Adalet Bakanı’nın yüzü kızarır mı?-Mehmet Y. Yılmaz-
Hakkında bunca süreye rağmen iddianame hazırlanmayan eski İBB Medya A.Ş. Genel Müdürü Dr. İpek Elif Atayman, küçücük bir cezaevi aracında, ani bir nakil kararıyla götürüldüğü Afyonkarahisar Kapalı Cezaevi’ne ranza verilmediği için beş gün süreyle yerde yatmış. Adalet Bakanı bu nakil kararının hangi gerekçeyle alındığını yüzü kızarmadan açıklayabilecek mi?
Eski İBB Medya A.Ş. Genel Müdürü Dr. İpek Elif Atayman
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimde yenemeyeceğini düşünülen bir siyasi rakibini tasfiye etmek için 19 Mart’ta gerçekleştirilen yargı darbesinde tutuklananlardan biri de eski İBB Medya A.Ş. Genel Müdürü Dr. İpek Elif Atayman idi.
Operasyonu yürüten savcılığın Dr. Atayman’a nasıl bir suçlama yönelteceğini bilmiyoruz.
Aradan geçen bunca süreye rağmen bir iddianame yazılabilmiş değil.
Kısa sürede yazılamayacağını da şimdiden söyleyebilirim çünkü soruşturma, itirafçı yaratıp ifade alarak ilerleyebiliyor.
Hapisten çıkarma sözüne karşılık verildiği açıkça belli olan iftiracı/itirafçı ifadeleri ile de bu davanın kolayca açılabilmesi mümkün değil.
Onun için savcılığın yargılama başlayana kadar geçecek süreyi bir cezalandırma aracı olarak kullanmak istediğini de söyleyebilirim.
Dr. Atayman, savcılık henüz aksini kanıtlayamadığı için esasen suçsuz bir T.C. vatandaşı.
Suçunun, savcılığın istediği türden bir ifade vermemek olduğu anlaşılıyor.
Belli ki buna zorlamak için Dr. Atayman, ani bir karar ile Silivri’den Afyonkarahisar Kapalı Cezaevi’ne nakledilmiş.
Küçücük bir cezaevi aracında, 1 metrekarelik bir zırhlı kabinin içinde elleri bağlı olarak 7,5 saatlik bir yolculukla götürüldüğü cezaevinde kendisine ranza verilmemiş.
Bu durum kamuoyunun bilgisine gelene kadar da Dr. Atayman beş gün yerde yatmış.
Gazeteci Murat Yetkin, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’a bu durum üzerine bir şey yapmayı düşünüp düşünmediğini sordu.
Yetkin sonrasını şöyle anlatıyor:
“İlerleyen saatlerde ismini saklı tutmak isteyen bir yetkili beni aradı. Sayın Bakan bu durumdan rahatsız olmuştu. Atayman’ın bir ranzaya yerleştirildiğini, sağlık durumunun iyi olduğunu söyledi. Bakan Tunç yetkilileri daha dikkatli olmaları konusunda uyarmıştı, benzer durumdaki diğer tutukluların durumuna da bakılıyordu.”
Dr. Atayman’a yapılan bu muamele açık bir tanımla işkenceden başka bir şey değildir.
Afyon’daki cezaevi yöneticilerinin böyle davranabilmelerinin nedeni de tamamen siyasi.
“Hakkında iddianame bile yazılmamış bir tutukluya bu muamele reva görüldüğüne göre, biz de burada işkenceye devam edelim” diye düşünmüş olmalılar.
Adalet Bakanı üzülmüş ve çok kızmış gibi yapacağına, bu nakle neden gerek duyulduğunu herkesin anlayabileceği netlikte açıklasa da öğrensek iyi olur.
Dr. Atayman, Silivri Cezaevi’nde isyan mı çıkardı?
Mahkûm ve tutukluları örgütleyip tünel kazarak kaçmayı mı planladı?
Cezaevinde geliştirdiği gizli bir iletişim yöntemiyle aynı davadan yargılanacağı sanıkları yönetmeye mi kalkıştı?
Dr. Atayman’ın ailesi ve avukatları görüşebilmesini zorlaştıracak, bazı bakımlardan imkânsız hale getirecek bu nakil kararı hangi gerekçeyle alındı?
Adalet Bakanı yüzü kızarmadan bir açıklama yapabilecek mi?
* * *
Siyasal İslam ve demokrasi
Son yılların en acıklı tablolarından birini önceki akşam televizyon haberlerinde izledim.
Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı’na kurulan kumpasın ardından belediye başkanlığı koltuğuna oturtulan AKP’li Eray Karadeniz’in “kutlama görüntülerinden” söz ediyorum.
Seçimin ardından AKP ilçe yöneticileri bir odada toplaşmışlar, sevinç içindeler.
Derken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan telefonla arıyor.(https://www.dailymotion.com/video/x9l9j0o)
O anları birisi de videoya çekmiş.
Video Erdoğan’ın halk tarafından seçilmemiş belediye başkanını “seçilmesinden dolayı” kutlamasıyla başlıyor.
Erdoğan niye Eray Karadeniz’i kutluyor, anlayamadım.
Karadeniz de seçildiği için Cumhurbaşkanı’na teşekkür ediyor.
Onun da neden Erdoğan’a teşekkür ettiğini anlayamadım.
İki adresin de yanlış olmasının nedeni aynı: Kutlanması gerekenler esasen bu amaçla İstanbul’a gönderilmiş adliye mensupları.
Teşekkürün adresi İstanbul Adliyesi olmalıydı.
Halk tarafından seçilmemiş bir belediye başkanını, koltuğa oturttular diye Erdoğan bizzat telefon edip kutluyor ve o sırada orada bulunanlar da alkışla buna katılıyorlar.
Arada bol bol dua da ediliyor tabii; siyasi ahlâka sığmayan bu seçimi millete yutturmanın bir yolu olarak belli ki “dindarlık kisvesi” elverişli bir araç.
Bu tablo, Türkiye’nin siyasal İslamcılarının suratlarındaki tüm boyanın döküldüğü anı da gösteriyor.
Halkın vermediği bir yetkiyi zorla ele geçirmek bu arkadaşlar açısından sorun teşkil etmiyor.
Daha önce benzeri tabloları Fetullahçı kumpaslar sırasında da görmüştük.
Dindarlık görüntüsü, yaşanan rezilliğin örtbas edilmesi için bir örtü görevi görüyor; ne kadar işe yarıyor bilmiyorum.
Bildiğim şu: Siyasal İslamcıların gücü ele geçirdikleri her yerde, demokrasinin d’si bile yaşayamıyor.
Kalp pili olanlar elektrikli arabaya binebilirler mi?-Sami Gürkahraman-
Elektrikli arabaların, uzun vadede insan sağlığına ve doğaya zararlı etkisinin olup olmadığını görmek için bir elektrikli arabanın üretiminden, kullanım dışı kaldığı ana kadar bütün evrelerinin teker teker simüle edilmesi gerekiyor.

Elektrikli araba, sıklıkla yeni bir icat veya geleceğin otomobili olarak görülse de, aslında XIX. yüzyıldan beri termal arabalarla (içten yanmalı motora sahip) arasındaki rekabeti kaybederek sessizleşmiş, ama insanın aklından hiç çıkmamıştır. Elektrikli arabanın ortaya çıkışıyla, ilk benzin pompalarının ortaya çıkışı yaklaşık aynı dönem. Bin sekiz yüz seksen bir yılında, önceki çeşitli denemelerin en gözle görünen son hali Camille Alphonse Faure’in pil teknolojisini geliştirmesiyle yaşandı ama çeşitli müellifler her denemedeki mucidi elektrikli arabanın babası olarak tanımlıyorlar ve bu benim için kafa karıştırıcı oldu. Bu yazıyı yazmak için baktığım her bir müellif, yazılarında “en önemli merhale” dedikleri için farklı mucitlerin yaptıklarını referans gösterdiler. Bilim, birikim ve birikimlerden bazılarını ayıklama ve yeniden tasarlama olduğuna göre ben de Faure’i övenleri referans aldım. Ama bu ansiklopedik bilgiyi uzatmaya gerek olmadan; isteyen bakıp bu rekabetin yeni olmadığını ve her defasında termal arabaların galip geldiğini görecektir. Sanırım bu kez termal araba paradigmasının iflasına tanık olacağız gibi görünüyor. Fakat, yine de görelim ayine-i devran ne sûret gösterecek?
Çin’den Amerika ve Avrupa’ya kadar, birçok devlet ve şirket yetkilisi, –çevre konusundaki hassasiyetlere de yaslanarak-, sürücülerin tercihlerini elektrikli arabalara yöneltmeye çalışıyorlar. Halbuki bu arabaların çevresel etkileri hakkında şüpheler devam ediyor. Zaten pazarın karşı tarafındaki bazı çevrelerin, evrensel olarak onların para kazanmak dışında bir endişelerinin olmadığını -çevre konusunda gerçekten haklı olsalar bile- yaşanan bazı hadiseler nedeniyle, samimiyetlerinin sorgulamasını haklı çıkarıyorlar. Belki de buna en tipik örneklerden birini, yüzlerce kere milyar dolarları olan Elon Musk'ın Almanya'nın Berlin yakınlarında elektrikli araba fabrikasının kurulum sürecinde, şirketinin, çevrecilere ve yerel demokratik örgütlere karşı tutumunun ve daha sonra üretim tesisinin genişletilmesi planlarının, bu işin çevre hassasiyetiyle alakalı olmadığını düşündürebilir. Her bir ağacı sahiplenmiş eylemci çevrecilerden yana karar veren mahkemeler, bu tesisin daha da büyümek için doğa katliamına engel olabildiler. Elektrikli arabaların "sıfır emisyon" sloganı sayesinde daha da moda olmaları, önemli satış nedeni olsa da, diğer bazı çevresel etkileri konusunda Green Peace’in daha az madencilik malzemesi gerektiren yeni pil teknolojisi üzerine araştırmalara fon ayrılması konusundaki uyarıları bir endişenin işareti olarak görülebilir. Elektrikli arabalarla ilgili daha geniş ölçekte devam eden tartışmalardan birini oluşturan bu çağrı, bataryaların nasıl bir çevre sorunu oluşturacağı ve ağır metal tehdidinin ne şekilde savuşturulacağıyla ilgili... Bu nedenle başlıktaki kalp pili olanlar yanında, çevre üzerinden direkt ve indirekt oluşabilecek sağlık tehditlerine değinmeden salt konu başlığına göre hareket etmek, eksiklik alameti olabilirdi.
Pil üretimleri için lityum, kobalt veya nikel gibi minerallerin çıkarıldığı, zaten gelişmemiş/az gelişmiş Bolivya, Şili, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Filipinler, çevresel etkilerin en fazla olduğu ülkelerdir ve bu ülkelerdeki bazı bölgelerin, daha büyük otorite savaşlarına tanık olmaları da söz konusu olabilir. Çünkü, bir elektrikli araba üretimi için şirketlerin bu minerallere ihtiyaç duyması, aynı zamanda bu bölgelerin kimler tarafından kontrol edileceği konusunu da gündeme getiriyor.
Elektrikli arabaların, uzun vadede insan sağlığına ve doğaya zararlı etkisinin olup olmadığını görmek için bir elektrikli arabanın üretiminden, kullanım dışı kaldığı ana kadar bütün evrelerinin teker teker simüle edilmesi gerekiyor. Son yıllarda artan pil elektrikli araba satışlarına paralel olarak, -tıpkı cep telefonlarındaki gibi- kullanırken veya şarj ederken sağlığımız üzerine etkilerinin neler olabileceği soruları da sorulmaya başlandı. “Cep telefonunun sağlığa zararlı olduğu, uyurken yakınımızda olmaması gerektiği sürekli söylendiğine göre, pil elektrikli araçlarında da bunun söz konusu olması gerekmez mi?” Önce bir şeyi hatırlatarak düzeltmemiz ve ayrıştırmamız gerekiyor. Cep telefonları nedeniyle maruz kalınan radyasyonun son 30 yılda kanser oranlarında bir artışa neden olmadığı Amerika Birleşik Devletleri FDA (Food and Drug Administration=Gıda ve İlaç Dairesi) tarafından açık bir şekilde belirtildi. FDA, bu duyurusunda cep telefonlarından yayılan radyasyon enerjisinin, radyo frekans şeklinde olduğunu ve iyonlaştırıcı özelliği olmadığını, düşük seviyede bu enerjiye maruz kalmanın doku ısınması dışında herhangi bir olumsuz biyolojik etkisinin olmaması nedeniyle, maruz kalma ile sağlık sorunları arasında bir ilişkiden de bahsedilemeyeceğini - Avrupa’daki bağlaşıklarını da referans göstererek- belirtti. Bu arada elektrikli arabalarla ilgili sorulara verilen yanıtlar konusundaki yayınlar incelendiğinde olumsuz sağlık etkisinden bahsedilememiş olsa da kalp elektronik cihazlarıyla ilgili endişeler mikro düzeyde devam etmektedir.
Elektrikli arabalar da iyonlaştırıcı olmayan elektromanyetik radyasyon yayarlar. Zararlı iyonlaştırıcı radyasyonun (X-ışınları gibi) aksine, iyonlaştırıcı olmayan radyasyon; elektrik motorları, batarya ve diğer elektrik sistemleri tarafından üretilen düşük frekanslı elektromanyetik alanları içerir. Elektrikli araçlardaki manyetik alanların birçok ev aletindeki manyetik alanlarla karşılaştırılabilirdir. Almanya’da Federal Radyasyon Koruma Ofisi (Bundesamt für Strahlenschutz) motorlu taşıtlardaki elektromanyetik alanlar için yasal sınır değerleri olmadığını ve elektrikli araçlarla ilgili olarak mevcut araştırmaların, manyetik alanların motorların elektrik gücüne daha az, aracın çalışma durumuna ve teknik tasarımına (akünün konumu, kablolar, güç elektroniği vb) bağlı olduğunu gösterdiğini belirtiyor.Yani bu belirlemeden tasarım hatalarından kaynaklı bazı etkilenmelerin olabileceği ihtimalini her zaman düşünmemiz gerekiyor. “Yani” ile başlayan bu paragrafın son cümlesini aklınızda tutmanızı rica ediyorum; çünkü yazının son cümlesiyle çok ilgili.
Şimdi gelelim bu daha spesifik konumuz olan kalp elektronik cihazı olanların elektrikli arabaya binebilip binemeyecekleri konusuna...
Desen: Sami Gürkahraman
Kalbin elektronik cihazları
Kalbin ileti sistemi problemini veya ölümcül ritimleri geri döndürmek için kullanılan bu elektronik cihazları anlamak için önce kalbin elektriksel alanının ne olduğunu kısaca ve anlaşılabilir şekilde anlatmaya çalışayım...
Kalbin bir elektrik şebekesi ve bir de uyarı çıkaran merkezleri vardır. Ama hepsinin rütbe olarak en üstünde sinüs düğümü yer alır. Sağlıklı bir insanda sinüs düğümü bir uyarı çıkarır ve silsile halinde bu uyarı, diğer uyarı çıkaran merkezlere uğrayıp düzenlenip kalp kasında yayılır. Bu şekilde kalp kasılır. Kalbin her bir hücresi, aynı zamanda uyarı çıkarma ve aldığı uyarıyı yayma potansiyeline de sahiptir. Yani bu uyarıların iletimiyle, kalbin kasılması ve gevşemesi sağlanır. Kalbin bu muazzam elektrik şebekesinde bazen çeşitli bozukluklar oluşabilir. Şebeke bozukluklarının her birine değinmek uzun zaman alacaktır. Bazı şebeke bozukluklarında, örneğin kalbin yeterince uyarı çıkaramadığı durumlar için kalp pili kullanılırken; kalbin ölümcül bazı ritimlerini tersine çeviren veya ani kalp durmasında devreye giren, elektroşok cihazı (defibrilatör) kullanılır. Bu cihazlar, hastanın kalbini uyaracak şekilde kablo uzantılarıyla insan vücudunda (sıklıkla göğüs bölgesinde) gövdeye yerleştirilir. Kalp pili, duruma göre bazen sürekli devrededir ve bazen de kalp atım sayısı düşünce devreye girer. Kalp elektroşok cihazı ise, hastanın hayatını tehdit eden ciddi bir ritim bozukluğu olduğunda ani bir elektrik uyarısıyla halk arasındaki tabirle “şoklama” yaparak ritmi düzeltir. Kalbe yerleştirilen bu cihazlara “kalp elektronik cihazları” diyebiliriz. Hasta, bu cihazlarla hayatını yaşamaya devam eder.
Geçen 2023 yılına kadar kalp elektronik cihaz sayısının tüm dünyada 1 milyon 430 bine çıkması bekleniyordu. Bu cihazların takılı olduğu insanların bir kısmı elektrikli araçları kullanmasalar bile, bu araçlarla bir yerden bir yere transfer olmaları söz konusu olabilir. Kalp elektronik cihazları takılı olan insanlar, bu arabaları sürerken veya bu arabaları şarj ederken kalp problemi yaşama ihtimallerini düşünüyorlar. Bu hastaların düşündükleri diğer konu da kalp elektronik cihazı taşıyanların kalp cihazlarında bozulma, ayar sorunları, yanlış algılama nedeniyle devreye girmesi söz konusu olup olamayacağı... Manyetik alan etkisiyle kalp elektronik cihazlarının yanlış algılamadan dolayı kendiliğinden aktive olması ihtimali, kulağa hoş gelen bir şey değil.
Pil elektrikli araçlar, şarj istasyonlarıyla birlikte, kalp elektronik cihazları olan hastalar için potansiyel bir elektromanyetik girişim kaynağıdır. Yeni “yüksek güçlü” şarj istasyonları, güçlü elektromanyetik alanlar oluşturma potansiyeline sahiptir. Kalp elektronik cihazları taşıyan hastaların, bu şarj istasyon civarında bulunmaları ve ayrıca arabaların şarj edilmesi sırasında ne gibi risklerin oluşabileceğini ve güvenliklerini test etmek için bir grup araştırmacı kötü bir senaryo üzerinde çalıştılar. Bunun için gönüllü 130 kalp elektronik cihazları olan hastalar güçlü bir şarj istasyonunda, üstelik bu şarj kablosu cihaza yakın tutularak bir deney gerçekleştirdiler. Yüz otuz hastanın hiç birinde elektronik ortamda yapılan ölçümlerde bir soruna rastlanmadı. Aşağıda EP Europace dergisinin bu makalede kullandığı görselde şarj cihazının kalp elektronik cihazlara yakınlığı göze çarpıyor.
Kaynak: EP Europace dergisi
Sonuç
Kalp elektronik cihazları olan insanların bu yüksek enerjinin oluşturduğu manyetik alanda arabalarını şarj edebileceklerini ifade ediyorlar ama bir şerh düşüyorlar; “bu araçları şarj etmeniz klinik olarak bir sorun oluşturmuyor ama çok nadir olayların meydana gelmesi bizim sonuçlarımızdan hariç tutulamayacağından, şarj kablolarına yakın mesafede geçirilen süreyi en aza indirerek makul bir dikkat gösterilmesini hala tavsiye ediyoruz” diyorlar. Şimdi şu yukarıda paragraf sonundaki “yani” ile başlayan cümleyi hatırlayabiliriz... Almanya’da Federal Radyasyon Koruma Ofisi ne diyordu? “Manyetik alanların motorların elektrik gücüne daha az, aracın çalışma durumuna ve teknik tasarımına daha çok bağlı olduğu” tespitini yapıyordu. Söz konusu araçların tasarımlarına bağlı olarak bu değişebilir mi? Bunu bilemeyiz. Ancak yapılan bu araştırma sonucuna göre; kalp elektronik cihazları olanların elektrikli araba kullanmaları ve şarj etmelerinde “şimdilik” bir sorun olmadığı söylenebilir. Gelecek yeni tasarımlar için yeni araştırmalara ihtiyaç duyabiliriz.
Not: Umarım ve dilerim ki, bu yazıda olduğu gibi elektrikli arabaların bütün tasarımlarında kalp elektronik cihazları olanların elektrikli araba kullanmalarında bir sorun olmasın... Bu yazıda katkıları nedeniyle sevgili Prof. Dr. Mustafa Özcan Soylu’ya teşekkür ederken, yazıda belirtilen bütün hususlar, bir sağlık tavsiyesi olmayıp, kalp doktorunuzla paylaşmanız ve/veya onlara sormanız için yazılmış sıradan bir hatırlatma yazısıdır.
/././
Özgür Özel’e hangi aşamada övgüler düzebiliriz?-Tuğçe Tatari-
Genelde bir yeri tutarken diğerini yıkmasıyla ünlüdür CHP liderleri. Misal Atatürkçüleri tutarken özgürlükçüleri kaybederler… Bu defa pek öyle olmuyor gibi… CHP’nin kemikleşmiş imajı, erkek egemen ve kendinden başka birçok şeye düşman oluşudur, Özel benim özelimde bu algıyı yıkmaya yelteniyor… Ama ben yine de içimde dönüp duran ‘övgü’ yazısını bir süre daha yazmayacağım. Çünkü…
Ne zamandır bir Özgür Özel yazısı yazmak istiyorum ama içimden bir ses de dur bakalım biraz daha zaman geçsin, diyor.
Şimdi sen adamı göklere çıkartacaksın sonra altından bir şeyler çıkacak, işin rengi değişecek mi bilemeyeceksin, yaşamadık mı benzerlerini?
Hem bakalım böyle devam edecek mi, edebilecek mi?
Biraz daha zamana ihtiyacım var karar verebilmek için…
Özgür Özel’in CHP’nin çok daha ilerisinde açıklamaları yolun bir yerinde değişecek, değişmek zorunda kalacak mı?
Şimdi burada CHP’nin bize son yıllarda sunduğu ve büyük hayal kırıklıkları ile sonlanan ‘lider adayları’nın adını sıralayıp içinizi tekrar tekrar baymak istemem.
Fakat geride bıraktığımız o deneyimlerin bugünümüzü nasıl şekillendirdiğini de hatırlatmak isterim.
Bu şekillendirmeyi fark edip, yaşananları masum yol kazaları olarak kabullenmek de saflık olur.
Oynanmış algılarımız ve oynanmış psikolojimizle, yeniden bir oyuna gelmemek için temkinli olmaya çalışıyoruz özetle.
Mesela tam Özgür Özel’in yaptığı siyaset hakkında iyi bir yazı yazacağım, bakıyorum eskinin Kılıçdaroğlu’cuları, İnce’cileri çoktan o yazıları yazmış!
Özgür Özel’in gözyaşları bile kutsanmış!
İşte orada yine bir endişe basıyor içimi, eyvah diyorum.
Yine mi aynı filmler?
Duraksıyorum hâliyle…
Aksi gibi Özgür Özel de el arttırdıkça arttırıyor.
Ağzından çıkan sözler hayrettir ki beni de yakalıyor!
Yıllardır yaptığımız eleştirileri duymuş, sanki bizim dilimiz olmuş da konuşuyor gibi!
CHP’nin başında böyle birini en son ne zaman görmüştüm diye düşünüyorum, yani benim meşrebimi de kapsayacak görüşlere sahip bir lider adayı, şahsen ben hiç diye cevaplıyorum bu soruyu!
Yani genelde bir yeri tutarken diğerini yıkmasıyla ünlüdür CHP liderleri.
Misal Atatürkçüleri tutarken özgürlükçüleri kaybederler.
Rakibinin marjinalleştirme oyununa düşer, “aman bize şöyle böyle derler” endişesiyle yalpalar ve saçmalarlar.
Bu defa pek öyle olmuyor gibi…
CHP’nin kemikleşmiş imajı, erkek egemen ve kendinden başka birçok şeye düşman oluşudur, Özel benim özelimde bu algıyı yıkmaya yelteniyor.
Zaten algımızda ‘kemik kadro’ hissi oluşturan CHP’liler tam tersi yönde sosyal medya paylaşımlarında bulunuveriyorlar hemen.
Bunu yapıyor olmaları bir yandan iyi bir yandan kötü.
Özgür Özel için, ‘eski CHP’den ayrıştığı imajını pekiştirirken diğer yandan ‘sözünü dinlemiyorlar mı’ algısı da oluşuyor.
Bu bilerek yapılıyordur umarım, umarım siyasi bir matematiği vardır.
Aksi CHP’yi Kılıçdaroğlu sonrası hızla ilerlediği yerden gerisin geriye götürür.
Yeniden bildiğimiz CHP olmaya mahkûm eder.
Sonra hemen başka bir düşünce daha beliriveriyor aklımda, “eyvah bu adam gerçekten buysa, gerçekten pırıl pırıl bir ihtimalse, kuşkusuz indirirler o zaman, muhakkak bir aşamada yazık ederler” diyorum.
Bakın bunca senenin siyasi faturasının bizlerde bıraktığı etki tam olarak, filtresizce budur.
Kimseye güvenemeyen, güvendiğinin de yaşayabileceğine inanamayan bir toplum.
Elbette bunu iktidar tek başına başarmadı, muhalefetin de bunda katkısı büyüktü.
Şimdi belki de en büyük mücadele bu umutsuzluğu umuda çevirmek, inançsızlığı inanca, güvensizliği güvene dönüştürmekle alakalı olarak verilmekte.
Özellikle de bizler gibi kimsenin adamı, yakını, cebindeki gazetecisi olmamaya özen gösterenler için bu duyguları geri kazanmak, siyasetçileri eksiden değil sıfırdan değerlendirmeye alabilmek çok daha güç.
Yine yeniden yaşanabilecek ‘yanılmışız’ potasına düşmemek adına belki de çok daha yavaş, çok daha korkak yazıyoruz bu yazıları…
O yüzdendir ki genelin aksine, Özgür Özel’i biraz daha izlemek, biraz daha tanımak ihtiyacı duyuyoruz.
Kendisinin ‘sokaktan’ gelen, sokağı iyi bilen bir siyasetçi olması, geçmişte alanlarda birçoklarımızla dirsek temasında bulunmuş olması da bir diğer hızla ikna olma, sempati besleme sebebi olabilir, doğru ama biz ne sokaktan gelenler gördük vardıkları yerden utandıran!
O yüzden şahsen ben o içimde dönen övgü yazısını bir süre daha yazmayacağım… Hem biraz da bizim övdüğümüzün, bizim beğendiğimizin de ömrü kısa olur diye düşünerek…
/././
Kartalkaya faciasında “tazminat davası” çelişkisi -Tolga Şardan-
Kartalkaya faciasında yakınlarını kaybeden bazı ailelerin tüketici mahkemesine dava açması "görevli mahkeme" tartışmasına yol açtı. Görüş ayrılığının ana sebebi ise tüketici mahkemesinde dava açma koşulu ve bu durumda önce arabuluculuğa başvuru yapılmasının gerekliliği. Bu konuda açılan davaya bakan Bolu 2. Asliye Hukuk Mahkemesi başvuruyu reddetti, kararında “kanunda öngörülen zorunlu arabuluculuk başvuru işlemini tamamlamadan eldeki davanın ikame edilmiş olunduğunun anlaşıldığı” görüşüne yer verdi.
İktidar, hemen her tepki çeken yargı sürecinde “ülkede yargının müessesinin adil ve düzenli işlediğine” dair açıklamaları yapmaktan geri kalmıyor.
Hatta öyle ki, çoğu zaman Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, her defasında aynı açıklamayı yapmaktan yoruldu büyük olasılıkla.
İktidarın, “her şey yolunda” yaklaşımına karşın ülkenin dört bir yanında her gün başkası yaşanan yargı krizlerinin yakında zamanda sonuna geleceğini gösteren emareler de yok maalesef.
Nefes aldığımız coğrafyada her ne kadar pek çok örneği yaşanıyor olsa da son dönemde dikkat çekilmesi gereken bir yargı sürecinden zorunlu ve sıkıntılı tabloyu aktaracağım bugünkü Büyüteç’te.
Kartalkaya’da 78 canı yitirdiğimiz otel faciası... Facia tanımının yetersiz kaldığı; ortaya çıkarılan ihmaller zinciri nedeniyle katliam demenin daha uygun olduğunu düşündüğüm Grand Otel’de yaşamlarını yitirenlerin yakınları, farklı bir yargı tablosuyla karşı karşıya kaldılar geçen mayısın son günlerinde.
Katliamın sanıklarının yargılanacağı adli takvim devam ediyor. Canlarını kaybeden aileler, otel yönetimine karşı peş peşe tazminat davaları da açmaya başladılar.
Bu aşamada “görevli mahkeme” tartışması başladı. Zira, bazı aileler asliye hukuk mahkemesinde, kimi aileler ise tüketici mahkemesinde dava açtılar.
Görüş ayrılığının ana sebebi ise tüketici mahkemesinde dava açma koşulu… Bu durumda önce arabuluculuğa başvuru yapılmasının gerekliliği.
Bu konuda açılan davaya bakan Bolu 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, 26 Mayıs’ta verdiği kararda başvuruyu reddetti.
Mahkeme, kararında, “kanunda öngörülen zorunlu arabuluculuk başvuru işlemini tamamlamadan eldeki davanın ikame edilmiş olunduğunun anlaşıldığı” görüşüne yer verdi.
Dosyayı takip eden avukatlardan Onur Kaynun ile görüştüm.
Kaynun’un değerlendirmesi şöyle:
“Biz, yangında yaşamını yitirenlerin geride kalan yakınlarının otel ile bir tüketici-hizmet sağlayan ilişkisi içinde bulunmadığını değerlendirdik. Yangının sözleşmeye aykırılık değil, tam tersi haksız fiil olduğunu düşündük. Hukuk hocaları da bizimle aynı görüşte.
Diğer taraftan, eğer görevsiz mahkemede dava açıp; bu dava, görevli mahkemeye gönderilene kadar arabuluculuğa başvuru yapıp dava şartını yerine getirmek mümkün. Ancak, Bolu’da ayrı bir tüketici mahkemesi yok. Bu nedenle bizim ‘görevsizlik kararı sonrasında dosyanın görevli mahkemeye gönderilmesi’ şeklinde bir usulü takip etmemiz mümkün olmadı. Dolayısıyla arabuluculuk şartını yerine getiremedik. Bu durum sadece bizimle alakalı da değil. Birçok meslektaşım aynı şekilde asliye hukukta dava açtılar ve bu sorunu yaşıyorlar.
Evet, belki biz görevsiz mahkemede dava açmış olabiliriz. Ancak, Bolu’da ayrı bir tüketici mahkemesi olmuş olsaydı bu durum ikmal edilebilecek ve davamız reddedilmeyecekti. HSK teşkilatının yapılanması nedeniyle Bolu Asliye Hukuk Mahkemesi’nin ‘torba mahkeme’ olması nedeniyle böylesi bir tablo ile karşılaştık.”
* * *
Polislerin özlük hakkı mücadelesi
Emniyet teşkilatında sıkıntılar ve sorunlar üst üste biniyor son dönemde.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın, resen emekli edilen polis müdürlerinin mahkeme yoluyla dönüşünü engellemek amacıyla yürürlüğe koymak istediği yeni düzenlemeye yönelik eleştiriler devam ederken, şimdi de polisin özlük haklarının iyileştirilmesini sağlamak amacıyla sivil toplum örgütleri üzerinden girişimler başlatıldı.
Özlük haklarının sağlanmasının merkezinde polisin sendikal haklarının sağlanması var elbette. İktidara yakın kimi çevreler ve sivil toplum örgütleri, söz konusu girişimleri “Emniyet’te eylemsellik süreci” olarak tanımlıyor.
Bu yaklaşıma “doğru” demek mümkün değil.
Son dönemde polislerin özlük haklarının iyileştirilmesi, görev başında amir baskısı yani mobbing, sendikal hakkın kazanılması ve polis intiharlarının önlenmesi konusunda çaba gösteren Emniyet Teşkilatı Sendikası, lokomotif durumunda.
Emniyet teşkilatında daha önce Emniyet-Sen adıyla başlatılan sendikal girişim, Anayasa Mahkemesi kararıyla engellendi. Tabii bu konuda, idarenin yani İçişleri Bakanlığı’nın, yani iktidarın olumsuz bakışının etkisi büyük.
Sendikal hareketleri başlatan teşkilat mensuplarına yönelik mobbingler yetmezmiş gibi bizzat İçişleri Bakanları’nın sendika yönetimlerine tehditleri var.
Son günlerde özellikle sosyal medyada başlayan yüksek etkileşimin sebebi, Emniyet teşkilatı gibi İçişleri Bakanlığı çatısı altında kolluk birimi olarak görev yapan Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı personeline yapılan maaş iyileştirmesi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 23 Mayıs’ta imzaladığı 9885 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararı gereğince Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev yapan tüm personele maaş iyileştirmesi gerçekleşti.
Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın, her ne kadar İçişleri Bakanlığı’na bağlı faaliyet gösteren kolluk birimi olmalarına rağmen TSK iyileştirmesinden faydalanması, Emniyet Genel Müdürlüğü personelinin faydalanamaması, teşkilatta huzursuzluğun ana kaynağı durumunda.
Bu konuda Emniyet Teşkilatı Sendikası yöneticileriyle görüştüm.
Sendikal hakların verilmesi konusunda şu tespiti yaptılar:
“Sivil toplum örgütlerinin olmayışıyla bağlantılı olan sorun, dünyanın sayılı ülkesinde devam etmektedir. Bunlardan biri de Türkiye, maalesef. Dünyada tüm gelişmiş ülkelerde polis sendikası var. Türkiye’de ise, 1980’ler dönemi örnek gösterilerek polise sendika hakkı tanınmıyor. 2012’de faaliyete başlayan Emniyet-Sen ile polisler tarafından sendika denemesi yapıldı.
2014’te Anayasa Mahkemesi’nce verilen karar ile bu haktan polisler mahrum bırakıldı. Emniyet mensuplarına yapılan anketlerde en öncelikli sorun ve tüm sorunları çözecek tek seçenek sendika olarak öne çıkıyor. Afrika’daki üçüncü dünya ülkelerinde bile polis sendikaları faaliyette. Hatta KKTC’de de polis sendikası var.
Kurum yönetimiyle teşkilat mensupları arasında “köprü vazifesi” görecek bir sendika, polislerin yaşadığı sorunları yerinde çözen, hukuki güvence ve destek sağlayan, maddi ve manevi haklarının korunması için temas kuran bir yapının eksikliği bugün yaşanan sorunların temelini oluşturuyor, ne yazık ki.”
Türkiye’de de polis sendikasının kurulmasının gerekliliği yakın gelecekte kaçınılmaz olacak kanımca.
Kaldı ki, poliste sendikal faaliyetlerin oluşması, toplumla teşkilat arasındaki iletişimsizliğin çözülmesine rehberlik edecek. Şimdiye kadar iktidarların kontrol ve yönetiminde hareket eden polis teşkilatının, ülke toplumuna daha sağlıklı hizmet vermesinin yolunun açılmasına fazlasıyla yansıması sağlanacak.
* * *
KRT çalışanlarının maaş sıkıntısı
Yayın hayatına muhalefet saflarında başlayan ve şimdilerde iktidara yakın yayın politikasına dönüş yapan KRT’de emekçi meslektaşlar bir süredir sıkıntıda.
İşveren, çalışanların yemek kartlarını üç aydır, maaşlarını ise iki aydır ödemiyor.
Amaçları “sadece gazetecilik” yapmak olan emekçilerin yaşadıklarını kamuoyuna aktarma girişimleri devam ediyor.
Toplumun ve bireylerin hakkını savunan haberci meslektaşların kendi haklarını savunamamaları büyük çelişki.
KRT çalışanları, haklarını alabilmeyi sağlamak amacıyla dün Ankara Bürosu’nda eylem yapmak zorunda kaldı. Seslerini duyurmaya çalıştılar.
Bir avuç meslektaş, birkaç meslek örgütü ve çalışanlar süreci aktarmaya çalıştılar.
KRT’nin yayın politikasını değiştirmesi ayrı garabet olmakla birlikte muhalefetin özellikle ana muhalefetin ve altılı masa bileşenlerinin yaşananlara uzaktan seyirci kalmasını anlamak mümkün değil.
Gazete Duvar daha yakınlarda kapandı. Tuzu kuru merkez muhalif medya kurumları zaten sürece uzaktalar tıpkı siyaset gibi. Dostlar alışverişte görsün misali “biz de varız” mesajının dışında görüntü vermiyorlar.
Uzaktan izlemeyi tercih edenlerin yakın gözlüklerini takıp, sürece katılmaları gerekiyor.
Aksi takdirde hayat başka istikametlere evriliyor, farkında değiller.
/././
İsrail’in barış gemisine müdahalesi ve uluslararası hukuk -Rıza Türmen-
Uluslararası hukukun bütün devletlerce kabul edilen hem yazılı, hem de teamül nitelikteki kuralları karşısında İsrail’in açık denizlerde kendisi için hiçbir tehdit oluşturmayan, dolayısıyla meşru savunmanın söz konusu olmadığı Madleen teknesine müdahalesi açık denizlerin serbestliği ilkesinin ve bu ilkeden doğan uluslararası hukuk kurallarının açık bir ihlalidir.
İsrail, Gazze ablukasını kırmayı ve insancıl yardım götürmeyi amaçlayan İngiliz bandıralı Madleen yelkenlisine Gazze kıyı şeridine 185 km uzakta yani açık denizlerde müdahale etti. Aralarında iki Türk’ün, İsveçli aktivist Greta Thunberg’in de bulunduğu 12 kişi önce alıkonuldu, cezaevine gönderildiler. Daha sonra ülkelerine iade edildiler.
Bütün bu olaylar uluslararası hukuk bakımından yeni sorunlar ortaya çıkardı. Bu sorunları sırasıyla ele alalım. Gemiye yapılan müdahaleyi değerlendirmek için önce ablukanın uluslararası hukuka uygunluğunu incelemek gerekir. İsrail’in Gazze’de uyguladığı abluka uluslararası hukuka uygun mudur?
Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırısından sonra İsrail 9 Ekim’de Gazze’de uyguladığı ablukayı daha da yoğunlaştırdı. “Total bir abluka” ilan ederek Gazze’ye yiyecek, su, ilaç, yakıt girmesini yasakladı. Zaman zaman bu mutlak yasağı gevşetip Gazze’ye sınırlı ölçüde insancıl yardım yapılmasına izin verse de, bu yardımlar sivil halkın içinde bulunduğu açlık tehlikesini ortadan kaldırmadı. 2 Mart 2025’te İsrail Gazze’ye her türlü yardım malzemesinin girmesini yasakladı.
Uluslararası hukuk gereğince bir savaş durumunda savaşan taraflardan biri öbürünü ablukaya alabilir. Bu ablukayı açık denizlerde de uygulayabilir. Ancak abluka sivil halka büyük bir zarar veriyorsa, sivil halkı açlığa mahkûm etmek gibi, o zaman abluka meşruiyetini kaybeder, hukuka aykırı olur. Sivil halkı açlığa mahkûm etmek, yaşam koşullarını ağırlaştırmak ise soykırım suçunun oluşmasına yol açabilir.
Uluslararası Adalet Divanı, B.M. Genel Kurulu’nun kararı uyarınca 26 Ocak 2024 tarihinde aldığı geçici önlem kararında İsrail’in Gazze’yi işgale son vermesini öngörmekte. İsrail’in Gazze’de yaşayan Filistinlilerin olumsuz yaşam koşullarını düzeltmek için gönderilen insancıl yardımın ulaştırılmasını sağlayacak önlemleri almasını istemekte. Ayrıca savaşta sivillerin korunmasına ilişkin 4. Cenevre Sözleşmesi’nin 154. Maddesinin Gazze’deki İsrail işgaline uygulanacağı belirtilmekte. 154. Madde 1899 tarihli savaş kurallarını düzenleyen Lahey Sözleşmesi’ne atıf yapıyor ve sivil ikamet yerlerinin ve sivil halkın bombalanmasını yasaklıyor.
Bunun yanında sivil halka yardım ulaştırılmasını, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukanın kaldırılmasını öngören pek çok B.M. Genel Kurul kararı var. Örneğin 19.12.2024 tarihli Genel Kurul kararında İsrail’in Gazze’ye insancıl yardım yapılmasını engelleyen her türlü eylemi durdurması isteniyor.
Bütün bunlardan İsrail’in Gazze’deki Filistinlilere insancıl yardım verilmesini engellediği ve bu nedenle Filistinlilerin açlık tehlikesiyle karşılaştıkları, en temel sağlık malzemelerinden yoksun oldukları ortaya çıkmaktadır. Bu durum İsrail’in ablukasının, İsrail’in de taraf olduğu savaşta sivillerin korunmasına ilişkin 1949 tarihli 4. Cenevre Sözleşmesi’nin ihlalini oluşturmaktadır. Sözleşme’ye taraf devletler İsrail’in Sözleşme’ye uygun davranmasını sağlamakla yükümlüdür.
İsrail’in Madleen yelkenlisine açık denizlerde yaptığı müdahaleye gelince. Açık denizlerin serbestliği 18. yüzyıldan bu yana uygulanan bir uluslararası hukuk kuralıdır. 1958 ve 1982 Deniz Hukuku Sözleşmeleri’nde bu kuralı bulabiliriz. 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 87. Maddesine göre açık denizler bütün devletlere açıktır. Teamüli bir kural olduğundan bütün devletler bakımından bağlayıcıdır. İsrail’in 1982 B.M. Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraf olmaması bu kuralın İsrail için de bağlayıcı olduğu gerçeğini değiştirmez. Açık denizlerin serbestliği 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre seyrüsefer serbestliğini, uçuş serbestliğini, denizaltına kablo döşemek, balıkçılık yapmak, yapay adalar inşa etmek, bilimsel araştırma yapmak serbestliklerini içerir. Açık denizde seyreden bir gemi, bayrağını taşıdığı devletin yetki alanına girer. Başka hiçbir devlet buna müdahale edemez.
Bu ilke Daimi Adalet Divanı’nın 1927 tarihli Türkiye’nin taraf olduğu Bozkurt/Lotus kararında belirtildi. Türkiye’nin kazandığı Bozkurt/Lotus davasındaki Daimi Adalet Divanı kararı, açık denizlerde işlenen suçların geminin bayrağını taşıdığı ülke mahkemesince kovuşturulmasını öngörmektedir. Kararda ayrıca geminin bayrak devletinden başka hiçbir devlet tarafından tutuklanamayacağı, alıkonulamayacağı belirtilir. Bu ilke 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 97. Maddesinde de yer alır. Bu kurallar açık denizlerin serbestliği ilkesinin sonucudur.
Uluslararası hukukun bütün devletlerce kabul edilen hem yazılı, hem de teamül nitelikteki kuralları karşısında İsrail’in açık denizlerde kendisi için hiçbir tehdit oluşturmayan, dolayısıyla meşru savunmanın söz konusu olmadığı Madleen teknesine müdahalesi açık denizlerin serbestliği ilkesinin ve bu ilkeden doğan uluslararası hukuk kurallarının açık bir ihlalidir. İsrail’in uluslararası hukuka aykırı bu eylemi devletin sorumluluğuna yol açar. İsrail’in bayrak devletine tazminat ödeme yükümlülüğü doğar.
Teknede bulunan 12 kişinin İsrail güvenlik güçlerince tutuklanması, ayrı bir uluslararası hukuk ihlali. Açık denizlerdeki tekneler için İsrail yasaları geçerli değil. Bayrak devletinin yasaları geçerli. O nedenle İsrail güvenlik güçlerinin açık denizlerdeki bir teknede bulunan bir insanı tutuklamaya ve yargılamaya yetkisi yok. Tutuklanan insanlara İsrail’in tazminat ödemesi gerekir.
Bazı basın yayın organlarında İsrail’in bu eylemleri korsanlık olarak nitelendiriliyor. 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi, 109. Maddeye göre korsanlık suçunun oluşması için eylemin özel amaçlarla yapılması gerekli. Siyasal nedenlerle açık denizde yapılan müdahale “korsanlık” tanımına girmez. Ancak İsrail’in eylemleri yukarda değinilen nedenlerle uluslararası hukukun ihlali.
İsrail güvenliğini güç kullanarak ve uluslararası hukuku ihlal ederek korumaya çalışan bir ülke. Her ülkede olduğu gibi İsrail’de de demokrasiden uzaklaşan, milliyetçiliğe sarılan popülist bir iktidar başa geçince sorunları şiddete başvurarak çözme eğilimi de güçleniyor.
Oysa İsrail’in güvenliği savaşa değil barışa bağlı. İsrail bölgede Filistinlilerle birlikte eşit koşullarda yaşamayı, iki devletli bir çözümü kabul ettiği, sınırlarını genişletmekten vazgeçtiği zaman bir barış ışığı yanacaktır. İsrail’in anlaması gereken gerçek şu: Kendi insanının güvenliği ve huzuru başka insanları reddetmekten, öldürmekten geçmiyor. Tersine kendi insanının güvenliği ve huzuru bölgedeki bütün insanların huzur ve güvenlik içinde yaşamasına, barışın sağlanmasına bağlı.
/././
Foça’da bilim dolu bir ütopya: Bilimler Köyü -Eray Özer-
Bilimler Köyü, Foça’da, Foça Belediyesi’nin çok akıllıca bir iş yaparak bu projeye destek olup bir arazi tahsis etmesiyle kurulmuş bir köy. Farklı üniversitelerden öğrenciler belki hayatları boyunca karşılaşamayacakları hocalarla bir araya geliyor, onlardan bir şeyler öğreniyor. Her disiplinden “bilimler” kampüsün dışına, hiyerarşinin olmadığı, yatay örgütlenen bir köye taşınıyor

Bilmeyenler için bir özet yapayım: Yaklaşık 5,5 yıldır Yeni Haller isminde bir podcast hazırlıyorum.
Üç yıldan uzun bir süre iki kişiydik. Özgür Mumcu ve ben. (Bu arada Özgür’ün ikinci romanı “Dünyalılar” satışa çıktı. Kaçırmayın.)
İki yıldır ise tek başıma devam ediyorum. Başından bu yana ilgimizi çeken, birbirinden farklı konuları çalışıp anlatıyorduk. Ben de aynı şekilde devam ediyorum.
Geçen kış T24’ün Youtube kanalına bir de konuklu (ve video formatında) Yeni Haller yapmaya başladım. Daha çok bilim konuştuğumuz ve alanlarında uzman akademisyenleri ağırladığım bir program oldu.
Bu tür programların en zor yanı mütemadiyen doğru konuğu bulmak için efor sarf etmek.
Yine böyle bir çaba esnasında yolum tesadüfen size birazdan anlatacağım Bilimler Köyü ve İstanbul Üniversitesi’nden Alper Dizdar’la kesişti.
Alper Hoca önce Bilimler Köyü’nün web adresini kendi kendime bulmuş olmama şaşırdı, akabinde onu programa konuk alma isteğimden çok Bilimler Köyü hakkında neler bildiğime dikkat kesildi.
Bilimler Köyü, Foça’da, Foça Belediyesi’nin çok akıllıca bir iş yaparak bu projeye destek olup bir arazi tahsis etmesiyle kurulmuş bir köy.
Aslında Türkiye’nin en başarılı akademisyenlerinin önemli bir kısmının etrafında birleştiği bir ütopya.
Destek verenler, bu ütopya etrafında birleşip katkı sunanlar arasında kimler yok ki…
Zafer Gedik, Mete Atatüre, İlker Birbil, Aylin Topal, Haluk Memili, Gökçer Tahincioğlu, Çağatay Tarhan, Baki Tezcan…
İsmini sayamadığım hocalar beni affetsin. Liste çok uzun. Onlarca etkinlik var. Hepsini yazının sonunda link’leyeceğim.
Tüm bu birbirinden kıymetli isimler, koca bir yaza yayılmış şekilde Foça’daki bu güzel arazide -okul demeyi tercih etmeseler de-, bir yaz okulunda birer hafta eğitimler veriyor.
Klasik eğitim gibi de değil aslında… Bir tür aktarım…
Farklı üniversitelerden öğrenciler belki hayatları boyunca karşılaşamayacakları bu hocalarla bir araya geliyor, onlardan bir şeyler öğreniyor, hem öğrenciler arasında hem de bu hocalarla öğrenciler arasında sağlam bağlar kuruluyor.
Akademinin dışında, daha bağımsız, daha özgürlükçü ve ama ileride akademiye de fikir verebilecek, ilham olabilecek bir eğitim modeli hedefleniyor.
Her disiplinden “bilimler” kampüsün dışına, hiyerarşinin olmadığı, yatay örgütlenen bir köye taşınıyor.
Sadece ders dinlenmiyor. Dostluklar kuruluyor. Arkadaşlıklar gelişiyor. Öğrenci-öğretmen ilişkisinin dışında birlikte bilim yapılıyor.
Tabii ben anlatanların yalancısıyım. :) Bu yıl ben de göreceğim bunları kısmetse.
Bir haftalık konaklama için konforlu, içinde yataklar olan çadırlar var. Yemekhane var. Sınıf var, tahta var.
Tabii bir de yakın mesafede deniz var, güneş var, tatil var.
Kayıt ücretli ama bilmenizi isterim ki, hocalar tamamen gönüllü olarak oradalar.
Alınan para bir hafta, yeme içme vs… dahil masrafları karşılama amaçları ve çok ama çok cüzi bir rakam. (Hatta ben hocalara bazı “kapitalist” eleştirilerde bile bulunuyorum, köyün geleceğini de sağlama alma açısından.)
Tabii hedef bu güzel ütopyaya, Bilimler Köyü’ne sponsorların desteğini sağlamak ve zaman içinde köyün tüm etkinliklerini tamamen parasız hale getirmek. (Bilime destek vermek isteyen markalara/kişilere duyurulur!)
Bilimler Köyü’nü duyduğum ve hocalarla tanıştığım andan bu yana onların bu güzel projesine ben de gönüllü destek olmaya çalışıyorum.
Bu kapsamda Eylül Görmüş’le birlikte önümüzdeki hafta (16-22 Haziran) biz de bir etkinlik, bir tür atölye yapıyoruz.
İsmi de ikimizin metinlerle ilişkilerinden yola çıkarak; “Kurmaca ve Kurmamaca.”
Kurmaca kısmı Eylül’de. Kurmamaca kısmı bende.
Türlü çeşitli metinlerin arasında dolaşacağız, katılımcılarla bu metinleri yazma provaları yapacağız. (Eylül roman yazdıramaz herhalde ama ben -mesela- yapay zekâ prompt’u yazdırabilirim.)
Bizim etkinliğimize katılmak yahut Bilimler Köyü’nün diğer etkinliklerinden haberdar olmak isterseniz, www.bilimler.org adresini ziyaret edebilirsiniz.
Dediğim gibi bu güzel projeyi, hocaların bu kıymetli çabasını siz de desteklemek istiyorsanız Bilimler Köyü’nü destekleyin, duyurun, katılın.
Bekleriz.
(https://youtu.be/wJlbC592d5M)
/././
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder