Bu iktidarın hukuk devletinden yasa devletine geçişi yani bir geriye gidişi temsil ettiğini söylemek sanırım artık oldukça yetersiz kalıyor.
Keyfilik zaten bütçenin yapısını ve uygulanma özelliklerini düzenleyen 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Yasası’nda köklü değişiklikler yapan bir torba yasanın 16 Ekim 2020 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yasalaşmasıyla başlamıştı. Bu torba yasa, bütçenin TBMM’ye sunulmasının Anayasa’ya göre son tarihi olan 17 Ekim’den bir gün önce yasalaşmaktaydı. Peki, bütçede fonksiyonel sınıflandırmaya son veren ve birçok harcama kalemini (örneğin Mega projelere bütçeden yapılan yıllık ödemeleri) görünmez kılan yeni “performans esaslı program bütçe” anlayışı bütçeye bir günde nasıl yansıtılacaktı? Bu soruyu benim dışında sevgili Kadir Sev de Sol Gazete’de sormuştu.
İktidarın kural tanımazlığı burada da sahnedeydi elbette: Nasıl olsa torba yasa 17 Ekim’den önce çıkar hesabıyla 2021 Bütçesi, 5018’de yapılacak değişikliklere göre hazırlanmıştı! Gerçekten torba yasa teklifi bütçenin sunulmasına saatler kala yasalaşmış ve –sözde- görüntü kurtarılmıştı. Gerçi görünüşü kurtarmanın bile iktidarın tasası olmadığı da artık çok açıktı. Çünkü artık hiçbir kurumun kendisinden hesap soramayacağı bir “denetlenemez yürütme” yapısı oluşturulmuştu.
O kadar ki, 2021 Bütçesi’nin Anayasa’nın koyduğu “mali yılbaşından en az yetmişbeş gün önce” yani en geç 17 Ekim’de TBMM’ye sunulması kuralına da ilk kez uyulmamıştır (AY: m.162). Görünüşü kurtarmak için 18 Ekim sabahı Anadolu Ajansı’nın geçtiği bazı bütçe büyüklükleri de aslında bütçe yasası teklifinin ortada olmadığının bir başka kanıtıydı. (Aslında temel bütçe büyüklükleri Eylül sonunda çıkan Yeni Ekonomi Programı III ile aynı olduğundan, bunları evirip çevirip yayınlamak ve içerden bazı ek bilgiler edinmek büyük bir gazetecilik becerisi de gerektirmiyordu!).
Değerli araştırmacı gazeteci Çiğdem Toker dünkü Sözcü’de bu skandala yer vermekteydi. Bu işin sıkı takipçisi olan sevgili dostum Aziz Konukman da, teklifin Meclis sayfasına ancak 19 Ekim Pazartesi öğle vakti konulduğunu, ancak bunun da bütçe teklifinin maddeleri ve gerekçelerinden (toplam 22 sayfadan) ibaret olduğunu; teklifin bütününün, bağlı cetvellerinin ve ekinde olması gereken belgelerin (2020 Yılı ekonomik Raporu ile 2021 Bütçe Gerekçesi’nin) ortada olmadığını bildiriyordu.
Bu iktidarın hukuk devletinden yasa devletine geçişi yani bir geriye gidişi temsil ettiğini söylemek sanırım artık oldukça yetersiz kalıyor. Bu iktidar, gerek gördüğünde, ne yasaları ne de anayasayı tanıyor. Anayasaya göre tarafsızlık yemini etmiş bir Cumhurbaşkanı bir partinin genel başkanı olabiliyor ve yürütmeyi bir parti-devletine dönüştürebiliyor. Esasen 2017 Anayasası ve bununla ilişkili 2018 değişiklikleri, kuvvetler birliğini tesis ederek Türkiye’nin bundan böyle bir anayasal-devlet olma niteliğini yok etmiştir. Buna rağmen bu anayasa bile iktidar için bir ayakbağıdır ve fırsat bulabilse yeni anayasal dayatmaları gündeme getirebilir. Ama Anayasanın mevcut haliyle de pekâlâ istediği keyfiliği yapabilmektedir. Esasen AYM de yürütmenin emrine sokulmuştur ve son kuşatmayla da tamamen teslim alınması gündemdedir.
Bütçenin bazı özellikleri
2021 bütçesinin 2020 gibi büyük açıklar veren bütçeler serisine yeni bir ilave olacağını belirterek başlamak gerekir. 2020 bütçesinin başlangıçta öngörülen açığı 139 milyar TL idi; yılsonu gerçekleşme tahmini ise 239 milyar TL’dir. 2021 bütçesi içinse başlangıç tahmini olarak 245 milyar TL açık öngörülüyor. Eğer bu 245 milyarı geçen yılın başlangıç tahmini olan 139 milyar TL açık ile karşılaştırırsanız, yüzde 76’lık bir artıştan söz edebilirsiniz. Ama karşılaştırmayı 239 milyarlık gerçekleşme tahmini ile yaparsanız sadece yüzde 2’lik bir açık artışı söz konusu olacaktır. Bunların ikisi de gerçekçi değildir. Kaldı ki, 2020 bütçesi için ilk dokuz ayda 240 milyar TL’lik borçlanma yapıldığı ve borçlanma limitinin son torba yasayla 308,8 milyar TL’ye çıkarıldığı hesaba katıldığında, 2020 bütçesi açığının bugün öngörülen düzeyi önemli ölçüde aşacağı tahmininde bulunmak zorlama olmayacaktır. Dolayısıyla 2021 bütçe açığını 245 milyar TL veya GSYH’nın yüzde 4,3 düzeyinde tutmak “büyük başarı” sayılabilecektir. (Bu son oran 2015 öncesinde yüzde 2’nin altında tutulabildiği için iktidarın övünç vesilesiydi!).
Belki de yeni bir “kamu alacaklarının yeniden yapılandırılması” düzenlemesi imdada çağrılarak bu hedef tutturulabilecektir. Nitekim şimdiden bunun hazırlıkları başlamış gözüküyor. 16 Ekim’de Meclis’e sunulan ve emek aleyhtarı esnek istihdamın yolunu ardına kadar açacak olan “İşsizlik Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanun Teklifi”ne böyle bir düzenlemenin Plan ve Bütçe Komisyonu’nda eklenme olasılığı büyümüştür. Bu düzenlemenin, tahakkuk etmiş veya etmemiş vergi alacaklarını; sosyal güvenlik primi, işsizlik sigortası primi alacaklarını; belediyelerin su, atık su ve katı atık alacaklarını; tüm diğer idari para cezalarını; ve bütün bu alacaklara bağlı gecikme ceza, faiz ve zamlarını kapsaması beklenmektedir. Bu yeniden yapılandırma hem yaygın bir beklentiye yanıt olacak hem de tahsil edilemeyen kamu alacaklarının hiç olmazsa kısmen tahsilinin gerçekleştirilmesiyle 2021 yılı bütçe gelirlerine önemli bir takviye yapılması sağlanacaktır. Tabii 2021 yılında ekonominin biraz toparlanması koşuluyla; yoksa ertelenen borçların 2021’de ödenmesi de zor olacaktır. (Her durumda, 2020’de ciro ve kârlarını arttırmış olan şirketler lehine bir durum ortaya çıkmış olacaktır).
Şimdiden altını çizmek istediğimiz son iki konudan birincisi, 2021 bütçesinin esnekliğinin de önceki bütçede olduğu gibi büyük ölçüde aşınmış olmasıdır: Cari transferler ve faiz ödeneklerinin toplam bütçe giderlerine oranı yüzde 53’tür. Bu iki kaleme personel giderleri ile kamu personeli için devletin SSK prim ödemeleri eklendiğinde sonuncu oran yüzde 81,5’e yükselmektedir. Dikkati çeken bir durum da, faiz ödeneklerinin bir önceki bütçenin başlangıç ödeneğine kıyasla yüzde 29 oranında büyümesinin öngörülmesidir. Kaldı ki 2021’de 179,5 milyar TL’lik faiz ödeneğinin hayli yetersiz kalması da beklenebilir. Bu bağlamda yeni bütçenin faiz hariç dengesinin gene negatif bir değer almasının (birincil açık vermesinin) ve kamu borç yükünün büyümesinin öngörülmesi sürpriz değildir. Sürpriz değildir ama tarımsal destek ödeneğinin yedi katına varan bir faiz ödeneğini kanıksamak da zordur.
İkinci konu, bütçe vergi gelirlerinin daha da ağırlıklı bir biçimde dolaylı vergilere yaslanıyor oluşudur. Pandemik ve ekonomik krizlerin en fazla düşük ve düzensiz gelirlileri vurduğu bir ortamda, dolaylı vergiler üzerinden “vurun tüketiciye” politikasının hiçbir ahlaki zemini bulunmamaktadır. Hatta “müskirat” ve akaryakıt (ve otomobil) üzerinden alınan Özel Tüketim Vergisi’nin aşırı yüksekliği, devlet partisinin vatandaşa karşı “taksirle ölüme sebebiyet verme” suçunu işlemesine kadar varmıştır. Damıtılan içkilerde merdiven altı üretimi son günlerde 60’a yakın cana mal olmuştur. Yanıcı akaryakıt kullanmak yüzünden geçen yıl ortaya çıkan otobüs yangınlarında da birçok kişi yaşamını yitirmişti. Bu cinayetlere son vermek için de vergi sisteminin Anayasa’nın 73. Maddesiyle uyumlaştırılması şarttır. Hiç uyulmayan ve AKP döneminde iyice uzaklaşılan bu madde şunu emrediyor: “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır”.
***
2021 bütçesine bu hafta iki kez daha dönme fırsatımız olacak. Bunlardan ilki 21 Ekim Çarşamba akşamı saat 20:00’de İktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyeti’nin Facebook hesabından canlı yayınlanacak. İkincisi de büyük olasılıkla Birgün Pazar’da yer alacak. Belki Bütçe Gerekçesi dâhil çeşitli bütçe belgeleri de bugün-yarın yayınlanır da daha kapsamlı bir bakışa kavuşuruz.
Finansal kriz (2007/08), neo-liberalizmin bir “kriz yönetim modeli” olarak tükendiğini gösteriyordu.
Bu modelin yetiştirdiği entelijansiya (üniversiteler, medya IMF ve Dünya Bankası gibi modeli düzenleyen kurumlar, uzun bir süre bu gerçeği kabullenemediler.
Son IMF- Dünya Bankası toplantısı, Covid-19 şoku altında artık kabul etmek zorunda kaldıklarını düşündürüyor.
Yeni ‘model’ arayışları
Şimdi, IMF- Dünya Bankası, gelişmiş ülkelerin hükümetlerine bütçe disiplinine takılmayın, borçlanmaktan korkmayın, kamu harcamaları ve yatırımlarıyla toplumun en muhtaç kesimlerini, ekonominin büyüme üzerinde çarpan etkisi yaparak kendi kendini ödeyebilecek sektörlerini, “altyapı” sistemlerini, yeşil ve yenilenebilir enerji yatırımlarını destekleyin diyor. Kısacası IMF- Dünya Bankası, neo-liberalizmin yerine, 1930’larda “Büyük Bunalım” içinde şekillenen, kapitalizmin II. Dünya Savaşı’nı izleyen “altın çağında” egemen olan modele benzer politikaları, “yeni” kriz yönetim modeli olarak öneriyor.
Ancak, bu “yeni” modelin, borçlan-harca yöntemiyle krizi yönetir ve ötelerken aynı anda daha da büyütmemesi için, kamu harcamalarının ve yatırımlarının, ekonominin “kronik üretkenlik durağanlığı” sorununu çözmesi (artık değer üretme kapasitesini canlandırması), buna bağlı olarak çalışan kesimlerin tüketim kapasitesini (toplam talebi) artıracak ücret düzeyini ve gelecekte borçların ödenebilmesini güvenceye alması gerekiyor. Kısacası, kriz yönetme modeline ek yeni bir “sermaye birikim rejimi” de gelişemezse, siyasi-ekonomik sistem (liberal demokrasi ve piyasa ekonomisi) gelecekte çok daha büyük bir borç yüküyle, çok daha büyük bir finansal kriz (tüm toplumsal etkileriyle birlikte) riskinden kurtulamayacak.
Kimi gelişmeler var ama…
Son yıllarda özellikle bilişim alanında, teknolojik gelişmelerdeki hızlanma, artıkdeğer üretimi biçimlerinde (emek süreçlerinde - üretilen malların cinsinde, tüketim tarzlarında) kimi dönüşümlerin başladığını düşündürüyordu. Dijitalleşme, gayri maddi emek biçimlerinin kullanımında, simgesel ürünlerin üretiminde, tüketimin düzenlenmesinde bir seri yenilik getirmişti. Bu gelişmeler üzerinde yeni bir işçi sınıfı şekillenirken geleneksel sanayilerde işçi sınıfı dağılıyor, çalışanların bir kısmı gelişmelere uyum sağlarken bir kısmı da “prekariat” ve “lümpen proletarya” saflarına katılıyordu. İşçi sınıfının bu iki kesimi arasında gelir-refah düzeyi, “realite algısı” arasındaki fark giderek artıyordu. İklim krizi ve Covid-19 salgını bu dönüşümleri hızlandırdı.
Ağlara bağlı yeni çalışma/üretim biçimleri, (“GİG ekonomisi”), evden çalışanlar ve çalışamayanlar ayrımı, kimi sermaye gruplarının evden çalışmaya, sanal ortamın piyasa koşullarına uyum sağlamaya başlaması; evden çalışmanın “yalnızlaştırıcı” etkilerine karşı yeni yöntemler geliştirme çabaları, “emek süreçlerinde” yeni olasılıklara işaret ederken işçi sınıfı içindeki yarılmayı daha da derinleştirmeye başladı.
Diğer taraftan, bu “yeni” kriz yönetim modeli ve emek süreçlerindeki gelişmeler, aşılması zor, potansiyel olarak da “patlayıcı” iki sorunu gündeme getiriyor: 1- Devletlerin kamu harcamalarıyla ekonomide yaratacakları tüketim kapasitesinin, finans kaynaklarının, uluslararası serbest ticaret sistemi içinde ekonomi dışına sızarak başka (hatta rakip) ekonomilerin güçlenmesine hizmet etmesi nasıl önlenecek? 2- Dijitalleşmeyle, yeni emek biçimlerinin etkisiyle genişlemekte olan prekariat ve lümpen proletarya kesiminin huzursuz bir “nüfus fazlasına” dönüşmesi nasıl önlenecek? Geçen yüz yılın ilk yarısında, bu iki sorun birleşerek ekonomik korumacılığa, devlet kapitalizmine, merkezi planlamaya, totaliter rejimlere, savaşlara yol açmıştı.
Karşımızda, yine “süreç olarak faşizm”, büyük güçler arası rekabetin körüklediği, her an genelleşme potansiyeli taşıyan yerel savaşlar var. Bunlara ek, hızlanarak derinleşen bir “iklim krizi” ve bir Covid-19 şoku... Şimdi ya tarih kendini çok daha geniş çaplı, yıkıcı biçimlerde tekrarlayacak. Ya da insanlık tarihi kapitalizmin ufkunun, iklim krizinin, pandemi risklerinin ötesine taşımaya başlayacak. Zaman ise henüz umuttan yana işlemiyor.
Nasıl bu noktaya geldik? Nasıl oldu da günlerce tarikatları tartışıp da “devlette cemaat yok” diyerek defterin kapatılmasına müsaade ettik. Belki de hastalığı, hastalığı yaratanla tedavi etmeye çalışmanın cezasını çekiyoruz. Ağrı kesici ile yatışırken, tümör göğsümüzde büyümeye devam ediyor.
Önümde bir rapor duruyor. Tartıştığımız sorulara devlet aklının yanıt arayışını anlatıyor.
Şöyle anlatayım: 15 Temmuz’un ardından polis teşkilatı da “nerede hata yaptık”ın peşine düştü.
Öyle ya FETÖ’nün yıllardır en örgütlü olduğu kurum, polis teşkilatıydı. Nitekim açıklanan rakamlara göre en fazla ihraç, açık ara poliste gerçekleşmişti.
Devletin FETÖ raporu
Yıl 2017, 15 Temmuz travması henüz çok tazeyken, Erdoğan, Polis Akademisi’nin mezuniyet töreninde kürsüye çıkmış, “Devletin içinde hiçbir kişinin, ekibin veya grubun paralel bir yapılanmaya gitmesine izin veremeyiz” demişti. Haliyle herkes “FETÖ sonrasındakileri” konuşmaya başlamıştı. İşte bu şartlar altında aynı yıl (2017) Polis Akademisi bir çalıştay düzenledi. Akademi Başkanı Yılmaz Çolak’ın yönettiği çalıştaya kritik noktalarda bulunan savcı, hâkim, bürokrat, akademisyen hatta Cumhurbaşkanlığı’ndan 21 isim katıldı. Çalıştayın bitiminde Polis Akademisi yayınlarından “Yeni Nesil Terör: FETÖ’nün Analizi” adlı rapor çıktı.
İçeriğinin iktidarın politik perspektifinin izlerini taşıması nedeniyle eleştirebileceğimiz rapor, en azından devletin gözünden neyin nasıl olmaması gerektiğini analiz ediyordu. Asıl önemlisi, “FETÖ” kavramının unutturduğu bir olguyu, Fethullahçılığın bir “dini cemaat” görüntüsünde olduğu gerçeğini henüz başlangıcında hatırlatıyordu:
“FETÖ’nün kırk yıllık geçmişine bakıldığında örgütlenmesini gerçekleştirmede ve kendini meşrulaştırmadaen çok dini değerleri kullandığı ve kendisine dini bir cemaat görüntüsü vermeye çalıştığı anlaşılmaktadır.(…) FETÖ elebaşının da tasavvufi kavram ve değerleri kullanmak suretiyle bu gücünü pekiştirdiği görülmektedir.”
Nurculuk içinde yeşerdi
Devletin resmi raporuna göre, “FETÖ” denilen olgu, yıllardır Nurculuk içinde büyüyüp serpilmiş tarikat yapısından başka bir şey değildi:
“Örgüt elebaşıGülenöncelikleSaid-i Nursi’nin takipçisi olarak yola çıkıp insanları etkilemek istemiştir. Nitekim FETÖ yapılanması, faaliyete geçtiği dönemden itibaren uzun bir süre Nurcu bir hareketin içerisinde bir kol şeklinde kendisini tanıtmıştır. Said-i Nursi’nin ölümünden sonra 1960’lı yıllar ile Nurcu hareketi ‘Yazıcı ve Okuyucu Nurcular’ diye iki kola ayrılmıştı.Okuyucu grup içerisinde yer alan Gülen, 1970’li yıllar ile birlikte bu grup içerisinde kendi grubunu (Gülenciler) oluşturmaya başlamıştır.Bu dönemde örgüt elebaşı, Said-i Nursi’nin eserlerini okumuş ve okutmuş; Nursi’nin kendi hayatından aktardığı birçok hikâyeyi de sanki kendi başından geçmiş gibi anlatmıştır. (…) Bu nedenlerle 1990’lı yılların sonuna kadar ağırlıklı olarak dini referansları Said-i Nursi ve Risaleler olmuştur.”
Gladio’nun muhafazakâr seçkinleri
Sadece Nurculuk değil, rapor, 1950’li yıllardan itibaren Türkiye’de yeşerdiğini söylediği Gladio’nun ideolojisinin “muhafazakâr seçkinler”ce yayıldığının da altını çiziyor:
“1950’den sonra geçilen demokratik sistemde seçmenlerinin çoğunluğunun muhafazakâr olduğu bir yapıda ‘radikal laik seçkinler’ yapısı ve anlayışı karşılık bulmuyordu. Sivil siyaset ve toplum üzerindeki vesayeti sürdürebilmek için vatandaşların geneline hitap edecek‘Gladio’ tarzı yapılarca devşirilmiş muhafazakâr seçkinlere ihtiyaç duyuldu”.
Sadece terör örgütüne indirgeme
Daha da önemlisi, aralarında FETÖ iddianamelerini yazan savcıların da olduğu devlet bürokrasisi, bugün birilerinin söylediğinin aksine, FETÖ’nün dini cemaat boyutuna değinilmiyor olmasını da bir zaaf olarak tarif ediyor:
“15 Temmuz sonrası yapılan açıklamalara, itirafçıların vermiş oldukları bilgilere bakıldığında hiçbir kritik bilginin ifade edilmediği ve konunun magazinel bir boyuta çekildiği görülmektedir.Ayrıca bu yapının ısrarla ve bilinçli olarak özellikle dini boyutuna değinilmeden sadece terör örgütü boyutuna indirgeme eğilimi belirmektedir. (…) FETÖ’nün kırk yıllık geçmişine baktığımızda örgütlenmesini gerçekleştirme ve kendini meşrulaştırma konusunda en çok dini değerleri kullandığı ve kendisine dini bir cemaat görüntüsü vermeye çalışmıştır.”
FETÖ’nün yerine göz dikenler
Peki, diğer cemaatler?
Polis Akademisi Raporu’na göre, diğer cemaatlerin durumu da kimilerinin söylediği gibi “sivil toplum örgütü” şeklinde değil:
“Bu toplulukların sivil toplum kuruluşları gibi faaliyet göstermeleri beklenmiş, ancakbu yapılar sivil toplum örgütlenmesi niteliğinde de kalamamıştır.Dolayısıyla ilgili alanlarda devletin denetimi büyük önem arz etmektedir.”
Üstelik bizzat devlet raporunun kendisi bir çözüm perspektifi ortaya koyarken, FETÖ’den sonra devlet içindeki boşluğa göz diken cemaatlere açıkça işaret ediyor:
“Dini örgütlenmelerin dini sahada tutularak bunların bürokraside yapılanmalarının önüne geçilmelidir.Bürokrasi FETÖ’den boşalan yerlere göz diken ve devlet içerisinde örgütlenme gayretinde olan başka gruplara da kesinlikle göz yumulmamalıdır.”
Krizin kaynağı belli
Daha da önemlisi, rapor dikkatli bir gözle okunduğunda iktidar partisinin ideolojisinin yarattığı krizler de açıkça görülebiliyor. Belki buna birkaç örnek şöyle sıralanabilir:
“Oldukça fazla sıkıntı yaratan bir başka konu ise17 - 25 Aralık öncesinde makam ve mevki sahibi olmak için bu yapıyla beraber olduğu düşünülen birçok bürokratınkendileri hakkında da soru işaretleri ortaya çıkacağı korkusuyla FETÖ üyesi olduğunu bildikleri kişileri söylemekten korkmalarıdır. Bu durum da örgüt üyelerinin gözetilmesi ve korunması gibi bir sorunu ortaya çıkarmaktadır.”
“Resmi Gazete’de yayınlananKHK’lerde toplumda konunun sulandırıldığını düşündüren bazı haberler görülmektedir.Bir tek kişinin bile kazara bu konu ile ilgili yargılanması devlet açısından tolare edilebilir bir şey değildir.”
“15 Temmuz sonrası oluşansiyasi partilerin birlikte hareket edeceğini düşündüren görüntünün yavaş yavaş kaybolduğu görülmektedir.Bu görüntünün tekrar sağlanması büyük önem arz etmekte…”
Çok değil, sadece 3 yıl önce teşhis koymaya çalışan, her şeye rağmen bir tedavi yolu arayan devlet, hastalığa teslim mi oldu? Belki de her şeye önce beyaz önlüklerine bakıp doktor sandıklarımızdan kurtularak, kafamızı karmakarışık eden ilaçları çöpe atarak yeniden başlamamız gerek.
Soma maden işçilerinin Bağımsız Maden-İş'in öncülüğünde yürüttüğü uzun mücadele sonucunda, Soma’da Işıklar, Atabacası, Geventepe ocaklarında çalışan işçilerin kıdem tazminatlarının Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) tarafından ödeneceği temmuz ayında İş Kanunu’na eklenen bir maddeyle güvence altına alındı, Ancak, bu ocaklarla sınırlı tutulan düzenleme, diğer rödovanslı –TKİ tarafından kiralanan– sahaları etkilemiyor. Haliyle, Uyar Madencilik'te, Ermenek'te ve diğer rödovanslı madenlerde çalışan işçiler ödenmeyen hakları karşısında soruyor: Bu yasa niye bizi kapsamıyor? Soma’dan Ermenek’e madenciler ayakta. Yıllardır gasp edilen tazminatlarını istiyorlar. 12 Ekim’de iki koldan Ankara’ya yürümeye kararlılar. Hilede ve sömürüde sınır tanımayan Uyar Madencilik tarafından hakları çiğnenen Ali Kandemir, Ramazan Atak ve Mukadder Özdoğan’ı dinliyoruz.
Tazminatlarınızın gasp edilmesine gelmeden önce, Uyar Madencilik’te ne şartlarda çalışıyordunuz?
Ramazan Atak: 28 yıllık madenciyim. Azim Uyar’ın şirketinde, 2005’ten 2013’e, sekiz yıl çalıştım. Soma geneline göre çalışma şartları çok ağırdı. Yeraltından sürünerek de geçtik, emekleyerek de. Evimize ekmek götürebilmek için her türlü sıkıntıya razı olduk. Tek amacımız çoluk çocuğumuzun aç kalmaması, kimseye muhtaç olmamaktı. Çok arkadaşımızı da kaybettik kazalar sonucu. Madencinin temel ekipmanı baret, çizme, elbise, eldivendir. Çizmelerimizde demir yoktu. Soma’daki katliamdan sonra çizmelerde demir oldu. Eğer çizmede demir yoksa bir tane taş parçası düştü mü, direkt parmakları kırar, ama demir olduğu zaman bu risk yarı yarıya azalmış olur. Eldivensiz çalıştığım oldu, mecbur kaldım. Bir işçinin elinde eldiveni olsa kazayı yüzde 50 önler. Böyle basit şeyleri bile işçiye çok gördüler.
Siyasiler korumasa nasıl tutunacak bunlar? Adamın trilyonlarca borcu var, devlet oğluna ruhsat veriyor. Edirne’deki Öztrakya Madencilik, Azim Uyar’ın oğlu Mehmet Uyar’ın üzerine. Her yerde madenleri var, rahatça ruhsat alabiliyorlar. Nasıl oluyor bu?
Ali Kandemir: 31 Temmuz 2007’de, arkadaşım İdris Sarıkaya’yla beraber Uyar Madencilik’te bir iş kazası yaşadım. Ben iki gözümü kaybettim, o bacaklarını. İşverenimiz ne sağlık yönünden ne maddi açıdan yardım etti bize. Dediler ki, “gidin, hukuk yoluna başvurun, oradan ne kazanırsanız size ödeyeceğiz.” Biz de tabii mahkeme yoluna gittik. Belli bir miktar tazminat kazandık. Ancak iş yerimizin sürekli aynı ocakta üst üste isim değiştirmesi nedeniyle tazminatlarımız içeride kaldı, tahsil edemedik. Siyaseti zorladık, bu kez de sesimizi duyan olmadı. Şu anda bir milyon lira tazminatım var içeride. Arkalarında siyasi güçler mi var, ne var, bilmiyoruz, ama hiçbir şekilde bunlardan bir şey alamıyoruz. Sonuçta, hem sağlık sıkıntılarımız var hem de maddi olanaksızlık hâlâ devam ediyor. Sağlık giderlerimiz, ev masraflarımız, yol ücretlerimiz derken, arkadaşımın da benim de bankaya en az 100’er bin lira kredi borcumuz var şu anda.
Atak: Benim de tazminatım ödenmedi. Sekiz yıllık emeğim, alnımın teri, ama alamıyorum. Bugün birçok insan geleceğini bu tazminata bağlamış durumda. Yetkililere sesleniyorum, onlar patrondan bir şekilde alır; işçinin alın teri kurumadan hakkının verilmesi lâzım.
Eşiniz Ersin Özdoğan, Uyar’daki tazminatını alamadan, çalışmak zorunda kaldığı bir başka maden ocağında altı ay önce yaşamını yitirdi…
Mukadder Özdoğan: Eşim 10 Nisan’da, çalıştığı İmbat madeninde üç arkadaşıyla beraber iş kazasında yaşamını yitirdi. Ama öncesi var, 11-12 yıl emek verdiği Uyar Madencilik’te kalan tazminatını alamadı yıllarca. “Maden kapandı” diyerek senetlerini vermediler. Neymiş, senette çift imza olması gerekiyormuş, tek imza olunca olmuyormuş, bu bahanelerle senetler elimizde kaldı. “Üzerine bir bardak su içeceksiniz, yok” dediler özetle. Soma’da 301 madenci kardeşimiz vefat ettiği zaman eşim bu senetlerle beraber Soma meydanına, hükümet konağının önüne gitti. Taleplerini iletti. “Bizim de hakkımız var, alın terimiz var, çalıştık, ama haklarımızı alamıyoruz, bunları görün” dedi. Avukata versek de nafile. Şimdi o maden şirketi isim değiştirip, babadan oğula, oğuldan kardeşe geçerek firmalar açmaya devam ediyor, ama biz alacağımızı hâlâ tahsil edemiyoruz.
Azim Uyar’ın çok mal varlığı var. Tabii patronlar uyanık. Eşinin üzerine, dayısının üzerine yapmış ve malı sıfırlamış. En son bize söylenen, Azim Uyar’ın Konya’da çürümüş bir kamyonu olduğu, başka da bir şeyinin olmadığı. Yani bizim tahsilat yapabileceğimiz tek şey bu kamyon olarak gözüküyor.
“Arkalarında siyasi güçler mi var acaba” dediniz, öyle mi sizce?
Kandemir: Siyasiler korumasa nasıl tutunacak bunlar? Bir lira vergi borcum olsa, bana devlet hiçbir şey vermez, ama bu adamın trilyonlarca borcu var, devlet yine de oğluna ruhsat veriyor. Edirne’deki Öztrakya Madencilik Azim Uyar’ın oğlu Mehmet Uyar’ın üzerine. Her yerde madenleri var, halen rahatça ruhsat alabiliyorlar. Nasıl oluyor bu? Düşünsenize, bir oğlunuz ortalığı kırıp döküyor, mevzu kapansın diye hemen diğer çocuğun üzerine alıyorsunuz madeni. Böyle bir aile tezgâhı, işçinin mağdur edildiği pis bir tezgâh söz konusu. Uyar Madencilik’in sahibi olan Azim Uyar, denizden çıkan balık gibi, kayıyor, tutulamıyor. Bu adamda işçinin hakkı kalıyor, kaza geçirenin hakkı kalıyor, ama ona bir şey olmuyor. Sonuçta bir maden bu, onu denetleyen de devlet.
Atak: Azim Uyar’ın çok mal varlığı var. Tabii patronlar uyanık. Eşinin üzerine yapmış, dayısının üzerine yapmış ve bir şekilde malı sıfırlamış. En son bize söylenen, Azim Uyar’ın Konya’da çürümüş bir kamyonu olduğu, başka da bir şeyinin olmadığı. Yani, tahsilat yapabileceğimiz tek şey bu kamyon olarak gözüküyor. Oysa şu anda bir şirket çalışıyor, iki-üç defa ismi değişti, Azim Uyar’dan iflas verip, Ahmet Uyar olarak yoluna devam ediyor. Ha Azim Uyar ha Ahmet Uyar, yöneten aynı, sadece isim değişiyor.
Ali Kandemir
Kandemir: İşçi artık illallah etmiş. Mesela ben kazaya uğrayalı 14 yıl oldu. Hukuka başvurmuşum, yargıda her türlü kanunu zorlamışım, kazanmışım, ama ortada bir şey yok. Siyasi yolu da denemişim, yine yok. Benim gibi binlerce kişi aynı sorunu yaşıyor. İşçi mahkemeye vermiş, kazanmış, ama parasını alamamış. Siyasi olarak çözüm aramış, yine çıkış bulamamış, e sonunda da demiş ki, “Allah’ından bulsun!” ve başka bir ekmek kapısına geçmiş.
14 yıldır mağdurum. İki gözüm kayıp. Maddi olarak mağdurum zaten, manevi olarak da öyle. 12 aylık bir kızım var. Çocuğumun yüzünü hiç göremedim, göremeyeceğim. 26 yaşında dünyamı kararttılar, hâlâ daha üç kuruş para alacağım diye onun bunun peşinden koşturuyorum, adalet mi, değil. Bu durumu insanlığa sığdıramıyorum. Adalete gidiyorsun, mahkemeyi kazanıyorsun, oradan Yargıtay’a gidiyor, onay alıyorsun, ama para yok. İcradan alacak bir şey yok, malı mülkü görünmüyor adamın.
14 yıldır mağdurum. İki gözüm kayıp. 26 yaşında dünyamı kararttılar, hâlâ üç kuruş para alacağım diye koşturuyorum. Hukuka başvurmuşum, yargıda her türlü kanunu zorlamışım, kazanmışım, ama ortada bir şey yok. Siyasi yolu da denemişim, yine yok. Benim gibi binlerce kişi aynı sorunu yaşıyor.
Soma’da uzun mücadeleler sonucu bazı maden ocaklarındaki işçiler tazminatlarını alabildi. Sizleri mağdur eden Uyar’ın da aralarında olduğu bazı ocaklar ise bu yasanın dışında tutuldu. Yasadaki bu tutarsızlığı, ayrımcılığı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kandemir: Soma Kömür A.Ş. rödövanslı, tamam, ama Uyar da öyle. Aralarında ne fark var, anlamadım. Kanuna geldiğinde “rödövanslı bütün sahalar” denmedi, neden? Bize niye etki etmiyor bu yasa? Rödövansın 10 türü mü var? Burada sahaların ayrımından çok sarı sendikanın fatura kurmacası, siyasi ilişkiler devreye giriyor. AKP Manisa milletvekili Mehmet Ali Özkan maden patronlarının avukatlığını yapıyor, AKP Mersin milletvekili Lütfi Elvan da Ermenekli, bunlarla ilişkileri var...
Atak: Uyar’ın işletmesi de rödövanslıydı, hâlâ da rödövanslı sahalar var. Rödövanslı olduğunda devletin mutlaka bir payı olması lâzım. Kapanan ocaklarda mağdur edilen, işten atılan işçinin yanında olması lâzım devletin. Bizim isteğimiz de bu, ama şu anda maalesef verilen sözler tutulmuyor.
Mukadder Özdoğan nisan ayında iş cinayetinde hayatını kaybeden eşi Ersin Özdoğan ve kızıyla...
Özdoğan: Biz de bu ülkenin vatandaşıyız. Bir eşitsizlik var. Mağduriyetimizin giderilmesini istiyoruz.
Ankara’ya yürüyüşünüz engellenmek isteniyor. Ne yapacaksınız?
Kandemir: Mücadelemizi sürdüreceğiz. Yine de yürüyüşümüzü yapacağız, sesimizi duyurmaya çalışacağız. Umarız bu darlıktan da çıkacağız.
Atak: 12 Ekim’de bütün işçi arkadaşlarla Ankara’ya yürüyeceğiz. Haklarımızı alıncaya kadar bu yoldan dönmeyeceğiz. Yasak kararı valilik tarafından öngörüldü, ama haklıyız ve geri adım atmayacağız. Çalmıyoruz, çırpmıyoruz, hak etmiş olduğumuz tazminatlarımızı istiyoruz. Yetkililerin yanımızda olmasını istiyoruz.
Uyar işçileri olarak Bağımsız Maden-İş’in tazminatlar için verdiği mücadeleye neden daha aktif katılmadınız?
Atak: Sarı sendika Türkiye Maden-İş bizi oyaladı, şunu yaparız, bunu yaparız diyerek bizi kandırdı. “Azim Uyar’la görüştük, anlaştık. İşletmenin olduğu yerde şlam var, bu satılacak ve sizin tazminatlarınız ödenecek” dendi.Şlam, yani kömürün yıkanmasıyla oluşan atık suyun içindeki birikim, daha düşük kalorili olsa bile kömürdür. Fakat yapılan kömürün ölçümü düşük çıktı, bu nedenle şlamı kimse almadı. Biz ortada kaldık.
12 Ekim’de Ankara’ya yürüyeceğiz. Haklarımızı alıncaya kadar bu yoldan dönmeyeceğiz. Haklıyız ve geri adım atmayacağız. Çalmıyoruz, çırpmıyoruz, hak etmiş olduğumuz tazminatlarımızı istiyoruz. Yetkililerin yanımızda olmasını istiyoruz.
Eskiden olsa belki çıkmazdınız sokağa, ama şimdi yürümekte kararlısınız. Bu dönüşüm nasıl başladı?
Atak: Yürüyebilmek için çoğunluk olmamız lâzım, ama bu çoğunluğu yakalamak ne yazık ki zor. Çünkü bugün emekli olanlar sağda solda bir şekilde çalışabiliyor, ama emekli olmayanlar için aynı durum söz konusu değil. Onlar buradaki çeşitli şirketlerde çalışma hayatına devam ediyor. Bu arkadaşlarımız işten atılma korkusuyla toplantılarımıza katılamıyor. “Bu sendikaya gidersem işten atılırım” diyor işçi. Tabii ki bunun böyle olmaması lâzım. İşçi hakkını arıyor. Hak etmiş olduğu tazminatını talep ederken işten atılmamalı hiçbir işçi. Bende de eskiden bu korku vardı. Şu an emekliyim, bu korku yok, ama çalışan arkadaşların böyle bir korkusu var.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Kandemir: Halim ahvalim ortada. Ne çalışabiliyorum, ne de çalışabileceğim. Beni bu zor durumda bıraktılar, defolup gittiler. Ne devletin umurunda ne de işverenin. Gözlerim protez. Her üç yılda bir değişiyor. Şu anda protezin değişme zamanı geldi, ama iki bin dolar. Bu iki bin doları her zaman bulamıyorum. Ama mecbur değiştiriyorum, kredi çekiyorum, ne yapayım. Hayatım boyunca da bu devam edecek. Şunu söyleyeyim; bunların hiçbiri duygu sömürüsü değil, hepsi benim hakikatim, yaşadığım gerçekler.
Özdoğan: Mart ayında korona başladı. Eşim bir ay öncesinde vefat etti. Çok zor günler yaşadık. Daha yeni yeni kendimize geliyoruz kızımla. Çocuğum daha beş buçuk yaşında. Babasının ölümü onun psikolojisini çok etkiledi. Bir yumurta bile kırsam anne ve babayla yediği gibi olmuyor, o tat yok. İlkokula gitmesi gerekirken tekrar anaokuluna vermek zorunda kaldım. Bir şekilde geçinmeye çalışıyoruz. Tazminatlar verilirse çocuğumu okuturum, onun geleceği için harcarım o parayı. Şirket adı değiştirip kaçacaklarına paralarımızı versinler, ödemelerini yapsınlar.
***
Ölülerimizle, dirilerimizle toplandık, birlikte mücadele ediyoruz(II)
Maden işçilerinin Soma ve Ermenek’teki direnişi ısmarlama yasağa, ablukaya ve saldırılara rağmen sürüyor. Yasada eşitlik ve tazminatlarının ödenmesini isteyen işçiler müzakerelerden sonuç çıkmazsa Ankara’ya yürüyecekler. 301 madenci arkadaşlarının gömülü olduğu mezarlıkta polis ve jandarma ablukasında tutulan Soma direnişçilerini dinliyoruz.
Mezarlık önünde ablukaya alınan işçiler sabahlıyor
İdris Sarıkaya: 2007’nin temmuz ayında, serseri vardiyası diye tabir edilen gece vardiyasındaydık. Ben vardiya çavuşuydum. O gün maden ayağında çalışma vardı. Ayak kör olduğu için göçük riski oluşmuştu. Vardiya amirini uyardım, “buraya bir kaçamak açalım, bu ayak oturursa hepimiz risk alırız” dedim. O da üstüne söyledi, uygun görüldü. Fakat ölçüm falan yapılmadan işe girişildi. Dinamitçi henüz bize haber gelmeden kendi kafasına göre patlatma yapınca ben, Ali Kandemir, şalterci Âdem Dalaklı ile haberciler Mustafa Ünal ve Şaban Çetin yaralandık. Patlama ayağımızın tam altında oldu. Ali benim sağ tarafımdaydı. Ne olduğunu anlamadık, birden güm diye patladı. Ben delinen zemine düşmüşüm. Hiçbir şey hissetmiyordum, sadece bağırış çağırışları duyuyordum. Hani suyun altına girersin, nefes alamazsın, ama dışarıdaki sesler uğultu olarak gelir ya, işte öyle. Ağzıma kömür dolmuş, ne görebiliyorum ne konuşabiliyorum. Birisi yüzümü açtı, ağzımdaki kömürleri çıkardı. İlk nefes alışımda fesleğen kokusu aldım. Öldüm sanıyordum, o arada biri koltuk altlarımdan tutup beni çekmeye çalıştı, ona “çekme beni” diyebildim sadece. Çünkü belim zarar görmüş, kolum kırılmış, bacaklarım kopmuş. Tabii o anda hiçbir şey hissetmiyordum. Belime kadar açtıklarında Ali’yi gördüm, yüzünün halini gördüm… Neticede, bizi dışarıya çıkardılar, sonra da hastaneye götürdüler. Bütün bu süreçte 14 defa ameliyat geçirdim. İki bacağımda da platinler var. Vücudumda toplamda 17 parça platin var. Yatakta kalma sürecim çok uzun sürdü, 30 ay raporlu kaldım, yatakta yattım. Doktor bu halde çalışmamın mümkün olmadığını söyledi ve emekliye sevk etti beni.
Yaşadığınız kazada ihmal var mıydı?
İhmal kesinlikle var. Kaza bağıra bağıra geldi. Dinamitçinin ihmalkâr çalıştığını defalarca söyledim, onu bazen azarladım da. Müdür yardımcısı “bundan başka ehliyetli adam mı var” dedi. Tamam, ehliyeti var, ama kullanmayı bilmiyor ki. Çalıştırdılar, sonra bizi patlattı işte.
“Maden Kanunu çıkardık, şöyle düzeldi” falan diyorlar ya, yok öyle bir şey. Hâlâ aynı. Hadi hadi sistemi var. Patron para kazansın da nasıl kazanırsa kazansın; işçinin canı çıkmış, kolu kopmuş, bacağı gitmiş, umurlarında değil. Bakın, pandemi süreci, hâlâ herkes çalıştırılıyor.
Yaşadığınız kazanın üzerinden 14 yıl geçti, o günden bugüne iş güvenliği konusunda madenlerde değişen bir şey var mı?
Hayır, tedbir alınmıyor. Rastgele madencilik yapılıyor. “Maden Kanunu çıkardık, şöyle düzeldi” falan diyorlar ya, yok öyle bir şey. Hâlâ aynı. Hadi hadi sistemi var. Patron para kazansın da nasıl kazanırsa kazansın; işçinin canı çıkmış, kolu kopmuş, bacağı gitmiş, umurlarında değil. Bakın, pandemi süreci, hâlâ herkes çalıştırılıyor. İşçinin ateşi yüksek, ama kimin umurunda.
Biz şu an gitmiyoruz madene, ama hep soruyoruz, acımız madenden olduğu için kulağımız da hep orada. Şu an durumların daha berbat olduğunu biliyoruz, arkadaşlarımız anlatıyor. İmbat Madencilik’te çalışan arkadaşlar var, “çalışma sistemi olarak Soma’nın en kötü madeni” diyorlar orası için. Hadi hadi sistemiyle çalıştırılıyormuş işçiler. Kaza olma riski çok yüksek diyorlar. Kazaların da sebebi zaten hadi hadicilik. İnsanlar ne yapacağını şaşırıyor. Kazalar en çok gece vardiyasında oluyor, uykusuzluk da giriyor işin içine tabii, zaten herkesin türlü türlü derdi var. İnsanlar öldüğüyle kalıyor. Ama biliyor musunuz, işçinin ölmesi adamların işine daha çok geliyor. Çünkü hayatta kalan yaralı işçi kendisini savunma hakkına sahip olduğu için işlerine gelmiyor, bunu bire bir söylediler bize.
Kim söyledi?
Uyar’a gittiğimizde iş yerinin müdürü, “ölmediniz de başımıza bela oldunuz” dedi. “Ölseydiniz verirdim yakınlarınızın eline 50-100 bin lira, kurtulurdum” dedi. “Hukuka gidip hakkınızı arayın” dedi. Gittik, adalet yine yok. Kime anlatacağız derdimizi? İşçinin ölmesinden daha memnun adamlar, bundan daha çok faydalanıyorlar, çünkü kendini savunamayacak artık.
İdris Sarıkaya, Başaran Aksu, Hikmet Alnıdelik
Hukuki yollara başvurduğunuzda karşınıza nasıl engeller çıktı?
2007’de iş kazası geçirdikten sonra, 2008’e kadar bir müdahalede bulunmadık. Şirkete iyi niyet gösterdik. “Ödeyeceğiz, sizi mağdur etmeyeceğiz” dendi. Fakat sıkışınca hakkımızı istedik, bu sefer de “ne parası, vermiyoruz, gidin hakkınızı hukuki yoldan arayın” dendi. 2008’de dava açtık, 2011’de sonuçlandı. Ali’ye bir milyon, bana 125 bin lira çıktı. Ama adamın üzerine mal varlığı yok, sahada beş defa isim değiştirmiş, haliyle paramızı alamıyoruz. Artık bıktık. 14 yıl oldu. Biz iki kişi sesimizi duyuramadık. Siyasilerle görüştük, “tamam” dendi, ama yanımızdan gidince kimse hatırlamadı bizi. Meclis’e gittik, orada da sözler verildi. En son 2015 Nisan’ında Meclis’e teklif sunuldu. “Şirket adına Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) ödesin, kamu aracı olarak da biz bunu şirketten tahsil edelim” diye bir teklif. Meclis’te kabul edilmedi bu. “Şirketlerden parasını alamayan başka işçiler de gelir bizden ister” dediler. Öbür partiler kabul etti, AKP’liler kabul etmedi. Umudumuz temmuzda çıkan kanundu, ama bu kez de Azim Uyar üstün geldi. Rödövanslı, falan filan denerek kapsam dışı tutulduk. Mağduriyetimiz devam ediyor.
Yasadaki bu ayrımcı tutum size ne hissettirdi?
Temmuzda Işıklar, Atabacası, Geventepe kabul edilip, Uyar kapsam dışı tutulduğu zaman bittik, yıkıldık, bir kez daha öldük. “Madenci olduğumuza lanet olsun” dedik.
Ama yasanın olması size umut ve cesaret de veriyor mu?
Evet, yasa bir emsal teşkil ediyor. Sendikanın da söylediğine göre, öyle. Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapılmış, bu da uzun bir süreç tabii. Eğer Anayasa Mahkemesi’ne kalırsa bu iş uzar gider. Meclis’in devreye girmesi lâzım.
İş yerinin müdürü “ölmediniz de başımıza bela oldunuz” dedi. “Ölseydiniz verirdim yakınlarınızın eline 50-100 bin lira, kurtulurdum” dedi. “Hukuka gidip hakkınızı arayın” dedi. Gittik, adalet yine yok. Kime anlatacağız derdimizi?
Sesinizi duyurmak için Ankara’ya bir yürüyüş başlattınız, ama o da engelleniyor.
Engelleniyor, ama engellense de Ankara’ya gideceğiz, derdimizi son kez anlatacağız. Bir vatandaş borcunu ödeyemediğinde yaka paça cezaevine atıyorlar. Adamın trilyonlarca borcu var, elini kolunu sallayarak geziyor. Herkese eşit davranmak gerekiyor. Onun bize yapacağı ödeme bir vardiyada çıkacak kömürün parası bile değil, ama ödemiyor. Alışkanlık yapmış, vuruyor, kırıyor, kaçıyor. Birinin buna dur demesi lâzım. Biz dağda bayırda kaza geçirmedik, birinin iş yerinde bu geldi başımıza. Bunun bir bedeli olması lâzım. Bize bu kazayı yaşatanlar bir gün bile ceza almadı. Ellerini kollarını sallaya sallaya geziyorlar. Hadi diyelim alınyazımızmış, diyorlar ya hani, fıtratımızmış, hadi bunu da kabul edelim. Yahu, adamlar bizi insan yerine koyup geçmiş olsun ziyaretine bile gelmediler. Aç susuz kalmadık çok şükür, Allah razı olsun eşten dosttan, madenci arkadaşlardan, ama ne patrondan ne sarı sendikadan bir şey gördük. Ne gördüysek yine sarı bareti giyenlerden gördük.
301 madencinin de defnedildiği mezarlıkta ablukaya alındınız, bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
Bizi daha ölmeden mezara koydular. Ama ne şekilde olursa olsun, yolculuğumuz devam edecek. Her türlü engele karşı yürüyeceğiz.
Bu mezarlıkta ablukaya alınmak nasıl hissettiriyor?
Başaran Aksu: (Umut-Sen örgütlenme koordinatörü) Fiili bir gözaltı bu. 301 kardeşimizin yattığı yerin hemen yakınındayız. Mezarlığın içinde ayrıca Somalıların binlerce mezarı var. Burada yatan arkadaşlar Soma’daki vahşet tablosunu görünür kılmışlardı; iş kazası, iş cinayeti, sömürü, patron-sarı sendika-devlet el birliğiyle çökülen madencilerin hayatı… Her şey 13 Mayıs 2014’ten sonra daha güçlü bir şekilde dile gelmeye başladı. Mezarda önümüzün kesilmesine gelince, saygı gereği iki-üç metre daha ileride kesebilirlerdi, onu da yapmadılar. Biz rahatsız değiliz, ölülerimizle beraberiz. Buradaki arkadaşlar yeraltında yaşamayı bilirler, toprağın altında ilerlemeyi de. Ölülerimizle de güçlüyüz, onlarla birlikteyiz ve birlikte bu mücadeleyi veriyoruz. Onlar bu durumu anlıyorlar, çünkü hepsi çığlık çığlığa gitti. Şimdi buradayız ve buradan ileriye doğru gitmenin yollarını ölülerimizle birlikte aramaya devam edeceğiz. Yürüyüşün engellendiği ilk gün işçilerden oluşan bir heyet Manisa Valisi Yaşar Karadeniz’le görüştü. Bu görüşmede Enerji Bakanlığı’yla doğrudan ilişki kurulmak istendiği valiye iletildi. O da olumlu karşılık verdi. Bakanlıktan randevu bekleniyor. Bugün de Ermenek ve Soma’daki işçilerden oluşan bir heyet Türkiye Kömür İşletmeleri ile görüşecek.
Hikmet Alnıdelik: Madene her girdiğimde son duamı okuyarak girdim. Çünkü o gün madenden çıkıp çıkmayacağım kesin değildi. Eğer mesai sonunda yukarı çıkıyorsam “Allah’a şükür” diyordum. Bütün madenciler için bu böyle, ölümle burun buruna çalışıyoruz. İki-üç kere ölümden döndüm; dinamit patladı, göçük altında kaldım, yukarıdan taş düştü üzerime. Yanımda çok arkadaşım yaralandı, çok arkadaşım öldü. Bugün madenlerde ölen arkadaşlarımızın mezarında çembere alınmışız. Bu bizi çok duygulandırıyor. Burada geceliyoruz şimdi, ama alışığız, ha yeraltında kalmışız ha burada. Alın terimizin karşılığını alana dek yılmayacağız.
Sıkıştırıldığımız bu mezarlıkta yaşayan ölüler gibiyiz. Oysa sadece haklarımızı istiyoruz. Yine de, ne pahasına olursa olsun, Ankara’ya yürüyeceğiz, haklarımızı alacağız. Bizim için gurur meselesi bir yandan.
Ali Faik İnter: Madenlerde can veren arkadaşlarımızı ziyaret etmek, sonra da yürüyüşümüze devam etmek istiyorduk, ama karşımıza bir ordu konuşlandırıldı. Bizim burada sıkıştırılmamız şunu ifade ediyor: Bu kadar maden işçisi öldü, Soma’da bir şey değişmedi, madenciye baskı devam ediyor, hem madenin içinde hem dışarıda. Mezarlık girişinde “Her fani ölümü tadacaktır” yazısı var. Maden işçileri her gün o ölümü tatma duygusuyla, o ölümü göze alarak giriyor yer altına. Bu nedenle o yazıdan patronlar bir ders çıkarmalı. Ben o yazıyı işçilerin emeklerinin karşılığını vermeyen, işçiye zulmeden işverenlere ithaf ediyorum. Onların üzerine alınması gereken bir söz. Çünkü işçi sınıfı o sözün anlamını iyi biliyor ve ona göre yaşıyor, işçi hakkı ya da kul hakkını gözetiyor işçi, bunu gözetmeyen patronlar. Bu yüzden o söz onlara gelsin.
Muhammed Ünal: Sıkıştırıldığımız bu mezarlıkta yaşayan ölüler gibiyiz. Oysa sadece haklarımızı almak istiyoruz. Yine de, ne pahasına olursa olsun Ankara’ya yürüyeceğiz, haklarımızı alacağız. Yedi yıldır tazminatımı alamıyorum ve bu benim de arkadaşlarımın da son şansı, yoksa alacaklarımızı unutmak zorundayız. Bu para Azim Uyar’a kalmayacak. Bir şekilde ondan alacağız. Sadece maddi değil, artık manevi bir değeri var yaşadıklarımızın. Kandırılmış hissediyoruz. Bizim için gurur meselesi bir yandan.
İşçi dayanışması, bu birlik nasıl hissettiriyor?
Ünal: Eğer sendika sağlam bir sendikaysa dayanışmak çok güzel. Ama gördüm ki, diğer sendikaların ajanda dağıtmaktan başka işleri yok. Bağımsız Maden-İş farklı, işçinin hakkını savunan bir sendika. Eğer bir adım atılacaksa bu işçiyle atılıyor, bir açıklama olacaksa söz işçide oluyor. İşçinin sendikadan, sendikanın işçiden haberi var. Diğer sendikaların yaptığı tek şey 100-150 lira aidat kesmek, ajanda vermek, arada da biraz kömür dağıtmak. Ama hak hukuk aramak yok. Sendikasız hareket ederken bende umutsuzluk hâkimdi, ama şimdi umutluyum. Bağımsız Maden-İş Soma Kömürleri’nde çalışanların tazminatını almayı başardı, Temmuzda bir yasa çıkarıldı, şimdi bize de bir cesaret geldi haliyle. Sendikanın şu ana dek attığı adımlar başarılı, bunun devam edeceğine, tazminatlarımızı alacağımıza inanıyorum.
Ali Faik İnter, Muhammed Ünal, Sami Yavuz
İnter: Madencinin kendine güveni yeni yeni geliyor. Artık ümitsizlikten çıkıp hakkını arama mücadelesi içine giriyor işçi. Mesela, geçen seneki mücadele neticesinde tazminat mağdurları devlete bir yasa yaptırdı. Bu yasaya göre, şirketin ödemediğini devlet ödeyecek. Daha önce en ufak sorunda şirket patronlarına karşı sesini çıkaramayan bir işçi kitlesi vardı ya da işçi boş veriyordu, umutsuzdu. Artık öyle değil. Önünde kazanılmış örnekler var çünkü.
Siz kaç yıldır hak mücadelesi veriyorsunuz?
İnter: 25 yaşındayım. Babam 2002’de maden kazasında vefat etti. 2002’den sonrası bizim için çok zordu. Çünkü babamın madende hayatını kaybettiğini ispatlamak zorundaydık. Soma’da madende vefat eden kişilerin ölümü “normal ölüm” olarak kayıtlara geçer, bizim de öyle oldu. Babam yeraltında elektrik çarpması sonucu yaşamını yitirdi. Bunu ispatlamak için başlayan süreç tam 16 yıl sürdü. 16 yılın sonunda, son iki senedir de tazminatı almaya çalışıyoruz. Babamın yaşamını yitirdiği yer Uyar’dan farklı, Soma Kömürleri’ne bağlı. 13 Mayıs 2014’te 301 madencinin hayatını kaybettiği katliam yaşandı, biliyorsunuz, babamınkiyle aynı şirket olduğu için bir çıkmaza girildi. O davalar uzun sürdü, bizim olayımız biraz daha ötelendi. Şu anda Soma Kömürleri’nin sahibi kişilerin İstanbul’da malları mülkleri var. Ancak bu mallar üzerinde icra var. İcra gerçekleşmediği için bize sıra gelmiyor, bekliyoruz. Ama bir danışıklı dövüş de var, mallarını rehin tutuyorlar, madenciler de alacaklarını alamıyor haliyle.
Siz geçen yıl mücadele yürüten ve bir yasa yapılmasına vesile olan tazminat mağduru madencilerdensiniz. Şu an Soma’dan Ermenek’e direnişte olan madenci arkadaşlarınıza bir mesajınız var mı?
Sami Yavuz: Vicdanlı ve gururlu bir madencinin, hakkını kimseye yedirmemesi lâzım. 15 işçi ocağın karşısında eylem yaparken, diğer iki bin işçinin onları izlememesi lâzım. Soma’da bunu çok yaşadık. Eylemlerde 50 kişiyi geçemiyoruz, çünkü arkadaşlarımız korkuyor. İşten atılma, iş bulamama korkusu var. Ama korkmasınlar, mücadele etsinler. Ben tam altı yıl mücadele ettim, bu altı yılın sonunda bir kazanım elde edebildim. Çok kötü zamanlar yaşadım. Biz Geventepe’de eylemdeyken polisler bizi engellediklerinde, Soma’nın emniyet müdürü bana, “Ya bu ülkede sadece 20 kişi mi halinden memnun değil? Beş bin kişi halinden memnun da bir siz mi değilsiniz?” dedi. Eğer eylemlerimizde bin kişi olsaydık, o bunu söyleyemezdi, biz de hakkımızı çoktan alırdık. Evet, tabii ki mücadele için beş kişi de bin kişi de aynıdır, ama çok olmak her zaman iyidir. Ne kadar çok kişi eyleme katılırsanız, o kadar iyi, bir yıl sürecek eylem 20 günde sonuç alır. Yeter ki çoğunluk olunsun. Bu mücadelede arkadaşlarımla olacağım, sonuna kadar destek vereceğim. Ve arkadaşlarıma sesleniyorum: mücadele edin, asla mücadeleden vazgeçmeyin, en önemlisi de birlik olun. Eğer birlik olursanız işiniz çözülür.
***
Vahşet çarklarında sancı ve arayış (III)
İş cinayetleri, kölelik koşulları, ödenmeyen maaşlar, tazminatlar... Soma ve Ermenek’teki maden ocakları hep bu başlıklarla gündemde. 12 Ekim’de, yıllardır ödenmeyen tazminatları için Soma’dan Ankara’ya yürüyüşe geçen işçiler önce Soma Mezarlığı önünde polis ve jandarma ablukasına, ardından da bu sabah (17 Ekim) gözaltına alındı. Hak hukuk tanımayan işletmelerin ruhsatlarını tereddütsüz yenileyen iktidarın hakları gasp edilen maden işçilerine gösterdiği tutumun kaynağı ne, Soma ve Ermenek’te vahşet çarkları nasıl dönüyor? Gözaltına alınmalarından önce konuştuğumuz Bağımsız Maden-İş Sendikası örgütlenme uzmanları Başaran Aksu ve Kâmil Kartal’ı dinliyoruz.
Soma ve Ermenek’te sermayenin çarkları nasıl dönüyor?
Başaran Aksu: Şu an mücadelesini yürüttüğümüz, işçilerin tazminatlarına el koyan Uyar Madencilik’in patronu Azim Uyar, Ermenekli Uyar ailesinin bir parçası. Orada 40 yıl önce ruhsat almışlar, maden ocaklarına çökmüşler. İşçilerin ücretlerini ödemeyerek, tazminatlarını gasp ederek, iş cinayetleriyle büyümüşler. Maden ocaklarının yanında adamın enerji santralleri, Konya ve Karaman’da fabrikaları, aynı zamanda gayrimenkul yatırımları var. İşçilerin yoksullaşması pahasına, Uyar ailesi korkunç bir şekilde büyümüş. Ailenin sonraki kuşakları da madencilik yapmaya başlamış, yurdun çeşitli yerlerine bu yağma pratiklerini yaymışlar. Bakmışlar ki, devlet yol veriyor, onlar da yürümüş.
Kâmil Kartal: Ermenek’teki meselenin arka planına baktığımızda, çoğu sigortasız çalıştırılan, kıdem tazminatının varlığından bihaber, babasının ya da dedesinin bile tazminatını alamayan işçiler ve o bölgede dukalık kuran iki patron görüyoruz. Bütün ekonomi-politiğin madenler üzerinden döndüğü Ermenek’te yaşananları toplumun çok önemli bir kısmı bilmiyor. 2014’te 18 insanın katledilmesiyle ancak Ermenek meselesi gündeme gelebildi, onun dışında pek bilinmiyor. Biz de aslında yeni yeni tanık oluyor, öğreniyor ve görüyoruz insanların hangi koşullarda yaşadığını.
Soma’da 301 işçinin öldüğü katliamdan sonra bir mekanizasyon süreci başladı. Teknolojinin ağırlıkla girdiği, üretim ilişkilerinin farklılaşarak nitelikli iş gücüne doğru kaydırıldığı, meslek lisesi ve meslek yüksekokulu mezunlarının maden sektöründe görevlendirildiği, devasa madenlerin inşa edildiği bir yerden söz ediyoruz. Ermenek’te, diyelim günde 20-30 ton kömür çıkarken Soma’da sadece bir şirket günde 21 bin ton kömür çıkarabiliyor. Böyle devasa bir şey. Bu açıdan bakıldığında, aslında esas gücün, yani üretici dediğimiz esas gücün kimin elinde olduğunu da görebiliyoruz. Ama mesele, o gücün sokağa taşınıp taşınamaması meselesi.
Sadece Soma’da değil, Ermenek, Amasya ve diğer sahalarda da işçilerin hak ve çıkarlarının yasaya dahil edilmesi için çaba sarf ettik. Fakat maalesef Uyar Madencilik ve Ermenek yasanın dışında bırakıldı. Bu hem anayasanın eşitlik ilkesine hem de işçilere eşit davranma ilkelerine aykırı.
Bu yerlerde sermaye-siyaset ilişkisi açısından nasıl bir tablo var?
Kartal: Mevcut siyasal iktidarın Soma genelinde maden şirketleriyle kurduğu ilişkiye baktığımızda, Soma Kömürleri A.Ş.’ye uzun zamandır özel bir yaklaşım sergilendiği görülüyor. 13 Mayıs 2014’te 301 insanın katledilmesine ilişkin yargı süreci bunun kanıtlarından. İktidar yargı sürecine müdahale etti, şirketleri koruyup kolladı. Hatta maden sektöründe ortaya çıkabilecek yeni eğilimleri kendisinin belirleyebileceği bir düzleme taşıdı süreci.
Yargıtay ekim başında, maden sahibi Can Gürkan’ın da aralarında bulunduğu dört sanığın “olası kastla adam yaralama ve öldürme” suçlarından ceza almaları gerektiğini belirtti. Son yargı kararını nasıl değerlendirmek lâzım?
Aksu: Yerel mahkemeleri bağlamışlardı, ama Yargıtay’dan sürpriz bir şekilde “olası kast” kararı çıktı. Türkiye tarihinde ilk defa oluyor. O da, ancak bu kadar büyük bir katliam karşısında mümkün olabildi. Unutmayalım: Davanın avukatları içeri atıldı, mahkeme başkanı tam olumlu karar verecekken tasfiye edildi, yani durumu tersine çevirmek için her şey yapıldı, ama kamuoyu tepkisi ve Yargıtay’dakilerin vicdanı diyelim, sürpriz bir şekilde bu kararın çıkmasına sebep oldu. Hiçbir avukat bu sonucu beklemiyordu. O karar bir istisnayı temsil ediyor.
Kamil Kartal
Kartal: Her ne kadar Yargıtay’ın son kararıyla bir başka düzleme gelmiş olsak da, iktidar Soma Kömürleri A.Ş.’yi koruyup kollama görevini aksatmadan yerine getirdi. Bunda da özellikle mevcut iktidarın Manisa genelindeki milletvekillerinin çok etkisi oldu. Çünkü Soma’nın bütün ekonomi-politiği madenler üzerinden dönüyor; önemli ölçüde katma değer üreten bir bölge burası. Türkiye’de yedinci sırada.
Ama tabii emekçiler göz ardı ediliyor. “Daha fazla üretim, daha fazla kâr”a dayalı bir sistem uyguluyorlar. Son yaşanan süreç de bunun bir yansıması olarak şekillendi. Önce işçilerin ölüm, sakat kalma, malûllük gibi nedenlerle hak kazandıkları tazminatlarına ilişkin açılmış ve kazanılmış yargı kararları boşa düşürüldü. Bu kararlara rağmen insanların hakları ödenmedikten sonra yeni bir süreç başladı: Vazgeçirme, bıktırma, yılgınlığa sürükleme. Bunun yanında, insanlar başka işlere transfer edilerek –bir kısmı emekliye sevk edildi, bir kısmı başka madenlere sürüldü– hak ve çıkarlarından vazgeçmeye ikna edilmeye çalışıldı.
Bunda kısmen başarılı oldular. Siyaset-sermaye-sarı sendika üçgeni önemli başarılar elde etti. Ta ki, birkaç insan, başta Bağımsız Maden İşçileri Sendikası’nda koşturan arkadaşlarımız olmak üzere, bu hak ve çıkarların ancak mücadeleyle elde edebileceği meselesini gündeme getirene kadar. Sendika uzun soluklu bir ikna süreci sonrası, hakların mücadele ederek kazanılabileceğini gösterdi. Bu açıdan bir avuç madenci siyaset-sermaye-sarı sendikanın cenderesine rağmen bir karşı süreç inşa etti.
Siyasal iktidar bu mücadelenin kaçınılmaz sonucu olarak bir yasal düzenleme yaparak işçilerin zaten kazanılmış olan haklarının ödenmesinin önünü açtı. 12 Eylül’den sonra ilk defa işçiler lehine –birtakım sıkıntılar da olsa– bir yasal düzenleme Meclis’in de gündemine gelmiş oldu. Biz ısrarla bütün rödövanslı sahaların, sadece Soma’da değil, Ermenek, Amasya ve diğer yerlerdeki sahalarda da işçilerin hak ve çıkarlarının yasaya dahil edilmesi için çaba sarf ettik. Fakat maalesef pek başarılı olamadık. Bu yasal düzenlemeyle işçilerin bir kısmının sorunu kısmen çözüldü, ama Uyar Madencilik ve Ermenek bu yasanın dışında bırakıldı. Oysa bu hem anayasanın eşitlik ilkesine hem de işçilere eşit davranma ilkelerine aykırı.
O zaman buna karşı hukuki ve fiili mücadelelere girişeceğimizi beyan etmiştik. Şimdi bu sözümüzün arkasında duruyoruz. Mücadele sürecine 12 Ekim’de yeniden pratik olarak başladık. Umuyorum ki, geçmişte verilen mücadelelerin ortaya çıkardığı sonuçlar da dikkate alınarak, zaten kazanılmış bir hak olan, arkadaşlarımızın haklı çıkarları gündeme getirilecektir.
Sihirli formül şu: özelleştirme, taşeronlaşma ve esnekleşme. Bunlar iç içe. Tarımdaki neoliberal politikalarla küçük çiftçiliği tasfiye edip o insanları yeni proleterler olarak kentlere sürdüler ve vahşi bir çalışma rejimi kurdular. Tarikatlar, cemaatler ve onların siyasal aparatları sistemin dişlileri. İşçiler açısından kaybet kaybet, sermaye açısından kazan kazan durumunu inşa ettiler.
İşçinin yıldırıldığından, uzun sessizliğinden bahsettiniz. Soma gibi yerlerde işçiler siyaset-sermaye-sarı sendikanın ötesinde hangi mekanizmalarla bastırılıyor, nasıl sömürülüyor? Örneğin, din ve milliyetçilik bu çarkın içinde nasıl işliyor?
Aksu: 24 Ocak 1980 kararlarından bugüne uzanan baskı, cunta ve faşizm pratikleriyle inşa edilen bir emek rejimi var. Neoliberal politikalar Türkiye’deki toplumsal formasyonu, çalışma rejimini ve onun hukuksal nizamını topyekûn değiştirdi. Sihirli formül şu: özelleştirme, taşeronlaşma ve esnekleşme. Bütün bunlar iç içe.
Tarımdaki neoliberal politikalarla insanların yeni emek gücü olarak büyük kentlere doğru seferber edildiği, kırlardan kentlere sürüldüğü bir süreç söz konusu. Köylülüğü, küçük çiftçiliği tasfiye edip o insanları yeni proleterler olarak kentlere sürdüler ve vahşi bir çalışma rejimi kurdular. Batı’da Hıristiyanlık, Anadolu’da ise İslâmiyet etrafında şekilleniyor bu rejim. Tarikat ve cemaatler eliyle, onların siyasal aparatları olan partiler üzerinden milliyetçilik eksenli oluşumlar sistemin dişlileri. Bunlar aynı zamanda emek gücü maliyetlerinin düşürülmesi politikalarıyla da örtüşecek şekilde, taşeron şirketler eliyle, iş gücünün rıza boyutunu denetliyor. Olası isyan ve tepkileri ya da örgütlülük arayışlarını emecek bir biçimde konumlandırılmışlar. Sermayenin ajanı olarak işlev görüyorlar.
Başaran Aksu
İşçiler açısından kaybet kaybet, uluslararası sermaye ve partnerleri açısından kazan kazan durumunu hep birlikte inşa ettiler. Siyasal nizam buna göre oluşturuldu, seçim kanunları buna göre oluşturuldu. Bu emekçi toplumların hiçbirinin tam manasıyla seçme seçilme hakkı yok. Mülkiyet ilişkilerindeki parçalanmanın da eşlik ettiği, giderek yoksullaşma dozunun arttığı bir hayat pratiği var. İşçiler sosyal dünyadan koparılmış, tamamen yabancılaşmış bir halde makine başında, hizmet sektöründe ya da madende kazma sallayarak çalışıyor.
Bu çalışma rejiminde tarikatların, milliyetçi-muhafazakâr siyasetin, mafya ve çetelerin, yeni açığa çıkan bir sektör olarak özel güvenlik şirketlerinin, hepsinin rolü belli. Devlet mekanizmaları da işçiler üzerine çöreklenmiş bu ilişkiyi güvence altına almış konumda. Böyle korkunç bir tablo var.
Anadolu’nun her tarafında proleterleşmenin sancısı yaşanıyor. Sanayi ve enerji havzaları, gıda ihtisas alanları bütün bölgelere yayılmış durumda. Küçük kentlerde de ciddi bir proleter nüfus oluştu. Bu kesim sancı içinde ve siyasal olarak da sendikal olarak da arayış içinde. Milliyetçi-muhafazakâr dünyası içinden daha sosyal adaletçi, kendi halet-i ruhiyesine seslenen siyasal kesimlere bakıyor mecburen. Çünkü bunun dışındaki kesimlerle herhangi bir irtibatı, temas olanağı yok.
Devletin, milli eğitimin, Diyanet’in, cemaat ve tarikatların, siyasi partilerin ve onların uzantılarının genel eğitim dili, onları hak, hukuk, özgürlük ve eşitlik gibi fikirlerden uzak tutmaya dönük. Bu düşüncelerden, bu tarz “şeytani fikirlerden” uzak durulması konusunda ciddi bir tedrisattan geçmiş her yurttaş. Ve aynı zamanda bu eğitimin bir sopası var. Bu sopa emekçiye yerinde durmayı, düzen dışı arayışlar içine girmemeyi telkin ediyor sürekli. O yüzden mesela emekçiler arasında intihar bir seçenek olarak gözükebiliyor. Başka bir çıkış yolu yok çünkü. Emekçi intiharlarının coğrafyasına bakarsanız, genelde milliyetçi muhafazakâr coğrafyada olduğunu görürsünüz. Çünkü “buradan başka çıkış yok” diyor işçi.
Anadolu’nun her tarafında proleterleşmenin sancısı yaşanıyor. Sanayi ve enerji havzaları, gıda ihtisas alanları bütün bölgelere yayılmış durumda. Küçük kentlerde de ciddi bir proleter nüfus oluştu. Bu kesim sancı içinde ve siyasal olarak da sendikal olarak da arayış içinde.
Soma’da 301 madencinin ölümü sonrasında, AKP’nin o bölgede seçimi kazanması karşısında “onlara müstahak” dendiği oldu. Bu tutum da sömürü koşullarına zemin hazırlıyor mu?
Aksu: Başöğretmen edasıyla aşağılayan tutum takınmak, alttakini hakir görmek toplumun daha okumuş yazmış kesimlerinde güçlü bir eğilim. Oysa işçi sınıfı dediğimiz hareket ya da işçilerin hareketlenmesi doğrudan politik tercihler üzerinden olmuyor. İşçi “siyaset karıştırmayalım” dediğinde, kendi sınıfsal dertlerine başka bir şey eklememeyi teklif eder aslında. İşçi hareketini oy tercihlerine göre ölçmemek lâzım. 13 Mayıs Katliamı sonrası iyi incelenirse bir gelişme ve dönüşümün olduğu görülecektir. Unutmamak lâzım ki, dünyanın hiçbir ülkesinde işçi hareketi bir komünist partinin önderliğinde devrim yapmamıştır. İşçi hareketi kendi gündemi ve kendi mücadele süreci içinde, 20 yılda öğreneceğini 20 gün ya da 20 saatte öğrenerek başka hamlelerde bulunur, bulunmuştur. Burjuva sınıfı bunun idrakindedir. Bu tür sosyal ve sınıfsal hareketler aşağıdan gelişir. Bir arayış ve sancının olduğu ortada. Bizimki gibi çabalar elbette bir genişleme yaşıyor, ama bütün bu arayışa tekabül edebilecek siyasal-sendikal çözüm ve hareket yaratabilir miyiz, bu da hareketlerin çapına bağlı.
Soma’da maden işçilerinin mücadelesi yakın zamanda bir yasa yaptırdı. Direniş ve hukuk ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?
Kartal: Üretim ilişkilerinin toplamında ortaya çıkan bütün yasal düzenlemeler sermayenin çıkarlarını yeniden tasarlayan, onun ihtiyaçlarını gideren yasal düzenlemelerdir. Çünkü bu devlet sonuç itibariyle kapitalist bir devlet, sermayenin devleti, doğal olarak sermaye tarafından yönetilen bir siyasal iktidar söz konusuysa, ağırlıklı olarak onlardan yana yasalar, onlar vasıtasıyla gündeme getirilecektir. Bu kaçınılmaz. Sadece Türkiye’ye has bir şey de değil, bütün dünyada böyle. Biliyoruz ki, zor oyunu bozar. Eğer sen toplumsal tepkini örgütlü biçimde, meşruluğunu kaybetmeden gündeme getirirsen, o zaman sana kulak asmak, gözlerini dikmek durumunda kalıyorlar. Tabii ki, bu palyatiftir, kalıcı bir şey değildir. Dolayısıyla, sistem içidir ve kısmi çözümler içerir, ama bu kısmi çözümler bile ancak mücadelelerle gerçekleşebiliyor –mücadelenin gücüyle orantılı olarak. Bu gücü ne kadar büyütebilir, kitleselleştirebilirsen, bu son mücadele süreçlerinde ortaya çıkardığımız gibi, küçük de olsa birtakım kazanımlar elde etme şansına sahip olabiliyorsun. Bütün mesele emek ve sermaye çatışmasının güçler dengesi içindeki pozisyonu. Bu pozisyonda kim güçlüyse onun “borazanı” ötmekte. Şu anda sermayenin borazanı ötüyor, çünkü devlet sermayenin devleti.
İşçi hareketini oy tercihlerine göre ölçmemek lâzım. İşçi hareketi kendi gündemi ve kendi mücadele süreci içinde, 20 yılda öğreneceğini 20 gün ya da 20 saatte öğrenerek hamlelerde bulunur. Burjuva sınıfı bunun idrakindedir. Sosyal ve sınıfsal hareketler aşağıdan gelişir. Bir arayış ve sancının olduğu ortada.
Soma ve Ermenek’te devam eden direnişin seyri ve taleplerinizin karşılanma ihtimali hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kartal: Ortada yasal bir düzenleme zaten var, bunun kapsamı genişletilebilir. Taleplerimizden biri bu. Kapsam genişletilirse mesele zaten çözülmüş oluyor. Soma ve Ermenek’teki arkadaşlarımız Uyar Madencilik’le ilgili dilekçe verdi, temmuzda çıkan yasadan faydalanmak istediklerini belirttiler. Ancak, “bu yasa kapsamında değilsiniz” diye cevap aldılar. Bununla ilgili idari mahkemeye gidiyoruz şimdi. Eşitlik ilkesinden hareketle “diğer rödövanslı işyerlerinde de bu uygulanır” denmesini, diğer rödövanslı iş yerlerinde işçilerin alacakları nasıl ödeniyorsa onun emsal kabul edilip uygulanmasını istiyoruz.
Maden işçilerinin özel bir pozisyonu var, çünkü yüzde 150 haklılar. Bütün yaşamlarını, bedenlerini, uzuvlarını feda ediyorlar; ayakları, elleri, gözleri madenlerde kalıyor, olur da sapasağlam çıksalar da akciğerleri gidiyor. Yani madende çalışanlar diğer sektörlerde çalışan işçilerden –kimya sektörünün bir kısmını hariç tutuyorum– daha kısa yaşayan insanlar. Doğal olarak, her hak talebinde meşrular, bu hak taleplerini sokağa taşıdıklarında birtakım kazanımlar mümkün olabiliyor. Bugün de beklentimiz o yönde.