Emperyalizm, küreselleşme ve ABD seçimleri… - Taner Timur / BİRGÜN

Kuşkusuz dünya ve küresel dengeler hızla değişiyor; Amerika bile artık yirmi yıl öncesinin Amerika’sı değil; değişmeyen tek şey ise sermaye hegemonyası! Oysa o da yeni stratejik arayışlar peşinde ve bu arayışlara da, son dört yıl boyunca, “Trump modeli” (Trumpizm) damgasını vurdu.

On altı yıl önce, Amerika’da yine bir başkanlık seçimi sırasında, bir Japon gazeteci bu ülkenin küresel planda belirleyici rolüne işaret ederek, “Neden bu seçimde herkes oy kullanmıyor?” diye sormuştu. Mademki bu seçimi tüm dünya vatandaşları, “nefesleri kesilmiş halde” izliyorlardı, o halde en azından internet aracılığıyla bir “seçim oyunu” (mock election) oynanabilirdi!

ABD’deki bu son seçimlerin dünyada daha da büyük bir heyecanla izlendiğini görünce Japon gazetecinin bu esprisini hatırladım. Üstelik bu kez yarışma, bazı özgül koşulların da katkısıyla, daha uzun sürdü ve şimdi de aynı heyecanla “uzatmaları” izliyoruz.

Kuşkusuz dünya ve küresel dengeler hızla değişiyor; Amerika bile artık yirmi yıl öncesinin Amerika’sı değil; değişmeyen tek şey ise sermaye hegemonyası! Oysa o da yeni stratejik arayışlar peşinde ve bu arayışlara da, son dört yıl boyunca, “Trump modeli” (Trumpizm) damgasını vurdu.



İşte ABD’de son seçimler bu koşullarda yapıldı ve kazanan da belli oldu. Oysa Trump bir türlü yenilgiyi kabul etmiyor; “Seçimi ben kazandım!” diyor ve tüm dünya da bu garabeti şaşkınlıkla izliyor. Şimdi soru şu: Trumpizm, geçici bir fırtına olarak mı kalacak, yoksa dünya düzeninde daha da şiddetli sarsıntıların öncü işareti mi olacak?

Sanırım bu konuda doğrulara ulaşabilmek için sorgulanması gereken nesnel kategori, kapitalist üretim biçiminin günümüzdeki işleyiş biçimi, yani çağdaş emperyalizm olmalıdır. Son ABD seçimleri de gerçek anlamını ancak bu zemin üzerinde kazanabilir.

***

Emperyalizm aslında bağımsız bir kavram değildir; kapitalist üretim biçiminin 19. yüzyıl sonlarında aldığı şekle verilen addır. Daha önce siyasal bir akımı, kralların “imparatorluk” tutkusunu ifade eden bu terim, 20. yüzyıl başlarında yeni bir anlam kazanmış ve bugün hâlâ canlılığını koruyan tartışmalara yol açmıştı.

O sırada kuramcıların üzerinde anlaştıkları nokta şuydu: İleri kapitalist ülkeler, artık rekabetçi dönemi geride bırakmış, tekellerin oluştuğu ve gelişmemiş ülkelere sermaye ihraç eden metropoller haline gelmişlerdi. Anlaşmazlık ise şu noktadaydı: Bu gelişmenin sonuçları ne olabilirdi?

Şu oldu: Tekelleşmenin ve kolonyal rekabetin barışçı yollarla çözülebileceğini savunan Kautsky ve II. Enternasyonal haksız, Lenin haklı çıktı ve sonunda da dünya savaşı patladı. Sonra da genel kriz, Nazizm, Büyük Savaş, Soğuk Savaş vb. derken bugünlere geldik. Geldik ama yüz yıl önceki sorunlar da -üstelik daha da büyümüş olarak- hâlâ karşımızda duruyor ve çözümlerini bekliyor.

***

Aslında kapitalist üretim biçimi tarihte ilerlemeci bir rol oynamış, daha önceki kölelik düzenini tasfiye etmişti. Feodal serflerin yerini alan emekçiler yer yer daha da acımasız bir sömürü nesnesi olsalar da, artık modern bir sınıf olarak örgütlenme ve direnme olanaklarına sahip oluyorlardı. Kaldı ki, kapitalizm, başlangıçta sadece metropollerde oynadığı rolü giderek tüm dünyada yayıyor ve sınıf kavgasına küresel ufuklar açıyordu.

Marx ve Engels daha Manifesto’da (1848) bu nokta üzerinde durmuş, kapitalist üretim biçiminin “ulusal sınırları aşarak, insanları küresel bağlarla birbirine bağlayacağını” ve kültürel planda da “tek yanlılık ve dar kafalılık”ları yok edeceğini söylemişlerdi. Peki, kapitalizm, emperyalizm aşamasında da bu misyonu sürdürüyor muydu?

O dönemde açıkça altı çizilmese de, tüm emperyalizm kuramcılarına göre, sürdürüyordu. Hatta Rosa Luxemburg, tezini, sermayenin ancak kapitalizm öncesi üretim ilişkileriyle çevrili olduğu koşullarda ve bu ilişkileri çözerek yenilenip büyüyeceği esasına dayandırmıştı. (R.L; Sermaye Birikimi, 1913).

Bu konuda Lenin de farklı düşünmüyordu. Ona göre de en ileri ülkelerde oluşan “sermaye fazlalığı”, “küresel kapitalizmin çarkına kapılmış” ülkelere gidiyor ve orada kendi sınırları içinde mümkün olmayan kârlar sağlıyordu. Oysa aynı zamanda gittikleri yerlerde de kapitalist üretim ilişkilerini geliştiriyorlardı. Lenin’e göre, bu sermaye ihracı “çıkış ülkelerinde gelişmeyi bir dereceye kadar yavaşlatsa bile, kapitalizmin dünyada derinlik ve yaygınlık kazanmasını sağlıyordu”.

O dönemde bu ihraç, “esas olarak kredi ve devlet borçlandırması şekillerini alıyor, sanayi işletmelerine yatırım yapılmıyordu”. Bugünkü dille, portföy yatırımları doğrudan yatırımlara nispetle ağır basıyor ve finans-kapital tefeci kârlar sağlıyordu. (Lenin; Emperyalizm, 1917).

Yine de Lenin ve Rosa Luxemburg, Doğu’da pazar ekonomisinin bu yollarla finanse edilen demiryolu politikası sayesinde nasıl geliştiğini kuvvetle vurgulamışlardır. Luxemburg’un rakamlarla anlattığı gibi, Osmanlı tarihinde “Batılılaşma”, “modernleşme” gibi başlıklar altında incelenen döneme, aslında, 1850-1890 yılları arasında İngiltere, 1890’dan sonra da Almanya sermayesi ile finanse edilen demiryolu politikası damgasını vurmuştu.

emperyalizm-kuresellesme-ve-abd-secimleri-805070-1.

Unutmayalım ki toplumsal gelişme çelişkilerle ilerliyor ve tutucu kanatta Donald Trump’ı 

yaratan kutuplaşma, ona karşı demokrat kanatta da, adaylık yarışında başa güreşen 

Bernie Sanders’ı çıkardı. Bunlardan birincisi, artık Amerikan halkının da aleyhine işlemeye 

başlayan “küreselleşme”ye karşı milliyetçi ve saldırgan bir korumacılığa sığınırken; ikincisi, 

barış, eşitlik ve özgürlüğe dayanan bir sosyalizmi savunuyor.

***

Bugün ilk emperyalizm tartışmalarının yapıldığı dönemden yüz yılı aşkın zaman geçmiş bulunuyor ve bu arada yıkıcı savaşlar, iktisadi krizler yaşandı. Oysa emperyalizm olgusu ortadan kalkmadı; aksine, rafine yöntemler kullanarak çok daha yaygın ve yoğun şekillere büründü. Bugün insanlık 1900’lerden çok farklı bir kapitalizm profili ile karşı karşıya ve o yıllardaki uluslararası sermaye akımlarıyla ilgili veriler, bugünkü rakamların yanında gülünç görünüyor.

Kuşkusuz bu gelişmenin çeşitli nedenleri vardır. Oysa iki etken bu konuda en belirleyici rolü oynadı gibi görünüyor. Bunlardan birincisi, kökeni 1960’lara uzanan, fakat son kırk yıl içinde küresel bir iletişim ağı oluşturan teknolojik devrim; ikincisi de, otuz yıl önce, Sovyet sisteminin çözülmesi oldu. Bilgisayar çağı, finansı ve ticareti kamçılayarak uluslararası sermayeye yepyeni ufuklar açıyor; Thatcher ve Chicago Okulu iktisatçıları kılavuzluğunda gerçekleşen Perestroika da uluslararası ekonomiye beklenmedik bir pazar sağlıyordu. Böylece Rusya da kapitalist zincire eklenmiş ve “küreselleşme” tamamlanmış oldu.

Londra’da çıkan liberal The Economist dergisi 2006 başlarında (21 Ocak) bilançoyu şöyle çıkardı: “Çin, Hindistan ve eski Sovyetler Birliği’nin pazar ekonomisine katılmaları, küresel emek gücünü iki katına çıkardı. Emek gücünü bollaştırıp, sermayeyi ona nispetle kıtlaştıran bu durum, sermaye girdilerine kıyasla ücretler üzerinde bir baskı oluşturdu. Böylece zenginlerin kârları ulusal gelirde rekor düzeylere ulaşırken, emekçilerin payları azaldı”.

Oysa bu, “öykünün sadece bir kısmı” idi. Öbür kısmı olarak da, dergi, 2005 yılında, kalkınmakta olan ülkelerin toplam üretiminin (satın alma gücü paritesi ile) dünya üretiminin yarısını –hafifçe de olsa- geçtiğine işaret ediyordu. Yani uluslararası sermaye bu kısa dönemde hem nalına hem mıhına vurmuş, bir yandan tekelleşmeyi artırırken, öte yandan da kapitalizmi tüm dünyaya yaymıştı.

Tekelleşme ve sermaye ihracı ile ortaya çıkan kutuplaşmanın bir tarafında Çin’in, öbür tarafında da ABD’nin yer aldığı bugünlere böyle geldik. Bu demektir ki kapitalizmin özüyle ilgili olan bu gelişme ne Thatcher ile Reagan’ın saldırgan liberalizmi ile başladı ne de Trump’ın faşist korumacılığı ile biteceğe benziyor.

***

Gerçekten de Çin, bugünkü “dünya atölyesi” konumuna doğrudan dış sermaye yatırımları sayesinde geldi. Öyle ki, 1984-89 yılları arasında ülkeye yılda ortalama 2,2 milyar dolar yabancı sermaye girerken, Sovyet sisteminin de çöküşüyle bu süreç hızlanıyor, 1992-2000 arası 30,8 ve 2000-2013 arasında da 170 milyar dolara çıkıyordu. Ne var ki Çin yönetimi, yarı-kolonyal geçmişinden ve Maocu öğretiden alınan derslerle bunları kontrol altına almış ve reel sektöre yönlendirmesini bilmişti. İşte Çin Başkanı Xi Jinping de, 2017 Davos toplantısına bu anlayışla katılıyor ve Trump’ın korumacı eğilimine karşı küreselleşmeyi övüyordu. (Le Monde Diplomatique; Aralık 2017).

***

Aslında “küreselleşme” çağında sermaye ihracı da küreselleşmiş ve her ülke, kendi olanakları ölçüsünde, bu emperyalist uygulamaya katkıda bulunmaya başlamıştı. Türkiye de bu akımın dışında kalmadı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın bir açıklamasına göre (28 Ocak 2019), Türk sermayedarlar da bu alanda üstlerine düşeni yapmışlar ve yabancı ülkelere toplam 38 milyar dolar yatırmışlardı. Aynı sermaye içerde de gerekli hallerde bunları koruyacak drone’ları vb. üretiyordu.

Çağdaş emperyalizmin bir yeniliği de sermaye ihracına yeni usullerin eklenmesi oldu. Artık bazı metropollerde bir takım fabrikalar sökülüyor ve emeğin daha ucuz, vergilerin daha düşük, çalışma koşullarının daha elverişli olduğu ülkelere taşınıyordu. Bu tarz yer değiştirme (delocalisation) uygulamaları da uluslararası planda kutuplaşmayı keskinleştiren ek bir faktör oldu.

***

Günümüzde bu kutuplaşmanın bir tarafında Çin ve devlet kapitalizmi varsa, öbür tarafında da ABD ve çağdaş tekelleşme abideleri olan GAFAM (Google, Amazon, Facebook, Apple, Microsoft) beşlisi bulunuyor. Geçtiğimiz ağustos ayında bu beşliden, Facebook dışındaki üçünün borsa değeri bir triyon, Apple’ınki de 2 trilyon doları geçti. Üstelik 1 trilyonluk değere 42 yılda ulaşan Apple’a, 2 trilyona ulaşmak için 21 ay yetmişti. (NY Times, 19 Ağustos 2020).

GAFAM beşlisinin toplam değeri de 5,6 trilyon doları bulmuştu. Oysa değerleri Türkiye milli gelirinin sekiz katı olan bu şirketler, toplam olarak 1,2 milyon kişi çalıştırıyor, vergi vermiyor ve giderek banka hizmetlerini de üstlenmeye başlıyorlardı. Dijital çalışma yöntemleri sayesinde, Covid-19 pandemisinden en kârlı çıkan da onlar oldular.

Ne var ki maddi üretimi periferiye naklederek işsizliği artıran, hatta algıları da kontrol altına alıp yönlendiren bu yeni emperyalizm, “gözetleme kapitalizmi” yöntemleriyle sonunda tüm rejimleri de sarstı. (Shoshana Zuboff; The Age of Surveillance Capitalism, 2019). Son yıllarda “sağ”lı “sol”lu söylemlerle iktidara gelen, fakat hepsi de aynı oyunu oynayan “popülist” rejimler aslında bu kutuplaşmanın ürünü oldular. Ve son ABD seçimleri de, traji-komik Trumpizm uygulamasıyla, bu gelişmedeki en tehlikeli halkayı gözler önüne serdi.

***

170 yıl önce, Marx, Yeni Renanya gazetesinde (Şubat, 1850) “Gelecekte Pasifik Okyanusu, Antik çağda Akdeniz’in, günümüzde de Atlantik Okyanusu’nun oynadığı rolü, yani dünya ticaretinin büyük suyolu olma rolünü oynayacak ve Atlantik Okyanusu da, bugünkü Akdeniz gibi, bir iç deniz durumuna düşecek!”. İşte çağdaş “küreselleşme”nin yol açtığı kutuplaşmada ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti’ni karşı karşıya getiren süreç de bu oldu.

Bu süreçte geleneksel imalat dalları, sayısız emekçiye ve dev bir pazara sahip Çin’e kayarken, ABD de sayıca az ve kalifiye emekçi kadrolarıyla “high-tech” sanayi tekelleri kuruyordu. Oysa demokratik rejimlerde bunun bir de bedeli vardı. Fabrikaları kapanan ya da sökülerek başka ülkelere taşınan bölgeler elbette bir tepkide bulunacaklardı.

Aslında ABD siyasal rejimi bir çeşit “denge ve fren” sistemine dayanır. Bunu da anayasa ve neredeyse onun kadar önemli olan seçim sistemi sağlar. Öyle ki, anayasa, başkanı büyük yetkilerle donatırken, seçim sistemi de Senato’ya adeta onu kısıtlayıcı bir rol vermiştir. Başkan, en önemli tayinleri ancak Senato’nun onayıyla yapabilmektedir.

Ne var ki Senato, oluşma şekliyle, bu rolü daha çok kırsal Amerika lehine oynuyor. Çünkü her eyalet, nüfusuna bakılmadan - ister Wyoming gibi 580 bin, ister Kaliforniya gibi 40 milyon nüfuslu olsun- Senato’da iki üyeyle temsil edilmektedir. Bu da Paul Krugman’ın “Senato Amerika’sı” dediği kırsal kesime, dolayısıyla Cumhuriyetçilere büyük bir avantaj sağlıyor. İşte “Trumpizm” denilen garabeti yaratan da bu anti-demokratik mevzuat oldu. Üstelik bir önceki seçimde olduğu gibi, rakibinden üç milyon daha az oy alan bir adayın başkan seçilmesi de bu ülkede kimseyi rahatsız etmiyor. İşte, çağın ironisi, milyarder bir iş adamı, ırkçı ve demagojik bir söylemle geleneksel muhafazakârların yanına küreselleşme kurbanı “beyaz yakalıları” da ekledi ve hanesine yetmiş milyon oyu kaydetmeyi becerdi. Bu bir başarıydı.

Ne var ki bu başarı yetmedi ve narsist başkanın iktidardan kovulmasını önleyemedi. Şimdi “hukuk”a başvuruyor ve kendi tayin ettiği hâkimlerden medet umuyor.

Kuşkusuz yüz kızartıcı çabalar da faydasız kalacak ve Beyaz Saray’daki tiyatro yakında sona erecek. Oysa kavga yine de bitmeyecek; çünkü yetmiş milyonluk faşizan potansiyel yerinde duruyor ve tehlike de devam ediyor. Üstelik tehlike, çok büyük kısmı alt ve orta sınıflardan oluşan bu 70 milyonluk kitlenin gerçek temsilcilerini bulmasına kadar da devam edecek!

Unutmayalım ki toplumsal gelişme çelişkilerle ilerliyor ve tutucu kanatta Donald Trump’ı yaratan kutuplaşma, ona karşı demokrat kanatta da, adaylık yarışında başa güreşen Bernie Sanders’ı çıkardı. Bunlardan birincisi, artık Amerikan halkının da aleyhine işlemeye başlayan “küreselleşme”ye karşı milliyetçi ve saldırgan bir korumacılığa sığınırken; ikincisi, barış, eşitlik ve özgürlüğe dayanan bir sosyalizmi savunuyor.

Taner Timur / BİRGÜN

Cehalet bilimi, cehaletin bilimi (IV-V-VI) - Özdemir İnce / Cumhuriyet


 

(ıv)

Genç muhabir arkadaşımız Sefa Uyar, adı üniversite olup medrese zihniyetli Dumlupınar Üniversitesi(!) tarafından düzenlenen bilimsel (!) kongrede tanık olduğu “şeyler”i yazmayı sürdürüyor (26.10.2020). “Şeyler”den biri de bilimsel çalışma yapan bilimcilerin “ateist” ilan edilmesi. Diyanet İşleri Başkanlığı, TÜGVA, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti ile tarikat ve cemaat bağlantılı vakıflar, AKP’ye yakın kuruluşların yer aldığı kongrenin sonuç bildirgesinde özetle şunlar kaydedilmiş:

***

“ ‘Din ayrı, bilim ayrı’ düşüncesi materyalist felsefenin ürünüdür. Bilim dünyası yaklaşık 200 yıldır ateizmin tesiri altında. Bilim, Allah’ın kâinattaki eserlerini inceleme sanatıdır. Eğitimin bütün safhalarında ilimler tevhidi bakış açısı ve üslupla ele alınmalı. Bunun sonucu olarak gençlerimizin hem taassuptan hem de onları inançsızlığa sürükleyen hile ve zihinlerine atılan şüphelerden kurtulacakları; böylece ailesine, vatanına, milletine bağlı mükemmel insan modelinin ortaya çıkacağı aşikâr” diye buyurmuşlar.

***

Din ayrı, bilim ayrı değilmiş, ayrı değilse iç içe mi, bitişik mi? Bilimciler, din kitaplarının evren ve dünya tasarımını materyalist filozoflardan çok önce söz ettiler.. Şunu bunu bırakalım evrenin düzeninin gerçekliğinin kutsal kitaplarda yazılanlara uymadığının düşünülmeye başlamasıyla bilim dinin sultasından kurtulup eğemenliğini kazandı.

Öncesini atlayıp Nikolas Kopernik’ten başlayalım: Kopernik, “De revolutionibus orbium coelestium” (Göksel kürelerin devinimleri üzerine) başlığını taşıyan başyapıtında Güneş Sistemi’nin tarifini yapmış, gezegenlerin Güneş’in merkezde olduğu sabit yörüngeler üzerinde hareket ettiğini ileri süren “gün merkezlilik” yasasını savunmuştur. Bu yasa, modern astronomik ve bilimsel gelişmelerin başlangıcı ve bilim tarihinin bir dönüm noktasını oluşturmaktadır.

***

Kopernik ve kilisenin engizisyon mahkemesi tarafından yargılanan Galileo Galilei gerçekten ateist miydiler, yani allahsız ve kitapsız mı idiler? Hiç sanmam! Amma ve lakin, günümüzde “bilim” denen beyin ve deneyim ürününü “ateistlik”le damgalamak olsa olsa hödüklüktür. Tesla der ki: “Kilisenin, (cami ve sinagog) çatısına paratöner takıldığından bu yana din ile bilim kavgası sona ermiştir.” Bizim profesörcülerin bunu düşünecek kadar aklı yok mu?

***

Genç muhabir arkadaşımız Sefa Uyar yazıyor: “Kongrede Dr. Abdülkadir Çoban, ‘Kuran ve bilim ışığında yaratılış açısından suyun yeri ve önemi’ başlıklı bildirisi ile yer aldı. ‘Yanıcı özelliğe sahip iki hidrojen ile yakıcı özelliğe sahip olan bir oksijenden söndürücü özelliğe sahip olan suyun yaratıldığını’ söyleyen Çoban, suyun kullanım alanlarına işaret ederek suyun tabiatın eseri olmasının imkânsız olduğunu iddia etti. Çoban, ‘Suyun, mezkur özellikleri taşımasının kendi kendine olması veya tesadüfen vücut bulması ya da tabiatın eseri olması imkânsızdır’ ifadelerini kullandı.”

***

Tanrı bir kimyager gibi neden hidrojen (H2 ) ile oksijeni (O) birleştirip suyu (H2 O) keşfetsin, “Su olsun!” der, su olur. Evreni “Ol!” diyerek yaratmadı mı? Tanrı’yı basit bir kimyagere indirgemek hiç de bir Müslümana yakışmaz. Dr. Abdülkadir Çoban’ın kim olduğunu araştırdım, Erzurum Binali Yıldırım Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biokimya Anabilim Dalı’ndan Prof.Dr. Taha Abdülkadir Çoban galiba. Kendileri suyun “kendi kendine olması veya tesadüfen vücut bulması ya da tabiatın eseri olması imkânsızdır” iddiasındadır.

***

Rastlantı bu ya 23 Ekim 2020 tarihli “Herkese Bilim ve Teknoloji” adlı dergide, Scientific American adlı dergiden bir aktarma var: Yazının adı “İlk Su Nereden geldi”. Yazarı Columbia Üniversitesi’nden astrobiyolog Calep A.Scharf. Scientific American adlı dergi Prof.Dr. Çoban’ın su konusundaki görüşlerini kesinlikle yayımlamaz! Adı geçen dergi ateist olduğu için değil, Prof.Dr. Çoban’ın görüşleri çağdaş bilime aykırı olduğu için yayımlamaz. Prof. Dr. Çoban’ın bu görüşlerini Türkiye’de yayımlanan “Herkese Bilim ve Teknoloji” adlı dergi de yayımlamaz. Ancak mürteci dergilerde yayımlayabilir.

***

Kaderin cilvesine bakın ki Cumhuriyetin kuruluşunun 97. yılında, bir Cumhuriyet üniversitesinin düzenlediği bir bilimsel toplantıda Cumhuriyetin profesörleri(?) bu türden irtica zırvalarını bilimsel görüş diye yutturmaktalar.

 (V)

Cumhuriyet gazetesi (26.10.2020) muhabiri Sefa Uyar yazıyor: “Kütahya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kazım Uysal, bildirilerin tamamlanmasının ardından düzenlenen kapanış töreninde, kongrenin sonuç bildirgesini okudu. Tanzimat’tan itibaren ‘Batılılaşma’ adına her türlü kültür ve ahlaki değerlerden büyük oranda uzaklaşıldığını öne süren Uysal, Batı kaynaklı eğitimle güzel ahlakın, kişiler arasında emniyet ve sadakatin bozulduğunu iddia etti. Uysal, ‘Bunun birinci sebebi kâinattaki bütün varlıkların tesadüfler, sebepler ve tabiatın eseri olarak meydana geldiği şeklinde verilen eğitimdir. Böyle bir eğitimle yetişen gençler, kendisinin de tesadüfen meydana geldiğini, hayatın bir gayesinin olmadığını zannetmekte. Helal-haram tanımamakta, milli ve manevi değerlerine yabancılaşmakta’ ifadelerini kullandı.”

***

Bay Rektör’ün iddiasına göre toplumumuz Türk aydınlanmasının başladığı Tanzimat’tan bu yana her türlü kültür ve ahlaki değerlerden büyük oranda uzaklaşmış... Bu hafifmeşrep cümle Cumhuriyet devrimi düşmanlarının yüz yıldır gevelediği mürteci itirazı özetlemektedir. Bu, “Batılılaşma” değil, “çağdaşlaşma”, çağının çağdaşı olma çabasıdır; bu aydınlanma iradesi ve bilinci, bilimi rehber yapmış uygar uluslar ailesine katılma sevdasıdır.

Şu anda Arap ve Acem dil ve kültürlerinin sultasından kurtulmuş kültürümüz artık “ulusal” bir kültürdür. Osmanlı’nınki gibi taklit ya da piç kültür değildir.

***

Bay Rektör’ün hayran olduğu “güzel ahlak” içinde cahiliye döneminin kalıntılarını barındıran Arap-İslam ahlakı olup evrensel ahlak sınavında asla geçer not alamaz. Teokratik bir düzenin ürettiği ahlak anlayışı, çağdaş hümanist değerler karşısında ancak ortaçağ kalıntısı olabilir. Bir köle düzeninin etik dışı değerlerini övmek bir öğretmene yakışmaz. Bu ahlakın topraklarında kulluk-kölelik her zaman vardı, şimdi de var; insan sömürüsü var, eşitsizlik var, özgürlük yok; hırsızlık, dolandırıcılık, rüşvet var, kadın düşmanlığı ve ticareti var; sübyancılık ve porno var! Bay Rektör bize bu rezilliklerin övgüsünü yapıyor.

***

Bay Rektör, laik eğitim-öğretimin ürünü gençlerimizin, Allah-kitap tanımadığını, milli ve manevi değerlerine yabancılaşmakta olduğunu iddia etmekte. İyi de bu yoz gençler neden imam hatip ürünlerinden çok daha başarılı? Neden? 1923’ten bu yana, her alanda (bilimci, mimar, mühendis, doktor, yazar, ressam, arkeolog, fizikçi, kimyacı, matematikçi vb.) ulusumuzun yüz akı olmuş insanlarımız arasında Bay Rektör’ün hayranı olduğu üfürükçü ve mürteci anlayışın kaç evrensel temsilci var? Hiç!

Bay Rektör’ün mensubu olduğu kitle “helal-haram”ı tanıdığı için mi ülkemizi soğan gibi soymakta? Devlet kasasını 5 dolara muhtaç etmekte?

***

Cumhuriyet muhabiri Sefa Uyar, Ayhan Küflüoğlu (*) diye birinden söz ediyor: “Bilimin seküler ve laik olamayacağını, ‘ateist ve deist’ olabileceğini iddia eden Küflüoğlu, bilimin ‘ne, neden, nasıl’ gibi sorular sorduğunu ancak kim sorusunu sormadığını belirtirken ‘Bilimsellik, kimsesiz bir evren tarifi yapmıştır’ dedi. ‘Kâinattaki eserlerin ustasının kim olduğunun sorulmadan, neden ve nasıl oluştuğunun açıklanamayacağını’ iddia eden Küflüoğlu, olayların bilimsel olarak açıklanmasının ‘kendi kendinelik’ bildirdiğini ve bu ifadelerin ‘ateist ve deistik’ olduğunu öne sürdü.”

***

Bilim, sadece seküler ya da laik olduğu için değil, ama evrenin sahibinin “kim” olduğunu sormadan, sormaya gerek görmeden varoluşunun nasılını, nedenini sorup araştırdığı için bilimdir! “Mal sahibi, mülk sahibi, hani onun ilk sahibi” demeden “ne ve nasıl” olduğunu, bilinmeyen gerçeği aramak ateistlik ise bunun hiçbir sakıncası yok. Tanrı’yı ya da Allah’ı bilimsel bilim araştırmaz; teologlar, keşişler, mutasavvıflar arar. Gerçek bilimin çalışmalarında “akıl” dışında inanç ve imana ihtiyacı yoktur. Aşkla kullandığınız teknolojiyi inanç ve imanınız mı yarattı?

***

Deizme göre Tanrı şimdiki zamana karışmaz, kişisel değildir ve asla vahiy aracılığıyla bir din oluşturmamış ya da insanlığa hitap etmemiştir. Küflüoğlu’na göre Tanrı’ya inanmak yetmiyor, ille de bir peygambere, bir dine inanmak gerekli, Hz. Muhammed’e ve İslama inanmak zorunlu. Ama bu da yetmiyormuş: Bay Küflüoğlu gibi Said Nursi’ye “üstat” demek gerekiyormuş...

(*) İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü’nde memur.

(VI)

Sefa Uyar’ın haberinden (Cumhuriyet, 26.10.2010) öğrendiğimize göre Atatürk’e “Deccal” diyen Said Nursi’nin “üstat” unvanıyla anıldığı Yaratılış Kongresi’nde Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kazım Uysal da bir balık türünün göç ve yumurtlama dönemleri üzerine bir sunum yapmış: “Anadrom salmonlarının esrarengiz göçleri” başlıklı sunumda, balığın bazı göç hareketlerini yapabilmesi için “şuura” sahip olması gerektiğini ancak olmadığını belirterek doğal hareketleri “Allah’ın hikmeti” olarak yorumlamış.

***

Gülelim mi, ağlayalım mı? Caretta carettalar da, bütün göçmen kuşlar da, her hayvan türü de kendine göre aynı şeyleri tekrarlıyor. Bu tekrarlarda “Allah’ın hikmeti”ni bulacaksan neden boş yere araştırma ve inceleme yapıyorsun? Milyonlarca yıllık tekrarlanan bir eylemin genler aracılığıyla yeni kuşaklara aktarımı bu. Köylerde sığırı belli otlak yerine götürüp bırakırlar, hayvanlar güneş batarken evlerine dönerler. Eşekler sürücüleriyle birlikte evlerine dönerken belli bir noktada anırır. Bunun içgüdüsel nedenini zoologlar ve hayvan psikologları çok iyi bilir. Bre Bay Rektör, “Allah’ın hikmeti”nin olduğu yerde bilimsel araştırma mı yapılır?

***

Daha önce de değinmiştim: Rektör Uysal, bildirilerin tamamlanmasının ardından düzenlenen kapanış töreninde, kongrenin sonuç bildirgesini okumuş. Tanzimat’tan itibaren “Batılılaşma” adına her türlü kültür ve ahlaki değerlerden büyük oranda uzaklaşıldığını öne süren Uysal, Batı kaynaklı eğitimle güzel ahlakın, kişiler arasında emniyet ve sadakatin bozulduğunu iddia etmiş. Uysal, “Bunun birinci sebebi kâinattaki bütün varlıkların tesadüfler, sebepler ve tabiatın eseri olarak meydana geldiği şeklinde verilen eğitimdir. Böyle bir eğitimle yetişen gençler, kendisinin de tesadüfen meydana geldiğini, hayatın bir gayesinin olmadığını zannetmekte. Helal-haram tanımamakta, milli ve manevi değerlerine yabancılaşmakta ifadelerini kullanmış. 

***

Vallahi taaccüp ettim, yani şaşakaldım! Bay Rektör’ün itiraz ettiği şeyler bilimsel olgular ve bilgiler. Kutsal kitapların, evrenin ve insanın doğası üzerine yazdıkları kesin bilgilerse bilime ne gerek var?

“Bilim, neden, merak ve amaç besleyen fiziki evrenin deney, gözlem, düşünce aracılığıyla sistematik bir şekilde incelenmesini de kapsayan entelektüel ve pratik disiplinler bütünüdür. Bilimin diğer tüm disiplinlerden en farklı karakteristiği, savunmalarını somut kanıtlarla sunmasıdır. Ve bu da bilimi en güvenilir bir disiplin olarak günümüze kadar birçok alt dala bölmüş, insanların daha iyi yaşam koşullarına kavuşmasına, bilinmeyen olguları bulmamıza ve yeni şeyler öğrenmemize ön ayak olmuştur. Tüm bilim dalları evrenin bir bölümünü kendine konu olarak seçer, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışır. Einstein bilimi, her türlü düzenden yoksun duyu verileri ile düzenli düşünceler arasında uygunluk sağlama çabası, Bertrand Russell ise gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabası olarak tanımlar.”

***

“Üniversite ya da diğer adıyla yükseköğretim kurumu, en üst seviyede öğretim verilen, araştırma yapılan ve bilgi üretilen kurumlardır. Araştırma alanları çoğunlukla (doğa bilimleri, sosyal bilimler gibi) çeşitli disiplinlere ayrılan üniversiteler genellikle yüksekokul, lisans ve lisansüstü okullarından oluşur. Araştırma görevlileri ya da akademisyenler, yaptıkları özgün çalışmalar dolayısıyla doçent, profesör gibi çeşitli unvanlarla ödüllendirilir.” Üniversite üzerine sıradan ve anonim bir tanım okudunuz.

Bilim ve üniversite tanımlarından sonra Bay Kazım Uysal’ın “Prof. Dr.” ve “Rektör” sıfatlarına sahip olmasına şaşırıyor insan. Bir bilim adamı gibi değil, bir mahalle camisi imamı gibi konuşuyor. Bir cami imamının evren, dünya ve insana dair yorumlarının Kuran kaynaklı olması çok doğal. Ve onunla tartışılmaz. Ancak aynı şeyleri bir Prof. Dr. ve rektör tekrarlarsa “Gerçek iktidarın fikri iktidar” olduğunu ve kendi cenahlarının buna sahip olmamasından yakınan R. T. Erdoğan haklı çıkar.

***

Çünkü bilimsel bilgilerin öğretildiği okullarda sadece pozitivist ve materyalist öğretim yapıldığını iddia ederek bu okulları karalamak çağdışı ve mürteci bir dogmadır. Çok yazık!

Özdemir İnce / Cumhuriyet


*Ve dağılmış pazar yerlerine memleket! - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

 Bugünlerde sürekli Edip Cansever’in * 

Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar/

Ve dağılmış pazar yerlerine memleket” 

dizeleri her yerde beni izliyor. Ve her gördüğüm, yaşadığım olayda aklıma geliyor. Bu böyle olmayacak, her zamanki Işıl olup biraz sokak kızlığı yapmaya karar veriyorum. Dolarla maaş almıyorum ama doların bir inip bir çıkması benim bütçemi acayip sarstı. Çünkü her şeyin fiyatı tam dört kat arttı. Ben tek başına yaşarken zorlanmaya başladıysam millet ne yiyip ne içiyor? İşte buna kafayı taktım. Bu konuda ilk başvurduğum kişi, bizim mahallenin bir parçası olan, sokakta doğurduğu, üç yıldır sokakta büyüttüğü, hiç hastalanmayan oğluyla bir köşede oturup mendil açan Nazlı’ya başvurdum. Nazlı’nın geçmiş günlerde öğleye kadar çalışıp topladığı 250-300 lirayı mahallenin eczanesinde, kahvesinde bütünlettiği için kazancını biliyorum. Hatta arkadaşlarla aramızda “Biz de mi bu işe başlasak” diye şaka yollu konuşmuşluğumuz var. Nazlı’nın epey zamandır o güzel yüzü, endişeli bir hal aldı. Merhametli mahallesinde işler kesat. Günlük parası 100’e, 50’ye indi. Ona soruyorum: “Sence ne oldu?” Verdiği yanıt tam isabet: “Millette para bitti, iki lira bile kıymetli oldu.” 



Kafayı bir işe taktım mı sonuna kadar giderim, oturmuş durakta otobüs bekliyorum, gazeteye gideceğim. Ben yaşlarda maskeli bir adam yanımda biraz durup soruyor: “Kaç dakikadır buradasın?” “Beş” diyorum, gene soruyor: “Otuz beş geçti mi?” “Hayır, ben geldiğimden beri hiçbir otobüs geçmedi.” Adam duraktaki tarife levhasına bakıp “Eyvah” diyor, “Otobüs yirmi dakika sonra.” Ben merak ediyorum: “Nereye gideceksiniz?” Adam, “Kozyatağı’na” diyor. Bulunduğumuz duraktan beş durak sonra. “İşiniz aceleyse minibüse binin, boş geçiyorlar, binmenizde bir sakınca yok.” Adam beni bir süre süzüp “Cebimde iki buçuk lira yok” diyor ve kendi içine kapanıyor.

İşe koyuldum ya, milletin ne yiyip içtiğiyle çok ilgiliyim. Mahallemde tüm market zincirleri buna ilave dört tane her çeşit meyve ve sebze satan market var. Arkadaşlar ben bir milyona ev satın alınan bir semtte oturuyorum. Dikkatinizi çekerim. İki üç aydır, marketlerin önünde sandıklara konmuş, poşetli meyveler, sebzeler çoğalmaya başladı. Tane üzümler, yarısı çürümüş domatesler, biraz sararmış kıvırcıklar, rokalar. Üşenmeden marketlere girip “Poşetlerdeki yarı bozulmuş mallar satılıyor mu?” diye soruyorum. Market ve manav çalışanları, “Tabii satılıyor, daha ucuz olduğu için insanlar kapış kapış alıyor, günde dört beş defa boşalanların yerine yenilerini koyuyoruz” diye yanıt veriyor. “Burası zengin bir mahalle kim çürük mal alır ki?” Manavdaki, marketteki çocukların büyük kısmı beni tanır, hal hatır sorarlar: “Hocam siz bakmayın adı çıkmış buranın, müşterilerin çoğu evi yenilenmiş emekliler. Onlarda para bitti, bir ay önce kredi kartı kullanıyorlardı, şimdi bu beğenmediğin mallara bozuk para sayıyorlar.

Ben devam ediyorum, sıra sürekli adı değişen kafe ve bistrolarda. Çevrem bunlarla dolu ve her iki ayda bir adları değişiyor, çalışanlar değişiyor. Benim yön duydum hiç yoktur, bu nedenle yön kestirmek için sürekli gittiğim yerlerdeki kahve adlarını aklımda tutarım, inanmayacaksınız ama geçenlerde bankaya gidiyorum, bir kahve adı bellemişim oradan sağa döneceğim. Ama o da ne bulamıyorum, dönüp duruyorum, sonunda anlıyorum ki o kahve gitmiş, yeniden yenisi gelmiş. Şaşırmam ondanmış.

Şimdi gelelim pazaryerlerine. Benim yaşadığım bölgede iki pazar kuruluyor. Bir tanesinin devamlı müşterisiyim. Her şey var. Özellikle kıyafet ve ayakkabı konusunda bir numara. Allah Allah pazarın da hiç keyfi kalmamış. Pazar ahalisiyle laflayarak dolaşıyorum, eskiden dolaşırken insanlara çarpmamak için dikkat ederdim, şimdi neredeyse boş. Çorap satan bir kimya mühendisi dostum var, laflıyoruz, “İnsanlar çorap bile almıyorlar” diyor, “Çocuk çorabı bile satılmıyor. Şaşkınım.” Sadece o değil, bütün pazar ahalisi şaşkın. Yiyecek fiyatlarına bakanlar almaktan vazgeçiyorlar. Özellikle de balıkçılar şaşkın. Ama arkadaş sarı kanadın kilosu 65 lira, hamsi 35 lira. Dört kişilik bir aileye bunlardan bir kilo bile yetmez. İnsanlar yutkunup yutkunup geçip gidiyorlar. 

Sizin anlayacağınız durum oldukça vahim. Karşımdaki ve sağımdaki inşaatlar şak diye durdu. Rivayete göre müteahhit toz olmuş. Bu arada çevremizde her gün korana olduğu halde eve gönderilen ve yapayalnız evinde ölen insanlar çoğalmaya başladı. Onlara ne ilaç veriliyor, neden eve gönderiliyor, bunlar hakkında hiçbir bilgimiz yok. Ben de evde tek başıma yaşıyorum. Bir gün ansızın ölüme terk edilebilirim. Pek çoğumuz da kısaca dostlarım memleket Edip Cansever’in dediği gibi “Dağılmış pazar yerlerine benziyor.” Ve dolar yükselmeye, korona artmaya, açlık kapıyı çalmaya devam ediyor. Batmak öyle pat diye olmuyor, usul usul batıyoruz. Bu arada bazı VIP’ler korona tedavisi şımarıklıklarına son versinler. Bu da insana acayip batıyor.

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

Damat - Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

 21. yüzyılın birinci çeyreğinde küresel çapta bir krizle boğuşan dünyayı, ne yazık ki uzun süredir, bir iki istisna dışında vasat liderler yönetiyor. Üstelik, ufukta bu vasat liderlerin yerini alacak dâhiler de görünmüyor. 

Kurtarıcılar gerektiğinde ortaya çıkar, zorlu politikacıları zor zamanlar yetiştirir, derler. İşte size zor zaman. Küresel salgın küresel ekonomiyi çökertiyor, dünya düzeni sallanıyor. Ama hiçbir devlet kurtarıcı olabilecek çapta bir yönder çıkaramıyor. 

Halen insanlığın kaderini elinde tutan egemenlerin toplu çapsızlığı, İkinci Dünya Savaşı ufkunda sıralanan liderlere bakınca daha iyi anlaşılıyor. İyilik ve kötülük sınıflamasından bağımsız bakarsanız; hasım takımları devler yönetiyor. Birinci kümede tabii ki Mussolini, Hitler, Churchill, Stalin, Roosevelt oynuyor. İkinci küme de Franko, De Gaulle ve İnönü’yle hiç yabana atılmaz türden!

Her biri karanlık ya da aydınlık birer yıldız olan bu oyunculardan en hayran olduğum kişilik, savaşın galiplerinden Churchill’dir. 

İdamlık damat

Çelik gibi iradesi, entelektüel donanımı, nüktedan zekâsı, ressamlığı, yazarlığı, alkolikliği, puro düşkünlüğüyle efsaneleşen Winston Churchill, zamana da dayanıklıydı. Onca viski ve puroya karşın 91 yaşına kadar yaşadı, 1965 yılında öldü. 

Churchill, ömrünün sonuna doğru hareket yeteneğini kaybetmişti. Dizlerinin üstünde ekose bir battaniye, günlerini uyuklayarak geçiriyordu. 

Öyle günlerden birinde, tanınmış bir gazeteci Churchill’i ziyarete geldi. “Yaşlı arslan” diye anılan efsane yönder, çoğu kez konuşacak halde olmadığından yanında hep kızı ve damadı bulunuyordu. İngiliz gazeteci, Churchill’e çağdaşı ve hasımları Stalin, Mussolini ile Hitler’den hangisini daha çok takdir ettiğini sordu. 

Churchill yanıt vermedi, çünkü uyukluyordu. Damadı, soruyu yineleyen gazeteciye, “Israr etmeyin” dedi. “Duymaz ve anlamaz. İyice bunadı.” 

Koltuğa yayılan iri gövdeyi örten ekose battaniye birden kıpırdadı ve Churchill, kurnaz gözlerini aralayıp gayet anlaşılır bir ifadeyle “Mussolini’yi çok takdir ederim!” deyiverdi. 

Yanındakiler, tarihöncesi bir dinozor canlanmışçasına çarpılmışlardı. Gazeteci şaşkınlıkla sordu: “Peki, neden?” 

Churchill tısladı: “Çünkü damadını kurşuna dizdirdi!”

Kayınpedere iktidar yolları

Faşizmin fikir babalığı, vasat bilgi toplumlarında Hitler’e atfedilir. Oysa faşist ideolojinin kurucu yönderi Mussolini olup antik Roma’nın yapılanmasından esinlendiği rejim biçimi, Hitler’in Germen yorumuyla zirveye taşınmıştır.       

Galeazzo Ciano, İtalya’nın aristokrat familyası Cortelazzo ve Buccari Kontluğu’nun iyi yetişmiş, sekse düşkün, çapkınlığıyla ünlü veliahtıydı. Kont babası Amiral Constanzo Ciano, İtalyan Nasyonal Faşist Parti’nin kurucu üyesiydi ve baba oğul Mussolini’nin 1922’de başladığı “Roma Yürüyüşü”, yani iktidara doğru çıktığı yolda, faşist liderin yanında yer almışlardı. 

Benito Mussolini, büyük kızı Edda’yı Galeazzo Ciano ile evlendirmekle hem kendisine destek veren büyük ve aristokrat bir aileyi arkasına alıyor hem de parlak bir damada sahip oluyordu. 

Mussolini’nin dışişleri bakanı atadığı damat Ciano, kısa sürede liderin güvenini kazandı, faşist partide iki numaraya yükseldi. Kayınpederine akıl hocalığı yapıyor, ülkenin kaderine yön veriyordu. İtalyan halkı mesajı aldı: Kısaca “Duce” (Reis) diye anılan Mussolini’nin veliahtı, damattı. 

Damada kurşunlar

Mussolini, fikirlerinden feyz almasına karşın deli olduğuna hükmettiği Hitler’i sevmiyor, yarattığı faşist Almanya’yı da tehlikeli buluyordu. Zaten Hitler de onu küçümsüyor, yakın çevresine “gösteriş meraklısı bir palyaço” olduğunu söylüyordu. 

İtalya’nın faşist yönderini Hitler’le hiç olmazsa görünüşte iyi ilişkiler kurmaya ve İtalya’yı Almanya’nın yanı sıra savaşa girmeye, veliaht damadı Ciano ikna etti. 

Ne var ki aynı damat, Mihver Devletleri savaşta Müttefik Devletler karşısında yenilgiye uğramaya başlayınca fikir değiştirdi. İtalya’yı faşist Mihver Devletleri ittifakından çıkarmaya çalıştı. Başaramadı, ama Hitler’i öfkelendirdi. Derken 1943’te Mussolini’yi iktidardan devirip tutuklamak için kurulan komploda yer aldı. Komplo başarısızlığa uğrayınca, Mussolini “torunlarının babası”nı öldürtmekte tereddüt etti. Ama Almanya bastırınca, damat tutuklandı, Verona’da yargılandı ve idama mahkûm edildi. Mussolini, başta büyük kızı ve torunları, Ciano’yu kurtarmak için araya giren kimseyle görüşmeyi kabul etmedi. Kararını vermişti. 

Düşük veliaht ve gözden çıkarılan damat Galeazzo Ciano, 11 Ocak 1944’te bağlandığı iskemlede, hainlere yapıldığı gibi sırtından vurularak kurşuna dizildi. Cesur olduğunu göstermek amacıyla son anda idam mangasına yüzünü dönmeye çalıştığı için kafasına fazladan iki kurşun daha sıkıldı.   

Günümüzde infazlar bile vasat.  

Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Bir başkadır benim memleketimin terapisi! - Tolga Binbay / SOL

 'Zihinlerimizi, psikososyal hallerimizi bozdurup bozdurup harcıyor sermaye. Her halimiz gibi… Efsaneler ve kalıplarla yaşıyoruz, o ayrı…'


Ne diyelim? Güzel dizi olmuş. Öyle çok abartmadan güzel olmuş. Güzel çalışılmış, güzel çekilmiş, güzel düşünülmüş. Karakterleriyle, zıtlıklarıyla, müziğiyle. Yakalamış işte bir şeyleri ve bir dizi olarak o yakaladıklarına ses verip tabii ki çıkıp gidecek gündemimizden.

Biz Başkadır’dan bahsediyorum. İşte bir iki gündür konuşulan ve kendini konuşturan diziden. Yönetmenlikse yönetmenlik, senaryoysa senaryo, kameraysa kamera, oyunculuksa oyunculuk. Ve tabii ki hallerimizse hallerimiz. Tak diye düştü gündeme. Tam da her şey sınıfsal mı değil mi diye tartışılırken! Tam da her şey psikolojiye bağlanmışken! Sermaye sağolsun.

Aklıma ParisSeni Seviyorum filmi geldi. 2006 tarihli. 15 yönetmenin beş dakikalık kısa filmlerinden oluşan bir Paris filmi. Çoğu birbirinden etkileyicidir kısa filmlerin. Ve bazıları da çok çarpıcıdır. Loin du 16e başlıklı bölüm gibi. 

Paris’te genç bir göçmen kadının herhangi bir sabahına götürür yönetmen Walter Sellas izleyiciyi. Kadının çocuğunu sabahın köründe, daha gün ağarmamışken bakımevine bırakması ile başlar Loin du 16e. Vedalaşırken İspanyolca bir ninni söylemektedir bebeğine genç, göçmen anne. Ve sonra araya yollar girer. Sokaklar, merdivenler, metro hatları, kapılar, kapılar… Kadın Paris’in merkezinde bir eve gelir sonunda. Gün ağarmıştır. Evin hanımı günün yapılacaklarını iletir ve sonra da çıkar. Göçmen kadın evin içinde dolaşır. Bir odaya girer. Odadaki beşiğe yaklaşır ve… 

Ve beşikte yeni uyanmakta olan bebeğe gözü yaşlarla dolarak bakar. Aynı İspanyolca ninniyi söyler. İzleyiciyi hiç beklenmeyen ama çok da mümkün bir sonla başbaşa bırakır yönetmen. Bir Başkadır’ı izlerken de öyle oldu. 

Senaryoyu da yazan yönetmen karşıtlıkları çok güzel yakalamış. İnsan hallerini... Daha doğrusu olduğu gibi, olabileceği gibi yakalamış. Meryem’in işine gidişi, o işin içindeki ilişkiler ağını, kendi evindeki ilişkiler ağını... Ve hepsinin ortasında bizlere göz kırpan kendi hallerimizi, Türkiye’yi. Koca bir ilişkiler yumağı olarak Türkiye’yi! Ve oradan çok da mümkün bir kesitle sunmuş bizi, bizleri, Türkiye'yi.  

Hepsi çok da zorlanılmadan yakalanmış.

Ferdi Özbeğen şarkıları üzerinden de “tatlı ve farklı” geçmişimize bağ kurulmuş. Ve sonra da her şey tatlıya, sevgiye, anlayışa, hoşgörüye, taassuba bağlanmış! Sanki, biraz da mecburen...

Daha ne olsun!

*

Psikoterapi seansları ya da destekleyici görüşmeler diyebileceğimiz sahneler de oldukça gerçekçi yazılmış, oynanmış. Dizi için sağlam danışmanlık alınmış. Psikiyatrist, psikiyatristler ve duygular…. Sınıf, sınıflar ve bakışlar…. Görüş, görüşler ve görüşmeler biçiminde... 

Dizilerden izliyoruz psikososyal hallerimizi ya... Oralardan takip ediyoruz kolektif zihnimizi. Garip!

Daha önce yine “törepatik” diziler üzerinden yazmıştım: Türkiye’de sınıfların birbirlerini itiş kakışları iyiden iyiye psikolojize oldu diye. Bir Başkadır da bir başka halka olarak doğrudan eklendi işte oraya.

*

İzleyenlerin bir kısmı “dizi endüstrisinin” terapi meselesini tepe tepe kullanır hale gelmesinin daha çok farkına varmış. Bu nedenle “Nedir bu terapiye düşkünlüğümüz?” diye sormuşlar. Haklılar.

Haklılar ama hakikaten nedir bu hâl? İnsana ve insanın içindeki sınırlara, çatışmalara, aynı zihnin, aynı yaşamın içindeki farklı varoluşlara açlık desek, yeter mi? Meryem’in yaşamı içindeki zıtlıklar gibi mesela. Bir tarafta secde öbür tarafta Sinan’ın hovarda yatağı… Ya da Peri’nin, Gülbin’in yaşamındaki düzlükler, zıtlıklar ve körlükler. Yeter mi? Bir tarafta rahatlık, konfor öbür tarafta tekinsizlik ve garantisizlik.

Giz falan değil bunlar. Saklı değil. İnsanlık halleri. Hepimiz böyle yaşıyoruz. Cem Yılmaz’ın özlü sözünü hatırlarsak: “Hani bizdik marjinal!” Özünde hepimiz marjinaliz, hepimiz!

Yönetmen bizlere bir akvaryum getirmiş. Dekor olarak da zihnimizin içini seçmiş. Sağolsun.

Efsaneler ve kalıplarla yaşıyoruz, o ayrı! İşte psikiyatri, psikoloji, terapi vs. vs. Bir başka dünya sanıyoruz orayı. Ama değil...

O efsaneleri ve kalıpları ise sermaye her koşulda sermayeye tedavül ediyor. O da ayrı! Bir Başkadır da öyle olmuş. Nitelikli, güzel ama... 

Zihinlerimizi, psikososyal hallerimizi bozdurup bozdurup harcıyor sermaye. Her halimiz gibi...

*

Tam da bu hafta ne oldu, biliyor musunuz? Oluyor böyle şeyler, ara ara. Coğrafyanın, tarihin, insanın ses verdiği anlar... Oluyor psikiyatrinin içinde... 

Psikiyatri sürekli bir konuşma hali sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Psikiyatri daha çok durumu idare etme hali. Koca bir geçiştirme… Ama tam da bu hafta donup kaldığım ve kendi “durumu idare etme” halimle çarpıştığım bir an oldu. Çok denk geldi. Anlatayım.

*

Haftanın ortası gibiydi. Genç bir kadın girdi içeri. Trafik hastası. Bir başka yazıyı hakediyor ama bu ülkede bir de trafik kazası, kazaları gibi bir halimiz var. Öyle çok da üstünde durmadığımız! Bir savaş gibi… Kayıplar, sağ kalışlar, metal sesleri, bağırışlar, çığlıklar ve sonra da uzun süre devam eden irkilmeler, kabuslar, sıçramalarla giden. İşte öyle bir trafik hastası girdi bu hafta kapımdan içeri. Durumunu anlatmak ve trafik sigortasından alabilirse bir tazminat alabilmek için.

Geçmiş olsun” dedim içeriye girince. Yarım saat kadar sırasını beklemiş olmanın ve sabahın köründe, muhtemelen şehir dışından gelmiş olmanın etkisiyle yanıt vermedi. Daha doğrusu ben öyle sandım.

Evraklarını uzattı, aldım. Kaza ve tedavi geçmişi… Yüzünde sıkıntı ve bezginlik… Baktım evraklara: Kaza 2013’te olmuş. Şaşırdım! Çünkü genelde yakın zamanlı kaza mağdurları gelir tazminat için. 2018, 2019, bilmediniz 2017... Başımı kaldırıp biraz da şaşırarak “Çok zaman geçmiş?” dedim. Gözlerime baktı ve bir an için geçmişe gidip gelen gözleriyle “Evet, ama zaman benden geçmedi.” dedi. Öylece kalakaldım. Öylece… Durdu dünya, durdu zaman cinsinden. Çünkü üstünden çok zaman geçen o kazada, kapıdan içeri girip karşımdaki sandalyeye oturan kişi, annesini, babasını ve kardeşini kaybetmişti.

Durdum ve uzun uzun dinledim.

*

Zihinlerimizi, psikososyal hallerimizi bozdurup bozdurup harcıyor sermaye demiştim ya… 

İçime sinmiyor işte… Meryem mesela... Peri…

İçimize sinmemeli!

Bu ülkeye bir başka terapi lazım!

O da bir başka!

Tolga Binbay / SOL

Ekonomi yönetimindeki deprem ne anlatıyor? - MEHMET TUNA DOĞAN / SOL


'AKP bir hafta öncesine göre daha avantajlı konumda olmakla beraber, kendisini bütünüyle güvenli limanlara çektiği bir tablo söz konusu değildir.'

Türkiye, kabaca son bir haftalık süre içerisinde ekonomi alanında yeniden sarsıcı gelişmeler yaşıyor. Ülke, Cumartesi sabahına Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Murat Uysal’ın görevden alındığı ve yerine eski Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın atandığı bilgisiyle uyandı. Murat Uysal, Temmuz 2019’da yine bir kararname ile görevden alınan önceki Başkan Murat Çetinkaya’nın yerine atanmıştı. 

Merkez Bankası cephesindeki gelişmeleri, ekonomi yönetiminin çeşitli kademelerine yapılan atamalar izledi. Pazar akşam saatlerinde ise Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın bir sosyal medya platformundan, bozuk bir Türkçe ile duyurduğu istifasını gördük. Albayrak, bu paylaşımının ardından sessizliğe bürünürken, 24 saati aşan bir süre, Cumhurbaşkanlığı’ndan resmi bir açıklama da gelmedi. En nihayetinde Pazartesi geç saatlerde İletişim Başkanlığı’nca, Berat Albayrak’ın sağlık sorunları nedeniyle ‘affını istediği’ ve ‘affının kabul edildiği’ yönlü açıklama yapıldı, akabinde Berat Albayrak’ın yerine 65. Hükümet’in Kalkınma Bakanı Lütfi Elvan’ın Bakan edildiğini öğrendik.

Ekonomi tarafında, yaşanan bu tasfiye/atamalar silsilesini, 11 Kasım Çarşamba günü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşması izledi. Erdoğan’ın konuşması sermaye çevrelerinde takdire şayan bir heyecan uyandırdı ve Türk lirası ile lira cinsi varlıklarda sert değer kazançları yaşandı. Zira konuşmanın alametifarikası, uluslararası yatırımcılara ve içeride büyük zenginlere olanca destek ve kolaylığın sağlanacağının, istenilen politikaların hayata geçirileceğinin uzun uzun vurgulanmasında ve de asıl olarak emekçilere yönelik bahşedilen tek bir cümlede saklıydı: “Acı da olsa doğru reçeteleri uygulamaktan kaçınmayacağız”

Yaşananların özü nedir?

Ayrıntılara girmeden önce kısa bir değerlendirme yapacak olursak; her şeyden evvel önemlice bir sarsıntı olarak görülebilecek bu olaylar dizgesinin, ABD’de başkanlık seçimlerinin Demokrat aday Joe Biden’ın zafer ilanını hemen hemen bir gün arayla izlemesinin bir tesadüfün ötesinde olduğu aşikâr. Zaten emperyalizmin merkezinde yapılan ve tarihi olarak nitelenen bir seçimin ardından yaşanan başkanlık değişimine, Türkiye’de herhangi bir sermaye iktidarının kayıtsız kalabileceğini düşünmek de saflık olur. 

Buradan devam edecek olursak, AKP’nin Biden yönetimiyle Halkbank davası başta olmak üzere bir dizi ciddi gerilim başlığı olduğu zaten biliniyor; gerek dış politika gerekse de ekonomi alanında önemli gerilim başlıkları bulunmaktadır. Üstüne üstlük, 7 Kasım itibariyle, Rahip Brunson şokunun etkilerini üstünden tam atamadan bir de pandemi şokuna maruz kalmış ekonomi finansal türbülansların ve makro dengesizliklerin ayyuka çıktığı bir noktadır ve bunun da etkisiyle anketler AKP’nin ve yanaşması MHP’nin oylarında kayda değer düşüşler göstermektedir. Yine son dönemde düzen muhalefeti cephesinde yaşananlar da önemli yer tutmaktadır. 

Özetle, AKP’nin elinin belirgin derecede zayıfladığı ve sıkışmış bir görüntü verdiği ortadadır. Bu bağlamda 7 Kasım’dan bu yana yaşananlar ve ileriye dönük yaratılan beklentiler, AKP’nin Biden dönemine dönük, hızlı ve köklü bir uyum hamlesine giriştiğini göstermektedir. 

Bahsi geçen bu uyumun ekonomi tarafındaki karşılığı ise, AKP’nin bir süredir ‘direnç’ gösterdiği kimi iktisat politikası başlıklarına boyun eğdiğini alenen beyan etmesidir. Kadro atamalarının taşıdığı anlam ve bizatihi Erdoğan’ın verdiği mesajlar bu yöndedir: Başta merkez bankasının faiz-enflasyon politikaları olmak üzere, maliye politikalarından diğer kritik birçok alana kadar ‘gerekenin’ yerine getirileceği taahhüt edilmektedir. Erdoğan, güven ve kredibilite kazanmaya odaklanacaklarının, serbest piyasa kurallarından taviz verilmeyeceğinin, yabancı sermayeye her türlü destek ve kolaylığın sağlanacağının, her başlıkta şeffaf ve öngörülebilir olacaklarının altını kalın kalın çizmektedir.

Düzen muhalefetinin konumlanışı

Türkiye ekonomisinin ABD’deki başkanlık değişimini tarihinin en büyük krizlerinden birinin ortasında karşıladığını belirttik. Ancak asıl olan, ekonomide yaşanan yıkımın dönemsel olduğu ve sadece ‘saray rejimi’ kaynaklı olduğunun bütünüyle yalan oluşudur. Sorun yapısaldır, Türkiye kapitalizmi bir birikim rejimi krizi yaşamakta, onu aşamamakta ve günü kurtarmaya dönük attığı her adımla ekonomik dengeler daha da içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. Bu başlığı daha fazla ayrıntılandırmayacağız, dileyen okurlara soL’da daha önce yayınlanan değerlendirmeleri öneririz.

Bu bağlamda, düzen muhalefetininse uzunca bir süredir “yegâne sorumlunun tek adam rejimi olduğu, Türkiye’de yargı bağımsızlığı ve demokrasi olmadığı için ülkeye yabancı sermaye girişi olmadığı, merkez bankasının bağımsız olamadığı için faiz artıramadığı ve yatırımcılara güven veremediği” şeklinde kabaca özetlenebilecek ortak bir dil oluşturduğu ve bunu olgunlaştırdığı görülmektedir.  Yani düzen muhalefetinin uluslararası sermayeye “ben yaparım” dediklerini, son bir haftadır AKP “ben daha iyi yaparım” diyerek karşılamak durumunda kalmıştır. Yukarıda, AKP’nin yaşadığı sıkışmada ve son bir haftada attığı adımlarda düzen muhalefetinin de bir etken olduğunu belirtmemizin sebebi budur. 

Nitekim şu aşamada, merkezinde CHP’nin durduğu düzen muhalefetinde kompozisyonun birçok başlıkta olgunlaştığı da görülmektedir. CHP’de ekonomi politikaları sorumlusu ve işveren örgütleriyle ilişkiler sorumlusu aynı kişidir, manidardır, üstelik bu kişi partinin de sözcüsüdür ve 2001 krizi sonrası IMF politikalarının yürütücülüğünü Hazine müsteşarlığı düzeyinde yapanlardan birisidir, Faik Öztrak. CHP’nin Temmuz sonunda sonlanan Kurultay’ından akıllarda kalansa “Dostlarımızla birlikte iktidar olacağız” mesajıdır. Diğer yandan, hem Mustafa Kemal’i hem Osmanoğlu familyasının kalıntılarını, hem Deniz Gezmiş’i hem de Menderes, Demirel, Özal taifesini pek seven, pek kucaklayıcı İstanbul belediye reisinin de düzen muhalefeti aktörleri arasındaki tutkalı güçlendirmede önemli bir katalizör olduğu aşikârdır. CHP lideri son dönemde, Abdullah Gül-Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’na dönük sıcak mesajlarını daha korkusuz ve doğrudan dile getirmektedir. Davutoğlu bir kenara, Deva Partisi’nin başında bulundan Ali Babacan’ın uluslararası sermaye nazarında sahip olduğu ‘güven ve kredibilite’ bilinmektedir. Kendisinin aynı zamanda, bir ‘IMF Partisi’ olarak kurulan Deva’nın alacağı oy oranını çok da önemsediğini düşünmemek gerek; gelmeyi değil, getirilmeyi beklemektedir.  

Özetle, düzen muhalefetinin Neo-liberalizmin ekonomi alanındaki amentülerine dayalı bir ekonomik programı daha yüksek sesle dile getirerek emperyalizme ve içeride sermaye sınıfına dönük ‘AKP’ye alternatif olma’ iddiasını daha cesur ortaya koymakta olduğu ve muhalefet kompozisyonunun, ittifak mesajları ve Ekrem İmamoğlu benzeri kimi kadrolarla da pekiştirildiği görülmektedir. 

Neoliberal reçetelere, küçük burjuvazinin kentli-eğitimli -beyaz yakalı katmanlarının, önemlice bir emekçi nüfusun CHP’yle; kentli-taşralı küçük mülk sahibi milliyetçi katmanların İyi Parti ile ikna edildiği,  dışarıya dönük vitrine Babacan’ın oturtulduğu ve dışarıdan Kürt dinamiği desteğinin de bir türlü alındığı tablonun AKP’yi rahatsız edeceği/ettiği aşikâr. 

Bundan sonra ne beklenebilir: Öncelik para politikası-Merkez Bankası cephesindedir

Eğer bir uyum söz konusu olacak ise bunun para politikası, yani merkez bankası başlığında önceliklendirilmesi zaruri. Zira ‘Merkez Bankası bağımsızlığı’ ilkesi ile ifade olunan, parasal otoritenin halk etkisinden arındırılıp, uluslararası sermayeye itaatkâr kılınması düzen için bir olmazsa olmaz. 

Bu bağlamda bakacak olursak, son gelişmelerin ardından, artık 19 Kasım Perşembe günü yapılacak Para Politikası Kurulu toplantısında 1-haftalık repo ihale faiz oranında 400-500 baz puanlık bir faiz artırımına şu aşamada kesin gözüyle bakılmaktadır. Bu artırım haftalık repo faizini %14,25-15,25 seviyelerine getirmektedir. Ancak gerçekte oluşan faizin - TCMB ağırlıklı ortalama fonlama faizinin- zaten %14,5 seviyelerinde olduğu göz önüne alındığında %10,25’lik haftalık repo faizinin bu seviyelere çekilmesi ‘çok sert bir faiz artırımına’ karşılık gelmemektedir. Dolayısıyla Perşembe günü atılacak adımın, merkez bankasının piyasa fonlamasında tek faize geçmesi ve bu anlamda ‘sadeleşmesi’ olarak görülmesi ve sermaye tarafından yine de olumlu karşılanması muhtemeldir ve bu anlamda kredi faizlerinde daha da fazla bir artışa yol açmayabilir. Nitekim ana akıma göbekten bağlı iktisat erbabı, teorinin aksine ‘güven kanalının güçlendirilmesi’ gibi ruhani ifadelerle, çok sert bir faiz artırımının kredi faiz oranlarını düşürerek büyümeyi olumlu etkileyeceğini çığırmaktadır. Örnek ise, 2018 Ağustos’undan verilmektedir; ifadesi, “her diz çöküşünüz olumlu sonuç verir”dir. 

Ve lakin kredi faizlerinde yaşanacak yükseliş zaten fazlasıyla yaşanmıştır ve toplam kredi büyümesinin ivmesi sıfıra koşmaktadır. Ayrıca ‘güven ortamının yeniden sağlanması’ için uluslararası sermayenin gözünde faiz artırımının tek seferde ve yüklü şekilde yapılmasının yanı sıra ‘kısa süreli’ olmaması da zaruridir. Yani, uzun süreli yüksek faiz ortamının mevcut ekonomik durumda talep kanalındaki etkileri her durumda yakından izlenmeyi gerektirmektedir. Tüketici kredilerinde daha hızlı yavaşlamanın halk katmanlarında AKP’ye dönük hoşnutsuzluğu artırması muhtemeldir. Faiz hamlesinin, sermaye içinde çıkarları “yüksek faiz, düşük kur (değerli lira), düşük enflasyon” ile “düşük lira cinsi kredi faizi ve güçlü kredi arzı” arasında çakışan sermaye katmanları arasındaki gerilimi artırması ve ikincisinde AKP’ye karşı bir hoşnutsuzluğu büyütmesi de olasıdır. 2003-2013 arasında hissedilmeyen bu gerilimi hissedilir kılan sermaye birikim rejiminde yaşanan bahsettiğimiz tıkanmadır, pastanın küçülmesi ahengi bozmuştur, şimdilerde denizin bittiği nokta gelmektedir.  

Diğer başlıklarda AKP'nin kısmen pazarlıkçı, sermayenin de kısmen hoşgörülü olması muhtemeldir

Mevcut ekonomik durumun üzerine Covid-19 vakalarının yeniden ve çok hızlı bir şekilde artması, son olarak da kısa olmayacağı anlaşılan bir sıkı para politikası-yüksek faiz ortamı binmiştir. Dolayısıyla söz konusu olan hem para hem maliye politikalarında tam boy ana akım iktisat politikalarına dönüş ise, bunun, bugünün Türkiye’sinde gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Özetle, merkez bankası/para politikasında AKP istenilen noktaya tam boy çekilecektir, ancak diğer politika alanlarında sürecin daha girift bir şekilleniş göstermesi kuvvetle muhtemeldir. Diğer bir deyişle, hem pandeminin hem de yüksek faiz ortamının yaratacağı ilave güçlükler karşısında AKP’nin diğer politika alanlarında uluslararası sermayeden daha ‘hoşgörülü olma’ yönünde talepkâr olacağını ve ‘ortodoks politikalara’ tam boy geri dönüşten ziyade, daha karmaşık bir politika demeti düzleminde uzlaşı arayışı içerisinde olacağı görüşündeyiz. 

Nitekim kritik başlıklardan biri olan bankacılık tarafında sürecin nasıl ilerleyeceği açısından iki kritik gösterge, bankaların yurtdışı bankalarla yaptığı swap işlemlerine getirilen limitler ve yine BDDK’nın uyguladığı Aktif Rasyosudur. Uluslararası sermaye ve ana akım iktisat çevreleri ikisinin de ivedilikle ve tümden kaldırılmasını talep etmektedir. Öte yandan Merkez Bankası cephesinde çok kararlı adımlar atan ve mesajlar veren AKP, 11 Kasım tarihli BDDK kararıyla swap limitlerinde şu aşamada yalnızca gevşemeye gitmekle yetinmiştir. Bankaları kredi arzında sürekliliğe zorlayan Aktif Rasyosuna ilişkinse şu aşamada bizim gördüğümüz hiçbir mesaj verilmemiştir. Özellikle ikincisi –henüz yorum için erken olabileceği riskiyle beraber- AKP’nin uzun sürecek yüksek faiz ortamında kredi kanalının açık kalmasını gözettiğini düşündürmektedir. Kamu bankalarının rolü, bu başlıkta izlenmesi gereken kritik başlıklardan bir diğeridir. Gelinen noktada kamu bankalarının en azından eski büyüklüklerde döviz satışı yaparak kura müdahale etmeye devam etmesi çok da beklenmemelidir. Ancak kredi tarafı çok yakından izlenmeyi gerektirmektedir. Zira kamu bankalarının kredi muslukları gerek seçmen tabanı gerekse çeşitli sermayeler arasında yürüttüğü hakem rolü açısından AKP için yaşamsal önemdedir.  

Maliye politikaları tarafında da benzer bir sürecin işlemesi muhtemeldir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi; AKP’nin bir yandan uzun süre yüksek faiz patikasında yürürken bir yandan da ilk dönemlerindeki gibi çok yüksek faiz dışı bütçe fazlaları vermesini sağlayacak sıkı maliye politikaları uygulaması şu ortamda imkânsızdır. Gerek mevcut ekonomik durum gerekse de küresel ölçekte pandemi koşulları nedeniyle maliye politikalarında IMF başta olmak üzere emperyalist kurumların takındığı daha esnek yaklaşım, AKP’ye burada belirli bir hareket alanı sağlayabilir.  Ancak, Lütfi Elvan’ın elinin sonuna kadar serbest bırakılacağı da düşünülmemelidir. Orta Vadeli Program’daki uçuk hedeflerde daha rasyonel bir düzleme geçileceğine dönük adım ve/veya mesajlar, nihai aşamaya ulaşmamış kamu-özel işbirliği projelerinde iptaller, benzer şekilde Kanal İstanbul Projesi’nin rafa kaldırılmasının ilanı ve genel olarak gelir ve harcama başlıklarında takınılacak uyumlu tutumun beyanı Elvan’dan beklenmesi gereken öncelikli başlıklardır.

Sonuçlar...

AKP bir hafta öncesine göre daha avantajlı konumda olmakla beraber, kendisini bütünüyle güvenli limanlara çektiği bir tablo söz konusu değildir. Birincisi, Biden ile ilişkiler belirsizliğini korumaktadır. 5 Ocak sonrasında Senato’da da Demokratların çoğunluğu elde etmesinin ve Biden’ın elinin fazlasıyla güçlenmesinin AKP ile ilişkiler açısından da sonuçları müphemdir. İkincisi, para politikası dışındaki alanların yukarıda belirttiğimiz şekle paralel biçimde ilerlemesi; süreci kırılmalara, gerilimlere açık bırakacaktır. Üçüncüsü, hızla artan pandemi etkisinin dünya ve Türkiye ekonomisinde yaratacağı ilave baskının düzeyi belirsizdir, ama azımsanabilir olmaktan da uzaktır. Dördüncüsü AKP’nin 7 Kasım sonrası hamlelerine muhalefetin nasıl ve ne sertlikte karşılık vereceği izlenmelidir. Beşincisi Berat Albayrak’ın tasfiyesinin yargıdan güvenlik bürokrasisine, medyadan AKP teşkilatına kadar bir dizi alanda boğuşmayı artırması ve parti-devlet-sermaye ilişkiler ağında yeni kırılmalar yaratması olasıdır. Sonuncu ve en önemlisi ekonomik şartların işçi sınıfımız ve tüm emekçi katmanlarda öfkeyi artırması ve yeniden silkiniş işaretlerinin belirmesi olasılığının hiç de zayıf olmayışıdır. 

Özetle, AKP-MHP inisiyatifiyle gidilecek bir erken seçim olasılığı belki zayıflamıştır, ancak Türkiye’de düzen siyasetinde bir altüst oluş hala güçlü olasılıktır. İşçi sınıfının yolunda yürüyenler içinse yeni zorluklara yeni görevler, yeni olanaklar, umutlar eşlik edecektir; bastığımız toprak verimlidir-sıcaktır, daha da ısınacaktır.

MEHMET TUNA DOĞAN / SOL  

Kulak çubuğuna sürülmüş organik sorular - Orhan Gökdemir / SOL

 SSK müdürü 10 yıldır Cumhuriyetin kurucu partisini yönetiyor. Partisiyle de Cumhuriyetle de ilişkisi karanlıkta. Laiklik ve Cumhuriyet üzerine tek bir sözünü hatırlamıyoruz.

1999 yılında DSP’den aday olmak istedi, üye oldu. SSK Genel Müdürlüğü yapmıştı. Partinin Kocaeli adayı olmak istiyordu. Ancak her nedense dönemin DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit aday yapmak istemedi. Tepkilerden çekinmiş olmalıdır. 

DSP’den aday olamayınca CHP’nin kapısını çaldı. CHP kabul etmeseydi MHP de olabilirdi. Böyle olmaması için bir sebep göremiyoruz. Şimdi genel başkanı olduğu partiyle ilişkisi tamamen rastlantısaldır. DSP’nin kapısını çaldığı tarihten önceye değin hiçbir bilgimiz bulunmuyor. Mezun olmuş, SSK’ya atanmıştır, kısa tarihidir, hepsi bundan ibarettir.

Vekil olma hayaliyle DSP’ye üye olduğu zamanda partinin başında olan Bülent Ecevit Fethullah Gülen’le pek sıkı fıkıydı. Basın henüz felç olmamıştı, sebebini sordular. “Tasavvuf, din ve felsefe konularını ele aldıklarını” anlattı. 140-150'si dışarda, 250 eğitim kurumu vardı hazretin. Bunlara kuşkuyla bakılıyordu ama orada laikliğe aykırı bir öğrenim sistemi bulunmuyordu. Olsaydı, o devletler izin vermezdi zaten. “İrtica bunun neresinde” diye sordu soranlara. Oysa irtica bunun her yerindeydi.

Ecevit’in söylediklerinin tamamının boş olduğunu artık biliyoruz. DSP, Fethullah’ın AKP’den önceki ortağıdır. O kadar ki MGK'da, Fethullah Gülen'in orduya sızma girişiminden ve çeşitli faaliyetlerinden rahatsızlık duyduklarını söyleyen askerlere şiddetle karşı çıkmıştı. FETÖ, o zamanlar henüz “Hizmet Hareketi”ydi, kanarya sevenler derneği kıvamındaydı. Aksini söyleyenlerin hikayesi iyi bitmiyordu fakat. Zamanın Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı Nuh Mete Yüksel, bu “sevimli tarikata” terör soruşturması açmaya kalkışınca “seks kasetleri” ortalığa saçıldı. Görevden alındı, soruşturma kapandı. Yıllar sonra şöyle dedi: “Ecevit'i kandırdılar, Ecevit onların adamıydı. Fethullah Gülen'in adamıydı.” 

Bu şu demektir: o tarihte DSP’ye Gülen’in onayı alınmadan kimsenin çaycı olma şansı bile yoktur. 

CHP’de çabuk yükseldi. Baykal’ın gönderenlerin ricalarını kırmadığını söyleyebiliriz. Güveni var. Nitekim kasetleri ortalığa saçılınca kaynağının “okyanus ötesi” olmadığını söyledi ilk iş. Belli ki Tayyip Erdoğan’dan şüpheleniyordu. “Neden” sorusu hala yanıtlanmamıştır.

5 Kasım Ecevit’in ölüm yıldönümüydü. Tüvit attı; “Sosyal devlet ilkesine olan inancından asla vazgeçmeyen, yaşamını sevgi ve hoşgörüyle özdeşleştirmiş değerli siyaset ve devlet adamı, Türkiye’nin Karaoğlan’ı, Genel Başkanım Bülent Ecevit’i rahmet ve özlemle anıyor, anısı önünde saygıyla eğiliyorum” dedi. 

Hiçbir karşılığı yoktur. Aydın düşmanıydı, yeminli bir antikomünistti. Buna karşılık Fethullah şeyiyle buluşup "felsefi sohbetler" yapardı. 12 Eylül’ün en zor zamanlarında CHP'yi yüz üstü bıraktı, kaçtı. Geride bıraktığı ikinci partisinin adı var kendi yok. 30 tutsağın öldürüldüğü "Hayat Dönüş" kıyımının altındaki imzası tek başına siyasi hikayesinin özetidir. 

***

SSK müdürü 10 yıldır Cumhuriyetin kurucu partisini yönetiyor. Partisiyle de Cumhuriyetle de ilişkisi karanlıkta. Laiklik ve Cumhuriyet üzerine tek bir sözünü hatırlamıyoruz. Kısa Kılıçdaroğlu tarihidir.

2010’da genel başkan olunca Avrupa turuna çıktı. O turdayken Laik Cumhuriyete kazma kürek girişmişlerdi. Gazeteciler “Cumhuriyet” partisinin başındaki kişiye yıkımı sordular. "Laikliğin tehdit altında olduğunu düşünüyor musunuz?" dediler. “Düşünmüyorum” diye yanıtladı. "Laiklik tehlikededir” diyemiyordu. Laik cumhuriyeti yıkmakla görevlendirilmiş cemaati sordular haliyle. "Ben cemaatlere saygılıyım, insanlarımız manevi dünyalarında cemaatlere yakın olabilir. Nurcu da olabilir, Süleymancı da Fethullahçı da... Yeter ki bunu siyasallaştırmasınlar. Manevi dünyayı siyasete alet etmesinler" diye yanıtladı. Boş laftır, biliyoruz, tarikatın her türlüsü birer siyasal organizmadır. Taa Yavuz Selim’den beri böyledir. 

***

10 yılda Cumhuriyet Halk Partisi sağa evrimini tamamladı, “Cumhuriyet Ak Partisi”ne dönüştü. Ama “muhafazakâr seçmen” de “imamlar” da ayak sürüyor hâlâ, rağbet etmiyor hazrete. Aradı taradı bir “imam derneği” buldurdu o da. Başı ne zaman sıkışsa bulduğu o “Milliyetçi İmamlar Derneği” yetişiyor imdada. 

Son buluşmasında bayrak ve Kuran değiş tokuş ettiler. Sonra imamların yerine geçip kendi kendine konuştu. "Acaba bu soruyu sorsam genel başkan alınır mı?' diye sakın düşünmeyin. Çünkü şöyle ki Cumhuriyet Halk Partisi'ne yönelik bir algı var. Belki CHP tabanının da İmam Hatiplilere yönelik bir algısı var. Böyle bir dil kullanan olursa CHP'de tutmam” dedi. Samimi söylediklerinde. Yönetiminde partisinde tek bir Cumhuriyetçi ve Kemalist bırakmadığı gibi, hesapta olmayan sızmalara da yol vermemiştir. 

Merak ettim, bu imam derneği hakkında da bir iki satır bilgi vereyim istedim. Yoktur. Dernek hakkındaki tek kayıt Kılıçdaroğlu görüşmesi ile ilgilidir. Naylon imam derneğidir.

***

Bu yılın Ocak ayında Fethullah’ın kullanıp attığı liberallerin toplaştığı bir internet portalının yönetici ve yazarları buluştu. Toplantıda Hasan Cemal’den Murat Belge’ye, Yalçın Doğan’dan Aydın Engin’e ne kadar işbirlikçi unsur varsa hazır nazırdı. Sordular, "Geçmişte cenaze namazına bile katılmama eğilimleri vardı. Şimdi elbette inanarak, isteyerek katılıyoruz" diye yanıtladı. Sağ-sol siyaseti yoktu, "demokrasiden yana olanlar-demokrasiye karşı olanlar” vardı. Sofradaki herkes demokrasiden yanaydı zaten. Fethullah’ı da AKP’yi de o saikle desteklemişlerdi. Küçük yol kazaları olmuştu, hepsi buydu. O tarihten sonra CHP’li belediyeler ve partinin kontrol ettiği TV kanalı liberal çeteye sonuna kadar açıldı. Rastlantı sayamayız. 
Daha önce gazetecileri topladı, Florya’da yemek verdi. İslamcılar, liberaller, patron çantacıları ve Fethullahçı yayınların temsilcileri vardı, bir tek solcu gazeteci yoktu aralarında. 

Öylesine alicenap ki “Ekşi Sözlük” yazarlarıyla bile buluştu. "Başkanım kız bulamazsak size mi başvuralım" diye sordular. "Eş bulma konusuyla Esra Erol ve Ahmet Davutoğlu ilgileniyor" diye yanıtladı. "Niye aramızdasınız" dediler, "Şu Kılıçdar’ı bir görsem de soru sorsam diyen çok kişi oluyor" diye karşılık verdi. Beşiktaş'ın son durumunu bile soruldu, hazırlıklıydı, "Mario Gomez ça ça ça" dedi. Bugünlerde o gün laf söylediği AKP artığı Ahmet Davutoğlu’yla koalisyon kurma hazırlığında…

Havuz medyasının yazarlarının başı ağrısa teyakkuza geçiyor. O kadar ki Akit’çi Hasan Karakaya’nın arkasından bile ağıt yaktı. Sevgili arkadaşımız Hüseyin Aygün “Akit'in yeni bir tehdidinden dolayı mahkemedeydim. CHP vekilleri Akit'in hep hedefinde. KK, işte bu Akit'e başsağlığı diliyor” diye tepki gösterdi buna. Şöyle dedi devamında; “Kılıçdaroğlu Akit'in hedefinde olan milletvekillerine asla bir telefon bile açmamış, sahiplenmemiştir. Beni milletvekili iken 'Fetullah Gülen cemaatini eleştirmek AKP'ye yarar' diyerek 'uyaran' ve 'eli boş' dönen de Kemal Kılıçdaroğlu'dur. F. Gülen ile beni 'uyardığı' günü söyleyeyim size: Ali İsmail Korkmaz'ın toprağa verildiği gün.”

Hilal Kaplan nam Kabataş habercisi “Korona”ya yakalandığını haber verdi geçen hafta. Kulak çubuğuna organik tereyağı sürüp burnuna sokarak iyileşmeye çalışıyordu. Tam o sırada Kılıçdaroğlu aramış, moral vermişti. Vıcık vıcık işlerdir. Ben yazarken utanıyorum…

***

Sadece tarih değil anlattığım, bizim kuşağın trajedisidir. Meşhur 28 Şubat muhtırasının ardından kovuldum, yıllarca işsiz kaldım. Gazete patronlarına ismimizi verip “devlet düşmanı olduğumuzu” bildirmişti muhtıracılar. Teknisyen olarak çalışmamıza bile izin vermediler. Bıraktım, tuhaf dergilerin editörlüğünü yaparak eve ekmek götürebildim. Çoğunlukla eli boş döndüğüm, çok zor zamanlarımızdı. 

Tekrar dönüşüm şimdi mevta “Sky” kanalında Serdar Akinan’ın ısrarıyla oldu. Kısa süre sonra “Ergenekon Davası” patladı. Biz yine oradan oraya sürülmeye, işsiz kalmaya başladık. 

Beş altı yıl önce Hürriyet Gazetesinin manşetinde ismimi görünce şaşırdım. Fethullahçılar “VIP dinleme listesi” yapmışlar ve dinlemişlerdi. İstihbarat Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer’in dönemiydi. O kadar korkak ve alçaktılar ki, işsiz bir gazeteciyi bile listeye eklemeyi ihmal etmemişlerdi. Dinleme dava konusu oldu sonra, hiç oralı olmadım. Bizim için devlet ve iktidar budur. Dinlediklerini biliriz, dinleyemeyecekleri şekilde konuşuruz. Ne dinleyecekler ki hem, ne düşünüyorsak yazıyoruz zaten.

Madem geçmişe döndük bir not daha düşeyim tarihe. “FETÖ”nün patenti bana aittir. SkyTürk’ün internet sitesinde kullandım ilk. Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) olabiliyorsa FETÖ’de olur dedim. Olur, oldu, gazeteci sezgisidir. 

***

"Şu Kılıçdar’ı bir görsem de soru sorsam” diyenler arasındayım ben de. Yol 

yapıyorum bu yazıyla.  Madem “demokrasi” var, öyleyse bir gün bize de gelin. 

Birikti sorularımız. Helalleşelim, maksat demokratik görünsün!

Orhan Gökdemir / SOL


Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -5 Haziran 2025-

  KRT’de neler oluyor; görünen ve görünmeyenler…-Candan Yıldız- CHP’ye yakınlığı ile bilinen kanalın yayın çizgisi zaman içerisinde değişti,...