Kılıçlı Ali Paşa’nın maceraları - Orhan Gökdemir / SOL

 


Birdenbire yükseldi, ülkenin en büyük ve en zengin örgütünün başına atandı. Diyanet İşleri Başkanıdır. 'Nasıl oldu' diye sormayın, cevabı yazıdaki görseldedir.

Öyle profesör titrini falan görünce hiç olmazsa elle tutulur bir konuda uzmanlığı var sanıyor insan. Önce Sakarya İmam-Hatip Lisesi'nden, sonra Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun olmuş. “Kur’an’daki Tekrarlar” isimli teziyle yüksek lisansını, “İlâhî Dinlerde Melek İnancı” isimli teziyle doktorasını tamamlamış. Uzmanlığı bir kitaptaki tekrarlardan ve meleklerden ibaret. Tekrarda ve meleklerde bilim veya uzmanlık bulamıyoruz, yoktur.

Dolayısıyla bilim insanı veya akademisyen değil “ulema” sayabiliriz. Din bilgilisidir. Bununla birlikte din bilgilisinin dini bilmesi şart değildir. Tekrarları saymak ve meleklerin cinsiyeti üzerine uzmanlaşmak yeterlidir. Tipik bir ulema ile karşı karşıyayız.

Birdenbire yükseldi, ülkenin en büyük ve en zengin örgütünün başına atandı. Diyanet İşleri Başkanıdır. “Nasıl oldu” diye sormayın, cevabı yazıdaki görseldedir. Tanrısı bu kutlu karşılaşmayı ayarlayarak kendisine “yürü ya kulum” demiştir. 
Bununla birlikte hakkında bilmediğimiz birçok şey var. Mesela hangi tarikata yakın olduğunu bilmiyoruz. Halbuki ulemayı tarikatsız düşünemeyiz.









Hakkında yazılanlara göre Fethullahçıların kurduğu “Kültürlerarası Diyalog Platformu”nda, kısası KADİP’tir, yönetim kurulu üyeliği yapmış. Aynı tarikata yakın olduğu gerekçesiyle kapatılan “Kimse Yok Mu Derneği”nin çağrısına cevap verip toplantılarında boy göstermiş. Aynı tarikatın “aydın tavlama gösterisi” olan Abant Toplantıları’na da katılıp değerli fikirlerini sunmaktan geri durmamış. Ancak bunlarla birlikte Fethullahçılığını gösteren açık bir işaret yok. AKP’nin etrafında bulunup da bu tarikata bulaşmayan kim var ki? O kadar Fethullahçılık kadı kızında da bulunur!

Ama belli ki tarikatların tamamına karşı çok hassas. "Tarikat" yerine "irfan mektepleri" demeyi tercih ediyor. Uşşaki tarikatı şeyhinin bir çocuğu tacizinin ardından "Vatana-millete hizmet eden nice insanın yetişmesine katkıda bulunan örnek ve önder şahsiyetler, gruplar, STK'lar, irfan mektepleri asla zan ve töhmet altında bırakılmamalıdır. Bilakis iyi işler yapanlar korunmalı ve her zaman desteklenmelidir" demişti. Hepsinin destekçisidir. İrfanı, tarikatların irfanına uygundur. 

***

“İlim”ine gelince… Doktora tezi basılmış haldedir. Basılırken bir başlık daha eklenerek “Melekler Alemi / İlahi Dinlerde Melek İnancı” haline dönüştürülmüş. Hikâye ilimlerin en karanlık yerinde geçmektedir anlayacağınız. O karanlıkta “Melekler Alemi” olmaz mı? Niye olmasın?

“Alem” arka kapak yazısında şöyle anlatılıyor: “Melekler henüz ilk insan Hz. Adem yaratılmazdan önce dünya sahnesinde idiler. İnsan denen varlığı ilk olarak Hz. Adem ile tanımışlardı.” Kaynak? Ulemanın yazdığı diğer kitaplar!

Kitaba ulaşamadım ama Diyanet Vakfı yayını “İslam Ansiklopedisi’ndeki “melek” maddesi bekleneceği gibi Ali Erbaş tarafından yazılmış. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde geniş bir alıntısı yayınlanmış. İslam Ansiklopedisi’ndeki maddenin genişletilmiş halidir. Başka halini bulamıyoruz. “Ruh, melek, cin, şeytan gibi isimler verilen bu varlıkların benzer yönleri olduğu gibi farklı özellikleri de bulunmaktadır. Melekler güçlerini daha üstün bir kaynaktan alan, dolayısıyla bağımsız olmayan, görevlendirilip yollanan, kendilerini gönderen yüce kudretle gönderildikleri insanlar arasında aracı olan iyi nitelikteki ruhanî varlıklardır.” Böyle başlıyor. “Bâbil dininde hem melekler hem cinler vardır. Bâbil’de ve Asur’da tanrılarla insanlar arasında sürekli bir ilişki kurulmaktadır. Her ferdin kendisine ait, biri önden, diğeri arkadan yürüyen veya biri sağında, diğeri solunda olan iki koruyucu meleği bulunur.” Demek, kaynağı Babil-Asur inançlarıdır. Tek tanrılı dinler oradan alıyor, tekrarlamakla yetiniyor. Apaçık Senkretizm’dir.

Bizi ilgilendiren yönü şu: “Büyük melekler” Yahudilikte sıralıdır. Uriel, Raguel, Rafael, Mihael, Gabriel, Sariel ve Jeremiel’i biliyoruz. Bunun ötesinde “binlerce binler” ve “on binlerce on binler” söz konusu olduğundan saymaya kalkmıyoruz. Bu kadar çok olunca büyükleri ayırıp diğerlerini görmezden gelmek kaçınılmazdır. Dört büyük İslamiyet’te de sayılmış; Cebrâ-il, Mikâ-il, İsraf-il ve Azra-il olarak biliyoruz. Sonlarındaki “il”, “el” ve haliyle “ilah”ın Arapçadaki karşılığıdır. Hepsi birlikte ilah veya tanrı demektir. Melekler düşmüş tanrılardır. Paganizm düşünce onlar da düşmüş sayılmışlar, düşük tanrılar olarak baş tanrıya yardımcı yapılmışlardır. Kendilerini “tek tanrıcı” sayan dinlerde varoluşlarını sürdürmektedirler. Yalnız bu bilgiyi, Ali Erbaş’ın bilimsel çalışmasının özetlerinde bulamıyoruz, genişine bakarız. Şimdilik bildiğimiz sınırsız “Melekler Alemi”nde olduğumuzdur.

***

Beki İkala Erikli, vaktiyle burada adı geçen meleklerle insanlar arasında bağ kurmaya adamıştı kendini. Bu konuda pek çok kitap da yazmıştı. Yardıma muhtaç olanlara meleklerin yardım etmesi için ücreti mukabili aracı oluyordu yanı sıra. Birkaç yıl önce meleklerle buluşturduğu bir müşterisi tarafından öldürüldü. O da Ali Görmez gibi “Melekler Alemi”ne karıştığına inanıyordu. “Bilimsel düzeyleri” eşittir.

Fakat Erikli, kendi alemi dışındaki alanlarda laf etmezdi. Melekleri bildiğine ve daha fazlasını bilmesine gerek olmadığına inanıyordu. İnançla tartışamazsınız. Sonuç itibariyle, sağa sola yardıma gönderdiği melekler onu dramatik bir sondan koruyamadı. Bu kadarını söyleyebiliriz.

Ali Erbaş ise akademisyen olduğundan her konuda bilgi sahibi olduğunu sanıyor. "İslam'ın 'yaratılış' fikrine karşı alternatif bir varoluş modeli iddiasıyla ortaya çıkan, bilimsel bir realite gibi kabul edilip sıkça gündeme getirilen her türlü düşünce ve ideoloji tepkiseldir, rasyonel açıdan da problemlidir" dedi geçen gün. Aklı sıra Darwin’i yalanlıyordu. Dayanağı ne? Melek uzmanlığı ve kitaptaki tekrarlar! Darwin’in evrim teorisinin “İslam’ın yaratılış fikrine alternatif bir varoluş modeli” olduğunu da böylece öğrenmiş olduk. Tekinsiz melekler aleminde her şey mümkündür…

"Din ile bilim arasında bir ayrışma söz konusu değildir" dedi ki bir de bu konuda haksız sayılmaz. Ayrışma olması için önce birleşme olması gerekir. Din ve bilim hiç birleşmemiştir. “Melekler Alemi”ni saymazsak tabii!

***

“Almanya'nın başkenti Berlin’de bölgenin merkezi camilerinden biri olan Mevlana Camii’ne sabah namazı vaktinde Alman polisleri tarafından yapılan baskında hassasiyetlerimiz ve kutsallarımız hiçe sayılmıştır. Bu nefret dolu tutumu şiddetle kınıyorum. Özellikle Avrupa’da İslam düşmanlığı üzerinden üretilen nefret dilinin resmi makamlar tarafından da desteklendiğine şahit oluyoruz. Müslümanlara yönelik yapılan bu ayrımcı ve saygısız muamele hiçbir bahane ile kabul edilemez!” Bu da yakınlardaki bir açıklaması. 

Peki Almanya’daki olay ne? Cami görevlileri devletin Korona yardımları toplayıp başka hesaplara aktarmış. Yani Alman Devletini dolandırmışlar. Şaşılacak bir yan yok. Camiler etrafında yolsuzluk olayları on yılların sorunu. Mesela 2013’te Almanya’da, Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nin Türk kökenli Uyum ve Sosyal İşler Bakanlığı müsteşarı Zülfiye Kaykın’a, “Camiye yapılan yardımları başka hesaplara aktarmaktan” ceza kesildi. Sözü edilen miktar 4.9 milyon euroydu. Kaykın bu görevine Diyanet İşleri Türk-İslam Birliği’nin (DİTİB) temsilcisi olarak atanmıştı. Millî Görüş soruşturmaları, Deniz Feneri gibi pek çok vaka camilerin insanları soymak için kullanılmasının bir gelenek haline geldiğini gösteriyor. 

Yani bu konuda da herhangi bir tepkiye mahal yok. Aklı başında, meleklere ve cinlere karışmamış bir Diyanet başkanının bu tür olayların arkasından sorabileceği tek soru camilerin etrafında bu kadar çok hırsızın-uğursuzun neden ve nasıl toplandığı olmalı. 

Dinleri var fakat ahlakları yok. Çağın hastalığıdır. Bilime düşmanlık, gerçeklere sırtını dönme, tarikatları destekleme, cehalet, kafa karışıklığı, yolsuzluk, yobazlık, ölçüsüzlük ve ahlaksızlık belli ki birbirinden beslenerek büyüyor.

***

Diyanet İşleri Başkanlığı, Cumhuriyet’in ilanından bir yıl sonra kuruldu. İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevlendirildi. Anayasaya göre, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmekle yükümlü.

O ise halka kılıç gösteriyor, Cumhuriyetin kurucusuna lanet okuyor, kadınlara ayar veriyor, çocuklara erken evliliğin yollarını gösteriyor, LGBT’leri lanetliyor. Bilimi tarif etmeye, Darwin’i yalanlamaya kalkışıyor. 

Koltuğunu devraldığı Diyanet İşleri Başkanı giderayak şöyle demişti; “Din-siyaset ve din-ticaret ilişkisine bir sınır getirilmeli. Dini her işe koşuyoruz, dini duyguları her alanda geçer ölçü yapıyoruz; sonunda din yoruluyor, din algısı tahrip oluyor.” Uyarısı yerindedir. İnancını her yere sokarsan kirlenir. Temizlemenin de imkânı yoktur. Din, tarihinin hiçbir döneminde bu kadar dünyevi bir şeye dönüşmemişti.

Anlatılan Kılıçlı Ali Paşa’nın maceralarıdır. Laik Cumhuriyet meleklere karıştı, patavatsızlığı bundan kaynaklanıyor. Ancak dokuz canlıdır Cumhuriyet, düştüğü yerden kalkar, doğrulur. O zaman halka karşı salladığınız o kılıcı nereye koyacağınızı şaşırırsınız!

Orhan Gökdemir / SOL

Ekim 2020’de IMF’nin iki yüzü - Korkut Boratav / SOL

 IMF Başkanı Georgieva 13 Ekim’de kemer sıkma politikalarına karşı çıktı; ertesi gün Arjantin yönetimine “siyasal kararlılık” sorumluluğunu hatırlattı.


IMF 13 Ekim’de her yıl düzenlenen uluslararası ekonomik toplantıyı başlattı; dünya ekonomisine ilişkin  ekonomik, finansal ve malî raporları yayımladı. İngilizce  adlarını da sıralayayım: World Economic Report, Global Financial Stability Report ve Fiscal Monitor… 

Raporlar, geleneksel, neoliberal “kemer sıkma” politikalarından ayrılan öğeler içeriyor. Bu yazıda bunları değerlendireceğim.


IMF’ye bir açık mektup 

30 Eylül 2020’de çeşitli ülkelerden 307 araştırma kurumu ve 197 bilim insanı, IMF’ye hitap eden bir açık mektup yayımladı. İmzacılar arasında ben de yer alıyordum.

Açık mektup bir olumlu tespitle başlıyor: IMF, son yıllarda eşitsizliklerin büyümeyi ve istikrarı bozucu etkilerini vurgulayan yayınlar, raporlar yayımlamaya başlamıştır. Bu yönelişin IMF’nin  yürüttüğü ülke programlarına taşınması beklenebilirdi. 

İmzacılar bu beklentinin gerçekleşmediğini; ülke politikalarında eski uygulamaların sürdürüldüğünü  tespit ediyorlar: “IMF, bugünkü kriz hafiflemeye başlar başlamaz ülkelere kemer sıkma politikalarına dönüş  önermektedir. Pek çok ülkeyi uzun vadeli kemer sıkma programlarına bağlamış durumdadır. Bundan dehşet duymaktayız.” 

Açık mektup şu çağrı ile son buluyor: “Küresel ekonomi, şu anda bir yol ayrımındadır: Yeniden kemer sıkma politikaları ve borç krizleri mi izlenecek? Veya, eşitsizlikle savaşmayı, hedefleyen bir makro-ekonomik yöneliş mi? Ekim 2020 toplantısının arifesinde IMF’yi, geçmiş hatalarından vazgeçmeye; kemer sıkma politikalarının karanlık defterini kapatmaya davet ediyoruz.”  

Ekim 2020 IMF belgelerine bu çağrının ışığında göz atalım. 

IMF’nin Ekim raporlarında “kemer sıkma” konusu

IMF’nin yeni başkanı Kristalina Georgieva’nın Ekim toplantısındaki konuşması, aynı tarihte yayımlanan üç rapor sözünü ettiğim “kemer sıkmaya son ver…” çağrısına olumlu bir yanıt olarak okunabilir.

Tek tek referans vermeden bu metinlerden aktarımlar yapacağım.

Tüm belgeler, korona salgınının patlak  verdiği Mart ile Eylül 2020 arasında çeşitli ülkelerin kamu maliyelerinden dünya ekonomisine     12 trilyon dolarlık (dünya millî gelirlerinin %8’ini aşan) talep pompalanmasını alkışlamaktadır. Bu beş ayda kamu borçlarının dünya millî gelirine oranı 17 puan (%83 → %100)  artmış olacaktır. 

Raporlar açık bir tavır koyuyor: “Bu yüksek kamu borç düzeyleri âcil bir tehlike oluşturmuyor. Yakın dönemli öncelik, kamu maliyesi desteğine erkenden son vermemektir. Bunlar, 2021’de de sürdürülmeli; ekonomik canlanmayı sürekli kılmalıdır.”  Bu ifadeler, neoliberal malî disiplin ilkesinden Keynes’gil doğrultuda  bir kopuştur. 

Neoliberal politikalardan kopuş, bir adım daha ileri gidiyor: “Düşük faiz oranları,  özel yatırımlarda zafiyet ve  kamu sermaye stokunun aşınması, kamu yatırımlarının önceliğini gerekli kılıyor. Yatırım çoğaltanları yüksektir. Kamu yatırımlarının  millî gelirin %1’i kadar artması, GSYH’yi %2,7, özel yatırımları  %10 yukarı çekecek; 20 ile 33 milyon arasında istihdam artışı sağlayacaktır.” 

Bu ifadeler, yakın geçmişin IMF programlarının açıkça reddedilmesidir. Geçmişte krizlere karşı kamu yatırımları yoluyla mücadele önerileri, bu yatırımların millî gelirler üzerindeki net etkisini ölçen çoğaltan katsayısı “sıfır”, hatta “negatif” varsayılarak kesinlikle kabul edilmemişti. Artan kamu yatırımı, daha da fazla özel yatırımın  dışlanmasına (“crowding-out”) yol açacağı için… Ayrıca, devletin ekonomik varlığını doğası gereği verimsiz ve israfçı gören neoliberal yobazlığa dayandığı için…

Raporlar, bu kadarıyla kalmıyor. Kapitalizmin egemen sınıflarını tedirgin edecek vergi reformları öneriliyor: “Kamu borcunun sürdürülebilir bir patika izlemesi için vergilerin müterakkîliği   (“artan oranlılığı”) yükseltilmeli; şirketlerin, vergilere hakkaniyetli katılımı sağlanmalıdır. Üst gelir dilimlerinin vergi oranları  artırılmalı; servet ve değer artışları vergilenmelidir.” 

Bunlar, Keynes’gil maliye politikalarını sol doğrultuda genişleten bir söylemdir. 

Yukarıda değindiğim “açık mektup”, IMF’nin ülke politikalarına dikkat çekiyordu. Ekim 2020 IMF belgelerindeki bu genel söylem, ülkelere de taşınmakta mıdır? 

'Bir halkla ilişkiler aldatmacası'

Eleştirel bir  teşhis Filipinli Walden Bello’dan geliyor: “IMF, Salgını Bir Halkla İlişkiler Aldatmacasına Dönüştürdü” başlıklı bir yazıyla… (CADTM, 13 Ekim 2020). 

Walden Bello’ya göre IMF başkanı Georgieva, Ekim 2020 toplantısında, “IMF, bu salgına bir trilyon dolarlık bir savaş bütçesi ile karşı çıkmaktadır” demeci ile yıpranmış itibarını aklama çabasına girmiştir. Ne yazık ki, salgın ortamında âcil nakit gereksinimi içinde bunalan, dış borçlarının  bir miktar silinmesi beklentisine sürüklenen IMF üyesi yoksul ülkeler, hayal kırıklığına uğrayacaktır. 

Bello, nedenini açıklıyor: “Borçların hafifletilmesine dönük IMF kaynakları bağış değil, yeni kredilerden oluşmaktadır. Bunlar, yoksul ülkelerin dış borçlarını hafifletmiyor; bunların ileride ödenmek üzere  yeniden yapılandırılmasında kullanılıyor. Bu amaçla IMF’den alınacak yeni krediler de, olağan IMF kredi programlarında uygulanan ağır koşullara ve denetime tabi olacaktır.”

Bu nedenle “borçların hafifletilmesi programı”ndan yararlanma imkânı olan 22 Afrika ülkesinden sadece dördü (Kamerun, Fildişi Sahili, Etiyopya ve Senegal)   başvurmuşlar. Diğerleri bu olağan-dışı olanağa refakat eden ağır koşullardan uzak durmuşlar. 

IMF’nin iki yüzü: Ülkelere insafsız, kamuoyuna cömert

Bu alt başlıktaki teşhisi de, Lara Merling “İki IMF’nin Öyküsü: Ekvador’un Yeni Kredi Programı” başlıklı yazısında yapıyor (Open Democracy, 1 Ekim 2020).

Merling doğru bir tespitle  başlıyor: “IMF’nin  Araştırma Bölümü, IMF’nin uygulattığı   programların dünya çapında eşitsizlikleri artırdığını; büyümeyi olumsuz etkilediğini  ortaya koyan yayınlar yapmaktadır. Bu “yüz”, Ekim toplantısını açan Georgieva’nın konuşmasına ve son IMF raporlarına da yansımıştır. 

IMF’nin  “insafsız” yüzünü ise ülkelere uygulanan programlar ve bunları yürüten, denetleyen uzmanlar temsil eder. Merling örnek veriyor: “Ekim toplantısından hemen önce yürürlüğe giren IMF ile Ekvador arasındaki kredi anlaşması, Georgieva’nın konuşmasında uyardığı tüm politika reçetelerini içermektedir.” 

Sözü edilen Ekvador programı, geçen yıl uygulanmaya başlamış; ancak ağır önlemleri, işçilerin, köylülerin kalkışması sonunda dondurulmuştu. Bu kalkışmayı Ekim 2019’da “Ekvador’da IMF Ayaklanması” başlıklı bir yazıda anlatmış, değerlendirmiştim. 

Program yeniden uygulandı; tepkileri yine tetikledi, ama IMF kredileri de açıldı. Önümüzdeki yılın Başkanlık seçimlerine adaylığını koyan solcu Andres Arauz, seçimi kazanırsa IMF koşullarını uygulamayacağını şimdiden belirtti (TeleSur, 15 Ekim 2020).

Dahası da var: IMF Başkanı Georgieva, yönettiği uluslararası kurumun ikinci yüzünü, (hem de 14 Ekim’de) Arjantin’e gösterdi. Bu ülkeyle yürütülmekte olan “borç  erteleme” müzakerelerinden şöyle söz etti: “Ekonomik krizini aşmak için Arjantin siyasal kararlılık göstermelidir. Öncelik, ekonomi ile insanların desteklenmesini dengeleyen, güven uyandıran, kapsamlı bir ekonomik gündem oluşturmaktır.” (AFP, 15  Ekim). 

“Siyasal kararlılık, piyasalara güven uyandırmak, dengeleme”… Bunlar, IMF’nin, geleneksel, insafsız, ülke programlarının tipik terimleridir. 

Burada, Arjantin’le ilgili ek bilgi gerekiyor: 2015’te Mauricia Macri fanatik neoliberal bir programla başkanlığı kazandı; sol-Peronistleri iktidardan uzaklaştırdı. Dış borçlanmada ölçüyü hızla  kaçırdı; IMF ile kredi anlaşması yaptı; uygulanan program ağır bir krize yol açtı. IMF’den alınan 44 milyar dolarlık  kredi “buharlaştı”. Macri seçimi kaybetti; iktidarı yeniden sol-Peronistlere devretti. Şu anda yeni iktidar, IMF kredilerinin geri ödenme koşullarını müzakere ediyor. 

IMF Başkanı Georgieva ise 13 Ekim’de kemer sıkma politikalarına karşı çıktı; ertesi gün Arjantin yönetimine “siyasal kararlılık” sorumluluğunu hatırlattı; IMF’nin Arjantin krizindeki sorumluluğunu unutarak… 

IMF gibi kurumlar, “iki yüzlü” olabilirler. Başkan Georgieva ise kurum değil, bir insandır. Bir gün arayla iki konuşmada açığa çıkan bu karşıtlık, “şizofrenik çift kimlik” arızası olarak da yorumlanabilir. 

Ek: Geçen hafta bu köşede “Bir Darbenin Sonrasında Bolivya” başlıklı yazıdaki öngörüm doğru çıktı. MAS’ın adayı Luis Arce açık farkla ilk turda Başkan seçildi. Halkın birleşmesi bir kez daha faşizmi yenilgiye uğrattı.

Bolivya halkı seçim zaferini kutluyor.


Korkut Boratav/SOL


Biden gelirse Tayyip gider mi? - MEHMET KUZULUGİL / SOL

 Amerikan seçimleri bir kez daha Türk politikasının ilgi alanında. AKP ve ‘tin tenkleri’ serin bir Trumpçılık sergiliyor ama bu pilav çok su kaldırır.


ABD’de başkanlık seçimlerinin dünya siyasetinde özel bir etkisi olduğu inkar edilemez. Bu bazen seçim sonrasında ortaya çıkacak olası duruma hazırlıklar şeklinde kendini gösteriyor, bazen de seçim öncesindeki belirsizlik dönemini manevralar için değerlendirmek şeklinde.

2020 seçimlerinin ABD’nin uluslararası siyaset tercihlerine önemli etkileri olacağını düşünmek için çok sebep var. 

Amerikan seçmeni için ilk sırada gelmese de önem verilen bir başlık dış politika.1 Öte yandan dış politika konusunda adayların seçim toplantılarında söylediklerinden daha önemlisi “stratejik” mahfillerde dillendirdikleri.

Amerikan seçmeninin anlayacağı şekilde formüle edilmiş “ayrım noktaları” buralarda daha fazla anlam kazanıyor. Diğer yandan, bu başlıkta seçmenlerin karşısına çıkıldığında işin içine lobiler giriyor, seçimlere etki edebilecek dış faktörleri kışkırtmamak önem taşıyor vs. Öyle ki, bazen adayların seçim öncesinde söyledikleri örneğin “yahudi lobisini tavlamak” için söylenmiş abartılı sözler olarak da algılanabiliyor.

2020 seçimlerinde, Trump ve Biden’ın dış politika hatlarıyla ilgili bu tür “seçmen hesaplarına” indirgenemeyecek bazı farklar olduğu görülüyor.

Biden, Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımının ABD’yi uluslararası alanda gerilettiğini, “demokratik dünyanın liderliğini” yürüttüğü bir yüzyıldan sonra bu emperyalist gücün dünyadaki ağırlığını yitirdiğini savunuyor.

Biden: Müdahaleciliğe dönüş mü?

Bazı muhafazakarların da katıldığı bir eleştiriye göreyse Biden, nostaljik bir “Amerikan Yüzyılı” hayalinin arkasından gidiyor.2 

Türkiye gibi ülkelerden izleyenler için bunun karşılığı Biden’ın yeniden daha müdahaleci bir Amerikan politikasını şekillendirmek istediği.

Bu şekilde ortaya konulan, işaret edilen farklılaşmanın ne olsa değişmeyecek sınırları var elbette.

Örneğin ABD’yi içe kapattığı öne sürülen Trump’ın mutlak önceliği Çin ama bu konuda Biden da çok farklı görünmüyor. Biden, Trump’ın Çin’e zaman kazandıran bir politika izlediğini, en büyük tehdit olduğu fikrinde birleştikleri Çin’in ABD’nin uluslararası ittifaklarını koruyup geliştirmek için gereken çabayı göstermemesinin sonucu olarak alanını genişlettiğini söylüyor.

Trump ve Biden arasındaki farklılıkların Türkiye’ye yansımaları ne olur sorusuna dönersek... Biden, ABD’nin sadece sertliğiyle değil, farklı araçları da daha etkin kullanması yoluyla dünya siyasetine tekrar ağırlık koyması gerektiğini söylüyor. Bu cümlenin bizim coğrafyamızda da karşılıkları olmaması düşünülemez.

Bu karşılıkların neler olabileceği sorusuna ters taraftan yaklaşmayı deneyelim.

AKP Trump’tan “memnun”

AKP kurmayları ve bilinen “tin tankleri” (teneke fikir depoları) Amerikan seçimlerini nasıl yorumluyor?

İlk bakışta görüleceği gibi, AKP Trump’ın kazanmasını istiyor. Anadolu Ajansı’nın yayımladığı bir yorumda Adam McConnel bunun “ideolojik benzerliklerle” ilişkilendirilmesinin yanlış olacağını işaret etmiş ve “iki kötü arasında daha az kötü olanı seçmek” olarak tarif etmişti.3

Aslında AKP için Trump’ın “Türkiye politikası” Biden’ınkine tercih ediliyor demek de çok doğru değil. AKP’nin Trump’la ilgili mutluluğu onun döneminde ABD’nin “boşalttığı” alanda Türkiye’nin  manevra sahasını genişletebilmiş olması.

Türkçesi, Trump AKP için, bir dizi başlıkta işine ABD’nin karışmadığı bir dünya anlamına geliyor.

Hemen anlaşılacağı gibi Biden, Trump’ın aksine ABD’nin özellikle Türkiye’nin içinde yer aldığı coğrafyada yeniden oyun kurucu hale gelmesini savunuyor. Bu durum kimsenin oyun kuramadığı bir alanda ve zamanda kendi oyununu kurmaktan çok oyun bozanlıkla yolunu bulan AKP Türkiyesi için tatsız bir gelişme olabilir.

Buna ABD’nin gücü var mı? Trump döneminin tercihleri biraz da ABD emperyalizminin ve emperyalist sermayenin yaptığı hesaplarla mı ilgiliydi?

Öncelikle: AKP’nin canını sıkan Biden “müdahaleciliğinin” Trump öznelliğiyle ağırlığını azaltmış bir ABD’nin büyük patron olarak geri dönüşü olacağı doğru değil.

Nitekim Biden ve “2000 kişiyi bulan bir ekip” olduğu iddia edilen dış politika takımı, özellikle ABD’nin ittifaklarını güçlendirmek ve Trump’ın umursamazlığıyla hasar verdiği dostluklarını güçlendirerek değerlendirmek gibi bir öncelik tarif ediyor.

AKP için bu, ABD’nin daha önce neredeyse gözden çıkarmış gibi hareket ettiği Kürt dostlarına yeniden el uzatması olarak anlaşılıyor. Gerçekten de Biden, Suriye’de ABD’nin bir dönem etkili ve sadık müttefiki olarak gördüğü Kürtleri özellikle gündeme getiriyor. Doğu Akdeniz ve Libya gibi başlıklarda da Biden’ın Türkiye’nin (eğer örtük desteğiyle değilse) ABD’nin “yokluğunda” kazandığı hareket alanını ona tanımayacağı düşünülüyor.

AKP çevrelerinde Biden’la ilgili bir başka boyut, Obama’nın başkan yardımcısı olarak görev yaptığı dönemdeki “sicili”.
2009 – 2017 yılları arasını kapsayan bu dönem aslında Türkiye’nin önem verilen bölgesel müttefik/vekil olarak görüldüğü yıllarla başlıyor. Bu ilk dönemde ABD’nin politika tercihlerinde Fethullahçıların neredeyse mutfağa kadar girdikleri biliniyor. Erdoğan’ın önünü açan (ve kendisini kaybetmesine neden olan) da tam bu ilk dönemin nitelikleri.

İşlerin sonrasında nasıl karıştığı da yine biliniyor. Biden’ın “Türkiye sicilinde” akıllarda kalan bu yüzden 2013 Mayıs’ında Erdoğan için söylediği “Sayın Başbakan, sizinle ilk tanıştığımızda da söylediğim gibi, liderliğinize büyük bir inanç besliyorum” sözleri değil de 2016 yılında doğrudan isminin karıştığı düşünülen 15 Temmuz darbesi oluyor.

Öte yandan 15 Temmuz darbesinden bir ay sonra Suriye topraklarına Amerikan hava gücü desteğinde Türk askerleri geçiş yaparken Biden’ın Ankara’da Erdoğan’la birlikte basının karşısına çıktığını da hatırlatmak gerekiyor.

ABD’de Türk lobiciliği yapan ya da Türkiye konusunda daha hassas olmak gerektiğini savunanların benimsediği bir tanım “Goofy uncle Joe” şapşal/sakar Co amca. Biden için kullanılıyor. ABD’nin “şöhretinin hakkını verdiği” yıllardan kalma bir “efelikle” yaptığı çıkışların işleri zorlaştırdığını anlatıyor. Trump’ın ölçüsüz sertliklerini aşan bir aktivitesi olmadı elbette fakat belli ki Trump’ın “Türkiye ekonomisini darmadağın ederim” türü sözlerinden daha fazla ciddiye alındı.

Biden’ın çevresinde, hatta takımında olan bazı isimlerin Türkiye konusunda oldukça sert tercihleri olduğu söyleniyor. Bunlardan birisi Julianne Smith. 2014 yılında Obama’ya seslenen ve Türk yönetimi konusunda daha keskin davranmaya davet eden bir mektupta imzası var. Bir diğeri Brian McKeon. McKeon, YPG’nin merkezinde durduğu SDG’nin Suriye’de IŞİD’le mücadelenin temel unsuru olduğunu savunan, Türkiye’yi bu denklemde saldırgan bulan bir isim.4

Öte yandan, demokratlar tarafından gelen ve olası bir Başkanlık dönemini daha iyi yansıttığı düşünülebilecek isimler Biden’ın müttefik ve dost güçlerle ilişkileri yeniden güçlendirerek ABD’nin uluslararası etkinliğini arttırma düsturundan Türkiye için biraz daha farklı sonuçlar çıkarıyor.

Matthew Bryza, ABD ile Türkiye’nin bazı başlıklarda onları ayıran anlaşmazlıklardan çok daha önemli ortaklıkları olduğunu söylüyor. Ukrayna, Suriye ya da Kafkaslar gibi Rusya ile ilgili konularda Türkiye’nin önemine işaret ediyor, hatta bununla da yetinmiyor Türk SİHA’larını övüyor!5

Peki hangisi?

Bütün bunlardan başlıktaki sorumuza dönebiliriz.

Trump’ın 2020 seçimlerinden başkan olarak çıkmasının AKP iktidarı açısından en rahat sonuç olacağı doğru. Bununsa temelde tek bir nedeni var: Trump’ın zaferi AKP’ye geniş bir coğrafyada alan açan, onun elinden gelen tek şeyi, “oyun bozanlığı” oyunculardan dayak yemeden yapmasına olanak tanıyan boşluğun sürmesi anlamına geliyor. ABD için belirsizliğin, Çin’e yoğunlaşmak anlamında “müdahaleciliği” sürdürse bile özellikle belli bir coğrafyada ortalıkta görünmemenin devam etmesi yani.

Burada AKP ile onun geniş bir coğrafyada çıkarlarının bekçiliğini yaptığı sermaye sınıfını ayırmamak gerektiğini hatırlatalım. Trump – Biden ikileminin Türk iç politikası için anlam ve karşılıkları var ama doğrudan projeksiyonlar aramak mantıklı değil.

Ve Biden.

Biden’ın Türkiye’nin içinde yer aldığı bölgedeki olası açılımlarının AKP’yi ya da onun iktidarındaki kapitalist Türkiye’yi “hedef alacağı” görüşüne de pek itibar etmemek gerekir. Biden’ın, Türkiye’ye, onun AKP iktidarı altında oluşturduğu bölgesel politikalara zıt gitmek gibi bir tercihi olmaması için çok neden var. 

Öte yandan Biden’ın, bugün AKP iktidarının gündeminde olmayan bazı “yeni oyunlarla” sahne alması bekleniyor. 

Bunlardan en olası görüneni Suriye ve Kürt politikasına ilişkin. Türkiye’yi bir kez daha Kürtleri boğmak yerine onların hamiliğini yaparak ilerlemek yoluna çekmek isteyebilir yeni ABD yönetimi. Bunun bazı karşılıklarını da gündeme getirerek. 

Biden’ın şekillendirme olasılığı olan yeni Suriye/Kürt politikası Türkiye’de uzun zamandır dillendirilen kendi Kürt sorunundan kurtulmak karşılığında Kürt ulusallığının bölgesel etkinliğini artırmasına yol verme gibi bir karşılığı olabilir. Bunun AKP’ye verdiği rahatsızlıktan çok daha fazlasının PKK için söz konusu olabileceğini şimdilik sadece bir spekülasyon olarak not edelim.

ABD seçimlerinin AKP Türkiyesi’ne ve bölgesel etkinliğine olası etkisi konusunda ortaya atılacak her türlü toptancı görüşün yanlışlanacağını söyleyerek bitirebiliriz.

MEHMET KUZULUGİL / SOL


Bir hoca ve bir usta: Kışlalı ve Coşkun - Barış Doster / CUMHURİYET

 İkisi de Cumhuriyetçi, Atatürkçü, vatansever aydınlardı. İkisi de halkımıza karşılıksız ve sınırsız bir aşkla, muhabbetle, sadakatle bağlıydı. İkisi de mesleğinin doruğundaydı. İkisi de vicdanlı, mert, merhametli, güler yüzlü, tertemiz kalpli insanlardı. İkisi de memleketimizin sadece insanını değil, havasını suyunu, dağını taşını, kurdunu kuşunu çok severdi. İkisi de fikir namusu, kalem namusu, bilim namusu denince, ilk akla gelen isimler arasındaydı. İkisi de hocamızdı, ustamızdı, büyüğümüzdü. İkisinden de çok şey öğrendik...  

İlkini, Cumhuriyet şehidimiz Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı, çağdaş Türkiye’nin,  Atatürk Cumhuriyeti’nin düşmanları, 21 yıl önce bugün, arabasına bomba koyarak aldılar elimizden. 

İkincisini, Türk basınının en usta kalemlerinden Bekir Coşkun’u ise yıllardır boğuştuğu kanser illetinden öte Atatürk’e, Cumhuriyet’e, doğaya, ormana, yeşile, hayvanlara yapılan kötülükler tüketti, aldı aramızdan üç gün önce.  

 Tokat’ın Zile ilçesinde dünyaya gelen Kışlalı’yı, Kabataş Erkek Lisesi’nde, Mektebi Mülkiye’de okutan, ardından Paris’te siyasal bilgiler doktorası yaptıran, sonrasında üniversitede öğretim üyesi, milletvekili ve kültür bakanı, Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarı yapan, sadece Kışlalı’nın zekâsı, yeteneği, çalışkanlığı değildi. Cumhuriyetti. Kışlalı’nın Cumhuriyet sevgisiydi. Cumhuriyete olan bağlılığı, duyduğu sorumluluktu.  

 Şanlıurfa’da doğan, genç yaşta müzikle uğraşan, Ankara’da Yüksek Gazetecilik Okulu’nu bitiren, gazetecilikte mesleğin zirvesini gören, ülkemizin en çok beğenilen ve okunan köşe yazarlarından biri olan Bekir Coşkun da sadece kendi emeğinin, kabiliyetinin, gayretinin ürünü değildi. Aynı zamanda Cumhuriyetin ürünüydü. Onu Bekir Coşkun yapan, insan sevgisi, halkçılığı, yüksek karakteri ve Atatürkçülüğüydü.    

Mesleki yetkinlik, ideolojik berraklık, politik tutarlılık 

 Ahmet Taner Kışlalı da Bekir Coşkun da mesleki yetkinlikleri, ideolojik berraklıkları, politik tutarlılıkları, vatanımıza, halkımıza duydukları büyük sevgiyle çok etkilediler hepimizi. Okurlarını, öğrencilerini, takipçilerini hem bilgilendirdiler hem uyardılar. Kendilerinden önce tüm insanları düşündüler. Ortak iyiyi, kamusal yararı, toplumsal çıkarı, yoksulları, emekçileri, ezilenleri gözettiler öncelikle. Asla bencil, benmerkezci olmadılar. Kişisel hesap yapmadılar.  

Kışlalı, uzun yıllar yazdı gazetemizde. Adı, gazetemizin çizgisiyle özdeşleşti. Coşkun’un gazetemizdeki yazarlığı daha kısa sürse de o da yazdığı süre boyunca, gazetemizle bütünleşti. Gördük; Ahmet Taner Kışlalı’nın yeri dolmadı, doldurulamadı. Biliyoruz; Bekir Coşkun’un yeri de dolmayacak, doldurulamayacak. Geride kalanlar, okurları ve öğrencileri onları yazılarıyla, konuşmalarıyla, kitaplarıyla anacak, anımsayacak. Onları asla unutmayacak, unutturmayacak... 

 Ve hayat daima, Dostoyevski’nin şu sözünü haklı çıkaracak:  

Başkaları için kendilerini unutanlar, hep hatırlanacak olanlardır.

Barış Doster / CUMHURİYET

Askıdaki anayasa, askıdaki ekmek - Fatih Yaşlı / SOL

 Biliyoruz, Türkiye’de anayasayla birlikte askıda olan başka bir şey daha var artık: Ekmek.


Abdülhamid’den Hitler’e, tek adam olma heveslilerinin anayasalarla aralarının pek de iyi olmadığını ve anayasaları ilk fırsatta askıya almaya ya da kaldırmaya, o da olmazsa fiilen hükümsüz kılmaya çalıştıklarını biliyoruz. 

Abdülhamid kendisini iktidara taşıyan Jön Türkler’e anayasa ilanı sözü vererek tahta oturmuş ve sahiden de önce meşrutiyeti ilan etmiş, ancak yakaladığı ilk fırsatta anayasayı askıya almış, meclisi de tatile yollamıştı. 1878’den 1908’e kadar, yani tam 30 sene boyunca ülkeyi bu şekilde yönetti ve ancak İttihatçılar Makedonya’da isyan edip dağa çıktıklarında meşrutiyeti yeniden ilan etmek zorunda kaldı. 

Hitler ise yeni bir rejim inşa etmekle birlikte o rejimin bir anayasası olup olmamasını umursamadı bile. İktidara gelmesinin üzerinden çok geçmemişti ki, mevcut anayasanın 48. maddesindeki “olağanüstü hal” uygulamasına başvurdu ve anayasayı askıya aldı, parlamenter sisteme son verdi.  Hitler rejimi, Hitler’in iki dudağı arasından çıkanın hukuk sayıldığı ve anayasası olmayan bir olağanüstü hal rejimi olarak 12 yıl yaşadı.

Türkiye’de 2015’te başkanlık sistemine geçiş tartışmaları yapılır ve 7 Haziran seçimlerine gidilirken, Erdoğan gayet açık sözlü bir şekilde “parlamenter rejimi askıya almış bulunuyoruz” demişti. 

Ortada henüz bir anayasa değişikliği girişimi yokken ve yapılacak değişikliğin referandumda kabul edilip edilmeyeceği belli değilken rejimin askıya alındığını söylemek ise açıkça bir “ara rejim” itirafıydı.

Sahiden de başkanlık referandumu ve seçimleri öncesi Türkiye’de sadece darbe dönemlerinde gerçekleşebilecek bir şey oldu ve anayasal düzen askıya alındı, sivil yönetim adı konulmamış bir “ara rejim” ilan etti. 

O zamandan bu zamana başkanlık sistemi bir anayasal statüye kavuşturulmuş olsa da, aslında hala fiilen anayasasız bir rejimde, süreklileşmiş bir ara rejimde ve resmen ilan edilmemiş bir olağanüstü hal rejiminde yaşadığımızı söyleyebiliriz.

Anayasanın fiilen hükümsüz olduğu ya da istenildiği gibi eğilip büküldüğü, anayasa hukukçularının yaşanan süreci “anayasasızlaştırma” olarak tarif ettiği bir yerde, fiilen anayasal yargıdan da söz etmek mümkün değildir. Tam da bu nedenle, alt mahkeme, anayasaya rağmen, Enis Berberoğlu hakkındaki Anayasa Mahkemesi kararını tanımadığını ilan edebilmiş ve bu kararında direnebilmiştir.

O halde Anayasa Mahkemesi’ne yönelik son zamanlarda yoğunlaşan saldırılar, bu fiili durumun yasal bir statüye kavuşturulması arzusunun bir yansıması olarak görülmelidir. Herhangi bir kontrole ve denge-fren mekanizmasına tabi olmak istemeyen rejimin devlet mimarisinde, Anayasa Mahkemesi gibi bir kuruma, rejimin istediğinin aksi yönündeki kararları nadiren alıyor olsa bile, yer yoktur.

Öte yandan üye bileşimi itibariyle bakıldığında, bir önceki cumhurbaşkanı döneminde atanmış üyelerin varlığı, yarın güç dengelerinin değişmesi durumunda mahkemenin daha fazla “bağımsız” karar alması gibi bir durum yaratabilir ki, iktidarın şimdiden “önleyici saldırı”ya geçmiş olmasının esas nedeni budur.

Yani kavga, bugüne dair olduğu kadar yarına da dairdir ve bu nedenle Anayasa Mahkemesi kapatılmasa bile, üye bileşiminde yapılacak kimi değişiklikler yoluyla kesin olarak kontrol alına alınabilmesi için gereken adımlar rejim tarafından önümüzdeki günlerde mutlaka atılacaktır.

Ekmek bulamıyorsanız…

Biliyoruz, Türkiye’de anayasayla birlikte askıda olan başka bir şey daha var artık: Ekmek.

“Askı” uygulaması elbette ki incelikli bir dayanışma türüdür, alan el ve veren el birbirlerini görmez, sadaka kültürünün uzağındadır, kişisel bir minnet ilişkisi yaratmaz, görgüsüzce değildir, göze batmaz, hengâmenin uzağında, sessiz ve sakince işler.  

Ancak, “askıda ekmek” diye bir siyasi kampanya yaparsanız, ekmekleri parti standından, parti ambleminin ve parti genel başkanının posterinin altında dağıtmaya kalkarsanız, orada işler değişir. Ortada incelikten ve askı uygulamasının mantığından eser kalmadığı gibi, işin içine reklam, propaganda, siyasi faaliyet girmeye başlar. Bu da en hafifinden insanların haysiyetleriyle oynamak demektir ve çok ayıptır.

Üstelik bunu bir de iktidar ortağı olarak yapıyorsanız, işler bütünüyle değişir. Bir yandan ekonominin uçtuğunu, ülkenin zenginleştiğini, dünya gücü haline geldiğini, eski Türkiye olmadığını iddia ederken, öte yandan insanların bir ekmeğe muhtaçlığını gösterecek şekilde kampanyalar düzenliyorsanız, yalan söylüyorsunuz demektir, yalancısınız demektir, halkı kandırıyorsunuz demektir. 

Panikle yaptıkları “askıda ekmek uygulaması ülkenin krizde olduğunu göstermez, bu bir milli histir, milli dayanışma hissidir” minvalindeki açıklamalar da düzenleyenlerin kampanyayı ellerine yüzlerine bulaştırdığını göstermektedir. Öyle ki tıpkı geçen seneki sebze meyve kuyruklarına “bolluk kuyruğu” denmesi gibi, şimdi de “Osmanlı’nın şaşaalı günlerinde de böyle yapılırdı, refah döneminde adettir” diye milliyetçi saçmalıklarla bezeli açıklamalar yapılmaktadır.  

Hani eski ekonomi bakanı, bugünlere gelinmesinde hiç dahli yokmuş gibi şimdilerde “Türkiye’yi krizden kurtaracak kişi” rolüne hazırlanıyor ve “milliyetçilik askıya ekmek koymak demek değildir” diyor ya, aksine, bir ideoloji olarak milliyetçilik, tam olarak öyle bir şeydir.

Milliyetçilik, açlığın, yoksulluğun, sefaletin üzerine örtülen hamaset örtüsüdür. Evine ekmek götüremeyenlerin, çoluğunun çocuğunun karnını doyuramayanların, ay sonunu getiremeyenlerin, “vatan millet Sakarya” edebiyatıyla uyutulması, uyuşturulmasıdır. 

Tam da bu nedenle, açlık, işsizlik, yoksulluk yükseldikçe hamasetin yükselmesi,  topluma daha çok milliyetçilik pompalanması, iktidarın resmi ideolojisi diyebileceğimiz Türk-İslam sentezinde milliyetçiliğin dozajının giderek artması bir tesadüf değildir. 

Türkiye’de düzen, yaşadığı krizin üstesinden gelemedikçe, halkın bugününü ve geleceğini çaldıkça, milyonlarca gence bir yarın vaat edemedikçe, dinselleşme gibi milliyetçiliği de yükseltmeye mecburdur.  

Ekmek yoksa yenecek olan şey din ve milliyetçiliktir; yani Ayasofya’dır, yani Doğu Akdeniz’dir, yani Dağlık Karabağ’dır, yani “yerli milli silah sanayi” masallarıdır, yeni-Osmanlı palavralarıdır, elde bir tek bunlar kalmıştır. 

Hayaller ve gerçekler 

Askıdaki anayasayla askıdaki ekmek arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır şüphesiz. Türkiye toplumu yoksullaştıkça, düzen topluma umut ve gelecek sunamaz hale geldikçe, toplumsal rızanın tesisinde zorlanıldıkça, dincilik ve milliyetçilikle birlikte halka daha çok sopa gösterilecek ve “anayasasızlaşma”, “hukuksuzlaşma” süreci daha da derinleşecektir. 

Bunun bir yanında kavramın gerçek anlamıyla “serbest seçimler”in imkânsız hale gelerek yerini bir tür “sopalı seçim”e bırakma ihtimalinin yükselmesi varsa, öbür tarafında da İslamcılığı ve milliyetçiliği tahkim edecek ve savaşa kadar uzanabilecek, yani anayasayı resmi olarak da askıya almayla sonuçlanabilecek bir dış politika vardır. 

Tüm bunlar ortadayken, düzen muhalefetinin bütün siyasal stratejisini ülkede serbest seçimlerin yapılacağı, iktidarın bu seçimleri kaybedeceği ve sonra da gitmeyi kabul edeceği varsayımı üzerine kurması da, “milli çıkarlar” diyerek dış politikada atılan her adımın arkasına takılması ve bunun iç politikayı dizayn için kullanılmasına izin vermesi de, yakın gelecekte yaşanacaklara dair önemli ipuçları vermektedir.

Durum buyken ve manzara ortadayken, ya hayallerle avunulmaya devam edilecek, ya da gerçekçi bir çıkış yolu aranacaktır. Ya halk kendi kaderini kendisi ele alacak, siyasete oyunu değiştirecek bir şekilde müdahale edecek ya da bu devran böyle dönmeye devam edecektir.  

Fatih Yaşlı / SOL

ll. Abdülhamit'in serveti - Kadir Sev / SOL

Servetini, çıkardığı iradelerle sahipsiz yerleri Hazine-i Hassa’ya alarak kendi adına tapulatmak suretiyle giderek artırmış.

Osmanlı sultanlarının serveti denilince akıllara ilk – belki de yalnızca  II. Abdülhamit gelir. 

Çünkü en çok onun vereselerinin miras maceralarını işitiriz. 

Nedenini merak edenlere “Osmanoğulları’nın Varlıkları ve II. Abdülhamid’in Emlaki” adlı kitabı öneririm.

Yazarı, Vasfi Şensözen. Osmanlının son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında avukatlık; Balıkesir il Genel Meclisi üyeliği yapmış; milletvekili seçilmiş; 1935 yılından sonra Maliye Bakanlığı Hukuk Müşavirliğinde avukat ve müşavir sıfatlarıyla 20 yıl boyunca II Abdülhamit’in vereselerinin açtığı miras davalarının peşinde koşmuş, izlemiş.

Kısacası hem kanun - kitap biliyor hem elinden binlerce belge geçmiş. Bilgilerini yazmış olması büyük kazanç. Kitabı ilk 1982 yılında Türk Tarih Kurumu basmış. Elimde “Okuyan Us” yayınevinin 2013 yılı baskısı var.

Bu yazıda o kitaptan edindiğim bilgileri paylaşıyorum.

Osmanlı Sultanları çok mu zengindi?

Osmanlı Sultanlarının, malda mülkte pek gözü olmadığı anlaşılıyor. Saray ve hanedanın giderlerini karşılamak üzere tahsis edilen ve “Hazine-i Hassa”, “Emlak-i Şahane”, “Emlak-i Hümayun” gibi adlarla muhasebeleştirilen taşınmazlardan elde edilen gelirleri harcamışlar. Sadaret dönemlerinde çok müsrif davrandıklarında kuşku yok: hepsi Devlete borçlanmış.

Ama hiçbiri bu taşınmazları mülkiyetlerine almayı düşünmemiş. Hatta II. Abdülhamit’in babası Abdülmecit, kendisine belirli bir ödenek tahsis edilmesi karşılığında hepsini maliye hazinesine devretmiş. Üstelik kendi parasıyla satın aldığı Resülayn Çiftliğinin tapusunu bile maliyeye kalsın diye üzerine almamış.

Abdülhamit’in kardeşi Vahdettin’in mülkiyetinde çok para etmediği anlaşılan bir handan başka taşınmaz yok.

II. Abdülhamit Zengindi

Yukarıdaki sözler II. Abdülhamit için geçerli değil. Babasının devrettiği malları Hazine-i Hassa’da yeniden toplamış ve mülkiyetine geçirmiş. Servetini, çıkardığı iradelerle sahipsiz yerleri Hazine-i Hassa’ya alarak kendi adına tapulatmak suretiyle giderek artırmış.

Vasfi Sarısözen bu davranışı şu sözlerle yeriyor; “Bu mallar, hanedanın ortak mallarındansa, tek bir kişi adına tapulanamazdı. Baba mirası sayılacaksa, kardeşlerinin de bunlarda hakkı olmalıydı.”

Hamit’in vereseleri mahkemelere sundukları belgelerle, hanlar; hamamlar; çiftlikler; haklar; imtiyazlar; altın, cıva, kurşun, çinko gibi çeşitli maden işletmelerinin olduğu sayıları 11 bine ulaşan malların peşine düşmüş. Neredeyse 1950’ye değin, Türk mahkemeleri ve Yargıtay bu davalarla uğraşmış.

Türkiye sınırları dışında kalan taşınmazların Lozan görüşmelerinde gündeme alınması için çok çabalamışlar; olmamış. 

Uluslararası mahkemelerde dava açmak ise para işi. İngiliz bir sponsor bulup şirket kurdurmuşlar, Yunanistan, Suriye ve Irak’ta davalar açmışlar. Irak, bir yasa çıkarmış; dava açan olursa suçlu sayarız demiş. Ondan da vazgeçmek zorunda kalmışlar.

Günümüzde arada bir “buralar dedemindi” diyen çıkıyor. Neyse ki artık kimse ciddiye almıyor.

İkinci Meşrutiyet sonrasında Maliyeye devredilen taşınmazlar

Hazine-i Hassa muhasebesine kayıtlı mal ve gelirlerin bir bölümü II. Meşrutiyeti izleyen Eylül ve Aralık aylarında iki Padişah iradesiyle Maliyeye devredilmiş. Vereseler, “iradenin” zorla alındığını öne sürüp kendilerine devredilmesini istemişler. Bu çabaları da boşa çıkmış: Vasfi Şensözen, taşınmazların zorla alınmadığını, 1 milyon lira tutarındaki (altın lira) borcunu ödeyemediği için karşılığında taşınmaz verdiğini söylüyor.

II. Abdülhamit’in kadınları ve miras ilişkisi

Vasfi Şensözen’den öğrendiğimize göre; II. Abdülhamit’in 12 karısından 17 çocuğu olmuş. Ve her zaman nikâhlı 9 kadını bir arada bulundurmuş. Şeriata göre en çok 4 kadınla evlenilebiliyor. Bu durumda en azından 5 karısı yasal değil ve bunlara miras düşmemesi gerekiyor. Oysa kadınlarının hepsi İstanbul Kassam Mahkemesinden 1 Ocak 1910 tarihinde aldıkları veraset ilamıyla TC Hazinesinin karşısına çıkmış. Yazar haklı olarak şöyle yazmış; “Şeyhülislam efendilerin, nikâhlar kıyılırken karşı çıkmaya korkmaları anlaşılabilir ancak sukutundan 11 yıl, ölümünden iki yıl geçtikten sonra mirasa istihkak ilamı verilmesi ibret ve hayretle mütalaa edilmeli…”

Yurt dışına çıkarılmayan karıları, birkaç taşınmazın iadesi için Tapu Dairesine başvurmuş. İlginçtir; kabul edilmiş. Daha sonraki başvuruların reddedilmesi üzerine yargıya başvurmuşlar.

'Osmanlı İmparatorluğunda padişahlık etmiş kimselerin malları… millete intikal etmiştir'

Hilafetin ilgasına dair 3 Mart 1924 günlü 431 sayılı Yasanın 8.maddesinde şöyle bir kurala yer verilmiş; “Osmanlı İmparatorluğunda padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti arazisi dahilindeki tapuya merbut emvali menkule millete intikal etmiştir.”

Bu kuralda bir incelik var: yüzeysel bakarsanız, miras davası açamayacaklarını düşünebilirsiniz. Ancak vereseler, bu kuralın yasanın çıktığı tarihte ölmüş olanları değil yalnızca yaşayan sultanları kapsadığını öne sürüp davalar açmışlar. Gerekçe olarak da; “…öldükten sonra mallarının tabii şekilde miras intikal etmesi ve buna göre de tapu idaresinin intikal muamelesini yapması lazım geleceğini…” yazmışlar. Mahkeme de dava dilekçesinde söz konusu edilen taşınmazlar için davacıların lehine karar vermiş.

Yargıtay kararı bozmuş ama keşke onasaydı cinsinden bir gerekçeyle; “...Mahkeme, söz konusu taşınmazların 1909 yılı Bütçe Yasası ile Devlete mal edilenlerden olup olmadığına bakmamıştır…” İyi ki bakmamış; kazara bakmış olsa taşınmazlar kamu mülkiyetinden çıkmıştı.

Bir başka örnek olayda ise tersi bir durum gerçekleşmiş. Bu kez Mahkeme davacıların aleyhine karar vermiş; Yargıtay bozma gerekçesini; “…zaman-ı saltanatlarında iktisap eyledikleri emlak, emlak-i hususiyeden olmayıp Emlak-i Şahaneden bulunduğu …” gerekçesine dayandırmış. Vasfi Şensözen, Yargıtay’ın bu kararını; “hazine aleyhine çıkacak içtihadı birleştirme kararını adeta tahrik ve teshil etmiştir” sözleriyle eleştirmiş.

Bu davalar yıllarca sürdü. Neyse ki hiçbirinden sonuç alamadılar.

Meclisin 245 numaralı Yorum Kararı:

1961 Anayasasından önce Meclisin Yasaları yorumlama yetkisi vardı. Meclis, 431 sayılı Yasanın 8.maddesini 1949 tarihinde özetle şöyle yorumladı; “Yasanın yürürlüğe girdiği tarihte hayatta bulunsun bulunmasın taşınmazlar millete intikal etmiştir ve mallar üzerinde verese tarafından hiçbir hak iddia edilemez…”

Sonuç:

Kitap şu sözlerle bitiyor;

“İkinci Abdülhamid’in sonu gelmez bir ihtirasla topladığı o geniş varlık kısmen millete ve kısmen de hadiselerin şevkiyle yabancı devletlere geçmiş ve ibret verici sahneler ve safhalar halindeki hikâyesi de böylece tarihin malı olmuştur.”

Kadir Sev / SOL

Türkiye’nin bir yılda çevrilmesi gereken borçları - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Dış borç yükü büyük ölçüde geçmiş yılların cari açıklarının finansmanından kaynaklanıyor. Ali Babacan’ın ekonomiden sorumlu olduğu 2009-2015 arasında tam 300 milyar dolar cari açık verildiğini hatırlatalım. Geçen haftalarda Hazine’nin dolar bazında yüzde 6,4 faizle borçlanması gibi örnekler de geri ödeme faturasını iyice kabartıyor.


Geçtiğimiz hafta Merkez Bankası “Kısa Vadeli Dış Borç İstatistiklerini” yayımladı. 

Buna göre ağustos sonu itibarıyla Türkiye’nin kısa vadeli dış borç stoku 2019 yılı sonuna göre yüzde 7,8 oranında artışla 132,8 milyar dolara yükselmiş durumda. 

1 yıl içerisinde ödenmesi gereken dış borç miktarı ise 181,3 milyar dolar. 

Çünkü bu istatistik vadesine bakılmaksızın önümüzdeki 1 yıl içerisinde ödenecek tüm borçları kapsıyor. Kabataslak bu rakamla cari açığı toplayınca o yılki dış finansman gereksinimini veriyor. 

Bugünkü yazıda 1 yıl içerisinde ödenmesi gereken dış borcun alt bileşenlerini analiz etmeye çalışacağım. Çünkü sözü edilen gösterge ekonomi-finans yorumcularınca çokça zikredilmesine karşın, izlenimim alt kalemleri üzerine fazla kafa yorulmadığı şeklinde…

Ayrıntılara odaklanmadan, isterseniz önce dış borçların genel seyrine bir göz atalım.

TÜRKİYE’NİN DIŞ BORÇLARININ SEYRİ

AKP’nin iktidara geldiği 2020 yılında Türkiye’nin dış borç stoku 129,6 milyar dolarmış. Ondan sonra Küresel Finansal Kriz’in hüküm sürdüğü 2009’daki ve 2015’teki düşüşler bir yana bırakılırsa 2018’e kadar her yıl dış borçlarda artış gözlenmiş. 2018’den başlayarak özel sektörün hızlı bir borç geri ödeme çabasına girmesi (bu tutum deleveraging olarak adlandırılıyor) dikkat çekiyor.

turkiye-nin-bir-yilda-cevrilmesi-gereken-borclari-794695-1.

Özel sektörün 2 yılı biraz aşkın bir sürede borçlarını 62,3 milyar dolar azalttığı görülüyor. Buna karşın kamunun borçları 29,2 milyar dolar artış göstermiş. Katar ile yapılan 10 milyar dolarlık swap anlaşması birinci çeyrek sonunda henüz kasaya girmemiş olduğu için Merkez Bankası’nın borç bakiyesi düşük görünüyor.

Özel sektörün dış borçlarının gelişimini inceleyince finans sektörü ile reel sektör arasında açık bir strateji farklılaşması dikkat çekiyor. Finans sektörü 2017’de 114,5 milyar dolar olan uzun vadeli dış borçlarını 2020 Ağustos’ta 70,7 milyar dolara çekerek 43,8 milyar dolar azaltmış. Buna karşın reel sektörde bu eğilim sınırlı kalmış, uzun vadeli borçlarda 104,8 milyar dolardan 91,5 milyar dolara 13,3 milyar dolarlık bir daralma gerçekleşmiş.

REEL SEKTÖR POZİSYON KAPATIYOR

Finansal olmayan kesimin döviz varlık ve yükümlülükleri tablosunu incelediğimizde de, reel sektörün aynı zaman aralığında yurt içi bankalara olan döviz yükümlülüklerini azaltmayı yeğlediğini gözlemliyoruz. Tablo-2‘den görüldüğü gibi 2017 sonunda 211,3 milyar dolar açık veren net döviz pozisyonu 2020’nin temmuz ayında 162,2 milyar dolara gerilemiş. Yani makas 49,1 milyar dolar kapanmış. Bu açık en yüksek noktaya 222,5 milyar dolarla 2018 martında, aynı yılın yaz aylarında yaşanan döviz krizinin öncesinde ulaşmış. Reel sektör şirketleri öncelikle varlıklarını 14,2 milyar dolar artırmışlar. Yurtiçi finans kesimine olan döviz borçlarını da 184,8 milyar dolardan 147,8 milyar dolara indirerek 36,6 milyar dolar aşağı çekmişler. Yurtdışına borçlarını ise çok daha sınırlı bir miktarda 3,2 milyar dolar indirerek, 101,1 milyar dolardan 97,9 milyar dolara getirmişler. Buna karşın aynı dönemde ithalat borçları 41,7 milyar dolardan 46,6 milyar dolara yükselmiş. Böylelikle açık döviz pozisyonundaki azalışı ifade eden 49,1 rakamı ortaya çıkmış. Reel sektör şirketlerinin Türk bankacılık sektörüne olan döviz borçlarının azalmasının büyük ölçüde döviz kredilerinin TL kredilere çevrilmesiyle gerçekleştiğini tahmin edebiliyoruz. Reel sektör şirketleri döviz varlıklarını artırırken, bankacılık kesimi de dış borçlarını azaltırken haliyle döviz talebini güçlendirmişler, TL’nin değer kaybına hız kazandırmışlar. Bu arada Merkez Bankası rezervleri de azalmaya devam etmiş.

turkiye-nin-bir-yilda-cevrilmesi-gereken-borclari-794696-1.

DÖVİZLE İÇ BORÇLANMA TEHLİKESİ

Her ne kadar dış borçların 431 milyar dolara gerilediğinden söz ediyorsak da kamunun döviz cinsi iç borçlarında keskin bir artış söz konusu. Daha 2017’de 103, 2018’de 113 milyon dolar olan bu borçlar Ağustos 2020 itibarıyla 31,3 milyar dolara sıçramış durumda. Hazine’nin TL’ye güvenin zedelendiği bir ortamda “ilk günah“ adı verilen iç piyasada döviz borçlanmasına yönelmesi hem dolarizasyon eğilimini körüklemesi, hem de döviz kurunun artışıyla iç borçların yükünü artırması nedeniyle sakıncalı. Öte yandan, eğer bu enstrümanlar olmasaydı piyasadaki döviz talebinin daha da yüksek olacağı, kurların belki bugün daha da yukarıda seyredeceği de diğer bir gerçek.

KISA VADELİ BORÇLARIN ANATOMİSİ

Şimdi gelelim 1 yıl içerisinde çevrilmesi gereken 181,3 milyar doların ayrıntılı analizine. Tablo 3’ten izlenebileceği gibi bunun 20.7 milyar dolarını 15 milyar dolarlık Katar ve 1 milyar dolarlık Çin swap anlaşmalarını içeren Merkez Bankası borçları oluşturuyor. 52.3 milyar doları ise yabancıların döviz ve TL mevduatları. Yabancıların yurt için bankalardaki döviz tevdiat hesapları 21 milyar 749 milyon dolar. Ayrıca yabancıların 8 milyar 63 milyon doları Türk bankalarının yurt dışı şubelerinde olmak üzere 16 milyar 376 milyon dolar TL mevduatı var. 3 milyar 786 milyon doları Türk bankalarının yurtdışı şubelerinde bulunmak üzere yabancı bankaların yurt içindeki bankalarda 12 milyar 180 milyon dolar mevduatı da bulunuyor.

Bu 52,3 milyar dolar borcun yenilenmesi gerekmiyor. Ancak aynen yerlilerin döviz tevdiat hesaplarından paralarını çekmeleri gibi yabancıların çıkış hamlelerinin bir güvensizlik anında ciddi bir risk unsuru oluşturduğu da ortada. Zaten “ sıcak para “ bu mevduatlar ile yabancıların borsa ve tahvil yatırımlarından oluşuyor. Yabancıların TL mevduatlardan çıkıp dövize dönmeleri ülkede kalsalar bir kurları olumsuz etkileyebilir. Yabancıların en son 20.4 milyar dolara gerileyen hisse senedi, 5.4 milyara düşen devlet iç borçlanma senetleri kısa vadeli borç rakamlarına dahil değil. Şu andaki yabancı mevduatlarının bir kısmını borsa ve tahvillerden çıkan paraların oluşturduğu tahmin edilebilir.

Bir yıl içerisinde çevrilecek 181,3 milyar doların 55,5 milyar doları ise ticari krediler. 48,4 milyar dolar ithalat borçları büyük ölçüde yeni sipariş verildiğinde otomatik yenilenen bir fon kaynağı. 3,2 milyar dolar da prefinansman kredisi var. İthalatın daralması halinde bu kredilerde de kendiliğinden düşüş görülür. Ancak bu durum döviz kuru üzerinde bir baskı yaratmaz.

Asıl sorun bankaların 34,3 milyar dolar ve özel sektörün 17,3 milyar dolar yenilenmesi gereken kredileri. Özel sektörün 1 yıl içerisinde ödenmesi gereken 33,7 milyar dolar uzun, 8,4 milyar dolar kısa vadeli kredisi var. Yakın dönemde en önemli dar boğaz kasımda vadesi dolacak 6 milyar dolar. Bankaların sendikasyon kredilerini yüzde 85-90 oranında yenileyebildiği haberleri geliyor. Ancak bu yenilemeler giderek daha yüksek maliyetli oluyor. Eksik kalan yüzde 10-15’in karşılanması çabası da döviz kuru üzerindeki baskıyı bir miktar artırıyor.

Bir yıl içerisinde gerekli dış finansmanı bulmak için aynı dönemde çevrilmesi gereken 181,3 milyar dolara cari açık beklentisini eklememiz gerekiyor. 2020’nin ilk 8 ayında 23,2 milyar dolar cari açık verildi. Yılın 30 milyar dolar civarında bir açıkla kapanması bekleniyor. Yeni Ekonomi Programı’nda öngörülen 2021 cari açığı 13,9 milyar dolar. Bu rakam yüzde 5,8 büyüme tahminiyle bağdaşmıyor. Çünkü Türkiye’nin hızlı büyüdüğü yıllarda büyük cari açıklarla karşılaştığı biliniyor.

Önümüzdeki 12 ayın cari açık faturasına kabaca 20 milyar dolar dersek, 183,3 dolara ekleyince 203,3 milyar dolarlık bir dış finansman gereksinimi ortaya çıkar. Bu tablodan sanki cari açıkların masum olduğu gibi bir yanılsamaya kapılmayalım. Çünkü dış borç yükü büyük ölçüde geçmiş yılların cari açıklarının finansmanından kaynaklanıyor. İsterseniz bu noktada Ali Babacan’ın ekonomiden sorumlu olduğu 2009-2015 arasında tam 300 milyar dolar cari açık verildiğini hatırlatalım. Geçtiğimiz haftalarda Hazine’nin dolar bazında yüzde 6,4 faizle borçlanması gibi örnekler de geri ödeme faturasını iyice kabartıyor.

Yukarıdaki analizden “Türkiye’yi hemen bir dış borç krizi bekliyor!” sonucu çıkmaz. Ancak şirketler nakit akışlarını hem yurt dışına hem de yurtiçi bankalara olan döviz borçlarını ödemek için tahsis edince yatırımlar durur istihdam da artmaz. Gerek özel sektörün gerekse de kamunun döviz açıkları devam ettikçe döviz kuru istikrarı bir türlü sağlanamaz. Ekonomi düşük büyüme, rekor işsizlik ortamında debelenip durdukça, bizler de “tüm dünyanın bizi kıskandığı” türü hamasi nutuklar dinlemeye devam ederiz.

Vadesi 1 Yıldan Kısa Süreli Dış Borçlar- Ağustos 2020 (milyon dolar)

turkiye-nin-bir-yilda-cevrilmesi-gereken-borclari-794697-1.

 Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

Akaryakıta tarihi zam: Benzin ve motorin fiyatı rekor seviyede -T24-

Motorin ve benzine peş peşe gelen zamlar, akaryakıt fiyatlarını rekor seviyelere taşıdı. İran ve İsrail arasında artan gerilim, brent petrol...