Grip aşısıyla ilgili problemler (I-II) - Çağrı Mert Bakırcı / BİRGÜN

 (I)

Grip aşısı, başka hastalıklara sahip kişiler için de faydalıdır. Örneğin kalp hastalığı olanların grip aşısı olması halinde kardiyak sorun yaşama oranları azalmaktadır.

Grip aşısıyla ilgili olarak çok sayıda problem var. Bunların en büyüğü, grip aşısının işe yaramadığı yönündeki hatalı bir sanrı ve aşı karşıtları tarafından bu yönde yapılan hatalı propaganda.

Öncelikle, artık hastalık-patojen ilişkilerine epey aşina olduğumuzdan, şu konuyu netleştirebiliriz: Grip, hastalığın adıdır (tıpkı Covid-19 gibi). Hastalığa neden olan patojenin ismi ise influenzadır (tıpkı SARS-CoV-2 gibi). 
Aslında influenza, tek bir virüs değildir; bir virüs ailesidir. İnfluenza virüsleri çok çeşitlidir ve müthiş yüksek bir evrimsel değişim ve türleşme hızına sahiptir. Ancak insanda en sık görülen tipi Influenza A (Alphainfluenzavirus) ve Influenza B (Betainfluenzavirus) virüsleridir. Bu iki virüsün birçok alt türü veya varyantı bulunur. Aynı zamanda bu iki virüs haricinde Influenza C (Gammainfluenzavirus), Deltainfluenzavirus, Isavirus, Thogotovirus gibi benzer virüsler de bulunur; ancak bunların hepsi insana bulaşmaz. Tıpkı koronavirüsler gibi! İnsana bulaşan grip virüsleri, tıpkı koronavirüs gibi güneş ışığı, dezenfektanlar, deterjanlar gibi unsurların etkisi altında aktivitelerini yitirirler. Bu sebeple grip olduğunuz zaman güneş altında durmak iyi gelirken, sabun gibi dezenfektanlar kullanarak virüsün bulaşmasının önüne geçilebilir.

Halk arasında çoğunlukla göz ardı edilen ve umursanmayan bir hastalık olsa da, tedavi edilmediği takdirde kolaylıkla hastanelik olmayı ve hatta ölümü beraberinde getirebilen bir hastalıktır. Covid-19 salgını dolayısıyla artık meşhur bir şekilde bildiğimiz gibi, her yıl yaklaşık yarım milyon insan grip virüsü nedeniyle hayatını kaybetmektedir. Özellikle bazı risk gruplarında grip son derece ölümcül bir hastalık olabilmektedir: Bu risk gruplarına örnek olarak özellikle 2 yaşında olan bebekler, 5 yaşından küçük çocuklar, 65 yaşından büyük yaşlılar; akciğer, karaciğer, kalp, böbrek, endokrin hastalıkları olanlar, genç yaşta olmalarına rağmen uzun dönem aspirin tedavisi görenler verilebilir. Hastalığın semptomları oldukça tanıdıktır: üşüme, ateş, burun akıntısı, boğaz ağrısı, kas ağrısı, çoğunlukla şiddetli baş ağrısı, öksürme, yorgunluk ve bitkinlik...

Virüsle mücadelenin en kolay yolu ise düzenli olarak aşılanmaktır. Bu aşılar sayesinde savunma sistemimize o senenin en yaygın virüs varyasyonu tanıtılır ve böylece virüs vücudumuzda aktive olduğu anda savunma sistemimiz tarafından engellenir. Gelin grip aşısıyla ilgili bazı sorulara cevaplar verelim:

Neden aşılanmalısınız?

Grip, tüm Dünya’da genellikle her kış, Ekim ile Mayıs ayları arasında periyodik ve düzenli olarak salgın olan bir viral hastalıktır. Az önce de bahsettiğimiz gibi influenza virüsleri bu hastalığa neden olur ve özellikle öksürme, hapşırma ve yakın temas gibi yöntemlerle insandan insana bulaşır. Genellikle yukarıda saydığımız semptomları bir anda ortaya çıkar ve birkaç gün boyunca etkisini sürdürür. Özellikle risk gruplarındaysanız veya bu hastalıkla uğraşmak istemiyorsanız aşılanma çok etkili ve işlevsel bir yöntemdir. Üstelik bilinen, dikkate değer hiçbir zararı yoktur.

2018 yılında yapılan bir çalışma, 2012-2015 yılları arasında grip aşısı olan yetişkinlerde gribe yakalanma oranını %82 azalttığını göstermiştir. Bir diğer çalışma, son yıllarda grip aşısı olanların hastanelik olma oranlarının %40 azaldığını göstermektedir. 2014 yılında yapılan bir çalışma, çocukların grip nedeniyle yoğun bakım ünitesine alınma oranlarının grip aşısı sayesinde %74 düşebildiğini göstermiştir.

Ayrıca grip aşısı, başka hastalıklara sahip kişiler için de faydalıdır. Örneğin kalp hastalığı olanların grip aşısı olması halinde kardiyak sorun yaşama oranları azalmaktadır (çünkü grip virüsü kalbe etki edebilmektedir). Benzer şekilde, bağımsız araştırmalar diyabet hastalarında ve kronik akciğer hastalığı olanlarda hastanelik olma oranlarını grip aşısıyla azaltabileceğimizi göstermektedir.

Grip aşısı, hamile kadınlarda görülen grip-nedenli akut solunum enfeksiyonlarını %50 oranında azaltmaktadır. 2018 yılında yapılan bir çalışma, hamile kadınların grip nedeniyle hastanelik olma oranlarının grip aşısı sayesinde %40 azaltılabildiğini göstermiştir. Dahası, annenin olacağı grip aşısı, doğumdan sonra bebeği de koruyabilmektedir. 2017 yılında yapılan bir çalışma, grip aşısı olan çocukların grip nedeniyle ölme oranlarını %51 oranında düşürdüğünü göstermiştir. Yani grip aşısı, özellikle de risk gruplarında son derece işlevsel bir korunma yöntemidir.

Neden her yıl aşılanmak gerekiyor?

Maalesef evrim sadece insanlara yarayan bir doğa yasası değildir. Belli varyasyonlar taşıyan, yeni varyasyonlar yaratabilen ve üreyen her varlık evrimleşir. Virüsler normalde cansız varlıklardır; ancak RNA gibi biyomoleküllere sahiptirler ve kendilerini canlı hücreleri araç olarak kullanarak kopyalayabilirler. Bu sebeplerle mutasyonlara ve kopyalanma hatalarına maruz kalırlar, dolayısıyla sürekli yeni varyasyonlar oluşur ve hayatta kalabilenler çoğalmayı sürdürerek gelecek nesilleri üretirler. Bu sebeple sadece spesifik bir virüsle baş etmemiz gerekmez, aynı zamanda onun müthiş hızlı evrimiyle de savaşmak zorundayızdır.

Bunun en kolay yolu, her sene salgın döneminin başında bilim insanlarınca o sene için tespit edilen en yaygın virüs soy hatlarına karşı işlevsel olan içerikteki aşıları olmaktır. Böylece savunma sistemimiz o sene bize bulaşması en muhtemel olan birkaç soy hattına dirençli olur ve aşırı şanssız değilsek ve diğer bir soy hattı bize bulaşmazsa (ki bu çok nadir görülür), o seneyi grip olmadan atlatabiliriz. Ertesi sene yeni baskın soy hatlarıyla bu işlem yenilenmek zorundadır. Çünkü bir önceki senenin hayatta kalan soy hatları, bir sonraki senenin baskın soy hatlarını oluşturmaktadır. Evrim, yenmesi çok zor bir doğa yasasıdır ve burada da etkisini hissettirmektedir.

Ne sıklıkla aşı olmalıyım?
Grip aşısı, her yıl olunması gereken bir aşıdır. Hatta 6 ay ila 8 yaş arasındaki çocuklar yılda 2 defa grip aşısı olmalıdır. Çünkü her ne kadar yetişkinlerin savunma sistemi sene içerisindeki geçişte, bir sonraki senenin giderek güçlenen ve evrimleşen virüsüne büyük oranda direnç sağlayabilse de, çocuklar bunu yapamazlar. Dolayısıyla geçiş döneminde de bu yeni soy hatlarına karşı savunma sağlanmalıdır.

Grip aşısı ne kadar etkili?

Grip aşısının başarısı, o yıl genel popülasyondan toplanan viral soy hatlarının, gerçek popülasyonu yansıtma başarısına bağlıdır. Bu yansıtma oranı düşükse, aşı da başarısız olacaktır; yüksekse, başarılı olacaktır. Aşıların genel popülasyonda dolaşan virüsü etkili bir şekilde yansıttığı durumlarda, grip aşısı olanlarda grip olarak hastaneye gitme zorunluluğu %40-60 oranında azalmaktadır. Ancak kötü bir yılda grip aşısının başarı oranı %10 civarı olabilir - ki bu bile, grip aşısının ortalama bir insan için önemsenmeyecek kadar nadir olan yan etkilerine nazaran ciddi bir fayda sağlamak demektir.

Dolayısıyla bu yıl da her yıl gibi, eğer tıbbi bir engel yoksa Türkiye’de aşı erişilebilir olur olmaz grip aşısı yaptırmanızı tavsiye ederim. Bir sonraki yazımda grip aşısıyla ilgili bazı diğer sorulara yanıt vermeye devam edeceğim.

                                                                     ***

(II)

Hiçbir zaman gazetelerden, televizyondan veya internetten tıbbi tavsiye almamalısınız. Asla! Her zaman hekiminize danışmalı ve sizin spesifik durumunuz ile uygun tedaviyi görmelisiniz.

İki hafta önce bu köşede grip aşılarıyla ilgili problemlerden bahsetmeye başladım. Ancak o yazıdan da hatırlayabileceğiniz gibi, grip aşısıyla ilgili problemlerin ezici çoğunluğu aşının kendisinden değil, aşı hakkında halk arasında yaratılan çarpık algıdan ve aşı karşıtlarının bilimsel hiçbir dayanağı olmayan iddialarından kaynaklanıyor. O yazıda aşının yaygın kanının aksine ne kadar etkili olduğunu gördük, neden düzenli aralıklarla olmamız gerektiğini anlattık. Şimdiyse her yıl düzenli olarak olmanın son derece avantajlı olduğu bu aşıyı biraz daha yakından tanıyacağız.


Aşıların içeriği nedir?

Birden fazla grip aşısı bulunsa da, bu farklı aşıların özellikleri hemen hemen aynıdır. Bu aşılardan en yaygın olan Trivalent Influenza Aşısı (TIV) olarak bilinir ve o senenin en baskın 2 adet Influenza A soy hattı ile en baskın 1 adet Influenza B soy hattına ait parçaları içerir. Bu aşıların büyük çoğunluğu, şırınga ile enjekte edilen “inaktive edilmiş” ya da “rekombine” aşılardır. Aşı içerisinde virüsün asla aktive olamayacağı şekilde; ancak savunma sistemimizin tanıyabileceği kadar viral parçacık bulunur. Aşıların içerisinde aktif virüsler bulunmaz, dolayısıyla bu aşılar nedeniyle grip olmak mümkün değildir.

Bir diğer aşı türü ise şırıngayla değil de, burundan sprey olarak verilir. Ancak bu tür aşının içerisinde aktif olan; ancak yapay yollarla zayıflatılmış virüsler bulunur. Bu aşılar sonrasında gribin belirtileri hafif olarak kendini gösterebilir. Ancak eğer ki kolunuzdan şırınga ile aşı oluyorsanız, bu durum geçerli değildir ya da aşırı nadir görülür.

Kimi zaman aşıların içeriğinde “cıva” olduğunu iddia edenleri de görebilirsiniz. Bu, doğru değildir. İlk olarak, grip aşıları içerisinde cıva yok; cıva-temelli bir koruyucu kimyasal olan timerosal var (ki bu da tüm aşılarda bulunmaz). Yapılan hiçbir araştırma timerosalin aşı içerisindeki dozajının herhangi bir insana zarar verebileceğini göstermedi. Tıp tarihinde grip aşısındaki timerosalden ötürü rahatsızlanan kimse bulunmuyor. Aşı karşıtları tarafından fonlanan çalışmalarda bile, aşılarla iddia ettikleri hastalıklar arasında hiçbir ilişki tespit edilemedi. Ancak eğer ki illa paranoyak ya da aşırı korumacı davranmak istiyorsanız, timerosal içermeyen aşılar kullanmayı tercih edebilirsiniz. Bunların koruyuculuk düzeyi bir miktar daha düşük olabilmektedir; yine de hiç aşı olmamaktan iyidir.


Aşılar beni hasta edebilir mi?

Eğer ki aşı sonrasında hasta oluyorsanız, bunun nedeni neredeyse hiçbir zaman aşının kendisi değildir. Kimi zaman insanlar, aşı olduktan sonra hasta olacaklarına inandıkları için psikolojik olarak savunma sistemlerini etkileyebilirler ve nezle gibi hastalıklara yakalanıp, bunun “grip” olduğunu sanabilirler - ki bu iki hastalık tamamen alakasızdır.

Ama bundan daha sık olan, aşıya karşı önyargıdan veya aşıya yönelik endişelerden ötürü algıda seçicilik düzeyinin artmasıdır. “Aşı oldum, kesin şimdi hastalanacağım.” gibi bir kaygı, aşı sonrasında halsizlik, yorgunluk, bitkinlik, vücut sıcaklığı gibi niteliklere yönelik duyularımız keskinleşir, algımız daha seçici hale gelir. Bu nedenle aşı sonrasında tamamen alakasız bir nedenle yorgun, halsiz, hasta hissedecek olsak bile, bunu aşıya bağlarız. Hâlbuki grip aşısı olanların sadece %1-2 kadarında herhangi bir yan etki görülmektedir. Zaten aşı olup da, sonraki 24-72 saat içerisinde hiçbir yan etki hissetmediğiniz zamanları not edecek olsanız, bunların çoğunlukta olduğunu kolaylıkla görebilirsiniz. Ama ne zaman ki yan etki hissetseniz veya yan etki olduğunu sandığınız bir durumla karşı karşıya kalsanız, son 10 aşılanmada böyle bir şey olmasa bile “her seferinde hasta hissettiğinizi” sanabilirsiniz. Dahası, küçümsemeye çok meyilli olsak da en nihayetinde ölümcül bir hastalık olabilen gribin tehlikeleri yanında kısa bir süre halsiz hissetmek, geçici olarak ateşin çıkması, belki burundan verilen aşılarda burunda geçici bir enfeksiyon oluşması gibi ufak yan etkiler, genel risk-fayda dengesi gözetilecek olursa, tamamen önemsizdir. Yani anlayacağınız algıda seçicilik, vahşi doğada hayat kurtarıcı olabilse de, modern çağda gerçeğin önündeki en büyük engellerden birisidir.


Gribi üreten de Amerika ve İsrail, ilaçlarını üreten de... Kapitalizmin oyuncağı olmayacağım!

Hayır, grip virüsünü ABD veya İsrail üretmedi, aşılarını da normalden farklı bir amaçla satmıyorlar. Kaldı ki Covid-19 sürecinde de gördüğümüz gibi, aşı üreticileri sadece Amerika ve İsrail değil; Avrupa’da, Rusya’da, Çin’de ve hatta Türkiye’de üretilen aşılar mevcut. Grip virüsü de, virüslerin neredeyse tamamı gibi, laboratuvarda üretilmiş bir virüs değildir. Son derece doğaldır ve muhtemelen yüz milyonlarca yıldır canlılara bulaşmaktadır; en azından 16. yüzyıldan beri insanlarda salgına neden olduğunu bilmekteyiz, muhtemelen çok daha eskisi de var. Virüsleri, kendi var olma mücadelelerini sürdüren kimyasal yapılar olarak düşünebilirsiniz. Aslında kötü bir amaçları yok; zaten virüsün bir “amacı” olamaz da... Ancak kendilerini kopyalarken ve çoğalırken, ne yazık ki konaklarına bir miktar hasar veriyorlar. Bunun laboratuvar deneyi ile alakası yok ve bu tür bir sürecin sadece yapay olarak var olabileceğini düşünenler, doğadan kopuk yaşayan, geldikleri yeri bilmeyen, bilimden anlamayan kişilerdir; iddia ettikleri gibi kapitalizmle mücadele eden asil savaşçılar değil.


Ne yani, aşı olmanın hiçbir zararı olamayacağını mı söylüyorsunuz?

Hayır. Her kimyasal gibi, aşının da olası zararları elbette var. Sonuçta vücuda dışarıdan, bir anda ve beklenmedik bir kimyasal girişi oluyor ve her bünyenin buna verdiği tepki birbirinden farklı olabiliyor. İnsanların ezici bir çoğunluğunda aşı sonrasında hiçbir yan etki olmuyor ve normal yaşantılarını sürdürüyorlar (belki iğnenin girdiği yerde ufak bir acı ve şişkinlik haricinde). Bazı insanlarda ise rahatsız hissetme, bayılma gibi durumlar görülebiliyor. Eğer hassas bir bünyeye sahipseniz, aşıyı olduktan sonra 15 dakika oturmanızı veya uzanmanızı tavsiye ederiz. Bunun haricinde, dediğimiz gibi, kimi nadir durumda gribin semptomları görülebilir; ancak bunlar gribe kıyasla çok daha zayıftırlar ve çoğunlukla birkaç saat ila 1-2 günde geçerler. Kaşınma, şişme, baş ağrısı, kızarma, vb. sıradan belirtiler görülebilir; bunlar idare edilebilir düzeyde olduğu müddetçe kısa süre sonra yok olurlar. Risk-fayda analizini her zaman hatırlayın: Çok kısa bir süre devam eden ve çoğu zaman tamamen zararsız olan bir “rahatsızlık”, potansiyel olarak sizi günlerce yatağa hapsedecek, hatta sistemik bir hastalığa dönüşebilecek gripten neredeyse her zaman yeğdir. Üstelik sevdiklerinize bu hastalığı bulaştırabilme ihtimaliniz de cabası!


Bu aşının tepkimeye girdiği bir şey yok mu? Alerjiler, diğer aşılar gibi?

Var. Ancak çok çok nadir. Örneğin grip aşısı nedeniyle alerjik reaksiyon görülme sıklığı 1.000.000 aşıda 1’den daha bile azdır. Bunun haricinde, eğer ki küçük bir çocuk menenjit aşısı olarak da bilinen PCV13 ile birlikte inaktive edilmiş grip aşısını bir arada olursa, yüksek ateş nedeniyle nöbet geçirme ve bayılma gibi durumlar görülebilir. Bu da her zaman olmasa da, eğer ki çocuğunuz PCV13 aşısı olduysa, bunu doktora önceden bildirmenizi tavsiye ederiz. Bunun haricinde herhangi bir ilaç kullanıyorsanız, herhangi bir alerjiniz varsa, herhangi bir hastalık içerisindeyseniz mutlaka aşı olmadan önce doktorunuza bildirmeniz gerekiyor. Bunlar haricinde, basitçe “sıradan” bir gününüzdeyseniz ve hastalık-alerji konusunda “sıradan” özellikleriniz varsa, aşı olmaktan çekineceğiniz hiçbir şey yok demektir.


Riskli durumlar var mı?

Yine çok nadir; ancak var. Eğer ki aşırı şiddetli ve yaşamınızı tehdit edebilecek alerjileriniz varsa mutlaka doktora bildirmeniz gerekiyor. Örneğin yine nadiren de olsa bazı aşılar içerisinde yumurta proteinleri bulunuyor ve buna alerjiniz varsa sorunlar yaşayabilirsiniz. Kısaca, bildiğiniz bir alerjik reaksiyonunuz varsa bunu bildirin. Eğer yetişkinlik yaşlarınıza kadar bariz bir alerji sorunu yaşamadıysanız, grip aşısından herhangi bir alerjik reaksiyon yaşamayacağınızı rahatlıkla varsayabilirsiniz. Benzer şekilde, Guillain-Barre Sendromu’nuz varsa (ki bu ileri düzey bir felç hastalığıdır), bu aşıyı olmamanız gerekmektedir! Bunu doktorunuzla görüşmeniz gerekiyor. Son olarak, eğer ki kendinizi halsiz, rahatsız, hasta olacak gibi hissediyorsanız, aşı olmayı 1-2 gün erteleyebilirsiniz. Normalde grip aşısının hafif hastalıklar sırasında olunmasında hiçbir sakınca yoktur; ancak duruma göre doktorunuz aşıyı 1-2 gün erteleyebilir, böylece tamamen zinde ve iyi bir zamanınızda aşı olursunuz.


İğneden deli gibi korkuyorum!

Hadi ama... Çoğu grip aşısının iğnesi 0.5144 milimetre dış çapına sahiptir. Yarım milimetre! Belki bir sivrisinek iğnesinden birkaç kat kalın; ancak yine de canınızı yakmak için fazlasıyla ince. Teknoloji geliştikçe bu iğneler de küçülüyor. Çoğu zaman aşılarda acı, iğne dolayısıyla değil, iğne korkusundan doğan psikolojiden ve bunun fizyolojik etkilerinden kaynaklanıyor. Rahat olun, aşı yapılırken başka bir tarafa bakın, nefesinizi tutmayın ve normal şekilde nefes almaya devam edin ve kendinizi kasmayın. 1-2 saniyede biten bir süreç, o kadarına dayanabilirsiniz! Size güvenim tam!

Son olarak bir uyarı: Bu dizide verdiğim bilgiler, birkaç defa vurguladığım gibi, elbette “ortalama vatandaş” için geçerlidir. Kimi zaman sıra dışı sağlık sorunları, aşıların olunmasına tıbbi olarak engel olabilirler. Hiçbir zaman gazetelerden, televizyondan veya internetten tıbbi tavsiye almamalısınız. Asla! Her zaman hekiminize danışmalı ve sizin spesifik durumunuz ile uygun tedaviyi görmelisiniz. 

Sağlıklı günler.

Çağrı Mert Bakırcı / BİRGÜN


Ekonomiye körfez ateşi - BİRGÜN

 


Müslüman Kardeşler örgütünün finansörü olarak bilinen Katar ile Türkiye arasındaki ortaklık, diğer Körfez ülkeleriyle arayı açtı. Dış politik gerilim ekonomiye de sıçradı. Suudi Arabistan Ticaret Odası Başkanı: Türk olan hiçbir şeyle işimiz olmayacak!

Körfez ülkeleri Irak’ta dahil edilmek üzere toplam 8 ülkeden oluşuyor. Bunlar Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Irak, Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan, Umman ve Yemen. Bu ülkeler arasında yıllardır süren çatışmalara son 5 yıla dek Türkiye taraf olmuyordu. Ancak son yıllarda AKP hükümetinin Körfez Ülkeleri içinde özellikle Katar’dan yana pozisyon alması dış politik gerilim olarak ortaya çıksa da artık ekonomiye de sıçramış durumda.

Hem dış ticaret hacmi, hem de Körfez’den Türkiye’ye gelen dış sermaye girişleri düşünüldüğünde söz konusu 8 ülke her zaman Türkiye ekonomisi için önemli oldu. Söz konusu 8 ülkeden Türkiye’ye gelen doğrudan yatırımların tutarı 2019’da 30 milyar 980 milyon dolardı ki, bu toplam doğrudan yatırımların yüzde 20’sine karşılık geliyordu. Üstelik bir yıl önce 2018’de Körfez’den gelen doğrudan yatırımların tutarı 10 milyar 88 milyon dolardı. Bölgesel bazda incelendiğinde doğrudan yatırımların bu kadar hızlı arttığı başka bir ülke veya ülke grubu bulunmuyor.

Ancak Körfez’den gelen doğrudan yatırım 8 ülkeye eşit biçimde dağılmış değil. Bu 8 ülke içinde özellikle Katar öne çıkıyor. 2019 yılında Körfez’den gelen 30 milyar 980 milyon doları yüzde 70,6’sına karşılık gelen 21 milyar 886 milyon doları Katar’dan geldi. Katar’dan gelen doğrudan yatırım tutarı 2018’de 6 milyar 257 milyon dolar, 2017’de 5 milyar 663 milyon dolar, 2016’da 4 milyar 941 milyon dolar, 2015’te ise 715 milyon dolardı.

Özellikle 2015’ten itibaren başlayan artış dikkat çekici boyutlara ulaşmış görünüyor. Katar, 2015 yılı itibariyle Türkiye’ye en çok doğrudan yatırım getiren 26’ncı ülkeyken, 2019’da bu alanda 2’nciliğe yükseldi. Geçen yıl Türkiye’ye gelen 150 milyar 136 milyon dolarlık doğrudan yatırımın yüzde 14,5’ini tek başına Katar’dan geldi.


KATAR İLE İHVAN KARDEŞLİĞİ

Türkiye son 5 yılda gelen doğrudan yatırım 133 ila 182 milyar dolar arasında değişiyor. Bu para da Türkiye’nin GSYH’sinin yaklaşık olarak beşte birine denk geliyor. Doğrudan yatırımlar içinde Katar’ın payı ise giderek artıyor. 2015’te Türkiye’ye tüm dünyadan gelen doğrudan yatırımın yalnızca yüzde 0,5’i Katar’dan gelirken 2019’da bu oran yüzde 14,5’e çıktı. Körfez sermayesi ise Türkiye için artık sadece Katar’dan ibaret. 2019’da 8 Körfez ülkesinden Türkiye’ye gelen doğrudan yatırımın yüzde 70’i Katar’a ait.

ekonomiye-korfez-atesi-793708-1.


Türkiye’ye en çok doğrudan yatırımın geldiği 5 ülke:

►Hollanda: 32 milyar 477 milyon $
► Katar: 21 milyar 886 milyon $
► Almanya: 13 milyar 802 milyon $
► İspanya: 7 milyar 647 milyon $
► Lüksemburg: 7 milyar 189 milyon $
TOPLAM: 150 milyar 136 milyon $


TÜRKİYE’YE İLGİ AZALDI

2019’da 45 bin 967 konuttan 2 bin 208’i Suudi Arabistanlılara satıldı. Bu yıl ise ocak-ağustos döneminde yabancılara satılan 21 bin 117 konuttan yalnızca 435’i Suudi Arabistanlılara satıldı. Geçen aynı dönemde yabancılara 28 bin 51 konut satışı yapılmıştı. Bu satışın bin 458’i Suudi Arabistanlılara yapılmıştı.


DIŞ GERİLİM EKONOMİYE SIÇRADI

Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Türk mallarına yönelik ambargosu devam ediyor. Suudi Arabistan Ticaret Odası Başkanı Ajlan al-Ajlan sosyal medyadan yaptığı açıklama ile boykot resmiyet kazanmış oldu. Ancak Türkiye’den ambargo ile ilgili her hangi bir açıklama yapılmadı. Daha önce de Türk mallarına boykot çağrısı yapan Ajlan al-Ajlan son paylaşımında Türk şirketleriyle çalışılmaması çağrısında dahi bulundu:

“Kesin ve net bir şekilde söylüyorum: Yatırıma hayır, ithalata hayır, turizme hayır. Biz vatandaşlar ve iş adamlarının Türk olan hiçbir şeyle işimiz olmayacak. Hatta krallıkta çalışan Türk şirketleriyle bile çalışmama çağrısı yapıyorum. Bu da liderliğimize ve ülkemize karşı devam eden Türk düşmanlığı ve hakaretine karşı vereceğimiz en küçük yanıt.”
Türk mallarına yönelik uygulanan ambargo Körfez ülkeleri ile ticari ilişkilerin nasıl olduğunu akıllara getirdi. Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı ülkeler sıralamasında Suudi Arabistan 16’ıncı, BAE de 12’inci sırada yer alıyor. Geçen yıl BAE’ye 3,6 milyar dolarlık ihracat yapılırken Suudi Arabistan’a 3,2 milyar dolarlık ihracat yapıldı.

TÜİK verilerine göre Suudi Arabistan’a geçen yıl Ocak-Ağustos döneminde 2,3 milyar dolarlık ihracat yapılırken bu yıl aynı dönemde ihracat tutarı 1,9 milyar dolara kadar geriledi. Türkiye, Suudi Arabistan’a en çok hububat, demir-çelik, halı ve hazır giyim ürünlerini ihraç ediyor. Ancak ihracattaki bu azalma daha çok koronavirüs salgının dış ticarete etkilerinden kaynaklanıyor. Türkiye’nin bu boykot girişimlerine karşı nasıl tavır sergileyeceği ise hâlâ merak konusu.


BİRGÜN

İddianame olarak 93'üncü yılında Nutuk ve bir öneri - Mehmet Bozkurt / SOL

 'Nutuk’ta kullanılan belgelerin değerlendirilmesinin tarihçilere bırakılması fikrine uzak düşüyorum. Bana göre burada sunulan belgeler her iddia sahibinin iddiasını kanıtlamak için iddianamesine eklediği eklentilerdir.'


15 Ekim 1927 tarihinde Mustafa Kemal Paşa şimdi Cumhuriyet Müzesi olan ikinci meclisin genel kurul salonunda alkışlar arasında kürsüye çıkarak “Büyük Nutuk”u okumaya başlar. 

Altı gün, günde altışar saatten otuz altı saat, dakikası da var, otuz bir dakika, boyunca, 15 Mayıs 1919’da ülkenin bulunduğu genel durumdan başlayarak, sıra gözetmeden yazıyorum; Kurtuluş Savaşı'na giden yolu, kongreleri, meclisin açılışını, meclisteki tartışmaları, gruplaşmaları, iç isyanları, bilhassa Çerkes Ethem’i, İstanbul hükümetiyle olan gerilimli ilişkileri, Kurtuluş Savaşı ve cepheleri, çekilen güçlükleri, Şeyh Sait isyanını, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı, bilhassa fırkanın kurucusu paşaları, kendisine yönelik yapılan suikast girişimini ve tüm bu başlıklardaki kişisel tutumunu anlattıktan sonra gençliğe yaptığı sesleniş ile alkışlar arasında kürsüden iner. 

En yakın dostlarından Çankaya yaranı olarak bilinen dönemin ünlü gazetecisi Falih Rıfkı (Atay) Nutuk için "Benim samimi düşüncem, hiç yazmaması idi. Bütün o vesikalar, tutanaklar dosyalarda kalacağı için tarihçiyi hükümlerinde daha serbest bırakmalı idi" diye yazar. 

Nutuk’ta kullanılan belgelerin değerlendirilmesinin tarihçilere bırakılması fikrine uzak düşüyorum. Bana göre burada sunulan belgeler her iddia sahibinin iddiasını kanıtlamak için iddianamesine eklediği eklentilerdir. Yani sakınca, kuşkusuz yine bana göre; belgelerin, aynı anlama gelmek üzere eklentilerin Mustafa Kemal Paşa tarafından dayanak olarak kullanılmasında değil, tarihçinin Nutuk’u tek başına tarihsel bir belge, bir referans kaynağı olarak ele almasındadır.  

Nutuk bir iddianame olmasının yanı sıra  "ben"i merkeze alan kişisel bir anlatı, bir hatırattır aynı zamanda. Hatıratlarda zihnin kendini olumlayan seçiciliği genel bir doğrudur ve "unutma" insana dairdir! Hadi anlatının yapıldığı 1927, anlatılana pek çok yakın olması nedeniyle "unutma" ihtimali pek düşük olsun. Tamam, amenna ama yine de anlatanın hemen peşine takılmak yerine her tarihçinin, her tarih meraklısının sahip olması gerektiğine inandığımız ve adına "kuşku" dediğimiz "şeytan"ın devreye sokulması yerinde olacaktır. Bu, aynı dönemde yazılmış başka hatıratların tanıklığına başka değerlendirmelere başvurulması anlamına gelmektedir. Bunun da yolunun çapraz okumadan geçtiği bilinmektedir.

Nutuk aynı zamanda bir iddianamedir dedik. Üstelik iddia sahibinin iddialarının bir bölümünü üzerinden çok da zaman geçmeden geri çektiği, bir bölümünün de ölümünden sonra geri çekildiği ve ağır bir dile suçlananların itibarlarının iade edildiği biliniyor iken Nutuk’un, yineliyorum, yalnız başına referans olarak kullanılmasının pek çok sakıncaları vardır. 

Bir de Nutuk ile ilgili yazılanlar var. Bunlardan biri Prof. Dr. Suat Sinanoğlu’na ait. Türk Tarih Kurumu’nun 1961 yılında yapmış olduğu bir konuşma. Çok eski, bunu saymayız diyecekler için yazıyorum, halen aynı şekilde düşünen çok sayıda insanın olduğundan emin olabilirsiniz. Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’taki ben merkezciliğine dairdir. Bunun Mustafa Kemal’in "içtenliği" olarak değerlendirilmesi sahiden de pes dedirtecek türdendir:

"Nutuk, tarihi eser olarak ele alındığı zaman, ilk olarak ortaya çıkan mesele eserin objektif olup olmadığıdır. Çünkü eseri kaleme alan tarihçi aynı zamanda anlattığı tarihi olayların başlıca kahramanıdır. Kasten veya farkında olmadan olayların tefsirinde tek taraflı davranmış, kendine gerçekte hakkı olduğunda daha büyük bir pay çıkarmış olabilir. Böyle bir şüphenin tetkikçide uyanması tabii ve meşrudur…"

Buraya kadar güzel. Mustafa Kemal Paşa kasten ya da farkına varmadan her şeyin yapıcısının kendisinin olduğunu ileri sürebilir. Olabilir ama bunu kötüye yormamak gerekir çünkü… Sinanoğlu devam ediyor: "… Atatürk bu davranışında gerçekten samimidir. Çünkü o her yaptığını Türk milletinin yüksek meziyetleri sayesinde yapmaya muvaffak olduğuna içten inanmıştır. O, bir bakıma kendinden ‘Türk milleti’ diye bahseder…"    

Eh, bu durumda ne yapsın Kâzım, Rauf, Refet, Ali Fuat, Cemal… İsmet ve Fevzi’yi saymıyorum çünkü onlar çok önce "rızalık" aldıklarından liste dışıdır.

Listeledim. Saydım, ismi en çok zikredilen, Rauf’tur. Rauf Orbay ismi tam olara 112 kez zikredilmiştir. Sonra sırasıyla Mersinli Cemal: 81, Refet Bele: 76, Kâzım Karabekir: 71, Ali Fuat: 66. Tümü Amasya Genelgesi’nin, o ünlü ihtilal bildirgesini imzalayıp savaş boyunca cephede ve Meclis’te Mustafa Kemal’in emir ve komutasında savaşmıştır. Rauf Orbay Başbakanlık yapmış, Refet Bele cephe komutanlığının yanı sıra İçişleri Bakanlığı yapmış, Ali Fuat Kuva-yi Milliye Umum Komutanlığı ardından Moskova Büyükelçiliği’nde bulunmuş, Kâzım Karabekir ve Cemal Paşalar ordu komutanlığı yapmışlardır. Kısacası tümü savaş sırasında ve sonrasında en üst seviyede sorumluluk almış olup, Mustafa Kemal’in yakın çalışma arkadaşlarıdır. Yalnızca çalışma arkadaşı da değil aynı zamanda oturup yarenlik ettikleri sofra arkadaşlarıdır. Hele de Ali Fuat Cebesoy, anılarında yazdığına göre Mustafa Kemal’e rakı içmeyi öğretendir. 

Cumhuriyetin ilanından önce Mustafa Kemal’in "tek adam" olacağı endişesiyle alttan alta başlattıkları muhalefetin parti kurmaya karar verip su yüzüne çıkması ve 1925 yılının başında patlayan Şeyh Sait İsyanı'nın kışkırtıcısı suçlamasıyla kısa bir süre önce kurdukları Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ve 1926’ya gelindiğinde ünlü suikast davasında sanık olarak mahkeme huzuruna çıkarılmaları… Ve, evet, biraz uzunca olacak ama 1927 Nutuk:

"Baylar, olup bitenler de gösterdi ve kanıtladı ki, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası programı, en hain kafaların ürünüdür. Bu parti, yurtta cana kıyınların, gericilerin sığınağı ve dayanağı oldu; dış düşmanların yeni Türk Devletini, körpe Türk Cumhuriyetini yıkmayı öngören planlarının kolaylıkla uygulanmasına yardım etmeye çalıştı. (…)  Baylar, yeni parti, adındaki 'İlerici' ve 'Cumhuriyet' sözcüklerinin tam karşıt anlamlarıyla gelişmiştir. Bu partinin ileri gelenleri, gerçekten gericilere umut ve güç vermiştir.(…) Baylar, 'İlerici' ve 'Cumhuriyet' sözcükleri kullanarak, bizden ve ulus aydınlarından din bayrağını gizlemeğe çalışanların, ülkede genel bir gerilemeye ve ayaklanmaya yol açmak için içeride ve dışarıda, türlü düzenlerle ve kışkırtmalarla uğraşanların varlığını bilmedikleri düşünülebilir mi?"

Bu sözlere şiddetli itiraz iki ayrı isimden gelir: Rauf Orbay ve Halide Edip Adıvar… Tahmin edilebileceği gibi ikisi de o tarihte yurt dışındadır!

İçerdekiler mi?

Şöyle oldu:

Hiç olmamışlar gibi oldular! 

Yalnızca Kazım Karabekir biraz heveslenir gibi oldu ve  "İstiklal Harbimizin Esasları" adı altında, Nutuk’a muhalif dozu yüksek, hayli kapsamlı "söz yarışının" yapıldığı siyasi anılarını da kapsayan bir kitap yazmaya kalktı. Kitabın piyasaya çıkacağı öğrenilince Kılıç Ali matbaayı bastı, kitaplar toplatılıp imha edildi. Uğur Mumcu’dan; matbaa baskınından sonra Karabekir’in evinin ziyarete tabi tutulduğunu, kitabın hazırlanmasında kullanılan bütün belgelere el konulduğunu, söz konusu olan kitabın ancak 1951 yılında basılabilmiş ve okuyucuyla buluşmuş olduğunu da öğreniyoruz. 

Nutuk’ta fena halde haşlanan diğer "yaranlar" ise anılarını ancak Mustafa Kemal’in ölümünden sonra yayımlayabilmişlerdir.

Mustafa Kemal Paşa ile ilk barışan, hiç olmamış gibi olanlardan Ali Fuat Cebesoy’dur. Suikast davasında yargılanıp aklanan Cebesoy anılarında yazdığına göre Nutuk’un okunmasından yedi ay önce, 18 Mart 1927 akşamı Mustafa Kemal Paşa tarafından Çankaya Köşkü'nde yemeğe çağrılmıştır. Yineliyorum, suikast davasında ipten döndükten yedi ay sonra… Şimdi Ali Fuat’tan aktarıyorum sözler suikast davası üzerinedir ve Ali Fuat kendi demesiyle hayli asabidir: 

"…Bu halimi ince zekâsılay fark eden Gazi, beni yemek salonunun bir köşesine götürdü. Orada bana nazikâne ikazlarda bulunurken her hakikati tamamiyle bildiğini, bu esnada haksızlığa da uğradığımızı söyledi. Benim meşum ve sefil teşebbüslere katılabileceğimi hiçbir vakit hatırına getirmemiş olduğunu anlattı.(…) Bana, eski dostluğumuzdan, gençlik hatıralarından bahsetmeğe başladı. Çok mütehassıs olmuştum."

İpten dönene ve yedi ay sonra "hain kafa"lardan biri olacak olan Ali Fuat’ın anlattıkları bunlar. Kuşkusuz burada benim de tereddütsüz inandığım rakının o mucizevi gücünü o harika rahatlatıcı özelliğini ileri sürecekler olacaktır ancak insan merak ediyor yedi ayda ne değişti de Amasya imzacıları "hain" ilan edildi.

Ali Fuat Nutuk okunduktan sonra sessizliğe bürünüyor. Hatıraları var ve hatıralarına göre Gazi altı yıl sonra Ali Fuat’ı bir kez daha Ankara’ya davet ediyor. Gene sofradalar. Sofra kalabalık ve rakı içiyorlar:

"1933 yılının 6/7 Haziran gecesi, sofrasında bazı davetlilerin de hazır bulunduğu bir sırada Gazi, Ruşen Eşref Bey’i yanına çağırarak ona, Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Konya’dan müstakil mebusluğumu terviceden (destekleyen) şu beyannameyi yazmıştı…"  Ali Fuat Cebesoy milletvekili oluyor.   

Sıra da Refet var.

Gazi bu defa Ali Fuat Paşa’nın aracılığıyla Refet Paşa’yı çağırıyor. Refet tabii ki hemen geliyor. Bu defa bir balodalar. Mustafa Kemal’in Refet’e şampanya ısmarladığını yazıyor, Ali Fuat. Ve gene Ali Fuat’ın demesine göre, Refet pek keyifleniyor. Şampanyadan mı, kendisine önerilen milletvekilliğinden mi burası meçhul ama Refet 1935’de boşalan bir milletvekili koltuğuna oturuyor!

Rehabilitasyon süreci Mustafa Kemal’in ölümünden sonra da devam ediyor. Kâzım Karabekir ve Rauf Orbay   1939’da milletvekili yapılıyor. Karabekir’in meclis başkanı olduğuna da işaret etmem gerekiyor. 

Bir öneriyle bitiriyorum:

Nutuk’un bundan sonra yapılacak yeni baskılarında ya ek olarak ya da dip not olarak yapılan bu itibar iadelerinin kayıt altına alınmasını öneriyorum. Bunun okuyucuların hiç değilse bir bölümünü başka kaynaklara da yönlendirebileceğini düşünüyorum…

Mehmet Bozkurt / SOL


KAYNAKLAR:

Nutuk, Türk Tarih Kurumu, 2.cilt, Ankara, 1989

Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bateş Yayınevi, İstanbul, 1984

Prof. Suat Sinanoğlu, Nutuk Nedir, Ne değildir, Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2005

Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul, 1960

Uğur Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1990  

BAE nasıl bölgesel bir güç haline geldi? - Erhan Nalçacı / SOL

 2008 çöküşü sonrası oluşan boşlukta, Çin’in rekabet gücüyle iki bloklu hale gelen dünyada bölgesel güçlerin yükselmesi için zemin doğuyor.


Emekçi sınıfların siyasi iradesinin bir süre için gücünün azaldığı tarihsel bir dönemden geçiyoruz. Böyle dönemlerde yayılmacı ve yeniden paylaşımı talep eden bölgesel güçlerin ortaya çıkması beklenen bir olgu.

Uzağa gitmeye gerek yok, bunlardan birinin, özellikle 2011’den sonra Türkiye olduğunu biliyoruz. Ancak her şey karşıtı ile bulunur, benzer koşulların son on yıl içinde hemen her başlıkta Türkiye ile karşı karşıya gelen başka bir bölgesel hırsı yarattığını fark ediyoruz: Birleşik Arap Emirlikleri (BAE).

2016’da 15 Temmuz darbe girişimini BAE’nin desteklediğine dair müphem bilgiler var, spekülasyon mu, bilmiyoruz.

Yine Türkiye’nin askeri olarak Libya’daki iç savaşa müdahil olduktan sonra Türkiye tarafından donatılan Vatiyye askeri üssünün bir BAE uçağı tarafından vurulduğu iddia ediliyor. Mısır’dan kalkan bir BAE jetinin gece bombardımanı…

Doğu Akdeniz’deki gerilimden sonra, BAE’nin Yunanistan ile yaptığı askeri tatbikat ise şüphe götürmüyor.

Daha sonra kısaca bahsedeceğiz, BAE Türkiye ile birlikte ABD’nin Suriye saldırısına katıldı. Ancak son dönemde taktik değiştirdi ve Şam’da elçilik açtı. Bunun Türkiye’nin Suriye’deki yayılmacı politikasına karşı bir adım olduğundan da kimse şüphe etmiyor.

Şu anda uluslararası gündemde BAE ile ilgili acil bir şey yok belki, ama Türkiye’de az tanınan bu ülkeye biraz yakından bakmak daha sonra yaşanacakları çözümlemek için mutlaka işe yarayacak.



Bir Körfez ülkesi olan BAE’nin stratejik yeri ve komşuluk ilişkileri görülüyor. Hemen İran’ın karşısındaki ve Hürmüz Boğazı’nı tutan konumu izleniyor.







BAE’nin bugün kurulu olduğu tarıma elverişsiz topraklarda göçebe Arap kabileleri bulunuyordu ve uzun bir süre Osmanlı egemenliğinde yaşamışlardı. İngiliz emperyalizminin ilgisini Hindistan yolunda bulunan bütün stratejik bölgeler gibi çekti. Birinci Dünya Savaşı’nda Skyes-Picot Anlaşması ile Arap yarımadasının güney ucunu İngiltere kendine ayırdı. 

İngiliz egemenliğinde balıkçılık ve inci avcılığı ile geçinen bu yoksul ülkenin geleceğini değiştiren iki olay oldu: 1960’larda zengin petrol yataklarının bulunması ve 1971’de İngiliz sömürgeciliğinin sonlanarak BAE’nin bağımsız bir ülke olması. Ancak bağımsızlığın bir halk direnişi ile alındığına ilişkin bir işaret yok. Ülkenin yeni egemenleri kapitalizm öncesi toplumsal ilişkilerin ürünü olan yedi Emirlik’in soylularının oluşturduğu oligarşi oldu ve emperyalist ülkelerle bağdaşıklığını sürdürdü.

Bugün 10 milyona yakın nüfusunun ancak %15’i BAE vatandaşı ve geri kalan %85’i yabancı ülkelerden gelen emekçilerden oluşuyor. 

Aslına bakarsanız Türkiye ile hiçbir benzerliği yok gibi. Türkiye’nin 80 milyonu geçen nüfusuna karşı küçük bir ülke, nerdeyse 1,5 milyon vatandaşı var. Türkiye enerji yoksuluyken dünya petrol rezervi sıralamasında 7. zengin ülke BAE. Ne toplumsal yapı, ne tarih, ne ekonomi, hiçbir şey benzemiyor.

Bütün bunlara rağmen birbirine benzeyen ve bu nedenle egemen sınıflarını birbirine düşüren bir süreç yaşanıyor.

BAE ABD emperyalizmi altındaki hiyerarşiye bağlı iddiasız görevleri tıpkı Türkiye gibi üstleniyor bir dönem. BAE’nin şu anki lideri Bin Zayid el Nahyan İngiliz ordusunda yetişmiş bir asker. 1990’larda emperyalizm Yugoslavya’ya çullanıyor, BAE Kosova’ya birlik yolluyor. Afganistan’ı işgal ediyor, BAE orada ve Müslüman bir ülke olarak NATO’nun suçlarını hafifletmeye çalışıyor, tıpkı Türkiye gibi.

2011’de ABD’nin Suriye savaşına cihatçı çeteleri destekleyerek hem Türkiye hem BAE birlikte katılıyor. O zamana kadar zaten aralarında da yüzeye çıkan bir sorun gözükmüyor, aynı taşeron pozisyonda müttefikler yani.

Ne oluyorsa o yıldan sonra oluyor. 

Bir kere AKP’nin Müslüman Kardeşler’i desteklediği biliniyor. Müslüman Kardeşler buluşması gibi geçen 2012 AKP Kongresini hatırlayın. BAE’nin soyluluğunun oluşturduğu oligarşik yapısının taban örgütlenmesine dayanan bu gerici örgütlenmeden ürktüğü biliniyor, hatta 2011 civarında bazı hareketlenmeler oluyor ama bastırılıyor. 

Ama asıl olarak mesele ne Gülencilik, ne Müslüman Kardeşler! 

2008 çöküşü sonrası oluşan boşlukta, Çin’in rekabet gücüyle iki bloklu hale gelen dünyada bölgesel güçlerin yükselmesi için zemin doğuyor.

BAE Batı emperyalizminin sıkı bir müttefiki, Türkiye gibi.

Ama Rusya ile birçok askeri anlaşması bulunuyor. Ayrıca Çin ile en üst düzeyde karşılıklı yapılan ziyaretlerle çok önemli işbirliği anlaşmaları yapıyorlar ve Çin’in Yeni İpek Yolu projesinde öne çıkan bir partneri haline geliyor.

Daha önce bu köşede İsrail’in Çin ile işbirliği içinde Süveyş Kanalı’na alternatif bir demiryolu yapma girişiminde bulunduğu yazılmıştı. BAE’nin de bu projenin tarafı olduğu ortaya çıkıyor.

İsrail ile geçenlerde imza altına alınan işbirliğinden çok önce bu ilişkinin başladığı ve hatta BAE’nin kendi vatandaşlarını İsrail’in geliştirdiği casusluk programıyla izlediği söyleniyor. 

BAE’de Batı emperyalizminin askeri üsleri varken, kendisi Somali’de, Libya’da, Yemen’de askeri üsler açmaya ve hegemonya alanları inşa etmeye çalışıyor. 

Ve petrol zenginliğini sanayiye ve teknolojik gelişmeye yatırıyor.

Daha çok yeni Güney Kore teknolojisi olan nükleer santrali açtılar. Enerji zengini bu ülke nükleer santral ediniyor! 

Ve Mars araştırması için kısmen kendilerinin geliştirdiği bir uyduyu geçenlerde uzaya fırlattılar.

Görüldüğü gibi bu emekçi sınıflara faydası olmayan rekabet bir süre daha sürecek ve yeni gerilimler yaratacak.

Ta ki kendi kozmopolit işçi sınıfı ve dünyada işçi sınıfı enternasyonalizmi bu akılsızlığa el koyana kadar.

Erhan Nalçacı / SOL

Sadaka - Orhan Gökdemir / SOL

 İslamcılık ve Türkçülük askıda. Oluşmasına büyük katkı sundukları yoksulluğa karşı sadaka ekmek dağıtmaktan başka çözümleri yok. 


“Sevap kastıyla fakire hibe olarak verilen mal” anlamına geliyor başlıktaki kelime. Fakire verilecek amma velakin herhangi bir hizmet bedeli olarak verilmeyecek. Yani “Allah rızası için” verilecek. Böyle olmakla birlikte “verme”yi bütünüyle karşılıksız sayamıyoruz. Karşılığında kazanılacak bir “rıza” var, inananlar için önemli bir kazançtır.

Çoğulu “sadakat”tır. Arap kaynaklarına göre ş-d-k kökünden türeyen bu kelime “doğruyu söylemek” anlamına da geliyor. Bir müminin sadaka vermesi onun dininin doğruluğunu gösterir. Her ne ise, esası hayırseverliktir. Malınız-mülkünüz olacak ve bir kısmını malı-mülkü olmayanlara hibe etmeye razı olacaksınız. Karşılığını da rıza olarak alacaksınız. 

Bir de “zekât” var. Sadakanın gönüllü bir eylem olmasına karşı zekâtın “zorunlu” olduğu iddia edilse de “ulema” ikisi arasında fark gözetmez, birbirinin yerine kullanır. Zekât, bir tür sadakadır. Mal-mülk sayımı olmadığına göre, malın mülkün miktarı varsılın beyanına bağlıdır. Sadaka olarak verilecek miktar, varlık beyanına göre değişir. Kaldı ki zekâtın veya sadakanın yoksulluğu ortadan kaldırmak gibi bir amacı yoktur.

“Üsteki el alttaki elden daha iyidir…”, bu bir peygamber sözüdür. Bunu, elbette, “veren el alan elden daha iyidir” şeklinde yorumlayabiliriz. Bir adım daha ilerleyerek, “zenginin eli fakirin elinden daha iyidir” de diyebiliriz. Elde avuçta yoksa kime neyi verebilirsin? Vermek iyiyse, varsıllık da iyidir. Hep böyledir, ilk birikim denklemin dışındadır. Sadaka, zekât, giderek hayırseverlik her durumda yoksullar karşısında varsılların varlığını varsaymaktadır. Mülk edinme süreci tartışmaya dahil değildir. Bu durumda varsıl, sadaka ve zekât yoluyla, üsteki ele dönüşmektedir. Yoksulların eli hep alttaki el olmaya mahkumdur. 

Arap geleneği olarak görülmesin; sadaka Osmanlıda da çok yaygındı. Fırsat buldukça devlet kapısına “sadaka arzuhali” vermek gelenek olmuştu. Padişahtan para istemenin resmi yollarından biriydi arzuhal vermek. Fukara takımının bu arzuhalleri değerlendirilir, kendilerine dorumlarına göre para dağıtılırdı. Sultan Mecit bunu bir gösteriye dönüştürmüştü. Akşamları Tophane Kasrına geldikçe, dilekçesinin sonucunu bekleyen kalabalığa sadakayı bizzat dağıtıyordu. Edindiği bol “Allah rızası” ile öte dünyaya intikal ettiğini tahmin edebiliyoruz. Cennetliktir! 

Çok tanıdık gelecek, devletin çalışanlarına dağıttığı maaş da bir tür sadaka sayılıyordu. Maaş padişahın sadakasıydı yani. Memur hak ettiği için değil, padişah lütfettiği için alınıyordu. Memur ile dilenci arasındaki fark belirsizleşmişti zaten. Tek fark vardı aralarında. Sadakasını düzenli alanlar sadakat göstermelidir; beklenti buydu. 

***

Peki, bunlara, bu dinsel kavramlara “eşitlikçi” bir anlam yükleyebilir miyiz? 

“Toplumsal sıkıntılarla mücadele etmenin yasal yolu olan hayırseverlik, toplumsal sıkıntıyı daha da arttırır…” Marx bunu yazarken yoksulluk İngiltere’de ve Kıta Avrupası’nda yoksulların bir kabahati olarak görünüyordu. Yoldaşı Engels şöyle devam ediyor bu anlayışı açıklamak için: “Bugünkü toplumsal koşullar altında, yoksul kişinin bencil olmaya zorlanması ve çalışsa da geçimini aynı düzeyde sürdürecek olduktan sonra, çalışmamayı seçmesi son derece doğaldır.” Sadaka, çalışma ile tembellik arasındaki farkı ortadan kaldırır. Engels şöyle devam ediyor: “Ama bu bizi nereye götürür? Maltusçu komisyon üyelerinin öne sürdükleri gibi yoksulluğun suç olduğu ve bu haliyle ötekilere örnek olabilecek iğrenç cezalara çarptırılması gerektiği sonucuna değil, günümüzün toplumsal koşullarının hiçbir işe yaramadığı sonucuna götürür.”

Çok açık; Yoksul, mevcut durumunda çalışması hayatında bir değişikliğe yol açmayacaksa, tembelliği tercih edecektir. Buna “düşkünleşme” diyoruz. “Yardıma bağlı bir hayat sürme” olarak açıklayabiliriz. Bir tercih değildir, daha çok mevcut toplumsal koşulların yol açtığı bir travmadır.

Yani yoksulluk yaygınlaşmışsa ve bu yaygın durumun kurbanları çalışmak yerine yardımla geçinmeyi tercih etmişse bunun tek anlamı toplumun ve düzenin bütünüyle çürümüş olduğudur. Hayırseverlik, sadaka, zekât bir toplumsal dayanışma emaresi değil, tam tersine derin bir toplumsal çürümüşlük emaresidir. 

Daha önce burada not ettik; Sanayi Devrimi yıllarında İngiltere’de yoksullukla baş etmek üzere bir “Düşkünler Yasası” çıkarıldı. Şehirlere göçüp de iş bulamayanları kiliseye bağlı hayırsever cemaatler himaye edecek, bir öğün yemek ve yatacak yer sağlayacaktı. Ancak yasanın sonuçları çok tahrip edici oldu. Bir iş bulup çalışanların sürdürdüğü hayat, düşkünlerin sürdürdüğü hayattan daha kötüydü. Çoğu çalışmamayı tercih etti haliyle. Düşkünlük, ücretli çalışmaktan daha iyiydi. Çalışmak hiçbirini düşkün olmaktan kurtarmıyordu. 

Bunları bilmekle birlikte Marx ve Engels düşkünler yasası kaldırılırken şiddetle itiraz etti. Sadakanın kaldırılması yoksulları açlığa mahkûm etmek anlamına geliyordu. Engels İngiltere’de bütün resmi kayıtları gözden geçirmişti. Açlıktan ölenler, kayda geçirilenlerden kat kat fazlaydı. Yoksulluğun varlığında sadaka gereklidir. Ancak çözüm değildir ve gelip geçicidir. Asla eşitlikçi bir anlam yükleyemeyiz.

*** 

Türkiye’de düzen uzun yıllara yayılan bir düşkünleştirme politikası izliyor. “Tarımsal üretimi daha verimli kılmayı amaçlayan” IMF programları ile başlatıldı. 20 milyon köylünün ürettiğini 1 milyon köylü ile üretecek ve tarımı verimli kılacaklardı. Bu amaçla 19 milyon köylüyü tasfiye ettiler. Tasfiye olan köylülerin çoğu proleterleşmek yerine düşkünleşti. Bir kısmı “marjinal sektör”lere yöneldi. Sonuçta sadakaya bağlı bir hayat kurdular. Hoş, proleterleşseler de ancak böyle bir hayat kurabilirlerdi. 
Sadaka düzeni, düşkünleri var sayar. Düşkünleri ise düzenden ayrı düşünemeyiz. Varlığını kabul etmekle birlikte alt sınıfın en karanlık halidir, savunacak bir noktasını bulamayız... Geleceği kuracak olan dilenciler değil, emekçilerdir! 

Sonuca geliyoruz. Bu kavramlar dinseldirler ve hiçbir eşitlikçi yanları yoktur. Sadaka zenginin, merhamet zalimin erdemidir. Bunlar, hepsi, eşitsizlikçi bir düzenin ürünleridir. Bunların erdem sayılmadığı düzene ise Komünizm diyoruz. Erdemi eşitliktir. Yoksulluğu ve varsıllığı, haliyle sadakayı, zekâtı ve hayırseverliği kaldırmış olmayı varsayıyoruz. Esası yoksulluğu ortadan kaldıran bir yeni Cumhuriyettir. 

*** 

İslamcı iktidarın Türkçü ortağı bir iki gün önce “askıda ekmek” kampanyası başlattı malumunuz. Nedir esası? Ekmek alan, bir ekmek de askıya bırakacak. Yoksullar gelip o ekmeği alacak. Böylece toplumda dayanışma ve eşitlik sağlanacak! Sadakanın en perişan halidir.

İslamcılığın siyasal programının kapitalizme karşı olduğu tezinin temelsiz bir efsane olduğu ise çoktan ortaya çıktı. İdeal bir kapitalist düzen kurdular, yoksularla zenginleri bütünüyle ayrıştırdılar. Zengini daha zengin yoksulu daha yoksul kıldılar. Bu denklemde yoksulların payına düşen varlıklıların merhameti ve sadakasından ibarettir. Piyasa ile İslamcılık arasındaki müthiş uyumu görebiliyoruz. Eşitlikçi bir düzene cami avlusu eşeleyerek, asrı saadetten hikayeler devşirerek, ırkçılıkla yoldaşlık yaparak gidilecek yol kalmadı haliyle. 

İslamcılık ve Türkçülük askıda. Oluşmasına büyük katkı sundukları yoksulluğa karşı sadaka ekmek dağıtmaktan başka çözümleri yok. 

Ne zenginin merhametine ihtiyacı var çağın emekçisinin, ne sadakasına oysa. Ayağa kalktığında, varsıllar için de kurtuluş yolunu açacak, sermayesine el koyarak son verecek acılarına.

Tekrarlayalım öyleyse: Geleceği kuracak olan dilenciler değil, emekçilerdir!

Orhan Gökdemir / SOL

Bir cellat yargıç: Devrimin kasabı - Emre Kongar / CUMHURİYET

Sevgili okurlarım, Anayasa’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez hükmüne göre:

Türkiye Cumhuriyeti Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti’dir.

Bugünkü yazımı “Ya Hukuk Devleti olmasaydık da Şeriat Devleti olsaydık, nasıl yargıçlarla karşı karşıya kalırdık” sorusunun yanıtına ayırdım.

Aşağıda Şeriat Devleti’nde binlerce insanı cellada yollayan bir yargıcın portresini (genellikle Wikipedia bilgilerine dayalı olarak) aktarıyorum.

***

Cellat Yargıç Muhammed Sadık, 1926 yılında, bugün Azerbaycan topraklarında olan Halhal yakınlarındaki Givi köyünde doğdu. Babası Azeri bir çiftçiydi.

İsmine geldiği şehrin adı olan Halhali’yi eklemesi bir molla geleneğidir.

Dini eğitimini Kutsal şehir kabul edilen Kum’da aldı ve 1950’li yıllarda Humeyni’nin öğrenciliğini yaptı.

Yine aynı yıllarda terör örgütü Fedayeen İslam’a (İslam Fedaileri) katıldı, burada örgüt eğitimi aldı.

(İslam Fedaileri, Fedayeen İslam örgütü, 1960’lı ve 70’li yıllarda İran’da çok sayıda laik siyasetçiyi katleden bir örgüttü.)

Halhali, Humeyni’yi desteklemek suçundan Şah’ın gizli servisi SAVAK tarafından 1963 ile 1978 tarihleri arasında çok kez tutuklandı.

Humeyni’nin 1 Şubat 1979’da Paris’teki sürgünden Tahran’a dönüşünden ve 11 Şubat 1979’da devrimcilerin Tahran’da yönetimi ele geçirmelerinden sonra, 24 Şubat 1979’da Humeyni tarafından “Şeriat Uygulayıcısı” veya yeni kurulan “İslami Devrim Mahkemesi Başkanı” olarak atandı.

Devrimin ilk günlerinde “yeryüzünde sapkınlığı yayma ve Allah’a karşı savaşma” suçlamalarıyla binlerce eski hükümet görevlisini idama mahkûm etti.

Sanıkların çoğu, savunma hakkını kullanamamış, bir avukatı bile olmamış veya jüri önüne çıkarılmamıştı.

Halhali, aynı anda hem savcı hem hâkim hem de jüri olarak görev aldığı “Devrim Mahkemeleri”nde devrimden sonra 2 yıl içinde aralarında yüzlerce diplomat, akademisyen ve siyasetçinin de olduğu binlerce kişiyi (1999’da yazdığı anılarında da itiraf ettiği gibi sadece 1979 yılında 2 bin kişi) karşı devrimcilik suçlamasıyla idam etti.

İdam ettirdikleri arasında Şah’ın uzun süreli başbakanlığını yapmış olan Emir Abbas Huveyda ve eski SAVAK Başkanı Nimetullah Nasiri de vardı.

Birçok kaynağa göre idam ettirdiklerinin sayısı 8 bin civarındadır.

Bazı infazlara makineli tüfekle bizzat katıldığı bilinir.

Böylece laik bürokratlarla birlikte, Humeynicilere destek veren, Darbeyi birlikte yaptıkları İran komünistlerini de temizledi.

***

Verdiği binlerce idam kararının haksızlığı ve hukuksuzluğundan dolayı:

“Cellat Yargıç” ve “Devrimin Kasabı” isimleri takıldı.

2000 yılında Le Figaro’ya verdiği mülakatta, aradan 20 yıl geçmesine rağmen yaptıklarından en ufak bir pişmanlık duymadığını belirtti:

“Bunlar dünyaya tekrar gelseler, tek bir istisnasız tümünü yeniden idam ederim” dedi.

Halhali, kendisine İranlı aydınların psikopat demelerinin ne kadar doğru olduğunun sorulması ve  sanıklara konuşma hakkı, avukat ve ispat hakkı vermediğinin hatırlatılması üzerine şöyle dedi:

“Eğer suçluysalar cehenneme giderler, yok eğer masumsalar cennete giderler.”

***

Sonuç olarak yatıp kalkıp, Hukuk Devleti olduğumuza ve siyasal iktidarın celladı olan böyle yargıçların ülkemizde bulunmadığına şükredelim!

Emre Kongar / CUMHURİYET

Gıda krizi büyüyor - Emin Koramaz / BİRGÜN

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Organizasyonu’nun (FAO) 1945’teki kuruluş gününe istinaden, 16 Ekim Dünya Gıda Günü olarak anılıyor. Son yıllarda küresel çapta yaşadığımız her sorunda (iklim değişikliği, göç, savaşlar) olduğu gibi, salgın da bir biçimde gıda krizi    olarak etki gösterdi.


FAO’nun verilerine göre dünyadaki aç nüfus sayısı her yıl sürekli bir artış göstererek bir milyara yaklaşmış durumda. Özellikle tüm dünyaya hakim bu adaletsiz sisteme, dünya genelinde COVID-19 salgınının neden olduğu olağanüstü koşullar nedeniyle yaşanan kitlesel işsizlik oranlarının artışı eklendiğinde, aç nüfus sayısının önümüzdeki dönemlerde daha da artacak.

Dünyada açlık tehlikesi bu kadar belirgin iken, temel gıda fiyatları sürekli bir artış gösteriyor. İnsanlarımızın açlık sınırında ve yeterli gıdaya ulaşamamasının tek nedeni üretim yetersizliğinden çok tarım ve gıda üretimini piyasalaştırarak tekelleşmeyi dayatan kapitalist sistemin birebir kendisidir.


Açlık sorunu Türkiye açısından da pek olumlu sinyaller vermiyor. Bugün ülkemizde yirmi beş milyon insanımız yani nüfusumuzun nerdeyse 3’te 1’e yakını yeterli gıdaya ulaşamamakta, % 14’ten fazla bir kısmı ise açlık tehlikesi ile burun buruna yaşamaktadır. Dünyayı etkileyen COVID-19 salgını etkisi ülkemizde bu sayıyı yine giderek artmaktadır.

Yoksulluk ve açlık kader değildir. Açlık ve yoksulluk yaşam hakkını ihlal eden, yıkıcı ve insanlık dışı kapitalist sistemin ekonomik adaletsizliğinin bir sonucudur.

Salgın dünya çapında yayılırken Ocak ayından bu yana en büyük gıda ve içecek şirketlerinden sekizinin hissedarlarına 18 milyar doların üzerinde ödeme yaptığını görüyoruz. Bu rakam BM’nin COVID-19 nedeni ile insanların aç kalmasını engellemek için ülkelere çağrıda bulunduğu ve talep ettiği miktarın, on katından daha fazladır.

Bu uluslararası şirketler veya taşeronları, yüzlerce çeşit ticari marka adı altında kendilerini gizlemekte ve Dünya’nın gıda kontrolünü ellerinde tuttuklarını maskelemektedir. Tekellerini pekiştirmek için, gerek gelişmiş ülkeler, gerekse IMF, DTÖ, DB gibi kuruluşlar aracılığı ile en acımasız uygulamaları hayata geçirmekten kaçınmıyorlar.

Ülkemizde tarım ve gıdanın piyasalaştırılması, doğal kaynaklarımızın, sermayenin sınırsız ve kuralsız kullanımına açılması bu kuruluşlarca hız kazanmıştır. AKP eli ile yapılan gıda alanındaki özelleştirmeler, kamu kurumlarının tasfiyesi veya işlevsizleştirilmesi, KİT’lerin yabancı sermaye veya yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilmesi gibi uygulamalarla bir talan süreci devam etmektedir. Bu süreç köylülerimizi olduğu gibi kentlilerimizi de yoksullaştırmakta, halkımızın açlık sınırına hızla yaklaşmasına neden olmaktadır.

Oysa korona virüs salgını, tüm canlıların sağlığının birbirleriyle bağlantılı ve bir bütün olduğunu bize tekrar hatırlattı. Pandemi süreci her ne kadar küresel bir sağlık sorunu gibi görünse de, ekonomik, sosyal ve siyasi boyutları ile ele alınmak zorundadır. Salgının etkilerini mevcut sistemin açmazları ve sınıflar arası çelişkinin derinliğini yaşayarak deneyliyoruz. Sağlığı korumak, her ne kadar sağlıklı beslenme ile mümkün görünse de, sağlıklı besine ulaşmanın ise bir sistem sorunu olduğu açıktır.

Küresel Gıda Krizleri Ağı’nın geçtiğimiz günlerde açıkladığı 2020 yılı raporunda, 55 ülkede 135 milyon kişinin gıda güvencesi açısından kriz düzeyinde ya da daha kötü durumda olduğu; COVID-19 salgınının da etkisiyle daha ciddi sıkıntılar yaşanabileceğini vurgulanıyor.

Pandemi küresel düzeyde tarım ve gıda politikalarının birebir değişmesi gerektiğini göstermiştir. Aksi durumda salgının yanında dünyada, bir gıda kıtlığı ve gıda krizi yaşanacağı aşikârdır.

Bu zamanlar; ülke ve dünya olarak, bize mevcut üretim ilişkilerini sorgulamak, düzeltmek ve bu paralelde gıda ve tarım sistemini dönüştürmek için bir fırsat da sağlıyor. Dünyayı bir bütün ve tüm insanları kardeş olarak düşünmemiz gereken bir dönem.” Başka bir dünyanın mümkün kılınacağı bir dönem.
Gıdaya ulaşmanın temel bir hak olduğu, gıda maddelerinin borsada bir meta olarak ele alınmadığı bir sistem yaratmak mümkün. Halkların gıdaya erişme hakkı, ellerinden alınamaz, satılamaz ve devredilemez bir haktır.

Halkların sağlıklı, kültürel açıdan uygun ve sürdürülebilir gıdaya ulaşabildiği, doğru ve yeterli beslenirken gıda çeşitliliğine ulaşabildiği köylü ve tüketiciden yana bir sistem mümkün.

Gerçekçi öngörüler ile planlamacı, yatırımcı, mühendis ile köylünün omuz omuza çalışacağı bir zemin üzerinde, üretimi yeniden organize eden, üreticiden tüketiciye doğrudan bir beslenme zinciri kuran, emek eksenli ve dayanışmayı arttıracak yeni bir yapı, ülkemiz insanı, ülkemiz tarımı, kırsal hayat ve tüketici sağlığı açısından en acil gereksinimdir.

Emin Koramaz / BİRGÜN



Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -5 Haziran 2025-

  KRT’de neler oluyor; görünen ve görünmeyenler…-Candan Yıldız- CHP’ye yakınlığı ile bilinen kanalın yayın çizgisi zaman içerisinde değişti,...