aynı zamanda.
Peki kurtuluşa önderlik eden, yeni bir yol arayan, açan kadroların neredeyse tamamının İttihat ve Terakki içinden çıktığını düşünürsek Osmanlı entelektüelini nasıl etkiledi Balkan yenilgisi?
Şimdi, baktığınızda, Balkan Savaşı basit bir yenilgi değil. Altı yüz yıllık ata topraklarını iki ayda kaybediyorsunuz. Üstelik, daha düne kadar sizin tebaanız olan ülkelerin ordularına karşı. Özellikle çok iyi savaşan Bulgarlar, Balkanlar’ın köylüleri olarak küçümsenirken Aralık 1912’de ordularıyla payitaht kapılarına dayanmış. Bunun nedenini aradığınızda aslında şok bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz. On dokuzuncu yüzyılda Batı’dan geri kalmışlık meselesine kafa yoruyordunuz; Balkan Savaşları, daha dünkü tebaanızdan da geri kaldığınızı kanıtlıyor. Demek, şimdiye kadarki değişim derken hep oyalanılmış “idare-i maslahat” edilmiş; demek, gerçekten bir şeyleri değiştirmeli.
Osmanlı subayı bundan dersler çıkarmıştır tabii. Kazım Karabekir’in, Balkan Savaşı’nda kaçışan Osmanlı askerlerinin tersine, esir düşmüş bir Bulgar askerinin gösterdiği yiğitliğe bakarak “işte bize lazım olan şuur” yollu yazması, alınan dersin ne olduğunu gösteriyor.
Osmanlı düzeni, ulusu ya da “milli” olanı Balkan Savaşı’ndan sonra keşfediyor. Keşfediyor derken, entelektüel bir arayış olmaktan çıkarıp devlet politikalarında öne koyuyor. Tarihsel maddeci Parvus’un görüşlerine bu dönemde kulak kabartılıyor, Milli İktisat politikalarına bu dönemde geçiliyor.
Entelektüel ataletten böylece kurtuluyoruz. Üzerinde daha önce kafa yorulmamış konuları düşünme, ülkenin kaderini çizmede ekonomi-politiğe, sosyolojiye, felsefeye önem verme, gerçekçilik denen sinsi tembellikten sıyrılıp idealler, ütopyalar kurma ihtiyacı bu şekilde ortaya çıkıyor. Öğrenme yollarının en ilkelinden, musibetten öğreniyoruz. Balkan Savaşı bu musibet oluyor.
Halide Edip’in 1913’te yazdığı Yeni Turan, ahlaki bir ütopyadır. Osmanlı’nın kozmopolit kişiliğine karşı Yeni Turan’da simgelenen “milli” bir ahlak. Bu yeni bir ufuk, medeni bir kimlik, kesinlikle de anti-Hıristiyan bir kurgu değil. Türklük, başarılarıyla bu coğrafyada bir lokomotif olmalıdır diyor. Rus narodnikliğinden esinlenen Halkçılık bu dönemde çıkıyor. Köyü, Türkü, halkı keşfediyor, hatta kurguluyoruz. Balkan Savaşı ertesindeki şovenist, dinsel bir millilik yerine daha medeni bir kimlik arıyorlar. Arayışlarını on yıllık savaşın sonunda, cumhuriyette gerçekleştirebilecekler, ne kadar olabiliyorsa o kadar.
Balkan savaşı kaçınılmaz bir son muydu, böyle mi anlamalıyız?
Balkan Savaşı aslında tarihin ağırlığını bütünüyle üzerinizde hissettiğiniz bir konu. Önlenemeyen bir boğazlaşma, haklıyla haksızın ortadan kaybolduğu, henüz muhasebesi yapılmadan daha ağır bir savaşa sürüklenen bir kargaşa, bugüne dek toplumlar arası nefret uyandırılmak istendiğinde bir düğmeye basma kolaylığıyla harekete geçirilen nefret jeneratörü.
Bizdeki şovenizm ilk gıdasını Balkan Savaşı’nda Türk-Müslümanlara karşı mezalim anlatısından almış. En yolsuz iktidarlarımızın sıkıştıkça bu hamasete başvurmaları, bu hatıranın hâlâ kullanışlı olduğunu gösteriyor. Sanki Rum’uyla, Ermeni’siyle, Bulgar’ıyla ezel ebed düşmanız. Sanki Balkan boğazlaşması kaçınılmazmış, kadermiş gibi sunuluyor.
Oysa aslında daha buna gelinceye dek bu halkların birlikte yaşaması yolunda ciddi çabalar olmuş. Balkan sosyalistlerinin, bir dönem Osmanlı yöneticilerinin de dikkatini çeken Balkan federasyonu planları var. Balkan federasyonu düşüncesi İttihatçıların, hatta Hüseyin Hilmi Paşa gibi deneyimli yüksek bürokratların dikkatini çekiyor. Tartışıyorlar. Birinci Savaş bittiğinde, paylaşılan Makedonya’nın kurtarılması için yeniden Türklerle bir işbirliği gündeme geliyor. Bu mutlak sanılan düşmanlık yalnızca yüz yıllık bir ömre sahiptir ve aşılabilir. Savaşın hemen ertesinde “mezalimci” Bulgarlarla ittifak yapmamız bile bu hamasetin istenince hemen unutulabilir olduğuna kanıt.
Mustafa Kemal’in zihin dünyasının şekillenmesinde Balkan savaşlarının nasıl bir etkisi oldu? Kendi bu süreci nasıl tarif ediyor?
Balkan Savaşı ertesinde Bulgaristan’da askeri ataşe olan Mustafa Kemal’in Balkan Savaşı değerlendirmesini üzerinde düşünülmeye değer buluyorum. Diyor ki, birincisi, bu Türk ordusunun kaybettiği bir savaş değildir. Peki nedir? “Bir felakettir,” diyor. Osmanlı’daki eski zihniyetin çöküşüdür, diyor. Tepedeki bilgisiz komutanların, tam yetkiye iktidarda bulunan bazı kişilerin kifayetsizliğinin eseri olduğunu ekliyor. Tabii memleketi Selanik elden gitmiş ve asla olumlamasını bekleyemeyiz. Ama bir asker olarak savaşın iki yönlü olduğunu görüyor. Bir felaket, sanki bir doğa olayı. Bir doğal felaket gibi, eskiyi yıkan ve yeniyi doğuran bir yanı var. Kötü yapılmış bir binanın çökmesi bu. Bu, öyle ya da böyle maddeci bir yaklaşımdır, Trotskiy’e göre de Balkan Savaşı’nda köhne Osmanlı düzeni tasfiye olmuştur. Bu dinamiği görmedikçe, bu tarih sizi yutar, onun esiri olursunuz.
Mustafa Kemal anlaşılan farklı bakıyordu. Birincisi onda hiçbir hayıflanma görmeyiz, hatta Balkanlara ilişkin bir irredentizm de yoktur. Misak-ı Milli içinde yeni bir ülke kurulmuştur ve Türkler Anadolu’da yaşayacaktır, bu kadar.
Ama bir Balkanlara dönüş düşü var. Celal Bayar’ın gazeteci Hikmet Bil’e anlattığına göre, 1930’lu yıllarda Balkan Paktı sürecinde Mustafa Kemal şöyle diyordu, alıntılıyorum: “Osmanlı imparatorluğunun eski bünyesiyle ihyasına elbette ki imkân yoktur. Çünkü Balkanlı milletler artık istiklallerine kavuşmuşlardır. Bu sebeple teşkil edilecek Balkan Antantı zamanla iyi idare edilirse yerini belki bir Balkan Devletleri Federasyonu’na bırakabilir. Bu federasyonda devletler istiklallerini yine muhafaza ederler. Ancak dış temsilde ve orduları idaresinde bir teşriki mesai bahis mevzuu olabilir.” Mustafa Kemal, Balkan Savaşı’nın yükünü atmıştı, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Balkanları böyle düşlüyordu, kendisini de bu orduların başkomutanı olarak.
Balkan Savaşları’nı doğuran şovenizm bataklığından konuşan Yeni Osmanlıcı stratejistlerin değil, ilerici, eşitlikçi, maddeci politikacıların düşlediği ve erişebileceği bir ufuk bu. Hâlâ önümüzde duruyor kanımca.
VOLKAN ALGAN-SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder