soL "Köşebaşı + Gündem" -14 Haziran 2025-

 

Sol-Kemalistler -Aydemir Güler-

Karşı-devrimin iktidardan uzaklaştırdığı Kemalistlerin radikal Aydınlanmacılığa, tam bağımsızlıkçılığa ve sağlıklı biçimde emek eksenine sarılmaları rastlantı değildir.

Siyasette her kavram ve terim bir niyeti, yönelimi de ima eder. Sol-Kemalist sözcüğü, devrimci ve komünist harekette kullanıldığında, besbelli, kast edilen kesimle bir yakınlaşma beyanını içerir. Burada, Kemalizmin Türkiye’de bir devrim sürecini doruğa taşıyan tarihsel hareket olduğunun saptanmasının ve elbette olumlanmasının ötesinde bir pratik tutum olmalıdır. 

Elbette komünist ve devrimciler, pratik tutumla doğrudan bağlantısı kurulmamış bir nesnel “hak teslimi” ile de yetinebilirler. Tarihsel bir pozisyondur bu; devrimi daha ileriye, sosyalizme taşıma iradesini temsil eden sol, devrimci geleneği “tanımakta”, ona sahip çıkmaktadır. Ama mesele sadece bu olsa Kemalizmi kendi içinde tasnif etmeye gerek duyulmayacaktır. 

İş, tarihsel pozisyonu geçip pratik tutuma gelince devreye bir dizi, son derece karmaşık etken girer. Atatürk’ün liderliği altındaki yıllarda, Kemalizmin kendi dışındaki solla kurduğu ilişkinin niteliği bunlardan biridir. Örneğin 1925’de esasen gericiliğe karşı Takrir-i Sükûn ilan edildiğinde TKP de yeraltına geçmek zorunda kalmıştır. Hatta iktidarın uyguladığı basıncın ağırlığını kaldıramayan Parti 1927’de çatlayacak, “komünist partinin gereksiz olduğunu” savunan bir grup aydın Kemalizme iltihak edecekti… Bu koşullarda, Milli Mücadeleye, Cumhuriyet Devrimine sahip çıkmakta tereddüt etmeyen komünistlerin, güncel siyasette Kemalizme yakın durmalarını beklemek ne mümkündü, ne de öyle bir eğilim devrimi daha ileriye, sosyalizme taşıma iradesini üretebilirdi. 

Şöyle de diyebiliriz: Kemalist Devrim 1930’larda sürüyordu. Ancak komünistlerin varoluşlarını, sürmekte olan bu devrimin içinde eritmeleri, onları devrimci olmaktan çıkarırdı! 

Bunun zor bir denklem olduğu açıktır. Teorik olarak üç aşağı beş yukarı sağlıklı bir çerçeve kurulmuşsa da, buradan devrimci bir politik strateji türetilemedi. Verili iktidarın “iki yüzü” olduğunu esas almak, yani “iyi şeyler yaptığında desteklemek, olumsuzluklarına karşı çıkmak” diye burada özetleyebileceğimiz konumlanış, saçma veya yanlış değildir. Ama gerçek hayatta bir anlam taşıması, bir stratejiye evrilmesi için Partinin başta işçi sınıfı, yoksul köylüler ve aydınlar arasında dikkate alınır bir güce sahip olması gerekirdi. Aydınlar üstündeki etki yetmezdi, yetmedi. 

Kemalizmin solunun boşalmasının, daha doğrusu Kemalist merkezin solunu kendi eliyle boşaltmasının, Cumhuriyet Devriminin kimi yanlarının güdük kalmasında oynadığı rol tartışılmayı hak eden bir sorudur. Güçlü bir sol, devrimi aydınlanma, bağımsızlık ve halkçılık başlıklarında daha güçlü adımlar atması için besleyebilir, mülk sahibi sınıfların, emperyalizmle uzlaşma arayanların ve gericilerin basıncına bir karşı kuvvet oluşturabilirdi. Tarih dışı bir “keşke” bağlacına başvurmaksızın üstünde durmaya değer…

Daha sonraları, devrimi törpülemeyi veya eski düzeni restore etmeyi amaçlayan kanatlar iktidarda önem kazandıkça, TKP de “sol-Kemalist” arayışına çıkmıştır. 1940’larda ve 1960’larda, iki farklı dönemde, komünistler ve devrimciler, tarihsel mirası sahiplenmenin ötesinde, somut olarak pozitif rezonansa girecekleri, mümkünse ittifak kuracakları unsur aramışlardır. 

Bu yönelim, ana akımı artık belirleyemese de, iktidar mekanizmalarına sağlam biçimde tutunmaya devam eden Kemalizmin yeni ve devrimci bir kopuş yaşamasını öngörüyordu. Söz konusu öngörü gerçekçi çıkmadı. Sol-Kemalizm radikal bir kopuş eylemine dönüşmediği ölçüde, ona yakınlaşan devrimci ve komünistler kendilerini sağa kaymış halde buldular! 1960’ların devrimci Kemalistleri radikal bir halk hareketine değil, esas olarak devlet katında bir hesaplaşmaya yüzlerini dönmüşlerdi. 

Peki, 2020’lerde bir “déjà vu” mü yaşanmaktadır?

Bugün solda, Cumhuriyetçi bir ittifak perspektifini buradan eleştirmek kolay değil. Baş neden, Cumhuriyetçiliği yadsıyan bir solculuğun itibarının iki paralık olmasıdır. Solda AKP yandaşlığı bir kez daha tutmayacaktır. Üstelik Kürt siyasetinin emperyalizm ve gericilikle ilişkisini mazur göstermek, yakın geçmişe göre de zorlaşmıştır. Ayrıca Bahçeli-Öcalan süreci, mimarlarının arzuladığı hızda yürümemekte, dolayısıyla gelişmeler kamuoyunu bir oldubittiyle paralize edememektedir… 

Solda, yenilgiye uğrayan Cumhuriyeti ayağa kaldırmayı öngören bir direnişe değil, yıkımın sonrasına bakmayı tercih eden, bir anlamda bugün yaşanan karşıdevrimin tamamlanmasını bekleyen bir eğilim hayli yaygındır. Lakin bu kesimler tarihten de pek güç alabilecek konumda değillerdir. ’68 kuşağına mal edilen “Kemalist mirastan kopuş”, 1970’lerde silahlı mücadele stratejilerine bağlanmıştı. Kürt hareketinin geldiği noktada bu tükendi… 

Buraya kadarı Cumhuriyetçi ittifak perspektifine saldırmayı zorlaştıran, sola dair nedenler.

Ama asıl mesele Kemalizmin bir bütün olarak iktidardan, devletten tasfiye edilmiş olmasıdır. Yeni yüzyılın ilk on yılı bu tasfiyeye gösterilen dirence sahne oldu. Sonuç yenilgidir. Şimdi değil sol veya sosyalist, “sağ-Kemalistler” bile iktidara dışsal. Örnek olsun, “tasfiyeye direnç” sırasında rol üstlenen Perinçek hareketi AKP’lileşti… 

Bugün komünist hareketin sol-Kemalistlerle buluşabilmesinin maddi zemini bu yeni durumdur. Karşı-devrimin iktidardan uzaklaştırdığı Kemalistlerin radikal Aydınlanmacılığa, tam bağımsızlıkçılığa ve sağlıklı biçimde emek eksenine sarılmaları rastlantı değildir. Unutulduğu zannedilen Doğan Avcıoğlu’nun eserlerinin popülerleşmesinin nedeni de buradadır... 

Bu yeni bir durumdur. Var olan durumu muhafaza etmek ölümdür. Cumhuriyetçiliği güncellemek için ise devrimci bir kopuş şarttır. 

                                                      /././

Cumhuriyetçilerin Birliği için notlar(I): Cumhuriyet’e sınıflar açısından bakmak -Erhan Nalçacı-

Bu köşedeki bir yazı dizisi tarihimize bakışı ortaklaştırmaya dönük mütevazi bir katkıyı amaçlıyor. Sorular sorup yanıtlamaya çalışacağız.

Geçenlerde 24-25 Mayıs tarihlerinde toplanan Cumhuriyetçiler Kurultayı örselenmiş, adaletini yitirmiş ve çok boyutlu bir çürüme içindeki ülkemiz için bir umut ışığı oldu. 

Belki çok önemli kararlar alınmadı ancak farklı kökenden gelen, farklı yöntemler ve düşünce alışkanlıklarına sahip Cumhuriyetçiler arasında ülkenin ortak geleceğine sahip çıkma ve bunun için bakış açılarını ortaklaştırma iradesini ortaya koydu.

Bu irade sadece gazeteciler, yazarlar, aydınlar, siyasiler arasında değil, toplumun büyük kesimini oluşturan Cumhuriyetçi halk tabakalarına dönük bir ortak zihin egzersizine davetti. Soru asıl olarak şuydu: Cumhuriyet neden kaybedildi ve nasıl tekrar kazanabiliriz?

Önümüzdeki dönemde bu doğrultuda irili ufaklı yüzlerce toplantı yapılacak, ülkemizin başına neyin nasıl geldiği tartışılırken gelecek için ortak irade büyütülmeye çalışılacak.

Bu köşedeki bir yazı dizisi tarihimize bakışı ortaklaştırmaya dönük mütevazi bir katkıyı amaçlıyor. Sorular sorup yanıtlamaya çalışacağız.

Soru 1: 1923 Devrimi benzersiz ve kendine özgü müydü, yoksa burjuva devrimi karakterinde miydi?

1923 Devrimi muhakkak kendine özgü birçok yan barındırıyordu ama bütün devrimler zaten kendine özgü yanları içerir. Bu özgün olma hali ile her devrim birbirinden bağımsız olaylar olarak ele alınsaydı tarih bilimi diye bir şey ortada kalmazdı. Oysa tarihçinin bir görevi eğer tek tek olayları incelemekse diğer görevi de onların ortak yanlarına dayanarak genellemeler, soyutlamalar yapmasıdır. Bu soyutlamalar olmaksızın tarih üzerinde düşünme yeteneğimiz büyük ölçüde sığlaşmış olur.

Eğer bir ülkede egemen sınıf meşruiyetini toplumsal eşitsizliği mutlaklaştıran dinden aldığını iddia ediyor, toprak mülkiyetini köylüleriyle birlikte elinde bulunduruyorsa ve devrim kentlerde toplanan ve kendisini kralın/padişahın tebaası hissetmeyen sınıflarca yapılıyorsa burjuva devrimi soyutlaması ile adlandırılıyor. 

Bir devrimin burjuva niteliğini alması için, tanrısal olarak eşitsiz olan toplum bireylerinin yasa önünde eşitliğini, yasama, yürütme ve yargının dinden bağımsızlaşmasını, feodal ayrıcalıklarla parçalanmış coğrafyada kapitalist bir ulus devlet inşasını ve soyluların değil, halkın egemenliğini programına yazmış olması gerekir.

1640 İngiliz Devrimi, 1776 Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrimi, 1871 Alman Devrimi, 1905 Rus Devrimi hep bu karakterdedir. Türkiye’de 1923 ilk burjuva devrimi değil, süreklilik ve kopuş ilişkisi içinde 1908 Devrimi'ni takip etmiştir.

1923 çok daha ileridedir 1908’e göre, çünkü çürümüş bir İmparatorluğu ayağa dikmeye çalışmak yerine Osmanlı Devleti’ni yıkarak Cumhuriyet’i kurma iradesi göstermiştir.

Ayrıca 1923 Devrimi'nin çok büyük bir avantajı vardır, İttihat ve Terakki kendisini emperyalist devletler arasında bir dengeye yerleştirirken Mustafa Kemal ve arkadaşları emperyalizme karşı sırtlarını yaslayabilecekleri 1917 Ekim Devrimi'nin desteğini arkalarına almıştır.   

İşçi sınıfını iktidara taşıyan Ekim Devrimi'nin desteği 1923’ün burjuva devrimi karakterini değiştirmemiştir, tarihsel bir anda emperyalist projelere ve kuşatmaya karşı geçici bir ittifak söz konusu olmuştur ancak 1923’ün ayakta kalması ve ilerici bir tarihsel rol oynamasına katkısı olmuştur bu ittifak ilişkisinin.

Soru 2: Mustafa Kemal ve arkadaşları burjuva mıydı?

Bu soru en çok kafa karıştıran sorulardan biridir. Bir de burjuvazi devrimciliğini çoktan yitirdiği ve gerici, asalak bir sınıf haline geldiği için bütün dünyada, duygusal olarak bugün burjuvalık devrimcilere yakıştırılamamaktadır. 

O dönemde reaya köylüsü olmayıp kentlerde eğitim görerek bir ücret karşılığı çalışarak feodalizmden görece bağımsızlaşmış herkes bir yerde geniş anlamıyla burjuva olarak kabul edilebilir. Örneğin, Talat Paşa posta memuruydu, Mustafa Kemal subay. Feodal bir sığınmaya dayanarak değil maaş alarak görece bağımsız bir yaşam sürüyorlardı. Örneğin, Fransız Devrimi'nin asla satın alınamayan devrimcisi Avukat Robespierre bugün anladığımız anlamda burjuva mıydı?

Yukarıdaki tartışma belki su kaldırabilir ancak asıl bakmamız gereken yer devrimcilerin nasıl bir siyasi programa bağlı olduklarıdır, onlara sınıf karakterini kazandıracak olan bu program olacaktır.

Eğer yasa önünde eşitlik istiyorsanız ve toplumsal eşitsizliğin kaynağındaki dinsel uygulamalara karşı laikseniz, soyluların egemenliğine karşı bir halk egemenliğini savunuyorsanız burjuva devrimcisisiniz demektir, eğer bunun üzerine mülkiyette eşitliği savunuyorsanız işçi sınıfı devrimcisi.

İttihat ve Terakki ve Kemalistlerin bu anlamda çok farklı siyasi atmosferlerde devinmelerine rağmen ortak bir programları olduğu söylenebilir: Bu program Türk ve Müslüman kesimlerden devlet desteği ile burjuvaziyi yaratmak diye özetlenebilir. Bu politikayı İttihat ve Terakki Osmanlı'nın içine düştüğü durumdan kurtarmak için Kemalistler bağımsız bir ulus inşası için uygulamışlardır.

Burjuvaziyi desteklemek için kurulan bankalar, ticaret kanunları, yabancı sanayi ürünlerinden yerli malı üretimini koruma, 1 Mayıs emekçi bayramının yıllarca yasaklanması, sonra Bahar Bayramı olarak kabul edilmesi... Bu köşe yazısında temel yöntem sorunlarını ele alacağız, yoksa çok veri var tarihte.

Soru 3: 1923’te Türkiye’de burjuvazi var mıydı?

Diğer çok kafa karıştıran soru ise Osmanlı'nın son döneminde burjuvazinin varlığının soruşturulmasıdır. “Yoktu” diyenler var, dolayısıyla burjuva devrimi değil, tamamen özgün, kendinde bir devrim tanımlanmak için kullanılıyor bu soru ve yok yanıtı.

Oysa felsefede “yok” kategorisi çok dikkatle kullanılmayı gerektirir. Bugünkü burjuvaziyi arıyorsanız bulamazsınız tabii ki. Ancak feodal koşullarda iki şekilde sermaye birikimi sağlanır, ya karasal ticaret yolları üzerinde, ya da ticaretin çok daha kolay olduğu liman kentlerinde. Osmanlı'da Balkanların limanı olan Selanik’te, Ege’nin limanları olan İzmir ve Ayvalık’ta, tabii ki İstanbul’da, Suriye’nin limanı olan Beyrut’ta vb. bir sermaye birikimi kaçınılmaz olarak gerçekleşmiştir. Devrimcilerin Balkanlardan ve Selanik’ten çıkması tesadüf değildir.

1919’a gelindiğinde Türkiye’de 60 kadar fabrika denilebilecek tesis olduğu belirtiliyor. Maden işletmecileri ve her boydan tüccar buna ilave edilmelidir. Burjuvazi tabii ki kuvvetli bir sınıf değildir ama burjuva devriminin öncülerinin dayanacağı kadar toplumsal bir yer tutmuştur. 1923 İktisat Kongresi’nin esas sınıfıdır örneğin.

                                                               /././

Cumhuriyetçilerin birliği için notlar(II): Yeni bir Cumhuriyet mi?-Erhan Nalçacı-

Günümüz Cumhuriyetçileri eğer Cumhuriyeti ayağa dikmek istiyorlarsa yurttaşlık haklarını yitirmiş ve emek gücünden başka dayanağı olmayan ülkemiz emekçi sınıf ve katmanlarına gözlerini çevirmek zorunda.

Geçen haftaki yazıda 24-25 Mayıs’ta gerçekleşen Cumhuriyet Kurultayı sonrası Cumhuriyetçilerin birliği için yaptığımız zihin egzersizlerine bıraktığımız yerden devam edelim.

Cumhuriyetçiler Kurultayı sonuçta bir hafta sonu gibi çok kısa bir zaman diliminde toplandı, ancak Kurultay öncesi farklı kesimlerin birbirlerini anlamak için yaptığı görüşmeler kapsamlı ve yoğun bir sürece yayıldı. Bundan sonra çok daha fazla yoğunlaşarak ilerleyecek.

Bu görüşmeler esnasında eğer “Yeni bir Cumhuriyet’e gereksinim var” gibi bir ifade kullanılırsa bazı dostlarımızın şiddetli bir tepki verdiği görüldü. Belki İkinci Cumhuriyetçilerin geride bıraktığı travma, belki ne kadar bozulmuş da olsa eldekini kaybetme korkusu, belki bir miktar muhafazakarlık… “Yeni bir Cumhuriyet değil, fabrika ayarlarına dönmek istiyoruz” söylemi kulaklarda kaldı.

Bu hafta geçen haftaki üç soruya bir üç soru daha ekleyerek bu konuyu irdelemeye çalışalım:

Soru 4: İkinci Cumhuriyetçiler ne yapmaya çalıştılar?

Yeni bir Cumhuriyet fikrini İkinci Cumhuriyet önerisine benzeterek dehşete kapılan dostlarımızı anlayışla karşılıyoruz, çünkü halkımız son 35 yıl içinde ağır bir ideolojik saldırı altında kaldı. Bazı akademisyen, gazeteci ve yazarlar tarafından ileri süren tezler aklını sermaye sınıfına satmış liberallerin arkalarına bir gücü aldıklarında ne kadar etkili olabileceklerini gösterdi.

İkinci Cumhuriyetçiler çok kısaca Türkiye tarihine ilişkin tezler geliştirirken tarihten sınıfsal dinamikleri el çabukluğu ile süpürmeye çalıştılar ve sınıflar üstü askeri-bürokratik merkezin tarihe yayılan bir “vesayet rejimi” yarattığını ileri sürdüler. Böyle bakınca 1908 ve 1923 Devrimleri bir devrim değil, birer darbeydiler. 1908 ve 1923 Cumhuriyet Devrimi 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri ile eşitleniyordu. Nerden kökenlendiği belirsiz darbeci asker ve bürokratlar dini inançlarını sürdürmek isteyen halka karşı zorla laikliği dayatıyor, toplumun gelişmesinin ve özgürlüğünün üstünde sürekli kılıç sallıyorlardı.

Bu sefil numaraya ideolojik olarak karşı koyamazsanız o zaman AKP’nin temsil ettiği “İleri Demokrasi Rejimine” razı olmak zorunda kalıyordunuz. Ayrıca eğer tarihte Osmanlıdan devrimci bir kopuş gerçekleşmediyse Osmanlı seviciliği bu alçaklar sürüsünün diğer bir ideolojik rengi olarak topluma çalınıyordu.

Hem Batı emperyalizmi hem Türkiye sermayesi tarafından desteklenen, sırf etkisini güçlendirmek için Taraf gazetesi gibi medya ortamları yaratılan bu ideolojik saldırının panzehri geçen hafta ele aldığımız Cumhuriyet’e sınıfsal yaklaşımdan geçiyor.

Burjuvazinin Hanedana ve emperyalist bağımlılığa karşı devrime ihtiyacı vardı, 1908 ve 1923 devrimcileri askeri-bürokratik bir diktatörlük için değil, Cumhuriyet’i bir devrimle kurmak için hareket etmişlerdi.

Sermaye sınıfının Cumhuriyet tarihi boyunca ihtiyaçları değişti, farklı sermaye birikim dönemleri, farklı sınıfsal korkular, farklı uluslararası bağdaşıklıklar… Muhakkak dinamik bir süreçten bahsediyoruz, Türkiye işçi sınıfının kendi karakterinde ortaya çıkışı, emperyalist dünyanın gereksinimleri ve sosyalist devletlerin stratejileri hepsi şu veya bu şekilde belirleyici oldu. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sınıfsız bir askeri-bürokratik vesayet rejiminin değil, sermaye sınıfının emekçi sınıflardan korkusu ve emperyalist düzenle bütünleşme ihtiyacından kaynaklandı. İkinci Cumhuriyetçiler sermayenin önünde ulusal düzlemde hiçbir engel bırakmamaya ve bütün kamu mallarını yağmalamaya soyunmuş bir sınıfın uşaklarıydı.

Zaten sonuçta 1923 Cumhuriyeti yıkıldı ama yerine bir başka Cumhuriyet kurulamadı. Gördüğümüz şu anda geriye sadece bir sermaye diktatörlüğü rejiminin kaldığıdır.

Soru 5: 1923 Cumhuriyeti kaybedildi mi gerçekten?

Yeniden bir Cumhuriyet inşası fikri için eldekinin kaybedilip kaybedilmediği önemli gerçekten, öte yandan zor bir yöntem sorunuyla karşı karşıya kaldığımız doğru.

Biçimsel olarak Cumhuriyet duruyor sanki. Bütün Cumhuriyetçilerin kabulü olan Lozan Anlaşması’nın tanıdığı ulusal sınırlar her ne kadar Kuzey Suriye’de olduğu gibi fiili olarak değişiklikler gösterse de korunuyor bugün. Anayasanın değiştirilmesi teklif edilemeyen maddeleri henüz duruyor. Hepimizin kritik önemde bulduğu ve Boğazlar üzerinde ulusal egemenliği garantileyen Montrö Anlaşması uygulanıyor. Bu liste uzatılabilir. 

Ancak öze bakınca 1923’ü kaybettiğimizi görüyoruz. 

Cumhuriyet’e karakterini veren Devrim Yasaları fiilen ortadan kaldırıldı. Ülke sermayeleşmiş tarikatların eline kaldı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın her geçen gün artan yetkileri eğitim başta olmak üzere bütün kurumlar üzerinde dini bir hegemonya yarattı. Laiklik ilkesi olmayan bir Cumhuriyet olabilir mi?

Ya yasa önünde eşitlik? Hani hanedana karşı kazanılan mücadelenin en önemli ilkesi olan yurttaşlık? Sermaye sınıfının açgözlülüğü hemen hemen bütün kamu mallarının, teknik tabirle bütün üretim araç ve nesnelerinin küçük bir azınlığın eline geçmesine neden oldu. 

Nasıl bütün ülke Padişahın mülküyse ve tüm ülke sakinleri tebaasıysa yeniden başa sardık, yeni bir aristokratik sınıf olarak tekelci sermaye ve onun tebaası olan yurttaşlığı elinden alınmış emekçi yığınlar. 

Otoriter bir rejim AKP’lilerin kişilik özelliklerinden değil, son 25 yılda yaratılan yağmaya dayalı sermaye birikim rejiminden kaynaklanıyor.

Parlamentonun bir aksesuara dönmesi, seçilenlerin çeşitli hilelerle görevlerinden alınması ve seçme/seçilme hakkının anlamsızlaşması, sendikalı olmanın fiilen yasaklanması… 

Yasama, yürütme ve yargının sermayenin elinde birleşmesi.

Dış politikanın barışçı ve diğer ülkelerde gözü olmayan Cumhuriyet ilkesinin yerine emperyalist dengelerde yayılmacılığın öne çıkması.

Yeni bir Cumhuriyet derken şu anki sermaye diktatörlüğü yerine Cumhuriyet’i kurmak kast ediliyor.

Ancak şunu dostlarımız söyleyebilir, 1923 Cumhuriyeti düzen unsurlarınca onarılabilir, yani fabrika ayarlarına dönebilir.

O zaman sınıflar üstünden tarihi bir kez daha anlamaya çalışalım.

Soru 6: Cumhuriyeti kurucu sınıf ve yıkıcı sınıf aynı mıydı?

Eğer 1923’ün bir burjuva devrimi niteliğinde olduğunu kabul ettiysek ve arada burjuvazinin egemenliğini sonlandıracak bir eylem olmadıysa, o zaman devrimci ve kurucu sınıf ile karşı-devrimci ve yıkıcı sınıfın aynı sınıf olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Ancak zorluk burada başlıyor, hem aynı hem değil.

Her şey sürekli değişir ve devrimci olan sınıf süreç içinde gericileşiyor.

Neyse ki karşılaştırmalı tarih yardımımıza yetişiyor. Kurucu sınıfın gericileşmesi Türkiye tarihine özgü değil, burjuvazi iktidara geldiği her ülkede zaman içinde kendisi çürürken ülkesini de çürütüyor.

Bu sınıfa yaslanarak fabrika ayarları yapılamaz. Nasıl aynı nehirde iki kez yıkanılamazsa bir tarihsel süreçte iki kez aynı şekilde mücadele edilemez.

Bugün Türkiye tekelci sermayesi tüm düzen kurumları, tüm düzen partileri ve kendisine bağlı tüm sömürücü sınıflarla birlikte gericileşmiştir.

Günümüz Cumhuriyetçileri eğer Cumhuriyeti ayağa dikmek istiyorlarsa yurttaşlık haklarını yitirmiş ve emek gücünden başka dayanağı olmayan ülkemiz emekçi sınıf ve katmanlarına gözlerini çevirmek zorunda.

                                                              /././

İran'a saldırının Trump için anlamı: 'Piyasa için harika olacak'

İsrail dün sabah İran'a dönük yaygın hava saldırıları yaparken, ABD Başkanı Trump bu saldırıları "piyasalar" açısından değerlendirdi ve açıdan saldırıyı "harika" olarak gördü.(https://haber.sol.org.tr/haber/irana-saldirinin-trump-icin-anlami-piyasa-icin-harika-olacak-399035)

                                                         ***

Okuyan'dan İsrail saldırılarını meşrulaştırmaya çalışanlara: 'İnsanlıktan uzaklaşma doğrultusunda epey yol kat ettiniz'-soL-

İsrail'in saldırılarının meşru gösterilmeye çalışılmasına tepki gösteren TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, söz konusu kişilerin "insanlıktan uzaklaşma doğrultusunda epey bir yol kat ettiğini" vurguladı.

İsrail'in İran'a başlattığı savaş ikinci gününde nükleer tesislerin hedef alınmaya devam etmesiyle sürüyor.

Her iki başkente de füzeler düşerken, televizyonlarda şimdiden İran'ı suçlayan yorumlar yapılmaya başlandı. İsrail'in savaş suçları görmezden gelinirken "yorumcuların" bir kısmı daha da ileri giderek İran'a yapılan saldırıları meşrulaştırıyor.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan da İsrail'in saldırılarının meşru gösterilmeye çalışılmasını sosyal medya hesabından eleştirdi.

Okuyan, benzer görüşlerin pek çok düşünceyle temellendirilmeye çalışıldığına dikkat çekerek, söz konusu kişilerin "insanlıktan uzaklaşma doğrultusunda epey bir yol kat ettiğini" vurguladı.

Okuyan'ın paylaşımı şöyle:

"İsrail’in ABD ve diğer (açık ya da utangaç) müttefiklerinin yardımıyla gerçekleştirdiği saldırıyı İran’daki mollalar rejiminin suçları ile mazur göstermeye çalışanlar…

İsrail Devleti’nin bilimi, aklı, demokrasiyi, medeniyeti temsil ettiği saçmalığını yaymak için her fırsatı değerlendirenler…

Ekonomik yaptırımlarla nefes alamaz hale getirilmiş İran’ı, komşularının neredeyse tamamının bir biçimde işbirliği yaptığı bir düşmandan her darbe yediğinde alay konusu yapanlar…

İsrail saldırganlığına yanıt veren Filistinlilerin ya da İran’ın direncini değersizleştirip İsrail’e düşen füzelerin 'teneke' olduğunu kanıtlamak için saatlerce uğraştıktan sonra hüsrana uğrayıp sessizliğe gömülenler…

İçinizde seküleri var, İslamcısı var, Türkçüsü var, Kürtçüsü var, sosyal demokratı var, 'devrimcisi' var, çeşit çeşitsiniz ama dün siyasi tercihlerinizden bağımsız olarak, insanlıktan uzaklaşma doğrultusunda epey bir yol kat ettiğinizi bilin."

                                                         ***

1. Anti-Siyonist Yahudi Kongresi bugün başladı: 'Enternasyonalist, anti-emperyalist hareket olarak yeniden konumlanmalıyız'-Erdal Topparmak-

Filistin halkının yanında olduklarını ilan eden Siyonizm karşıtı Yahudilerin 1. Dünya Anti-Siyonist Kongresi bugün başladı. Viyana'da düzenlenen kongre iki gün sürecek.

Filistin topraklarını işgal eden ve Gazze'de soykırım politikalarına imza atan İsrail, Ortadoğu'daki saldırganlığını daha da genişletti ve İran'a kapsamlı saldırılar başlattı.

İsrail'in bölgedeki saldırganlığı sürerken, dünya genelindeki Siyonizm karşıtı Yahudilerin düzenlediği 1. Dünya Anti-Siyonist Kongresi bugün Avusturya başkenti Viyana'da başladı.

Filistin halkının yanında olduklarını ilan eden Siyonizm karşıtı Yahudiler, bu kongreyle uzun zamandır Siyonizm'e karşı sürdürdüğü mücadelenin geleneğini yaşatmayı ve dünyaya duyurmayı, direnen farklı anti-Siyonist kesimleri bir araya getirmeyi amaçlıyor.

Siyonist hesaplar kongreyi hedef aldı

Katılımcıların ve programın açıklandığı andan itibaren, Siyonist trollerin anti-Siyonist Yahudilere yönelik “Kapos1, “hain”, “keşke Hitler sizin kökünüzü kurutsaydı” gibi Nazileri aratmayan yorumları sosyal medyayı doldurmaya başladı. 

Kongre programı

Bugün Dalia Sarig, Samy Ayad ve Ronnie Barkan’ın konuşmaları ve Roger Waters’ın video mesajıyla başlayan Kongre, Gazze'deki El Avda Hastanesi başhekimi Dr. Muhammed Salha'nın konuşmasıyla devam edecek. 

Sonrasında Ilan Pappe, Ghada Karmi, Yakov Rabkin, Danny Gluckstein gibi tanınmış anti-Siyonist Yahudi aydınların katkı sunacağı kongrede, ayrıca, Siyonist devletin ırkçı yapısı nedeniyle, yıllar boyunca Arap ülkelerinden gelen Yahudilere karşı uyguladığı ayrımcılığa dikkat çekilecek, barış içinde yaşam için çözüm önerileri, emperyalizm ve Siyonizme karşı birlik gibi konular ele alınacak. Kongre'nin son günündeyse Avrupa’daki sol hareketlerden katılımcılara ve atölyelere yer verilecek. 

Kongre, YouTube kanalından canlı yayınlanıyor: 

(https://youtu.be/bO9uSQm-tic)

'Yerleşimci sömürgecilik anti-faşist bir eylem olarak satıldı'

1. Dünya Anti-Siyonist Kongresi, siyasal Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl’in doğum yeri olan Viyana’da toplanmış olması açısından özellikle anlamlı bir girişim. Kongrenin resmi sitesinde (**) yer alan “Faşizm Karşıtlığı Siyonizm Karşıtlığıdır” yazısında anti-faşist maskesi altında liberal hareketlerin İsrail sömürgeciliğini ve emperyalizmi nasıl akladığı detaylandırılıyor ve kongrenin amacı açıklanıyor; 

İsrail'in meşrulaştırılmasının temel unsurlarından biri anti-faşizmin yeniden yorumlanmasıdır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa’yı faşizmden arındırma ile ilgilenmek ve Avrupa'daki Yahudiler için eşit ve güvenli bir yaşamı garantilemek yerine, Avrupa ülkeleri, Yahudiler için tek güvenli ve meşru sığınak olarak sunulan İsrail'i desteklediler. Bu kapsamda “yerleşimci sömürgecilik” anti-faşist bir eylem olarak satıldı.. Filistinlilerin işgale, apartheid'e, sürgüne ve soykırıma karşı direnişi İsrail ve destekçileri tarafından Nazi terörüne benzetiliyor ve böylece soykırım meşrulaştırılıyor. Anti-faşizmin evrensel mesajı, yani her türlü emperyalizme, ırkçılığa ve baskıya karşı durmak, eşitlik ve demokrasi için mücadele etmek, Siyonizm'in ırkçı, sömürgeci, etnik-milliyetçi projesini meşrulaştırmak için kullanılmıştır ve kullanılmaya devam etmektedir. Bugün, anti-faşizmin bu şekilde sahiplenilmesi, Batı ülkelerinin yöneticilerinin, sağcı ve sol-liberal otoriter hareketlerin kendilerini ‘anti-faşist’ olarak satmalarına olanak sağlıyor. İsrail ile dayanışmaları bunu resmen garanti ediyor. İddia edilen ‘anti-semitizm ve faşizme karşı mücadele’ bahanesiyle muhalif güçlere karşı harekete geçiyorlar ve yeni düşman imgeleri yaratıyorlar.
    
Anti-faşizm ve iddia edilen 'sağa karşı mücadele' böylece sadece İsrail soykırımı için değil, aynı zamanda genel olarak temel hakları baltalamak için de kullanılıyor. Kamusal gösteriler yasaklanıyor, üniversite kampları boşaltılıyor, siyasi sloganlar suç sayılıyor, hesaplar engelleniyor. Bu sadece Avusturya'da değil, dünya çapında gerçekleşiyor. Bu nedenle görevimiz ve kongrenin hedefi, anti-faşizmi, Batılı devletlerin İsrail'e desteğinde ve insan hakları aktivistlerinin bastırılmasında kendini gösteren sapkınlığına karşı enternasyonalist, anti-emperyalist, anti-ırkçı bir hareket olarak yeniden konumlandırmaktır.

1Kapos: Nazi kamplarında yahudileri yönetmekle yükümlü, yahudiler içinden seçilmiş Nazi işbirlikçilerine verilen ad.

                                                           /././

Bir İsrail silahı olarak Palantir: Emperyalizmin özel istihbarat şirketi -Ogün Eratalay-

Gazze, Suriye, İran... Elbette bütün bu saldırılar ulusal istihbarat kurumları eliyle planlanıp yürürlüğe konuyor. Ancak burada öne çıkan bir firma, perde arkasında yaptıklarıyla 'övgüyü' hak ediyor. O firmanın adı Palantir.

Emperyalizm ülkemizin de bulunduğu bölgede kanlı oyunlarına devam ediyor. Yanı başımızda Gazze’de soykırım sürüyor, Suriye’de cihatçılar iktidarda. Bunun ötesinde daha bir kaç gün önce nükleer pazarlık masasına oturdukları İran’ı büyük ve kanlı bir saldırı silsilesiyle sakatlama girişiminde bulundular. Elbette bütün bu saldırılar ulusal istihbarat kurumları eliyle planlanıp yürürlüğe konuyor. Ancak burada öne çıkan bir firma, perde arkasında yaptıklarıyla “övgüyü” hak ediyor. O firmanın adı Palantir.

Palantir nedir?

Şirketin ismi John Tolkien adlı fantastik kurgu eserleriyle tanınan İngiliz yazarın kurgusal Orta Dünya evrenindeki bir taşın adı. Bu edebiyata merak duyan 1967 doğumlu girişimci patron Peter Thiel’in kurduğu pek çok şirkete bu türlü isim verdiği görülüyor. Frankfurt doğumlu olan Peter, ailesinin aldığı kararla ABD’ye göçmesiyle beraber 10 yaşına kadar çok çeşitli okullarda okur. Babasının işi nedeniyle o dönemde ırkçı Güney Afrika rejimi denetimi altındaki Namibya’da Nazilerin yüceltildiği bir kültürde büyür. Aile ABD’ye döndüğünde Ayn Rand okuyarak kazandığı liberal düşüncelerine o dönemde iktidarda olan Ronald Reagan’ın komünizm karşıtlığı eklenir. Çok zeki olmasının dışında varlıklı ailesi sayesinde Stanford gibi bir okulda okuma şansı bulduktan sonra ilk sermayesini internetin ilk dönemlerinde kapattığı alan adlarından yapar. Thiel ortaklarıyla beraber kurduğu PayPal yazılımıyla erken dönem kredi kart kullanımı sırasında dijital cüzdan uygulamasını geliştirir. Sonrasında kendisinden bekleneceği üzere hedge fonları üzerine çalışacak Clarium Capital adlı firmayla işlerini büyütür. 2003 yılında Stephen Cohen, Joe Londale ve Alex Karp ile beraber Palantir Teknoloji firmasını kurar. Merkezi Denver’da olan bu kuruluş NASDAQ borsasına açık bir firma haline gelmiştir.

Palantir’in kuruluşu ABD’ye yönelik düzenlenen 11 Eylül Saldırılarının hemen ardına denk gelmektedir. Thiel bir dönem yaptığı açıklamada ABD’nin gündeminin artık daha az kişisel özgürlük pahasına daha yüksek güvenlik mi, yoksa güvenlikten taviz vererek daha çok kişisel özgürlük mü olduğunu belirtmiştir. Bu soruya verdiği cevap aşikar olan Thiel’in kurucusu olduğu Palantir’in esas odaklandığı alan devlet istihbarat kuruluşlarının elindeki bilgiler sayesinde veri analizi (İngilizcesi Data mining) yapmak olarak tanımlanabilir. Elbette şirketin ilk fon destekçisinin CIA’nin sermaye desteği sağlamak için kurduğu ara kurum olan In-Q-Tel olması dikkat çekici. In-Q-Tel desteğiyle beraber firma veri ortaklaştırma, veri tahmini, kestirimde bulunma ve güvenli haberleşme konularında da alanlara da dahil olmuştur.

         Greenwald kendisiyle ilgili yazılan gizli yazışmayı ifşa ediyor

İlk kez bu ismi nerede duyduk?

Bugün değeri milyar dolarlarla ifade edilen firmanın kamuoyuna açıklanan müşterileri arasında ABD Savunma Bakanlığı dışında bu ülkedeki tüm istihbarat birimleri (Deniz Kuvvetleri İstihbarat birimlerinden CIA’ye, Ulusal Uzay İstihbarat Merkezinden Ulusal Güvenlik Ajansı NSA’e kadar tüm birimler) dışında Morgan Stanley, Merck, Airbus ve Fiat Chrysler gibi şirketler mevcut.

Ancak firmanın adının ilk kez duyulması 2010 yılında oluyor. Bu yıl ortaya çıkan Wikileaks ifşaatında adı geçen Bank of America, ortaya çıkan skandalı örtbas edebilmek adına aralarında Palantir’in de bulunduğu firmalardan danışmanlık alıyor. Bu süreç sırasındaki yazışmalar 2011 yılında Anonymous tarafından ifşa edilince sırlar ortalığa saçılıyor.

Buna göre yapılan analizde konunun örtbas edilmesi için yalan haberler üretilmesi ve Wikileaks’i destekleyen başta Glenn Greenwald gibi yazarların verdiği desteğin “sekteye uğratılması” yer alıyor. “Sekteye uğratmak” denilince akla nelerin gelebileceğini düşünmek zor değil, kara listeye almak, iletişimini yasadışı şekilde dinleyip açık aramak, gizli kamera görüntüleri peşinde koşmak ve gerekirse daha ciddi adımlar atmak. Olay bu seviyede ifşa olunca Palantir yöneticisi Alex Karp, Greenwald’den özür dilese de bu sürece dahil olmadıkları yönünde bir yalanlama vb. gelmedi doğal olarak.

Palantir’in 'müşterilerine' sağladığı 'hizmetler'

Palantir’in verdiği hizmetler dört ana proje ekseninde yürütülüyor. Palantir Gotham askeri istihbarat, anti-terör uygulamalarını içeriyor. Palantir Foundry daha çok imalat sektörüne odaklanıyor. Palantir Apollo, farklı veri havuzlarındaki verilerin entegrasyonunu sağlarken Palantir AIP yapay zeka destekli otomasyon üzerinde çalışıyor.

Yaklaşım farkının değişiminin kaynakları

Palantir ve onun gibi özel istihbarat şirketleri bugün emperyalizm tarafından Ukrayna’da, Yemen’de, Gazze’de kullanılıyor. Her türlü gerçek zamanlı uydu görüntüsünün cephe hattından iletilen bilgilerle bütünleştirilmesi esas alınıyor. Buna göre askeri harekât planları yapılıyor, coğrafi eşgüdüm sağlanarak olası askeri manevralar tahmin ediliyor.

Bunun en uç uygulamalarını İsrail Ordusunun Gazze’de Hamas üyelerine karşı düzenlediğini iddia ettiği suikast saldırılarında görmüştük. Hatırlanacağı gibi bölgeden gelen tüm cep telefon ve diğer iletişim bilgileri, cepheden teyit olmaksızın yapay zeka yardımıyla olasılık hesabı üzerine saldırıya karar verecek şekilde ilerliyordu. İsrail Genelkurmayının büyük başarı olarak lanse ettiği uygulamalarla sivil kayıplar görmezden gelinerek koca koca binalar bir olasılık hesabına göre bombalanıyordu.

Firmanın “hizmetleri” bununla da kalmıyor. Firma daha ilk adımda farklı devlet istihbarat birimlerinin veri havuzlarını birleştirip ortak erişim sağlayarak çok önemli bir adım atmış oldu. Buradan devamla devlet kurumlarının elde ettiği tüm cep telefonu sinyal bilgileri, kredi kartı bilgileri, internet erişimi, içerik indirme trafiğine de sahip. Bunun dışında tüm hastanelerdeki sağlık verileri, tüm sınır kapılarındaki ve havalimanlarından alınan veriler, yüz tanıma sistemleri verileri firmanın yazılımı sayesinde incelenebiliyor. Dolayısıyla ABD içinde “tehlikeli” görülen unsurlar her türlü veri trafiğine göre incelenip fişleniyor, terörizmi önleyici adım adı altında da suçsuz insanlar zan altında bırakılabiliyor.

Şirket yöneticiliği kendisine yetmeyen Alez Karp savaş kışkırtıcısı demeçler vermeye bayılıyor

Şirket liderinden siyasi kanaat önderine

Artık devletle bu derecede iç içe girmiş istihbarat şirket yöneticileri kendileri bir aşamadan sonra bir bakan, veya bir askeri istihbarat yetkilisi gibi görmeye başlıyor. Siyasi yazılar kaleme alınıyor, iktidardaki partinin argümanlarını olumlayan demeçler veriliyor, seminerlerde bu yaklaşımlar parlatılıyor. Bunun pek çok örneğini vermek olası. Çeşitli platformlarda konuşma fırsatını kaçırmayan şirketin yöneticisi Alex Karp, ABD’nin büyük olasılıkla Rusya, Çin ve İran ile savaşacağını söyleyebiliyor. Savaş kışkırtıcılığının yanı sıra emperyalizm genel anlamda söylemini de değiştiren “açılımlarda” bulunabiliyor. Buna göre İsrail’in bombaladığı mahallede ölen siviller, “sivil” değil “teröristin komşuları” olarak tanımlanabiliyor.

Elbette toplumun bu derecede takip edilebilen bir kabusun içinde yaşaması iktidar sahipleri tarafından istenen bir durum. Ancak kimi uygulamaların ABD’nin göbeğinde Los Angeles Olayları örneğinde gibi tepki görmesi bu türlü faaliyetlerin belirli bir aşamadan sonra beyhude olduğunu da gösteriyor.

Meraklısı için not: Ülkemizde de emek sarf etmeden kolay yoldan köşe dönme safsatasını pompalayan “borsa yatırımcısı” müsveddesi tiplerin Palantir’i çok beğendiği ve yatırım tavsiyesi olarak önerdiğini hatırlatalım. Bu kişilere şirketin bilançolarından çok yaptıklarını da araştırmalarını önermek istiyorum.

/././

Dava sonrası ilk TÜSİAD toplantısı: 'Şimşek Programı'na destek verip, 'jeopolitik zeka' çağrısı yaptılar.

TÜSİAD yöneticileri, hükümete yönelik eleştirilerin ardından ilk kez kameraların karşısına çıktı. Bu kez hukuk yerine “jeopolitik zeka”, “fırsatlar” ve “AB mekanizmalarına katılım” konuşuldu.(https://haber.sol.org.tr/haber/dava-sonrasi-ilk-tusiad-toplantisi-simsek-programina-destek-verip-jeopolitik-zeka-cagrisi)

***

Sanayi şimdilik çökmüyor ama sermayenin çöküş tehdidine ihtiyacı bulunuyor -Gülay Dinçel-

Sermaye sınıfı cephesinde özellikle finansman boyutundaki bozulmaların olumsuz etkilerini fırsata çevirmeye, yapısal bir sıçrama sağlamaya yönelik fonlamayı devlete yıkma doğrultusundaki çabalar yoğunlaşıyor.

Nisan ayında sanayi üretim takvim etkisinden arındırılmış veriye göre önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 3,3 arttı. Önceki aylara göre artışın güçlendiği ve Ocak-Nisan döneminde yüzde 1,3’lük bir artış gerçekleştiği görülüyor. Sanayi üretim içinde en yüksek ağırlığa sahip alt sektör imalat sanayiinde ise Nisan üretim artışı yüzde 3, Ocak-Nisan dönemi artışı yüzde 1 oldu. 

Nisan ayında dikkat çeken bir diğer gelişme imalat sanayi alt sektörleri bazındaki toparlanma oldu. Aylık bazda önceki yılın aynı ayına göre tekstil, giyim, makine gibi birkaç sektör haricinde üretim arttı. Özellikle otomotivde belirgin bir artış gözlenirken fabrikasyon metal ürünleri, ana metal gibi sektörlerde de iyileşme söz konusu. 
Ocak-Nisan dönemine alt sektörler bazında bakıldığında ise ilk çeyrekteki yüksek daralma oranlarının gerilediği, pozitif büyüyen sektör sayısının arttığı görülüyor.  

soL’da geçen hafta yayımlanan “2025 yılının ilk büyüme verisi: Yerinde sayacak bir yıl” başlıklı değerlendirmede işaret edildiği gibi imalat sanayi üretiminde özellikle ikinci ve üçüncü çeyrekte bir iyileşme bekleniyordu. Hem geçen yılın ikinci ve üçüncü çeyreklerinde Sanayi Üretim Endeksi’nin düşük seyrinin baz etkisi, hem ihracattaki kısmi toparlanma, hem de otomotiv ve inşaat sektörlerinde ılımlı da olsa büyümeden destek geleceği öngörülüyordu. Nitekim sanayi ihracat verisi, özellikle otomotiv ihracatının seyri Mayıs ayında da Nisan ayını yakalamasa bile imalat sanayi üretiminin artmaya devam edeceğini gösteriyor. 

gd

Otomotivin dönüşü

Ocak-Mart döneminde TÜİK Sanayi Üretim Endeksi’ne göre yüzde 12,4, Otomotiv Sanayi Derneği (OSD) verilerine göre yüzde 9 civarında daralan otomotiv üretimi1 Nisan’da TÜİK’in arındırılmamış verisine göre yüzde 17,6, OSD’nin ana sanayi üretimini adet olarak içeren verisine göre yüzde 22,8 ile güçlü bir şekilde arttı. Mayıs ayı otomotiv ihracat verisi, yüzde 23’e yakın artışla otomotivdeki büyümenin sürdüğüne işaret ediyor. Ford Otosan, Tofaş gibi şirketlerin üretim ve satış verileri de bu gelişimi destekliyor. 

gd

Otomotivde Nisan ayında görülen güçlü artışta ihracat artışı daha sınırlı kalırken iç talep artışı belirleyici oldu. Yukarıda değinildiği gibi Mayıs’ta ihracattan güçlü bir katkı geleceği görülürken iç talep de zayıflasa bile artmaya devam ediyor.

Otomotiv ve inşaatın büyüttüğü sektörler

İnşaat faaliyetlerindeki sınırlı artış da dikkate alındığında inşaat ve otomotiv sektörlerindeki büyümenin sürüklediği diğer metalik olmayan mineraller (çimento, cam, seramik vb.), fabrikasyon metal ürünleri, kauçuk ve plastik, ana metal (demir-çelik, alüminyum vb.) gibi sektörlerde de üretimin arttığı ya da daralma eğilimlerinde yavaşlama olduğu görülüyor. Tabii özellikle ana metal ve otomotiv yan sanayi ürünlerini barındıran fabrikasyon metal ürünlerinde ihracattan destek geldiği söylenebilir.

Savunma-silah sanayii üretim katkısı oynak

Mart ayında üretim artışı yüksek olan ve imalat sanayi üretim artışının önemli bir kısmını sağlayan diğer ulaştırma araçlarında Nisan ayında üretim artışının sürdüğü ancak Ocak-Nisan üretiminin önceki yılın aynı döneminin altında kaldığı görülüyor. Gemi-yat, savunma-silah sanayi ve hava taşıtlarını barındıran bu kalemde sipariş bazlı üretimlerin doğası gereği aylık oynaklık yüksek. Mayıs ayında ihracatta görülen savunma-havacılık kaynaklı yüzde 5 civarı daralma, Mayıs üretiminin gerilediğini düşündürüyor. Ancak sektörün son yıllardaki gelişimi yılın bütününde hem üretim artışı hem de katma değer artışı olabileceğine işaret ediyor.

İstihdam kaybına işaret eden sektörler: Tekstil, giyim, makine

2021 ve 2022 yıllarında yükek oranlı üretim ve ihracat artışları görülen üç sektör, tekstil, giyim ve makinede üretim gerilemesinin sürdüğü görülüyor. Üretimdeki gerileme 2023 yılından bu yana işten çıkarmalar, istihdam kaybına yol açarken özellikle kur ve faizdeki gelişmelerin en fazla sıkıştırdığı sıkıştırdığı sektörler oldukları söylenebilir. 2021 ve 2022’de hem TL’nin değer kaybı hem de pandemi döneminin uzatılmış istihdam destekleriyle istihdamlarında önemli artış görülen sektörlerin, söz konusu artışın önemli bir bölümünü kaybettiği, toplam sanayi istihdam kayıplarında en yüksek paya sahip oldukları görülüyor.

Büyüme beklentilerin üzerine çıksa da yansımaları sınırlı kalabilir

Dünya Bankası’nın Türkiye’nin 2025 yılı büyüme beklentisini Ocak’taki yüzde 2,6 seviyesinden yüzde 3,1’e yükseltmesinin2 önemli nedenlerinden biri sanayi üretim ve ihracatın yılın tamamını artıda kapatması öngörüsü olduğu tahmin ediliyor.  

İç talebin baskılanmaya devam edeceği, ihracat artışının da kimi ek destekler sağlansa da sınırlı kalacağı dikkate alındığında 2025 yılındaki ılımlı üretim büyümesinin finansal bozulmanın olumsuz etkilerini tam karşılamayacağı, sektör ve firma bilançolarındaki bozulmaların, ilk çeyrek kadar güçlü olmasa da süreceği söylenebilir. Sermaye sınıfı açısından kayıpların sürdürülemez boyutlara ulaştığı söylenemez, ancak daha güçlü hissedilen stratejik, yapısal sıkışmanın etkisiyle “çöküş” saptamalarının ve buna dayalı taleplerin güçlendiği görülüyor. TÜSİAD Başkanı Orhan Turan’ın Yüksek İstişare Kurulu toplantısında sanayi üretimin büyümeye katkısının yeniden artırılması gerektiğine işaret ederek “yapısal dönüşüm”e vurgu yapması bu kapsamda düşünülebilir.

Sermaye sınıfının geçmiş dönem performansları dikkate alındığında tolere edilebilir konjonktürel bir sıkışma yaşanmasına rağmen, kısmi de olsa bir yatırım hamlesi yapmaya uygun birikimlerini yok sayma ve değişik boyutlarıyla devlet desteği talep etme eğiliminin güçlendiği söylenebilir. Özellikle TÜSİAD toplantısına da damga vuran “sanayi çöküş” saptaması, emek gücüne yönelik bir işsizlik dalgası tehdidiyle kolayca birleştiriliyor. Böylece yeni, güçlü bir sermaye fonlama dalgasının meşruiyet zemini güçlendiriliyor.

1OSD üretim verisi otomobil, hafif ticari araç, diğer ticari araçlar vb. bitmiş ürünlerin adet bazındaki değişimini gösterirken TÜİK verisinde araçlar dışında bazı büyük sistem-parçalar da yer alıyor.

2https://haber.sol.org.tr/haber/dunya-bankasi-turkiye-icin-buyume-beklentisini-yukseltti-398944

/././
Ertelemecilik -Mesut Odman-
Erteleme, aşamadığımız engellerin yerine olumlu koşulların ortaya çıkacağı ya da kendi çabamızla ortaya çıkarılabileceği varsayımıyla, yapacağımız işi ilerideki bir zamana bırakmak anlamına gelir.

Sevgili yoldaşımız Kadir Sev’in aramızdan ayrılışının birinci yıldönümü için düzenlenen anma toplantısına hastalığım yüzünden katılamadım. Katılabilseydim söylemek istediklerimin bir bölümünü, birkaç günlük gecikmeyle, burada yazmakta sakınca görmüyorum. Bir bölümü olması eksiklik yaratmıyor; çünkü asıl önem verdiğim, şimdi yazacaklarım.

Başlıktaki sözcük, ilk bakışta, devrimci siyasal mücadelenin tam ortasından çıkıp gelmiş izlenimi yaratabilir. Çok yanlış sayılmaz. Siyaset yapmakla ilgili olduğu, sınıf mücadelesinin çok konuşup tartıştığımız yanlarıyla bağlantılarının hemen akla gelebildiği bellidir. Ancak, hepsi bu kadar değil; daha doğrusu, bunu söylemekle aklımdakini yeterince dile getirmiş olmuyorum. Hatta buradan yola çıkıp sürdürürsem, asıl anlatmak istediğimden uzaklaşmış olurum.  

Bu sözcüğün, devrimci sosyalist mücadelede birtakım önemli savrulmaların, daha da ötesi, asıl amaçtan uzaklaşmanın tetikleyicisi işlevi gördüğünü söyleyegeldiğimiz aşamacılık ile birbirini çağrıştıran bir yanı olduğu yeterince açık görünüyor. Bunun altını çizmekle, daha baştan, sözcüğün anlamına ek bir olumsuzluk yüklemiş oluyoruz. Yine de her süreçte var olabilecek birtakım uğrakların, farklı araçları kullanarak ilerlemenin sağlayabileceği kolaylıklardan yararlanmayı gerektiren evrelerin bulunduğu kabul edilebilir. Ancak bu uğrakların ya da evrelerin mutlaklaştırılması; biraz abartılmış bir anlatımla söylenirse, her farklı pratikte benzerlik, hatta ortaklık taşıyan bir biçimde gerçekleşmesi, bu gerçekleşmeler olmadıkça devrimci pratiği asıl hedefe ulaştırmanın imkânsızlığı düşüncesi, yapılması gerekenlerin ve yapılabileceklerin ertelenmesine yol açabilir. Böyle olmakla birlikte, burada irdelemeye çalıştığımız gerçekliği daha iyi anlatan aşamacılık kavramıdır. Ertelemek ise aşamacılığın bütünleyici parçası olan bir eylemdir. Şöyle de söylenebilir: Aşamacılık yaklaşımı, mücadele sürecinin farklı dönemlerinde, birçok erteleme kararını ve eylemini gündeme getirir. 

Bununla birlikte, burada asıl sözü getirmek istediğim yer biraz daha farklı. 

Aslında erteleme dediğimiz, sadece toplumsal-siyasal mücadelede değil, her birimizin kişisel hayatında da sıkça başvurduğumuz, başvurmak zorunda kaldığımız bir eylem. Kimi zaman irademiz dışında karşımıza çıkan, aşamadığımız engeller karşısında çaresizliğimizi kabullenerek, yapmamız gerekenlerden vazgeçeriz. Bunun tümden bir vazgeçiş, bir daha gündeme almamak üzere unutuş olmasını, buradaki akıl yürütmemizin dışında bırakmamız gerekir; çünkü, öylesi, ertelemenin değil teslimiyetin kapsamına girer. Erteleme, aşamadığımız engellerin yerine olumlu koşulların ortaya çıkacağı ya da kendi çabamızla ortaya çıkarılabileceği varsayımıyla, yapacağımız işi ilerideki bir zamana bırakmak anlamına gelir. 

Ertelemecilik ise bunların bir ya da birkaç adım ötesidir. Yapılacakların, yapılmasına karar verilenlerin de diyebiliriz, sık sık ötelenmesidir. Bir tür alışkanlıktır, bir davranış alışkanlığıdır. Bir tutumun adlandırılmasıdır. Şöyle de anlatmak mümkün: Zoru görünce “şimdilik” vazgeçme kolaycılığı olarak karşımıza çıkabilir. Görülen ya da görüldüğü sanılan zorun ne kadar ürkütücü olduğu ise genellikle tartışmaya açıktır. Ayrıca, buradaki “şimdilik”, ileriye dönük güçlü bir umut içermez; vazgeçtik bitti gitti, anlamı da taşımaz. Hele bir şimdiki sıkıntıyı ya da güçlüğü atlatalım, sonrasına bakarız, her defasında aynı tersliklerle karşılaşacak değiliz ya, demekle aynı anlamda tuhaf bir iyimserliğin belirtisidir. Kökeni ve sonuçları farklı iyimserlikler içinde belki de en tehlikeli olanlardan biridir.

Sakıncalarını göze alarak örneklerle anlatmanın kolaylığına sığınabiliriz bu noktada.

Diyelim, çok sevdiğimiz, birikimlerine değer verdiğimiz bir arkadaşımız, yoldaşımızla güncel konular üzerinde bir görüşme yapmak istiyoruz. Öyle bir görüşmenin kafamızdaki bazı sorulara yanıtlar bulmak açısından yararlı olacağını düşünüyoruz. O görüşmeyi gerçekleştirmenin önündeki var sandığımız engelleri, örneğin, kendisinin şu sıralar çok meşgul olduğunu, daha bir yığın işle uğraştığını, kibar bir hayır yanıtı almamızın yüksek olasılık olduğunu düşünerek görüşme isteğini ertelemek, seçeneklerden biridir; ama en doğrusu sayılmamalıdır. 

Yine benzer nitelikleri taşıyan birkaç dostumuzla önemsediğimiz, onların da önem verdiği bir sorunla ilgili olarak sohbet etmek ihtiyacını duyuyoruz diyelim. Böyle bir sohbetin olabilirliğinin önündeki gerçek ya da kuruntulardan kaynaklanan güçlükleri aşmak için çok mu uğraşmak gerekir?  Hiç sanmıyorum. Ama öyle düşünülüp erteleme yoluna gidildiği çok görülür.

Bu örnekler, sadece resmi yahut yarı resmi görevlerle bağlantılı buluşmalardan, görüşmelerden, ortaklaşmalardan söz ettiğim izlenimi yaratmış olabilir. Hiç de öyle bir niyetim yoktu oysa. Böyle deyince, uzun yıllar öncesinden bir yolculuk anısı belirdi belleğimde.

Ankara’dan İstanbul’a gidiyoruz. Üç kişiydik galiba. Bolu Dağı’nda mola verdik. Olağanüstü güzellikte bir hava. Yarım saat diye oturmuşuz, bir saati çoktan geçmiş molamız. İçimizdeki en yaşlımız, çok eski bir dost, bize yakın düşünceleri var, ama bizi dışarıdan izliyor. Bir ara bana dönerek “Sizin böyle kaçamaklarınız olmuyordur herhalde!” dedi. Şaşırdığımı belli ederek “Nereden çıkarıyorsun bunu?” dedim. “Tersine, senin kaçamak dediğin bu tür birlikteliklerin zaman zaman çok fazlalaştığını sorun edip tartıştığımız oluyor. Biz ne Yeşilaycıyız ne de bir kışla hayatı peşindeyiz!”

Diyeceğim, ertelemeciliğin yalnız “ciddi” işler, ortak çalışmalar yapmak, onları başlatacak adımlar atmak anlamında değil, gelecekte kurmayı amaçladığımız toplumda boş zamanı çoğaltma ve “boş zamanları hoş zamanlara dönüştürme” çabasının erken örneklerini yaratmak bakımından da kaçınılması gereken bir tutum olduğudur.

Bunları böyle tutturmuş yazıp gidiyorum da biri çıkıp “Peki yazar efendi, sen o sözünü ettiğin ertelemeleri hiç mi yapmadın sanki?” deyiverirse, ne ederim! Kadir’in de içinde olduğu son yıllarda yitirdiğimiz bütün yoldaşlarımızın ardından öyle bir pişmanlığın acısını duymadım mı? Üç gün önce o salonda toplanmış insanların karşısına çıkıp görmüş geçirmiş bir ihtiyar edasıyla “Siz siz olun sonradan çaresiz pişmanlıklar duyacağınız ertelemeler yapmayın. Bir de bakmışsınız, kotarılması bir telefon görüşmesi kolaylığındaki buluşmalar, o aşılması imkânsız uzaklığın ardında kalmış!” diyebilseydim neye yarayacaktı? 

“Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma!” demiş halkımız; bilmeyen yoktur nerdeyse. Bu söze esin kaynağı olmuş hocalara kesinlikle hiçbir benzerliğim olmadığını öne sürmek, ölçüsüz bir böbürlenme olur herhalde; ama tıpatıp benzemediğimi söylesem, buradan bana bir avunma çıkar mı acaba?

                                                           /././

Cumhuriyet ve laiklik -Rıfat Okçabol- 

Halk egemenliğini kaybetmemek için, yurttaşların öncelikle laikliğe ve özgürlüklere sahip çıkması gerekmektedir.

Halk egemenliğine dayalı Cumhuriyet rejiminin en temel iki özelliği, yurttaşların eşitliği ve laikliktir.  

Bir başka deyişle, yurttaşlarına eşit davranılmayan ve/ ya da laiklik anlayışının geçerli olmadığı ülkelerde halk egemenliğinden ve de demokrasiden söz edilemez.

Halk egemenliğinin geçerli olduğu ülkelerde yurttaşların eşitliği, onların cinsiyet, etnik köken ve inanç gibi özelliklerinin de eşdeğerde olduğu anlamına gelmektedir.  Çünkü bir cinsiyet/etnik köken/inanç … diğerinden üstün sayıldığında yurttaşların eşitliğinden söz etmek mümkün olmamaktadır. Bu nedenle halk egemenliğinin geçerli olduğu ülkeler, insan haklarının geçerli olduğu ülkelerdir.

Laiklik, Özgür Şen’e göre,1“halksallaşma” ve “etimolojik olarak halka din adamı ve kurumlarından daha fazla yetki verme sürecidir.” Yargıtay başkanlarından Prof. Dr. Sami Selçuk’a göre2 de “felsefi açıdan laiklik, inanç/akıl alanlarının ayrışmasıdır." Hukuksal/ siyasal açıdan laiklik ise “hukukun ve siyasal otoritenin kaynağı yalnızca insan aklıdır, insanın ürettikleridir.”

Bu nedenle, kısaca nesnel/objektif/gerçek bilgi üretme ve de gerçek bilgiye önem vermek anlamına gelen bilimsellik, laik olmanın en temel özelliklerinden biridir.  

Bu arada laiklik ve bilimsellik, kişinin özgürleşmesini kolaylaştıran ve de kişiyi özgürleştiren anlayıştır, tutumdur. Öte yandan özgür kişi de, doğası gereği laik ve bilimsel anlayış sahibidir.

İnsan, gerçek olup olmadığını bilemediği söylemlere değil de, bilimsel yöntemlerle üretilmiş gerçek bilgileri öğrendikçe özgürleşmektedir. İnsan, söylemlere göre değil de, gerçekler üzerinden hareket ettikçe özgürleşmektedir. İnsan, merak ettikçe, düşündükçe, sorguladıkça, irdeledikçe ve gerçeği aradıkça özgürdür. İnsan, kendi iradesiyle hareket edebildikçe özgürdür.

Başkalarının inancı, etnik kökeni, cinsiyeti, yaşadıkları yöre, ten rengi gibi konularda takıntıları olmayan, bu farklılıkları eşdeğerde gören insan da özgür insandır.

Laiklik, bilimsellik ve insan haklarına saygılı olmak, bireyi özgürleştirdiği gibi, aynı zamanda bireyi toplumsallaştırıp insancıllaştıran özelliklerdir.

Özgür insan, iktidarın bir sülaleye bağlı olmasını-baba dan oğula geçmesini- benimseyemez. Kendi özgür iradesiyle seçeceği kişilerin kendi adına devleti yönetmesini yeğler; beğenmediği yönetimi de oyuyla iktidardan uzaklaştırmak ister.

Özgür insan, günlük yaşamda ortaya çıkan sorunların çözümünde, inanç bilgisindense, ağırlıklı olarak insanlığın geçmiş deneyimlerinden ve de ürettiği bilimsel bilgilerden yararlanır. Çünkü inançla ilgili bilgiler, yalnız o inançta olanlar için geçerli olabilirken, bilimsel bilgi hangi inançta olurlarsa olsun, herkes için geçerli olan bilgidir. Çünkü inanç bilgisi ağırlıklı olarak, o inancın yaygınlık kazanmasından önceki yılların deneyim ve bilgi birikimlerinin ürünüdür. İnanç bilgisinin geri planında, sonradan ortaya çıkmış olan aşılar, ilaçlar, organ nakilleri, röntgen, emar, tomografi, DNA ve gen gibi tıbbi gelişmelerle; kulaklık, gözlük, takma diş, otomobil, vapur, telefon, internet ve uçak gibi araçlar-gereçlerle; hastalık, beslenme ve deprem gibi doğal olayları anlamaya yarayan buluşlarla ilgili bilgiler yoktur. Bilindiği gibi çocuk ölümlerinin azalmasının ve insan ömrünün uzamasının nedeni, dualar değil, bilimsel buluşlardır. Çünkü yeni bir sorun ortaya çıktığında, çağdaş insan çözümü dualarda aramaya çalışmaz: Corona virüs olayında bilim insanlarının derde deva olan aşıyı üretmeleri gibi, yeni araştırmalarla soruna çözüm arar ya da o konuyla ilgili uzmanların yaptıkları görüş alışverişleri sonunda soruna çözüm bulunabilir. 

Halk egemenliği anlayışının geçerli olduğu ülkelerde, yaşamın gönenç ve huzur içinde kardeşçe sürdürülmesini sağlayan kurallar da, bir kişinin ya da bir inancın belirlediği kurallar değildir. İnsanlığın binlerce yılda edindiği acı-tatlı deneyimlerden, bilimsel buluşlardan ve yapılan yanlışlardan alınan derslerden kaynaklanan ve insan iradesiyle tartışılıp uzlaşılan, koşullar değiştiğinde değiştirilebilen ve yenilenebilen kurallardır.

Halk egemenliği anlayışının geçerli olduğu ülkelerde, “Müslüman laik olamaz” söylemi gerçekçi bir söylem değildir. Hele Anadolu Müslümanları için bu söylem hiç de geçerli değildir. Çünkü Osmanlı Müslümanı, yüz yıllarca Müslüman olmayan kişilerle komşuluk etmiştir. Ne başkasının inancından rahatsız olmuş, ne de kendi inancını başkalarına dayatmaya kalkışmıştır. Günümüzün dindarları da benzer anlayıştadırlar. Genelde başkasının başörtüsüne, namazına,  içkisine, … karışmadığı gibi, karşılaştığı sorunu için imama ya da üfürükçüye de başvurmazlar. Dolayısıyla Anadolu Müslümanı, doğal ve geleneksel tutumuyla laiktir.

Ancak toplumda dinci, din tüccarı ya da din bezirganı olarak tanımlanan ve dini kendi çıkarları için kullanmaya kalkışanlar, laiklik ve dolayısıyla bilimsellik karşıtıdır. Her derde deva dualar üretenler bu tür insanlardır. Vicdanları rahatsız etse de, dinen doğru, olmasa da, hatta yasal olarak suç olsa da, bir kişinin aklından “6 yaşındaki kızlar evlenebilir; haram para kazananların hacca gitmesi de sevaptır” gibi düşünceler geçebilir. Ancak bu tür düşüncelerini dinle ilişkilendirerek yazılarıyla/söylemleriyle topluma yansıtanlar, dinciye/din tüccarına dönüşmektedir. Böylesi söylemi olan bir kişinin üniversiteye konuşmacı olarak çağırılması ise, dinciliğin ötesinde din ve Cumhuriyet düşmanlığıdır: Üniversitenin insanlığa, bilime ve gerçeklere yabancılaştığının kanıtıdır.  

Bu bağlamda toplumu kandırıcı bir başka söylem de, “Din toplumsal barışı sağlar” söylemidir. Bu söylem tarihsel gerçekler ışığında ne yazık ki geçerli olmayan bir söylemdir. Bilindiği gibi İslam’da ilk dört halifeden üçü öldürülmüştür. Müslüman ülkelerin tarihi iç isyanlarla doludur. Ayrıca Müslüman ülkeler arasındaki savaşlarda öldürülen Müslüman sayısı, Hıristiyan ülkelerle yapılan savaşlarda öldürülen Müslüman sayısından çok daha fazladır. Günümüzde şeriatla yönetilen ülkelerde de (örneğin Sünni şeriatıyla yönetilen Afganistan’da ve Şii şeriatıyla yönetilen İran’da olduğu gibi) toplumsal barışın zerresi yoktur.

Toplumsal barışı sağlayan ve güvenç altına alan tek anlayış laikliktir (dolayısıyla bilimselliktir ve insan haklarına saygılı olmaktır). Her derde dua üretilmesi; “bayramlarda tatile gitmek günahtır” gibi söylemler; tarikatlara pirim verilip onlarla işbirliği yapılması vb uygulamalar, bireyi laiklikten, bilimsellikte, insan haklarına saygılı olmaktan uzaklaştırmaya, dolayısıyla insanın özgürleşmesini engellemeye yönelik eylem ve söylemlerdir.

Halk egemenliğini –Cumhuriyet sistemini- kaybetmemek için, yurttaşların öncelikle laikliğe ve özgürlüklere sahip çıkması gerekmektedir.  

1Özgür Şen (2014): Türkiye’de Laiklik ve SolYazılama Yayınevi, s. 35.

2Sami Selçuk (1994): “Laikliğin Anlamı”, Milliyet Gazetesi, 12 Mart 1994, s. 21.

                                                                        /././

soL






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

NATO’nun Türkiye işgali -BİRGÜN/HATIRLATMALAR -29 Haziran 2025-

İran ile İsrail arasındaki çatışmalar bugün için son bulsa da bölgemizde emperyalist genişleme politikalarının ve “medeniyetler savaşı” tezi...