Kentin imgeleri (Ankara'nın heykelleri) - EBRU KIDIMAN / SOL

 


(I)  "Hatti Güneş Kursu"

Heykeltıraş Ebru Kıdıman, Ankara'nın heykellerinden 'Hatti Güneş Kursu'nu yazdı.

Kentlerin mimari ile birlikte en kıymetli kamusal yüzü belki de heykelleri. Meydanlarda, parklarda, bir sokağın hemen başında, eski bir çarşının girişinde, içinde, kimi zaman bir buluşma adresi olarak, pek çok yerde yaşantımızın parçasıdır Ankara’nın heykelleri. Yapılışından heykeltıraşının yaşantısına, heykelin kent ile kurduğu ilişkiden taşıdığı kavramsal ve ideolojik anlama, tarihsel ve güncel değerinden hakkındaki tartışmalara, kent insanının, kentin emekçilerinin onunla kurduğu ilişkiden heykelin o kentin belleğinde, o kentte üretilen sanatta kapladığı yere kadar olağanüstü bir hikâye... soL okurları için Ankara’da belki de her gün yanıbaşından geçip gittiğimiz heykellerin hikâyelerini paylaşmanın kente dair mücadelemiz ile de ilişkisi olduğunu düşünüyoruz. O halde, lafı uzatmadan başlayalım...

Anadolu Yarımadası’nın 1500 yıllık bilinen en eski uygarlığı Hatti Ülkesi. Mezopotamya’nın buluntuları arasında karşımıza çıkan yazılı kaynaklarda bu ülkenin M.Ö 630’lu yıllara değin hüküm sürdüğünü görmekteyiz. Hatti’ler, filologlar başta proto-Hitit yani Hititler’den önce yaşamış uygarlık olarak nitelendirseler de sonra ki araştırmalarda bu bilgi eksikliği ortadan kalkmıştır. Alacahöyük ve civarı kazılarda ele geçen buluntular, ilk evre olarak nitelendirilen süreçte Hatti Kralı’nın mezarından çıkarılan kurs, medeniyetin yaşantısı hakkında pek çok bilgi vermektedir. Yapılan kazılarda ölen erkeklerin mezarlarında takı-aksesuar, gündelik yaşama dair pek çok ürünle beraber gömüldüğü görülürken, kadınların mezarlarında o döneme ait silahlara rastlanmıştır.

Güneş kursları dini ritüellerin temelini oluşturan bir nevi koruyucu obje ve ritüel esnasında Gök Tanrı’yı ve Toprak Ana’yı davet eden üzerinde ses çıkarmasını sağlayan hayvan ve geometrik sembollerle süslenmiş çoğunlukla tunç ya da altın kaplama yapılan eserlerdir.

1978 yılında yapımı tamamlanan, heykeltıraş Nusret Suman tarafından yapılan ‘Hitit Güneş Kursu Anıtı’ Alacahöyük’te yapılan kazılarda Hatti Kralı’nın mezarından çıkan geyikli güneş kursunun kopya anıtıdır. 

Eserin orijinali günümüzde Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi’nde sergilenmektedir. Orijinal eser 22 cm yüksekliğinde pirinç döküm tekniği ile gerçekleştirilmiş, geyikli figürler toprak ana, onun bereketi ve koruyuculuğunu simgelemektedir. ‘Hitit Güneş Kursu Anıtı’ 1973’te Belediye Başkanı Vedat Dalokay tarafından şehrin sembolü kabul edilmiş, 1974 yılında Suman tarafından kopya anıtın yapımına başlanmış, 1978 yılında da bugünkü yeri olan Sıhhiye Meydanı’na yerleştirilmiştir.

Mustafa Nusret Suman, 1905 Selanik doğumlu Cumhuriyet Dönemi ilk kuşak olarak adlandırılan Türk ressam-heykeltıraştır.

Türkiye’de güzel sanatlar adına kurulan ilk kurum Sana-i Nefise Mektebi Ala, bugünkü adı ile Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’dir. Osmanlı son dönemlerinde büyük bir çoğunluğunu askerler oluşturmakla birlikte, özel izin ve burslarla görsel sanatlar alanında hakimiyet ve eğitim için bir çok sanatçı Avrupa’ya gönderilmiştir. 1882 yılında kurulan kurum minyatür ve hat sanatı dışında görsel sanatlar alanında bölümlere de sahip olmuş, ilk eğitimcileri Avrupa’dan gelen akademisyenler iken, ikinci dönem akademik kadroyu ise Cumhuriyet’in ilanı ile Avrupa’da eğitimini tamamlamış Türk ressam ve heykeltıraşlar oluşturmuştur. Kreppel, Canonica, Thorak gibi sanatçı akademisyenlerin yetiştirdiği ilk kuşak sanatçılarından Mustafa Nusret Suman, 1928 yılında akademiden mezun olduktan sonra Avrupa bursu sınavını kazanarak önce Almaya’da resim eğitimi alıp ardından heykel eğitimi için Paris’e gitmiştir. Yurda dönüşünden sonra uzunca bir süre serbest çalışıp ardından akademide görev yapmıştır. Sanat hayatı boyunca çoğunlukla Atatürk temalı çalışmalar sürdürse de gerçekçi model etütleri, soyutlama ve güçlü kontrast oyunları yaptığı yüzü geçkin eseri bulunan D Grubu sanatçılarındandır. 1978 yılında Sıhhiye Meydanı’ndaki eserinin açılışına gidişi esnasında trafik kazası sonucu hayatını yitirmiştir. Eserleri ölümünden sonra kardeşi Nedret Ekşigil tarafından 1983 yılında İstanbul Resim ve Heykel Müzesine bağışlanmış, Ankara, Muğla, Artvin, Sivas, Kütahya, Gaziantep, Adapazarı, Bingöl, Sinop, Tekirdağ, Yozgat, Mudanya gibi illere büyük eserler bırakmıştır.

Türkiye’de heykel denilince akla ilk ne gelir? Tabii ki Atatürk heykelleri, kurtuluş ve Milli Müdafaa, Kuva-i Milliye ruhu… Tartışmasızdır ki heykel ya da resim herhangi bir sanatsal imge daha eser bilincine sahip olmadan ortaya çıktığı toplumun dini, siyasi, ideolojik, sınıfsal yani toplumun her alanına etki etmiş her türlü sosyolojik olguyu içinde bulundurmuştur. Yüz yıllardır da bu olguya dair benliğini kaybetmemiştir.

Cumhuriyet’in 50. yılında 81 ilde 81 Atatürk heykeli isimli proje de bu olgunun devamlılığının ve Türkiye’de heykel denince akla Atatürk heykelinin gelmesinin en büyük etkenidir. O dönemdeki hükümet tarafından hayata geçirilen projede maalesef işlerin niteliğine bakılmaksızın salt fiyat endeksli bir yaklaşımla Atatürkçülük olgusunu tüm Türkiye’ye yaymak adına her şehir merkezine hatta bazen birden fazla Atatürk heykeli konulmuştur. Hatti Güneş Kursu, bu bağlamda farklılık gösterir. Kamusal alanda birçok heykel olmasına karşın 1974’lü yıllarda Anadolu kazılarında ortaya çıkan bir eserin reprodüksiyon çalışmasının şehir merkezine konulması ve sonrasında bu eserin belediye başkanı tarafından belediye amblemi olarak kullanılması önemlidir.

90’lar ise “yeni Türkiye”nin sahneye alınışıdır. Yirmi yıla yakın Ankara Büyükşehir Belediyesi logosu olan ‘Güneş Kursu’ 1995 yılında değiştirilir. Danıştay 8. Daire, dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in 1995’te Ankara’nın Hitit Güneş Kursu amblemi yerine belirlediği Atakule-cami minaresi ve üç yıldızdan oluşan simgeyi reddeder. Eski CHP Trabzon Milletvekili Avukat Rahmi Kumaş, Gökçek’in 1995’te Hitit Güneş Kursu yerine belirlediği Atakule-cami minaresi ve üç yıldızdan oluşan amblemi yargıya taşır. Ankara 2. İdare Mahkemesi, amblemi, “Belediyenin amblem belirleme yetkisi olmadığı” gerekçesiyle iptal eder. AKP, 2004’de 5272 sayılı Belediye Yasası’nı çıkararak, belediyelere amblem belirleme yetkisi verir. Ankara Büyükşehir Belediyesi de cami minareli ve üç yıldızlı amblemi yeniden benimser. Dava, Ankara 3. İdare Mahkemesi’ne taşınır. 3. İdare Mahkemesi, “Ankara’yı temsil etmediği” gerekçesiyle amblemi bu kez esastan iptal eder. İdare Mahkemesi’nin kararında, “amblemde kullanılan simge ve işaretlerin anlamlarının ortalama bir bilinç ile doğrudan çıkarımını olanaklı kılan açıklık ve anlaşılırlık özelliğinin bulunmadığı, kullanılan sembol figürlerin, Ankara’yı tarihsel ve kültürel derinliği ve ağırlığı ile orantılı biçimde tanıtıcı öğe niteliği taşımadığı” belirtilir. Belediyenin, iptal kararının bozulması için Yargıtay 8. Dairesi’ne başvurusu da reddedilir. Belediye, bunun üzerine karar düzeltme yöntemiyle kararın bozulmasını ister, ancak Danıştay 8. Daire de belediyeyi haksız bulur ve karar düzeltmeyi dörde karşı bir oyla reddeder. Uzun süren tartışmalar kendilerince yasa yapılandırılmalarından sonra belediye logosu yeniden değiştirilir.

Temelinde bu değişim bir devri yıkıp yenisini oluşturmakla ilgili bir eylemdir. Anadolu topraklarından çıkan bir imgenin yerine kendilerine en yakın olan ve aslında dayatmaya çalıştıkları düşüncenin temellerini atan bir değişim yapmış oldular. Kent kültürü, kültürel miras elbette önemli değildi. Yaşadığımız son on dokuz yıla baktığımızda o kadar çok köklü değişikliğe izin verdik ki, bu belki en yüzeysel olanıydı ama diretildi, istendi, izin verildi ve yapıldı. 31 Mart yerel seçimleriyle Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin CHP’ye geçişi ile birlikte tekrar gündeme gelen Hitit Güneş Kursu logosuna yeniden dönülmesi isteği, sosyal medyada başlatılan kampanyalara rağmen henüz karşılanmış değil. Kim bilir, belki Ankara bir gün tekrar güneşine kavuşur. Çin’den gelen aslanları, keçileri, kedileri ya da ottoman tarzı süslü meydan havuzlarını değil de bu coğrafyada emeğin, üretimin ve kültürün varlığını anlatan gerçek kimliklere sahip eserlerle belli bir zümreye hitap etmeyen toplumun her kesimine kendini anlatan, toplumu anlamlandıran eserlerin üretimini destekleyen değişiklikler yaşarız.

Birlikte o günleri kuruncaya kadar, Sıhhiye Meydanı’nda heykeltıraş Nusret Suman tarafından yapılan Hitit Güneş Kursu Anıtı kucaklayacak sabahları işlerine giden, akşamları evlerine dönen emekçileri, öğrencileri, işsizleri, hemen yakınındaki Abdi İpekçi Parkı’na doğru  dalgın yürürken yarınını düşünen, kaygılanan, bazen de hayal kuran kent sakinlerini...

(II) "Eller"

Abdi İpekçi Parkı’nın içinde de dünya çapında ses getirmiş bir olaya şahitlik eden bir çift el vardır. 1980 sonrası Türkiye’nin en büyük toplu iş bırakma eylemiyle tüm Türkiye’ye yayılmış işçi eylemi Tekel Direnişi’ne...

Heykel varoluşu açısından dokunsal bir nesnedir. Dokunulmak, hissedilmek ister. İster figür olsun ister soyut, büyük boyutlu ya da küçük boyutlu, izleyicisi ile buluşma anından itibaren kendini anlatım şekli yalnızca izlenmek değil izleyici ile temas halinde olmaktır. Sergi salonlarında, müzelerde ve kamusal alan heykellerinde heykele yapılan en büyük ayıp da heykel ile izleyicisi arasına konulan sınırlardır. Kamusal alan heykellerine yapılan en büyük sınırlama çevre düzenlemesi adı altında etrafına konulan ağaçlar ve çiçekler, trafik levhaları, aydınlatmalardır. Bu tür ekipmanlar hem heykelin görünürlüğünü engeller hem de dokunsal ve üç boyutlu olan nesneyle aranıza sınır koyar. Bu heykeller hiç fark etmesek de aslında bize dair pek çok şeye tanık olurlar; bu sebeple o sınırların ortadan kalkması gerekir. Büyük bir bahçenin ortasında herkese tepeden bakan bir şekilde bulunduğu alanda yaşanılan pek çok olaya şahitlik eden bu imgeler heykeltıraşların atölyesinden çıktıktan sonra topluma ait değil midir artık? Bize dair ve bizimle...

Abdi İpekçi Parkı’nın içinde de dünya çapında ses getirmiş bir olaya şahitlik eden bir çift el vardır. 1980 sonrası Türkiye’nin en büyük toplu iş bırakma eylemiyle tüm Türkiye’ye yayılmış işçi eylemi Tekel Direnişi’ne...

Peki bu uluslararası ses uyandıran direnişin sebebi neydi? Kısaca bahsetmek gerekirse:

2002 yılında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, Türkiye'de izlenen özelleştirme politikalarının sonucu olarak çok sayıda devlet kuruluşunun özel sektöre çeşitli satış yöntemleriyle geçmesini sağlayan politikaları sermaye sınıfı adına uygulamaya devam etti. Bu politikaların bir sonucu olarak Özelleştirme İdaresi Başkanlığı 2008 yılının Şubat ayında TEKEL'in sigara ve tütün bölümü için ihaleye çıktı. İhale sonucunda British American Tobacco (BAT) 1 milyar 720 milyon dolar vererek TEKEL'e ait Adana, Ballıca, Bitlis, Malatya, Samsun ve Tokat sigara fabrikalarının “sahibi” oldu. İhaleden kısa bir süre sonra da BAT, özelleştirme yöntemi “varlık satışı” olarak belirlenen ve bir istihdam garantisi bulunmayan sözleşmeyi gerekçe göstererek, Türkiye’deki fabrikasında çalışan işçilerin çoğunu işten çıkaracağını duyurdu. Özelleştirme sonucunda halkın emeği ile on yıllar içinde yarattığı değere konan firma, 10 bin 818 TEKEL işçisinden 8 bin 247'sinin iş akdini feshetti. Daha önce özelleştirilen devlet kurumlarındaki işçilerin başka devlet kurumlarına aktarıldığı olmuştu. Ancak hükümet bu sefer aynı yöntemi seçmedi ve işçileri 4/C'ye geçirmeyi önerdi. İşçiler ise bu öneriye aşağıdaki maddede yer alan temel gerekçelerle karşı çıktı.

Tekel Direnişini alevlendiren temel sebepler bunlardı belki. Ancak başka bir şey daha vardı. Yıllar önce binlerce kişinin uğruna can verdiği, işkence gördüğü emekçiyi kölelikten kurtaran, belki mukayese edilemez ama bir nebze insancıl yaşama hakkı kazanan yüzlerce kişinin edindiği hakları tekrar ellerinden almaya çalışan bir hükümet politikası ve buna dur deme cesaretinin göstermiş örgütlü bireyler vardı.

Ve böylesi yürekli bir direnişe tanıklık eden bir çift el... Direniş süresince kimi işçilerin üstüne çıkıp bayrak açtığı, kimilerinin üzerinde kameralara zafer pozları verdiği, etrafında halaylar çekilen, birçok slogan duymuş ‘80 sonrası en büyük emekçi direnişine kucak açmış bir heykel... Yanından geçip gidenler kimin yaptığını bilmez meraklısı dışında. Bazılarının ‘özgürlük anıtı’ bazılarının da ‘dua eden eller’ dediği heykel. Kızmak hakkına sahip değiliz, girişte de bahsettiğim gibi ülkemizin belediyecilik anlayışının -yaptım oldu- algısının sonucudur. Kamusal alandaki heykellerin kaidesine ufak bir heykel kimlik bilgisi vermek, heykeltıraşını, tarihini, eserin adını vermek çok da zor olmasa gerek. Belediyeler ya da sanat alımlayıcıları bu duruma dair bir özen içerisine girinceye dek kısaca eser ve üreticisi hakkındaki bilgileri sizlerle paylaşayım.

Eser 1979 yılında sanatçı Metin Yurdanur tarafından yapıldı. Metal konstrüksiyon üzeri beton dökümdür. Eserin gerçek adı ‘Eller’dir ve Abdi İpekçi Parkı’nda sergilenmektedir. Bulunduğu yerleşkede ilk yıllar heykelin tamamını görmemizi engelleyen bir metrelik çalılar yoktu muhtemelen. Güncel fotoğrafında bulunan çalılar tam da bahsettiğim izleyici ve eser arasındaki bağı koparan heykelin tamamını görmemize engel teşkil eden çevre düzenlemesine örnektir.

Eser sahibi Metin Yurdanur, 1951 yılında Sivrihisar’da doğdu. 1972 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nden mezun oldu. 1972-1978 yılları arasında öğretmen okulu ve liselerde öğretmenlik, 1978-1981 yıllarında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nde modelaj öğretmenliği yaptı. 1979 yılında Ankara Belediyesi’nin “kentin plastik unsurlarla donatılması projesi” kapsamında, gelen talep üzerine çeşitli heykel tasarımları hazırladı. Bunlar bugün Abdi İpekçi Parkı’ndaki “Eller”, Gar Meydanı’ndaki “Miras”, Batıkent’teki “Dayanışma”dır. 1981 yılında serbest çalışmaya başlayan sanatçının dünya çapında 100’den fazla heykeli bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı Almanya, Japonya, Macaristan, Libya, Türkmenistan, Moğolistan ve Küba’da bulunmaktadır. 2005 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi yerleşkesinde 50’den fazla heykelden oluşan “Ben Anadoluyum, Ben Cumhuriyetim, Ben Halkım” adlı bir yıl süreli sergiyi açtı. Her yıl farklı bir üniversitede tekrarlanan; kültür ve sanatı öğrenciler, akademisyenler ve bölge halkı ile paylaşan sergi, Türkiye’de ilk ve tek olma özelliğine sahiptir. Sanatçının Sivrihisar’da yaklaşık yüz bin metrekarelik bir alanda eserlerinin sergilendiği bir açık hava heykel müzesi bulunmaktadır. Aynı alanda bulunan “Sivrihisar Belediyesi Metin Yurdanur Kültür Sanat Evi ve Heykel Bahçesi”nin  restorasyonu T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Eskişehir Valiliği ile Sivrihisar Belediyesi'nin destekleriyle 2016 yılında tamamlanmıştır. Sanatçıya ait olan bu tarihi konak, tescilli kültür varlıkları listesindedir ve Surp Yerrortutyun Kilisesi’nin yanında bulunmaktadır. Sanatçı Ankara’da bulunan heykel atölyesinde çalışmalarını sürdürmektedir.

Eserler sanatçısının elinden çıkıp izleyicisiyle buluştuktan sonra başka bir kimlik kazanır, onu izleyen her bireyle farklı bir bağ kurar, bulunduğu alanla bir bütün olur. Kentin imgesi haline gelir. Bu imgeler kimilerinin ortak buluşma noktası olurken Yurdanur’un ‘Eller’i gibi kimi heykeller de toplumsal bir hareketin sembollerinden olur, halka dayatılan bir olgunun kırılma noktasında tarihe tanıklık eder.

Abdi İpekçi Parkı sadece Tekel ile özdeşleştirilebilecek bir yer değil elbette. Sıhhiye’deki 1 Mayıs kutlamalarının soluklanma yeridir Abdi İpekçi Parkı ve Eller heykeli, belki 1990’larda bahar eylemlerinde bir el dayanıp, bir sırt yaslanıp yorgun bir gövde dinlenmiştir Eller’de. Her gün binlerce emekçi geçer Eller’in yanı başından telaşla. İşsizler parktaki banklarda, ağaçların gölgesinde beklerken seyre dalar heykeli. Kamusal alana ait eserler belli ki sınıfsız toplum kuruluncaya dek Tekel’e benzer kendi tanıklıklarını, hikâyelerini biriktirmeye devam edecekler. Bir gün bu hikâyeler yeni imgelerin doğuşuna, Ankara’nın gri betonlarından arta kalan birkaç yeşil alanda kendi hikayelerini biriktirmek için yeni yaratımlara yer açacaklar. Eller sıkılı yumruk olup Sıhhiye’den Kızılay’a yürüyecekler...

(III)  Güvenlik Anıtı (Emniyet Abidesi)


Avusturyalı mimar C. Holzmeister tarafından tasarlanmıştır eser. Holzmeister Cumhuriyet yönetimi kamu kuruluşlarını ve çevrelerini tasarlayan bir mimardır.

Daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında henüz hali hazırda yetiştirilmiş bir Türk heykeltıraşın olmadığı, ancak Batılılaşma adına büyük adımlar atılırken kent estetiği için heykelin de önemli bir olgu olduğunun bilincine varılmıştı. Mimari yapılar, kent meydanları, otomobil ve tren yolları derken park-bahçe süslemeleri de kent planlarına dahil edildi. Bu süslemeler hem yeniliğin öncüsü hem de bu gelişimdeki devinimin bir parçası olacaktı. Ancak bir sorun vardı: Bu heykelleri, mimari yapıları kim yapacaktı?

Sanayi-i Nefise henüz Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi olmamıştı. Elde Osmanlı Dönemi Avrupa’ya gitmiş, resim heykel eğitiminin bir kısmını tamamlamış askerler ve paşa çocuklarından başka kimse yoktu. Bunun üzerine bir kurul oluşturuldu ve içlerinde Atatürk’ün de bulunduğu toplantıda ortaya bir öneri atıldı: “Paşam, meydana bir mermer blok koyalım ve üzerine yeni alfabemizle ‘BİR TÜRK HEYKELTIRAŞ YETİŞTİRİLİNCEYE KADAR’ yazalım” önerisi verildi. Kabul görmese de önemli bir tasarıdır. Buradaki Türklük yaklaşımı salt milliyetçi bir yaklaşım olsa da yerellik sağlaması açısından önemli, kendi ülkesinin yetiştirdiği sanatçıyı kazanmak açısından değerli hatta. Dışa bağımlı değil, üretimde ve emekte yerel olma değeri. Bu tasarı uygulamaya geçirilmedi ve yetiştirilme aşamasında olan sanatçıların hocaları ve yurt dışından getirilen sanatçıların eserleri kent meydanlarında yerlerini aldı. İşte bu eserlerden biri de Güvenlik Anıtı – Emniyet Abidesi’dir.

Avusturyalı mimar C. Holzmeister tarafından tasarlanmıştır eser. Holzmeister Cumhuriyet yönetimi kamu kuruluşlarını ve çevrelerini tasarlayan bir mimardır. Eserin tasarımına 1927 yılında başlanmış ve 1935 yılında tamamlanmıştır. Kolektif bir çalışma olan bu eserin bronz kısımları (figürler) Viyana’da dökülmüş, Mamak Taşı kullanılarak yapılan kaide üzerindeki rölyefler tasarımcıların öğrencileri ve Türk ustalarla beraber işlenmiştir. Eserin tasarımının çıkış noktası Türk ulusunun polis ve jandarmaya olan güvenini, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda ve devrim süreci içerisinde beraber yol aldığı arkadaşlarını temsil eden heykeller ve insan zekasının, çiftçinin tarım çalışmalarının yer aldığı rölyeflerin bulunduğu anıttır.

Demiştik ya şehir imgelerinin kendi hikâyeleri, tarihe damgasını vurmuş olaylara tanıklığı vardır. Emniyet Anıtı 1935’ten bu yana pek çok hikâyeye tanık olmuştur. Ankara’dan yolu geçen herkesin bir tanışıklığı vardır bu anıtla. Ama onun anıları, tanışıklığı bambaşka. Yerleşkesine yerleştikten yirmi beş sene sonra Türkiye topraklarındaki ilk sivil itaatsizlik eylemine tanıklığı. 5.5.1960 saat beş… toprak işçilerinin bulunduğu rölyefte meydanda toplanmış öğrencilerin söylediği şu marş yankılanıyor:

“Olur mu böyle olur mu?
Kardeş kardeşi vurur mu?
Kahrolası diktatörler
Bu dünya size kalır mı?
Kızılırmak akmam diyor
Etrafını yıkmam diyor.”

Demokrat Parti liderinin yapacağı miting bu marşla bölünüyor. Öğrencilerin talebi hürriyet. Olaylı mitingden yirmi gün sonra ülkenin ilk askeri darbesi yaşanıyor. Aradan on sene geçiyor. Merkezi İstanbul olan 15-16 Haziran olaylarında, 16 Haziran günü İskitler Sanayi Çarşısı’nda bir grup öğrenci ve işçinin yaptıkları işçi eyleminde polis müdahalesi sonucu İskitler’in ara sokaklarından Ulus’a, oradan Güvenpark’a sığınan eylemcilere kucak açıyor...

Cumhuriyet Tarihi’nin pek çok ilkini gördükten ve “kısa çöp uzun çöpten hakkın alacak elbette” inadının sahibi Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “İnsan Pazarı” şiirinde kendine yer bulduktan sonra uzun yıllar ne ülkede yaşanılan onca hak gasbına ne de sömürülen emekçilere ses getirecek köklü bir olaya şahit olmadı Emniyet Abidesi. Ancak yıllar sonra, bambaşka bir olayla, meydandaki taşlar yeni insanlara yer açtı. 1 Haziran 2013’te Türkiye’nin en büyük halk ayaklanmasında Gezi direnişçilerinin buluşma noktası oldu. Emniyet Abidesi’nin Hürriyet Abidesi’ne dönüştüğü andır. İktidarın polisinin halka saldırısından o da payını aldı. Ethem’i koruyamamanın yanında önemi yoktur gaz kapsülleri ve mermilerin açtığı yaraların. Biraz andezit, biraz pirinç neydi ki zaten insan canının yanında?

Bir sene sonra ‘bir avuç kömür için bir ömür harcayanların’ yasına ortak oldu 14 Mayıs 2014’te. Manisa’nın Soma ilçesinde bulunan Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’nin maden ocağından 13 Mayıs 2014 Salı günü trafo patlaması nedeniyle meydana geldiği iddia edilen iş cinayetinde çok sayıda işçinin yaşamını yitirmesi üzerine 14 Mayıs 2014 Çarşamba günü Güvenpark’ta oturma eylemi başlatıldı. “Bir Avuç Kömür Eder mi Bir Ömür? İnsanlık Nöbetindeyiz” pankartı açıp, yüzlerini kömür karasına boyayan eylemciler, pankartın üzerine ekmek ve madenci kaskı bırakarak tepkilerini gösterdiler. “Ucuz işçi ucuza maliyet, çok kâr” dövizleri yazan insanlık nöbetçileri alkışlarla hükümeti ve iş katliamlarını protesto ettiler. Eminyet Abidesi’nin yıkılmakta olan bir Cumhuriyet’e sahip çıkmanın emeğe sahip çıkmakla ilişkisini tekrar kurduğu andır.

2016 yılının Temmuz ayında üzerinde kurşun deliklerinin açıldığı, sprey boyalarla yazılamaya maruz kaldığı bir darbe girişimine de tanıklık etti Güvenlik Anıtı. Gün boyunca üzerinden helikopterler, savaş uçakları geçti, etrafında arbedelere maruz kaldı. Bir de “demokrasi bekçilerinin” günlerce bedava otobüsler ve tavuk döner ayranla darbe girişimcilerine karşı nöbet tutuşuna.

Ankara’da bulunup da Kızılay Meydanı’ndan  geçenlerin anıları kadar o geçenlerden anı biriktiren yapılardandır Emniyet Abidesi. Üzerindeki kurşun izleri, üstü kapatılmış sprey boya lekeleriyle neredeyse bir asırlık varoluşunda pek çok hikâyenin ortağı. 

Bugünün emekçilerinin haklarını nasıl aldığını hatırlatan eylemlere buluşma yeri oldu, marşlar, sloganlar duydu. “Ne istiyorsunuz?” sorusuna en içten seslerle gelen ”hürriyet” cevabını yankılayarak cevap verdi. Anıları, göreceği daha köklü direnişlere ışık tutuyor.

Merkez Kızılay, pusulamız kent heykelleri olunca, üniversite öğrencilerine ve onların buluşma noktası bir heykele doğru yolumuzu değiştirmek gerek artık. Bu ise bir sonraki yazının konusu olsun.

(IV) Barış Heykeli

Heykeltıraş Ebru Kıdıman, Ankara'nın heykellerinden 'Barış Heykeli'ni yazdı.

“Sanat icat edilmiş bir kavramdır” der Larry Shiner ve ekler “insana ait her durum gibi.” Felsefe bu durumu estetik aracılığı ile anlamlandırdı, tarih onu var eden toplumsal olaylardaki gelişimini ele alarak aradı, sosyoloji ise direkt insanlık durumu olarak nitelendirdi, düşünmek, konuşmak, ağlamak gülmek gibi. Ancak bu insani durumların dışında sanatı var eden birkaç temel ve somut öge vardır: İmge, kurgu ve temsil. Sanatın nesnesi bir imgedir. Plastik sanatlarda ele aldığımızda bu imge resim, heykel, rölyef olarak belirlenebilir.

İkinci özelliği ise kurguya sahip olmasıdır. Bu kurgu belli düzenek ve kavramların bir araya getirilmesi ile oluşturulur; tiyatro, roman gibi. Son olarak temsil ise hayatın yeniden kurgulanması, gerçeği belli kurallar dahilinde yeniden sunmak ve yaşamın, yaşamı temellendiren insani olguların yeniden inşa edilmesi, imgenin anlama dönüşmesi olarak tanımlanabilir. Burada imgenin anlama dönüşmesinden kasıt şudur: Sanatçı için tasarım sürecindeki oluşum, yani nesnenin kendisi basit bir kavrama indirgenebilir. Demokrasi, özgürlük, devrim ya da barış gibi kavramlar sizlerde uyandırdığı şekillerden çok daha başka formlara evrilir bir sanatçının elinde.

Bu haftaki heykelimiz de barış kavramını güvercin uçuran genç bir kadın ve erkek heykeli olarak imgelendiren Burhan Alkar’ın 1979 yılında Sakarya Caddesi yaya yoluna konulan Barış Heykeli.

Burhan Alkar 1930 yılında Filibe, Bulgaristan’da dünyaya gelmiş Türk ressam – heykeltıraştır. 1951’de Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nden mezun oldu. 1958’de fakültenin asistanlık sınavını kazanarak akademik hayatına başladı. 1960'ta Paris’e gitti ve Julian Akademisi’nde Heykeltıraş Monsieur Mougene’in atölyesinde çalıştı. 1961-65 yılları arasında Paris Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nda Monsieur Leyque’in atölyesinde heykel ihtisası yaptı. Ankara, Adana, Erzurum, Paris gibi şehirlere pek çok eser bırakmış, sanat hayatı boyunca ondan fazla ödül ve mansiyona layık görülmüş akademik sanatçılardandır.

Sanatçının 1977’de tasarımına başlayıp 78’de tamamladığı, 1979 senesinde de son durağına yerleştirilen anıtı kil modelleme sonrası bronz döküm tekniği ile gerçekleştirilmiş. Toplan yüksekliği 2,30 metre olan anıt Ankara Sakarya’da yer almaktadır. 1940-50’li yılların kütlesel, hacimli figür üslubu ile modellenmiştir. O kuşak sanatçılarının özellikle yurt dışı eğitim görenlerinin bir dönem çokça kullandıkları az hareketli, az ayrıntılı kabaca hantal etkilerin görüldüğü eserlerdendir. Anti-estetik olarak nitelendirilemez ancak fazlaca benzerleri görülür üslup olarak. Dünya genelinde künyeleri olmasa birbiriyle karıştıracağımız pek çok eser görebiliriz bu sebepten.

“Heykelin dili yalın olmalıdır” der Bouirdeu ve ekler “imgenin dili yalınlaştıkça anlatacakları artar.” Tam da anlatılmak istenilen şeyin imgesidir bu heykel. Barışı üç figürde anlatabilme özelliğine sahiptir. Sayfalarca alt metne ihtiyaç duymadan anlatılmak istenilen, sanatçının barış kelimesinin onda bıraktığı izlenimle uygulamasını tamamlamış. Kişiden kişiye göre değişebilir elbet bu anlatım, herkes farklı bir yorumla yola çıkabilir, tabii ki kişiden kişiye göre değişkenlik gösterir. Fakat ironik anlam karmaşasına sebep olacak uygulama-isim görmezsiniz sanat eserlerinde.

Kısaca düzen siyasetçilerinden çok farklıdır durum. Görüşü ne olursa olsun sanatçı ürünü tasarlar, ortaya koyar, adlandırır. Küçük de olsa bir etkileşim uyandırır izleyicide, politik yaklaşımlardan farklı olarak. Ülke siyaseti ya da onların yaptığı eylemler ile davranışlar arasında örtüşmeyen bir ilişki vardır. Sonuçları ise estetik tartışmalara değil, insanlık suçu olacak etkenlere yol açar. 1974’te Alkar’ın heykeliyle çağdaş sayabileceğimiz bir adlandırma mesela “Kıbrıs Barış Harekâtı”. Harekât kelimesi aslında fiilin nereye varacağını belli etmiş bizlere ama sonuç? Adı süslenmiş bir savaş! Uluslararası kuruluş kararlarının çoğu, oluşan durumu "yasadışı istila" olarak tanımlamaktadır.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bu harekatı on sene sonraki yapılandırmalarında işgal olarak değerlendirmiştir. Ya da yakın geçmişimizde yaşanılan “Zeytin Dalı Harekâtı”. Zeytin dalı da mitolojik bir barış simgesidir ancak kullanım yeri ile yapılan eylem arasında uçurum vardır. Kaybedilen onca can, yok olan yapılar, umutlar… Bir kişinin dudağından çıkan bir kararla menfaat uğruna harcanan paralar. Sanatı, sanata dair her şeyi -ki onlara hitap etmiyor, onlar için provokasyon göstermiyor ise özellikle- ucube, gereksiz harcama, kara para aklama olarak görürler ya kendi rant meseleleri, hegemonyaları için yok olan topraklar, ağaçlar, canlar hiç sayılır. Adıyla ters düşmüş sanat nesnesine rastlamazsınız, koca sanat tarihinde ama kendi adıyla alakası olmayan pek çok savaş, harekat, fetih, hükümet kararı görürsünüz. Eylem uygulanır, üst rütbeler madalyalar alır, olan emekçi çocuklarına, halkın çoğunluğuna olur. Bizler de susarız.

Yapılacak bir savaş varsa bu savaşı kendi özgürlüğümüz için, sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmak için versek... Sınıfsız bir toplumun dünyayı ne kadar güzelleştirdiğini görsek... Hiçbir şey yapamıyorsak ham madde ya da rant için insan katledilen savaşların adını süslemek yerine bizi gerçekliğe, bilime, eğitime yönlendiren sanat eserleriyle şehrin dört bir yanını süslesek... Mümkün mü?

Genç bir kız ile erkeğin birlikte uçurdukları güvercin özgürlüğe ve barışa kanat çırpsın, heykel kent sakinlerinin, güvercinlerin, sevdalıların ve Dil Tarih öğrencilerinin buluşma noktası olmaya devam etsin. 

Biz Sakarya Caddesi’nden yukarı doğru biraz yürüyelim. Şimdi polis merkezi olmuş, yanından geçenlerin varlığını unuttuğu, insanca yaşamak nedir onu anlatan İnsan Hakları Anıtı’na kısa bir ziyarette bulunalım. Bir sonraki yazıda... 

Ne dersiniz?

EBRU KIDIMAN / SOL



Cehalet bilimi cehaletin bilimi (VII-VIII-IX)- Özdemir İnce / Cumhuriyet

 

(VII) 

Bundan önceki altı yazımızda ele aldığımız konu ve eleştirilerimiz, T.C. Anayasası’nın 10., 42. ve 130. maddelerinin varlığını hatırlamamızı zorunlu kılmakta:

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Madde 10: Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

(Ek: 7.5.2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

DEVLET organları ve idare makamları, bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Madde 42: Eğitim ve Öğrenim Hakkı ve Ödevi: Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir. Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. Eğitim ve öğretim hürriyeti, anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.

İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve devlet okullarında parasızdır. Özel ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar, devlet okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak, kanunla düzenlenir. Devlet, maddi imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar. Devlet, durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alır. Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülür. Bu faaliyetler her ne suretle olursa olsun engellenemez. Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletler arası antlaşma hükümleri saklıdır.

Anayasa değişikliği sonrası 42. maddeye ek: Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Madde 130: Çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile ortaöğretime dayalı çeşitli düzeylerde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip üniversiteler devlet tarafından kurulur.

***

Bütün anayasa maddelerine olduğu gibi yukarıda andığımız 10., 42. ve 130. maddelere de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, bütün devlet kurum ve kuruluşları uymak zorundadır. Bu bağlamda hükümet ve Cumhurbaşkanlığı kurumları da saygı göstermek, uymak ve uygulamak zorundadır.

Ancak Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten ve anayasayı uygulamak zorunda olan kurumların anayasaya ve onun kuvvetler ayrılığı ilkesine uymadığı görülmektedir.

***

Anayasamızın okullarda uygulanması zorunlu ilkesini bir kez daha okuyalım:“Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. Eğitim ve öğretim hürriyeti, anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.”

***

Ne var ki özellikle ilk ve ortaöğretimde, Milli Eğitim Bakanlığı görevlerini Diyanet İşleri Başkanlığı ve tarikat vakıflarıyla paylaşmakta ve bu paylaşmayı ihale yöntemiyle yürütmektedir. Bu durum anayasanın başlangıç ilkelerine ve anayasanın konuyla ilgili maddelerine aykırıdır. Cumhuriyetin, eğitim ve öğretimin laik ilkesini her gün biraz daha kemiren bu girişim AKP iktidarının koruyucu kanatları altında her gün biraz daha semirmekte, Cumhuriyet Devleti’nin varlığını tehdit etmektedir.

(VIII)

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, Eskişehir’de koleksiyoner iş insanı Erol Tabanca’nın kurucusu olduğu, ünlü Japon mimar Kengo Kuma tasarımı Odunpazarı Modern Müzesi’nin açılışına katılmış ve burada bir konuşma yapmış. Bu konuşmayı hangi sıfatıyla yaptı bilemedim ama 17 yıllık bir icraattan söz ettiğine göre galiba AKP Genel Başkanı sıfatıyla konuşmuş. (07.9.2020)

***

“Türkiye, geçtiğimiz 17 yılda her alanda tarihinin en büyük dönüşümlerine, en büyük reformlarına, en büyük yatırımlarına, en büyük eserlerine, en büyük hizmetlerine kavuşmuştur. Ülkemizi demokraside ve ekonomide getirdiğimiz yerin önemini, elini vicdanına koyup geçmişten bugüne sağlıklı bir değerlendirme yapan herkes teslim edecektir. [...] Bununla birlikte iki konuda nispeten hedeflerimizin gerisinde kaldık. Bunlardan biri insan yetiştirme olan eğitim, diğeri ise insanı zenginleştirme olan kültür-sanattır. Sorun asla kültür sanata bakışımızda, bu alana verdiğimiz önemde değildir. Biz kültürü tıpkı, toprak, bayrak, askeri ve ekonomik güç gibi özgürlüğümüzün sembollerinden biri olarak görüyoruz. Dünyadaki güçlü ülkelerin paraları ve orduları kadar, hatta onlardan daha önce kültür-sanat alanındaki hâkimiyetleriyle bu sıfatı elde ettiklerini biliyoruz.”

***

AKP Genel Başkanı R.T. Erdoğan’ın “Bununla birlikte iki konuda nispeten hedeflerimizin gerisinde kaldık” cümlesine kadar söylediklerine katılmamız kuşkusuz mümkün değil. Hiçbir şey üretmeyen beton yığınları; vergilerimizin 25 yılına ipotek koyan soygun yöntemi “yap, işlet, devret” modeli yol, tünel ve köprü yatırımları elbette rasyonel ve ekonomik değil. Bu nedenle bunları büyük eser ve büyük hizmet saymamız da olanak dışı. Ama “Bununla birlikte iki konuda nispeten hedeflerimizin gerisinde kaldık. Bunlardan biri insan yetiştirme olan eğitim, diğeri ise insanı zenginleştirme olan kültür-sanattır” demesi son derece haklı. Ancak bu geri kalış, dinsel saplantı ve hurafelerin ürünü olduğu için, “nispeten” değil, tam anlamıyla benzersiz bir bozgun. Bu da çok doğal!

***

R.T. Erdoğan, insan yetiştirme bilimi olan eğitim ve öğretim alanında “nispeten” başarısız olduklarını iddia ediyor. Ben bu itirafın doğruluğunu kanıtlamak için bundan önceki yedi yazıyı yayımladım. Kanıt: Bilime inanmayan, bilime karşı dinsel dogma ve hurafelerini “ilim” kisvesiyle savunan üniversite öğretim üyeleri ve bir rektör. Bu örnekler ne yazık Kütahya Üniversitesi’yle sınırlı değil. Yeryüzünün uygar ülkelerinde Darwin’in “Evrim Kuramı”na karşı “din kitapları”nın yaratılış efsanesini çıkartan tek bir uygar ülke bulamazsınız. Büyük bir olasılıkla R.T. Erdoğan da çalışma arkadaşlarının tamamı da “Evrim Kuramı”na karşıdırlar ama günümüzde “evrim”e dayanmayan bilimsel bilim ve teknoloji yoktur. “Evrim” dilbilimi bile kapsamaktadır.

***

Din bilgisi, dünyanın uygar ülkelerinde, genel ve örgün eğitim ve öğretim programlarında yer almaz. Özellikle uygar ülkeler diye yazıyorum. Çünkü 1923’te kurulan Cumhuriyetin hedefi uygar ülkeler sınıfında yer almaktı. AKP iktidarı Tevhidi Tedrisat Kanunu’nu tersine çevirerek bu bilimsel ve çağdaş hedefe karşı (düşman) olduğunu dünyaya ilan etti. Bu amaçla, hortlamış Panislamist modelin doğmalarını uygulamaya başladı.

Kendi iktidarına yeniçeri yetiştirmek için yoksul halk çocuklarını devşirme yolunu seçti. Oysa adil bir sınavda imam hatip mezunlarının yüzde 95’i üniversiteye giriş sınavını kazanamaz.

***

Benim Din İman Masa Kasa (Tekin Yayınları) adlı bir kitabım var. Kitabın önsözünde yer alan bir bölümü aktaracağım:

“İmam hatip liselerinin önündeki engeller kalkmıştır. İHL’den mezun olunca; hem dininizi üst düzeyde öğrenecek hem de tıp, hukuk, siyasal, mühendislik gibi her çeşit üniversiteye girebileceksiniz. Hem halkın önüne geçip imam hatip olabilecek hem de öğretmen, doktor, avukat, hâkim, kaymakam, müfettiş, mimar olabileceksiniz.”

***

Yeryüzünde bunun benzeri bir öğretim sistemi yoktur, ilkel bir köle yetiştirme sistemi. İlkin ilk ve ortaöğretimde beyinleri yıkayıp ütüleyecekler; bilim karşıtı dogmalarla tıka basa dolduracaklar ve düşünen insan yerine uzaktan yönetilen robotlar yetiştirecekler ve ülke yüzeyini bu türden piranalarla işgal edecekler.

(IX)

R.T. Erdoğan, AKP Genel Başkanı sıfatıyla konuşuyor. Okuyacaksınız. Konuşma metnindeki sayılar cevaplarını da belirlemek için tarafımdan verildi.

***

“1- Fikri iktidarımızı hâlâ tesis edemedik. Hiç kimsenin bu fikri iktidar arayışından rahatsız olmaması gerekir. Bu arayışın sona ermesi, bir ülkenin ve toplumun felaketidir. Hükümet olmakla muktedir olmak, muktedir olmakla iktidar olmak arasındaki farkı gayet iyi biliyoruz. 

2- Gerçek iktidarın, fikri iktidar olduğunu biliyoruz. Bireylerden topluma, oradan insanlığa uzanan fikri iktidar zor bir süreçtir. Şahsen bu konuda kendimi biraz mahzun hissediyorum. Samimi bir muhasebeyle, 18 yılda her alanda tarihi eserlere, hizmetlere imza attığımızı ama eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum... Medeniyet tasavvurumuzu layıkıyla hayata geçiremiyoruz. Medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor.”

***

Çok güzel! R.T. Erdoğan AKP Genel Başkanı olarak da böyle bir konuşma yapmamalıydı. İçeriğini açıklamadığı için R.T. Erdoğan’ın fikri iktidardan neyi kastettiğini, iktidarlarının on dokuzuncu yılında kesinlikle tahmin etme olanak ve özgürlüğüne sahibiz! Bu iktidarın ne olduğunu, iktidarlarının başından itibaren dile getirdiler:

AKP’nin dile getirilmiş ve başından itibaren uygulanan ideolojisi Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin tam anlamıyla zıddıdır.

***

Özetleyelim: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle, AKP’nin kapatılması ve ilgili dönemin 71 yöneticisinin 5 yıl süre ile siyasetten uzaklaştırılması istemiyle hazırladığı iddianame Anayasa Mahkemesi’ne 14 Mart 2008’de sunuldu, Anayasa Mahkemesi iddianameyi 31 Mart 2008 günü kabul etti. Daha sonra AKP milletvekili olacak olan Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can, partinin kapatılmaması yönünde görüş bildirdi.

30 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna dava konusunda açıklama yapıldı: 6 üye, partinin kapatılması, 5 üye ise kapatılmaması yönünde oy vermişti. Başkan Haşim Kılıç’ın girişimiyle yeniden oylama yapılmış ve partinin temelli kapatılmaması, fakat Hazine yardımının belirli bir oranda kesilmesi kararına varılmıştı.

AKP’nin, laikliğin karşıtı eylemlerin odağı olduğu kesinmiş ama güya odaklığı çok tehlikeli boyutta değilmiş. Karara bakın ve bu gayri ciddi kararın ülkeyi uğrattığı yıkıma bakın: Felç olmuş bir devlet, iflas etmiş bir ekonomi, bozguna uğramış bir dış siyaset, çökmüş bir devlet yapısı...

Bu totaliter ve otoriter başyücelik rejimine AYM’nin 30 Temmuz 2008 tarihli kararı yol açmıştır. Laiklik karşıtlığının azı/çoğu olmaz.

***

Erdoğan “fikri iktidar” istiyor ama ne için istiyor? Devletin yönetim alfabesini A’dan Z’ye kadar ele geçirmiş, bununla yetinmiyor, üstüne fikri iktidar kahvesi de istiyor: Devlet fiilen anayasasız durumda; devlet kurumları özelleştirilmiş (AKP’lileşmiş), ilk ve ortaöğretimde Tevhid-i Tedrisat Kanunu tersine çevrilmiş ve okullar imam hatipleştirilmiş; yükseköğretim dolaylı ya da doğrudan dini vakıfların eline geçmiş; cami ve kışla AKP’nin emrine girmiş, medyanın yüzde 99’u kullaştırılmış... Bir adım sonra İslami emirlik sistemi…

Cumhuriyetin maddi mirasını çarçur edeceksin, manevi mirasını toptan ret ve inkâr edeceksin, üstüne üstlük bir de fikri iktidar hayali kuracaksın.

***

Bu durumda Din İman Masa Kasa (Tekin Yayınları) adlı kitabımın önsözünden bir alıntı yapmanın tam sırası:

“Bir toplantıda din madrabazlarından biri CHP’nin tek parti döneminde uğradıkları zulmü konuşmacıya laf atarak hatırlatmış. Bunun üzerine konuşmacı laf atana sormuş: ‘Hangi ibadeti yapmak istedin de yapamadın? Namaz mı kılamıyordun, hacca mı gidemiyordun?’ Madrabaz, konuşmacıyı yanıtlamış: ‘İbadeti yasaklamaya gücünüz yetmez. Siz, bizi masadan ve kasadan uzak tutuyorsunuz’. ”

***

Efendim, biliyorsunuz, din ve iman bezirgânlığı sayesinde 19 yıldır masa ve kasa artık ve kesinlikle AKP’nin elinde! Ama liyakatsiz insanlar masaya oturduğu için devlet yönetimi felç olmuş ve masadaki liyakatsizler yüzünden de kasa yani devlet hazinesi iflas etmiş durumda. Kasa boşalmış, boşaltılmış... Halk aç, yoksul ve perişan durumda...

Özdemir İnce / Cumhuriyet

İzmir’i İstanbullaştırmanın bedeli - Söyleşi: Anıl Olcan, Bekir Avcı / 1+1FORUM

 BİR ŞEHİR PLANCISININ GÖZÜYLE İZMİR VE DEPREM

Aşağı tükürsen ‘büyük abi’, yukarı tükürsen ‘küçük ortak’ - Erk Acarer / BİRGÜN

İktidar ortaklarının, iki tarafındaki ‘derin abiler’ satranç tahtasında. 

Yeni bir döneme girdik, vatana millete hayırlı olsun! 

Popüler siyasetle ilgili herkes, Türkiye’de son 2 haftada olanların ve devlet içi zıtlaşmanın farkında. 

AKP-MHP çatlağı ayrılığa doğru büyüyor. Esas mesele siyasi boşanmanın nasıl olacağı ve ülkeyi ne şekilde etkileyeceği.

O MEKTUP KİME YAZILDI?

AKP hukukta reformları, demokrasiyi, özgürlükleri gündeme getirirken MHP, çatışma ve kutuplaşma ikliminin soğutulmamasından yana tavır koyuyor. Mafya Lideri Alaattin Çakıcı’nın içinde ‘çakal uluması’, ‘koç yumurtası’, ‘bakla kazığı’ olan mektubu bu açıdan bir şifre.

‘O mektup’, çoğu kişinin üzerinde mutabık olduğu gibi CHP’li Kılıçdaroğlu’nu tehdit için değil, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a 5 yıllık fabrika ayarlarını anımsatmak için yazıldı. Hemen ardından ise satranç masasında 2 Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu Üyesi ile AKP hamlesi yapıldı.

BU ADALET AŞKI NEREDEN ÇIKTI?

Biri Cemil Çiçek’ti, “Bize topyekûn bir tevbe-i nasûh lazım. Reform kelimesi çok aşındı…” ifadelerini kullandı. Diğer üye ise Bülent Arınç’tı! HDP’li Selahattin Demirtaş’ın, Devran kitabını okumuş! Arınç, iş insanı Osman Kavala’nın 3 yıldır cezaevinde olduğuna hayret ettiğini belirtti, ‘’Demirtaş’ın da tahliyesi sağlanabilir” dedi.

Arınç’a göre Türkiye’de 3 kişi adalet istiyormuş! Kendisi ile birlikte Adalet Bakan Abdülhamit Gül ve Erdoğan. Bu lafların meali de çıkış kaynağı da belli. Mesele reform değil, AKP ve Saray rejiminin sıkışıklığını gidermek, yolunu açmak. Bu adalet aşkının, ABD seçimleri ve Joe Biden’in başkanlığı ile yakından ilgisi olsa gerek.

SARAY YUKARIDAN VE AŞAĞIDAN SIKIŞTIRILIYOR

Saray iktidarı şimdi bir mengenede. Büyük abi yukarıdan, ‘Halkbank’ ve ‘cihadizm’ dosyaları ile sıkıştırırken rejimin küçük ortağı Devlet Bahçeli, “5 yıldır birlikte koyduğumuz kurallarla ülke yönettik, aynen böyle devam edecek” mesajı ile aşağıdan bastırıyor. Yukarı tükürsen ‘big brother’, aşağı tükürsen, ‘küçük ortak!’

O DA BAHÇELİ’DEN KURTULMAK İSTİYOR!

Erdoğan, ‘ABD’nin çizdiği yola hem mecbur hem de bunu akla uygun buluyor. Anketler ortada. MHP artık Saray rejimine bir fayda sağlamadığı gibi onu her geçen gün biraz daha dibe doğru çekiyor. Bahçeli ise Erdoğan’ın düşen uçağa bir nebze irtifa kazandırabilmek için kendisini ve partisini aşağı atmak istediğini biliyor.

YENİ BİR ‘KANDIRILDIK’ DÖNEMİ Mİ GELİYOR?

Bahçeli’nin aklının bir tarafında, AKP’nin, cemaat ile ortaklığını bitirirken Erdoğan’ın sergilediği üstün performans var! Bu performans, “Ne istediniz de vermedik” aşaması ile başlayıp bürokrasi, yargı, emniyet çarkındaki operasyonlarla zirve yapıyor. “Biz yapmadık, kandırıldık” aşaması ile son buluyor.

Konu satranç tahtası üzerinden akarken piyonlardan söz etmemek olmaz. Çünkü ‘kandırıldık’ aşaması, ilk önce, bürokrasi, emniyet, yargı ve ordudaki kadroları vuruyor. AKP ve Saray rejiminin profesyonelleştiği noktalardan biri, kullanılıp sonra da mendil gibi buruşturarak bir köşeye atmak!

BİR YANDAN REFORM, BİR YANDAN OPERASYON

Yargıda yeniden düzenleme konuşulurken dün yine Diyarbakır ile İstanbul’da avukat, siyasetçi, gazeteci sendika temsilcisi, doktor ve hukukçulara yönelik operasyonlar yapıldı, çok sayıda kişi gözaltına alındı. Bu bile devletin 2 ortak tarafından parsel parsel paylaşılıp her tarafından çekiştirildiğini gösteriyor.

Kar maskeli polisler, uzun namlulu silahlarla kuşatma yaparken Erdoğan yine adalet aşkını haykırıyordu. AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin, hakları için mücadele eden madencilerin Ankara’da kendisiyle görüşmesinden sonra polis müdahalesiyle karşılaşmasına ilişkin, “Ben bunu anlamakta zorlanıyorum” ifadelerini kullanıyordu.

TÜRK-İSLAM SENTEZİ AYRILIĞI!

AKP, MHP ile birlikte doldurduğu bagajı boşaltıp arabayı kaçırarak yoluna devam etmek istiyor. Bu o kadar kolay değil. Bahçeli yılların şoförü! Türk-İslam sentezinin boşanmasının Türkiye sosyolojisinden kopuk olacağını düşünmek zor. Tavır bilindik olacak: “Ya benimsin ya kara toprağın!”

‘Kurtlar Vadisi-Saray!’… Seyirlik olmaktan çok, endişe verici bir dönemin kapıları açıldı. Daha ‘derin’ çatışmalara, kaosa, suikastlara varan hadiselere tanık olmamız şaşırtıcı olmayacaktır. Öyle ya da böyle Türkiye son düzlükte. İttifaklar çökerken en büyük temenni, Türkiye halklarının üzerine bir toz zerresi bile bulaşmaması!

Erk Acarer / BİRGÜN

Ballı reçete - BİRGÜN



Acı reçete halka ballı reçete kendilerine. Erdoğan ‘Gerekirse bazı acı ilaçları içmemiz gerektiğini biliyoruz” dese de lüks, şatafat ve bol keseden harcamalar devam ediyor.

1) Kolin yine ihaleyi kaptı! (İsmail Arı-Birgün)

Sağlık Bakanlığı 950 yataklı Aydın Şehir Hastanesi’nin yapımı için pazarlık usulüyle bir ihale düzenledi. Efeler ilçesine yapılması planlanan hastanenin ihalesi, kamudan milyarlarca liralık ihaleler alan Kolin İnşaat ile Zey Yapı Ortaklığı’na pazarlıkla verildi.

COVID-19 salgını nedeniyle vaka sayıları hızla tırmanıp hastaneler dolarken Sağlık Bakanlığı’nın düzenlediği 950 yataklı Aydın Şehir Hastanesi ihalesi, kamu kurumlarının milyarlarca liralık ihalelerini alan Kolin İnşaat ve ortağına verildi.

Kamu İhale Bülteni’nde yer alan bilgilere göre, Sağlık Bakanlığı’na bağlı Sağlık Yatırımları Genel Müdürlüğü 15 Eylül tarihinde “Aydın 950 Yataklı Şehir Hastanesi (Devlet Hastanesi) Yapım İşi” adı altında bir ihale düzenledi. Aydın’ın Efeler İlçesine yapılacağı açıklanan Aydın Şehir Hastanesi ihalesi için Kolin İnşaat ve Zey Yapı İş Ortaklığı ile 4 Kasım tarihinde 976 milyon TL’lik ihale imzalandı.

DOĞAL AFET VE SALGIN HASTALIK MADDESİ

Milyonlarca liralık ihale, acil durumlarda kullanılması gereken Kamu İhale Kanunu’nun 21’inci maddesindeki “Doğal afetler, salgın hastalıklar, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen veya idare tarafından önceden öngörülemeyen olayların ortaya çıkması üzerine ihalenin ivedi olarak yapılmasının zorunlu olması” hükmünden yararlanılarak pazarlık usulüyle yapıldı.

2) KÖİ’lere 83 milyar TL (Hüseyin ŞİMŞEK-Birgün)

Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın bütçe görüşmeleri sırasında partisinin çalışmalarını anlatan AKP’li Aydemir, “Cenab-ı Hak da inayetiyle bize yöneliyor” dedi. Bakan Karaismailoğlu ise KÖİ yatırımları için aktarılan tutarın 83,7 milyar TL olduğunu açıkladı.

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki 2021 yılı bütçe teklifi görüşmeleri, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ile sürdü.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın çalışmalarını öven AKP’li İbrahim Aydemir, komisyonda yaptığı konuşmada, “Fersah fersah mesafe aldık, çağlar üzerinden aştık ve bunun en güzel resmi, en mütebariz halimiz de Ulaştırma Bakanlığı’nın olduğu zemindir” dedi. Aydemir’in övgüleri bununla da sınırlı kalmadı. Aydemir konuşmasında ayrıca, “Cenab-ı Hak da inayetiyle bize yöneliyor, elhamdülillah. Ufuk açıyoruz biz bunlara ufuk, ufkunuz gelişsin. Bakın, biz artık uçma kavramını kullanıyoruz, uçarak gidiyoruz. Eskiden emekliyorduk biz, yürümekten bile aciz durumdaydık. AK Parti’yle beraber uçarak gidiyoruz arkadaş” ifadelerini kullandı.

Aydemir’in sözlerine tepki gösteren CHP Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, “Uçtukça uçuyorsunuz. Para, vatandaşın parası, vatandaşın parasıyla yapıyorsunuz” diye konuştu.

AÇIK BÜYÜYOR

Ulaştırma Bakanı Adil Karaismailoğlu ise komisyonda kendisine yöneltilen soruları yanıtladı. 2019’da 757 milyar TL olan bütçenin 2020 yılında 910 milyar TL’ye çıkmasının nedenini anlatan İsmailoğlu, Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) yöntemiyle yaptırılan projelere ödeme yaptıklarını kaydetti. Karaismailoğlu, “KÖİ yatırımlarına harcanan döviz cinsinden tutarlar, değişen döviz kuruna göre revize edilmiştir. Güncellenmiş ve kur farkından artan tutarın toplamı ise yaklaşık 83,7 milyar TL’dir” dedi.

HAYDARPAŞA ESKİ TÜRKİYE’DE

111 yıllık geçmişe sahip Haydarpaşa Garı’nda 2010 yılında çıkan şüpheli yangın ve sonrasında yaşananlar da komisyon gündemine geldi. Daha önce bu yılsonuna kadar açılacağı açıklanan Haydarpaşa Garı’nın “eskide kaldığını” söyleyen Karaismailoğlu, “Haydarpaşa Garı, eski Türkiye’de kaldı. Yeni Türkiye’de Marmaray var, Marmaray’a Sirkeci’den Kadıköy’e, Ayrılıkçeşme’ye beş dakikada gidebiliyorsunuz” diye konuştu.

16 MİLYARLIK OTOYOL

Yap-İşlet-Devret projesi ile yaptırılan Aydın-Denizli Otoyolu’nun maliyeti hakkında da konuşan Karaismailoğlu, daha önce “614 milyon TL tasarruf edilecek” dediği otoyolun toplam maliyetinin 1 milyar 813 milyon Euro olduğunu kaydetti. Karaismailoğlu, güncel kura göre maliyeti 16 milyar TL’yi aşan Aydın-Denizli Otoyolu için şu bilgileri verdi: “Aydın-Denizli Otoyolu’nun yatırım maliyeti 699 milyon Euro’dur. Bunun üzerine bakım, işletme maliyeti, üç yıl yapım, on yedi yıl işletmedeki bakım, işletme maliyeti 561 milyon Euro, finans maliyetini koyduğunuz zaman, 17 yılda 482 milyon Euro, yenileme ve ağır bakım maliyeti de 69 milyon Euro’dur.”


3)Aslan payı mülk sahibine kiraya aylık 263 bin TL (Mustafa M. BILDIRCIN-Birgün)

Yurttaşlara, “Ucuz et” satma iddiasındaki Et ve Süt Kurumu’nun Ankara’daki Genel Müdürlük binasının aylık kirasının 293 bin TL olduğu öğrenildi. TBMM KİT Komisyonu’nda kurumun ödediği kira tutarını eleştiren CHP’li Tuncer, “Bu para kimlere ödeniyor?” diye sordu.

Kamu varlıklarını satıp kiralama yoluna giden iktidarın yüksek kira harcamaları, Et ve Süt Kurumu Genel Müdürlüğü’nün Ankara’daki binası için ödenen kira tutarı ile bir kez daha ortaya konuldu. Kurumun, Çukurambar semtinde bulunan binası için aylık 293 bin TL kira ödendiği öğrenildi.

Önceki gün toplanan TBMM KİT Komisyonu’nda, Et ve Süt Kurumu Genel Müdürlüğü’nün mali hesapları masaya yatırıldı. Toplantıya damga vuran konu ise kurumun Ankara’daki binasının kirası oldu.

YILLIK KİRA 4 MİLYON TL

Ankara’nın Çukurambar semtinde bulunan Et ve Süt Kurumu Genel Müdürlüğü binasının aylık kirasının 293 bin TL olduğu açığa çıktı.

TBMM KİT Komisyonu’nda söz alan CHP Milletvekili Mustafa Tuncer, kurumun yıllık kirasının 4 milyona yaklaştığını ifade ederek, “Kurum 10 yıldır bu binada. Bu sürede ödenen kira 35 milyon TL’ye yaklaştı” dedi. Et ve Süt Kurumu’nun kendisine ait bir binası olmamasını eleştiren Tuncer, “Yaklaşık on senedir kiradalar, devasa kira bedelleri ödüyorlar. 2020 yılında KDV dahil 292 bin 640 TL aylık kira ödeniyor” diye konuştu.

KURUM HEP OYALANMIŞ

CHP’li Tuncer, kira için ödenen para ile yeni hizmet binaları yapılabileceğini vurgulayarak, şunları söyledi: “Bu ödenen kira parasıyla bu kuruma kaç tane hizmet binası yapardı ama maalesef bugüne kadar siyasi otoriteye yazılan yazılara dönüş olmamış. Kurum hep oyalanmış. İşte, ‘Arsanız neresi?’ denmiş, kurum, ‘Şurası’ demiş. ‘Orası olmaz, öbür arsa olsun, şu olsun, bu olsun’ derken bir arsa tahsisi yapılmış. Sayılar bugüne güncellendiğinde 35 milyon TL’yi kurum sadece kira olarak vermiş. Bu kiralar kimlere ödeniyor?’’

ELEŞTİRİYE YANIT GELMEDİ

Komisyonda bulunan Et ve Süt Kurumu Genel Müdürü Osman Uzun, CHP’li Tuncer’in kurumun ödediği kira tutarına ilişkin eleştirilere yanıt vermedi. Uzun, komisyon üyelerinin sorularını yazılı olarak yanıtlayacağını bildirdi.

4) Makamda film ve futbol keyfi - (Nurcan Gökdemir-Birgün)

Bir bakanlıktaki bakan, müsteşar ve danışman odalarındaki televizyonlara “süper lig”, “film” ve “şampiyonlar” paketleri satın alındı. Bakanlık, bu paketlerin görev alanları ile ilgili olduğunu ve televizyonların bulunduğu odalarda misafir ağırlandığı savunmasını yaptı.

İktidarın tasarruf çağrılarının sadece yurttaşları kapsadığının hemen her gün küçük ya da büyük tutarlı örnekleri ortaya çıkıyor. Bir bakanlık, “Görev ve yetki alanımızla ilgili, misafirlerimiz oluyor” savunmasıyla bakan, müsteşar ve danışman odalarındaki televizyonlar için “süper lig”, “film” ve “şampiyonlar” paketleri satın aldı.

Sayıştay denetçileri, bir bakanlıktaki denetimleri sırasında bakan ve müsteşar makam odaları ile danışman odalarındaki televizyonlara “sporsever, belgesel, çocuk, müzik ve eğlence, haber ve dünya paketleri” ile “süper lig”, “film” ve “şampiyonlar” paketleri satın alındığını ve bunların abonelik bedellerinin de bütçeden ödendiğini tespit etti.

Bu tespit üzerine başlayan hesap yargılaması sonucunda ortaya çıkan kamu zararının sorumlulara ödettirilmesi kararlaştırıldı. Ancak sorumlulardan biri olan özel kalem müdürü kararı temyiz edince yeniden yargılama yapıldı ve bu kez yapılan savunma kabul edilerek kamu zararı oluşmadığına, bedelin tahsil edilmesine gerek olmadığına karar verildi.

Temyiz üzerine yapılan ve beraatle sonuçlanan ikinci yargılamada sorumluların şu savunmayı yaptığı bidirildi:

“Dijital Platform Teknoloji Hizmeti (...) alınan Bakanlık ve Müsteşarlık makam odaları ile danışman odalarında Bakanlığın randevulu ve resmi misafirlerinin ağırlandığı, Bakanlığın görev ve yetki sahasındaki sorunlar ile konuların görüşüldüğü, Bakanlığın görev alanı ile ilgili olarak Hükümetin ve Bakanlığın eğitim alanındaki çalışmaların taşra birimlerine ve kamuoyuna yansımalarının geri bildirimlerinin alınması, yaşanabilecek olası sorunlardan haberdar olunması ve anında müdahale edilmesi amacıyla söz konusu aboneliklerin yaptırıldığı…”

Bütçe Kanunu’nun bu tür harcamaları uydu haberleşme gideri olarak değerlendirdiği belirtilerek yargılama sorumlular lehine sonuçlandırıldı.

(BİRGÜN)



Müsrif hırsız! - Orhan Gökdemir / SOL

Yolsuzluk, hırsızlık suçtur, cezası kanunlarla belirlenmiştir. İsraf ise günahtır. Yaptırımı tanrıya, onun öte dünyasına bırakılmıştır. 

Kamu yöneticisi görevini kötüye kullanıp çıkar elde ediyorsa bunun adı yolsuzluktur. Kaldırılmadıysa hâlâ, kanunlarda yeri var.

Çok renkli, çok çeşitli bir suçtur. En basit basit tanımı "kamu gücünün özel çıkarlar için kötüye kullanılması” şeklinde. Ancak özel çıkar yolsuzlukta şart değil, yapılmasından maksat politik kazanç elde etmek de olabilir. Kamu görevlilerinin yapılmaması gereken işlemleri yapmaları ya da yapmaları gereken işlemleri çabuklaştırmaları karşılığı çıkar sağlamalarını böyle adlandırıyoruz. "Kamu görevlisinin maddesel ve maddesel olmayan çıkarlar için yetkisini yasal düzenlemelere aykırı biçimde kullanması"dır. Rüşveti, zimmete para geçirmeyi, “irtikap”ı, “memuriyet ve mevkiin nüfuzunu suiistimali” ve “memuriyet vazifelerini yapmama" gibi davranışların tümünü kapsar. 

Maddi çıkar olmadan yapılan çeşitleri de var. Kayırmacılık başlığı adı altında topluyoruz. Akraba kayırmacılığı (nepotizm), eş-dost kayırmacılığı (kronizm), siyasal kayırmacılık (partizanlık) gibi alt türleri, patronaj, oy ticareti, lobicilik gibi inceltilmiş biçimleri var. Hepsi birlikte yolsuzluktur, ağır suçtur.

***

Bütün bu kavramların köklerinin bir şekilde dine dayanmasını da rastlantı sayamayız. Cumhuriyetten önce gelen “dine dayalı” eski eşitsizlikçi toplumlar yolsuzlukta, rüşvette, hırsızlıkta çok ilerlemişti. Mesela nepotizm kavramı Kilise babalarının üst düzey görevlere niteliksiz yeğenlerini atamasından türemişti. Allahtan korkmayan bu ahlaksız papazlar iktidarın da ortağı olduklarından herhangi bir yaptırımla karşılaşmıyorlardı. Fakat ebleh yeğenler devleti o kadar yozlaştırdılar ki, Fransız Devriminde kellelerini giyotinle ayırıp sepetlere doldurdular. Nepotizme radikal bir reddiyedir.

“Rüşvet” ise Arapça; belli ki onlardan öğrenmişiz. Selçukluda ve Osmanlıda çok yaygındı. Bir bakıma o da Bizans bakiyesi sayılır. Osmanlıda “inşallah-maşallah” diyerek halktan ne koparıyorlarsa cebe indiriyorlardı. Çok yaygınlaşınca “bahşiş” adı altında meşrulaştırdılar. Zamanla kural oldu. Padişahlar tahta çıktıklarında ayaklanıp tatsızlık çıkarmasınlar diye Yeniçerilere rüşvet dağıtırlardı; tumturaklı adı “cülus bahşişi”dir. 

Divan şairi Fuzuli, bütün fuzuli tipler gibi Osmanlıya yazdığı kasideler karşılığında aldığı maaşla geçiniyordu. Ancak Sarayın rüşvetçi kapıkulları Fuzuli'ye 9 akçeyi vermeyi fuzuli buldular, el koydular. O da oturup bir “Şikayetname” yazdı. “Selâm verdim rüşvet değildir deyü almadılar” diye başlıyordu. Saraydaki yolsuzlukların ilk tutanağıdır ve esinini rüşvetten-yolsuzluktan almıştır. “Kanuni” Süleyman döneminde yazılmıştır, anlattığı devletin her yanını sarmış kanunsuzluktur!

Anlaşılacağı gibi İslamcıların “ecdadımız” diye ayılıp bayıldıkları Osmanlı toplumu tıpkı bugün yarattıkları ülke gibi bir rüşvet ve yolsuzluk cennetiydi. Devlete kapıkulu yazılmakta rüşvetten başka hiçbir yol ve kural yoktu. Bütün memurluklar rüşvetle dağıtılıyor, gelen memurlar da verdiği rüşveti tahsil etmek için rüşvet alıyordu. Rüşvet kapısının kapanması ancak 19. yüzyılda padişahın yetkilerini sınırlayan anayasacı hareketlerin ortaya çıkmasıyla mümkün oldu. Çünkü en büyük hırsız padişah koltuğunda oturuyordu. Bizim Meşrutiyet, Hürriyet ve Cumhuriyet davamız aynı zamanda halkın vergilerini yağmalayan hırsızları durdurma davasıdır. 

***

Anayasa ve yasa yoksa kural da yoktur. Kuralın silindiği ve yerini inancın doldurduğu toplumlar rüşvet ve yolsuzluk denizinde boğulur. Hırsız kamu yöneticisini “günah” diyerek durdurmanız mümkün değildir çünkü. O nedenle kamu yöneticilerinin görev ve yetkileri laik yasalarla etraflıca belirlenmiştir. Amaç hırsızlığa yolsuzluğu mahal verilmemesidir. 

Anayasayı, yasayı rafa kaldırdınız, hukuku sildiniz mi yolsuzluk da “israfa” dönüşür. İsraf dinseldir. “İnanç, söz ve davranışta dinin, akıl veya örfün uygun gördüğü ölçülerin dışına çıkmayı, özellikle mal veya imkânları meşru olmayan amaçlar için saçıp savurmayı” ifade eder. Yapana müsrif denir. Kamu yöneticisinin israf ettiği varlık kamunun malı olduğundan, müsrif aynı zamanda bir hırsızdır!

Yolsuzluk, hırsızlık suçtur, cezası kanunlarla belirlenmiştir. İsraf ise günahtır. Yaptırımı tanrıya, onun öte dünyasına bırakılmıştır. 

Örnek olsun; bir kamu yöneticisinin kaç uçağı, kaç lüks aracı var bilinmiyorsa buna israf diyemeyiz. Devletin bütün ihaleleri üç beş müteahhitte gidiyorsa, kamu kaynakları uyduruk vakıflara aktarılıyorsa bu israf değildir. Kamu yararına bir dernek yandaş şirketin yandaş vakfa yapacağı bağışa aracılık edip vergi kaçırıyorsa buna israf denilemez. 

Haliyle kamu yönetiminde “israf” olmaz. Yolsuzluktur o. Suçtur ve hesabını sormak yerine öte dünyaya havale ederseniz o suça ortak olursunuz. 

***

İsraf, AKP eliyle kamu yönetiminin dinselleştirilmesinin alamet-i farikası haline getirilen bir kavram. Başlarda sadece AKP kullanıyordu, sonra AKP’ye benzedikçe CHP de bu kavramı benimsedi. İsraf dolaşıma girdikçe yolsuzluk da dolaşımdan çekildi. Gelenin gideni mahkemeye değil Allah’a havale etmesinin gerekçesi yaratıldı böylece. AKP’nin arpalığı olan İstanbul Belediyesi’ni devraldıktan sonra CHP’nin tek bir suç duyurusunda bulunmamasının nedeni budur. “İsraf” deyip çıktılar işin içinden. Haliyle müsrif hırsızların cehennemde cayır cayır yanmasını ummak kaldı fukara İstanbullulara. 

İsrafa tav olursanız, ayetli-hadisli kurallara da katlanmak zorunda kalırsınız. Nitekim bu da oldu. Resmî Gazetede yayınlanan “İslami finans kuruluşlarının bağımsız denetimini yapmak üzere görevlendirilen denetçiler için etik kurallar” kutsal kitaba referanslıydı. “Bir Denetçi Allah-u Teâlâ korkusuyla hareket etmelidir” deniyordu. 

Bunlar laikliğin ölüm ilanıdır aslında. Kamu yönetiminde “israf” olmadığı gibi, dini referans da olmaz. Biri yolsuzluk, diğeri Cumhuriyetin ilkelerine saldırıdır. Ağır suçlardır ve hesabını sormak yerine öte dünyaya havale ederseniz o suçların ortağı olursunuz.

***

Kamu yönetimi hızla dinselleştiriyor. Son örneği bu yazıyı yazarken ortaya çıktı. Salgın nedeniyle belli yaşlara konulan sokağa çıkma yasağı Cuma namazı gerekçesiyle esnetilip yok sayıldı. 

İyi de bugün Cumartesi, yarın Pazar. Bu ülkede Sinagoglar da var Kiliseler de. Madem dinselleştirdin kamu yönetimini, kaldır öyleyse salgın gerekçesiyle koyduğun o uyduruk yasağı.

***

Görüyorsunuz, ülke “israf denizinde” yüzüyor. Hukuk devleti tepelendi, müsrif hırsızlar kendi çalıp kendi oynuyor. 

Ama görüyorsanız sorumluluğunuz var. “Günah” deyip tanrıya havale ettiniz mi fuzuli bir Fuzuli’ye dönüşürsünüz çünkü. Şimdi kanunsuz Kanuni’ye şikayetname yazma zamanı değil. Kalkın ayağa!

Orhan Gökdemir / SOL

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...