5 Ocak 2021 Salı

Hitler’in saflarındaki sarıklı - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

İnsan yüzünün, aklın bile tarif edemediği duyguları anlatan bir dili mi var? Mutluluğu ya da acıyı önce yüz mü dışa vuruyor?

Sinemaya sesin henüz girmediği yıllarda, Maria Falconetti sadece yüzüyle Jan Dark’ın çilesini anlatmıştı. Kilisenin yaktığı ateşler içindeki Aziz Jan Dark’ın sureti, insana uzanıp dokunma isteği uyandırıyordu.

İlber Ortaylı’nın Hüsrev Gerede’nin anılarına yazdığı önsözü okuyunca aklıma geldi. Ortaylı, “Yarı efsane olarak anlatılan, aslında oldukça gerçeği yansıtan bir olay vardır” diye başlıyor söze. Milli Mücadele’ye karşı ayaklanmaları bastırmaya çalışan Hüsrev Gerede’nin öyküsüne devam ediyor: “Gerede’de ayaklananlar kendisini yakaladığı zaman, bu seçkin zatı, güzel sıfatlı insanı, ‘asalım mı asmayalım mı’ münakaşasını yapmışlar. Bu arada Hüsrev Bey’in yüzüne sabah güneşi vurduğunda yakışıklılığından ötürü asmaya kıyamamışlardır.”

Atatürk’ün Bolu ve Düzce isyanlarının bastırılmasındaki rolü nedeniyle Gerede soyadını verdiği Hüsrev Rıdvanbegoviç, yüz güzelliğini belki de Bosnalı tarafından alıyordu.

İnönü’nün sözleri

Balkan Harbi’nde 7. Tümen’de, 1. Dünya Savaşı’nda Kafkas Ordusu’nda, Mayıs 1919’da Bandırma vapurunda Atatürk’ün yanında olan Gerede’nin söz ettiğim anıları, II. Dünya Savaşı’nın ikinci gününde göreve gittiği Berlin Büyükelçiliği (1939-1942) günlerini kapsıyor. (Hitler Almanyası’nda Berlin Sefirliği Hatıralarım - İş Bankası Yayınları - Eylül 2020)

Kuşkusuz güncel politikayla bir ilgisi var. Zira başta Erdoğan olmak üzere Saray’ın önde gelenleri, Türk Dış Politikası’nın bu dönemi üzerinden, devleti yönetenlere sık sık ağır yakıştırmalarda bulunuyor.

Okuyunca meselenin hiç de öyle olmadığını anlıyoruz.

740 sayfalık anı kitabının özeti Gerede’nin şu sözlerinde gizli:

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bana, aşağı yukarı Türkiye’nin bir savaşa girmeye henüz hazır durumda olmadığını, savunma hazırlıklarını tamamlamadan, savaş yangınına tutuşmaktan çekinmemiz gerektiğini bildirmiş, ‘Almanya ile mevcut iyi münasebetleri devam ettirmek istediğimizden, bunu kolaylaştırmaya çalışmam’ için direktif vermişti.

Gerçekten de işgalden yeni kurtulmuş, ordusunu henüz organize etmiş, yakın dönemde savaşlarda bütün birikimini yitirmiş bir devlet için savaş, yeni bir felaket demekti. Öte yandan Sevr’i yırtıp Lozan’a ulaşmış bir Türkiye için savaşın anlamlı bir nedeni de yoktu. Büyük dünya devletlerinin savaştığı koşullarda, en rasyonel politika savaşın dışında kalmaktı. Daha da önemlisi, Sovyetler Birliği dahil birçok devlet, savaşın kendi topraklarına sıçramaması için çalışıyordu. Türkiye, tarafsızlık politikasını bütün büyük başkentlere gönderdiği “tesadüfen seçilmemiş” elçiler ile kurdu.

Hitler’le ilk görüşme

Büyükelçi Gerede, Hitler ile ilk resmi görüşmesini şöyle anlatıyor:

I. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın müttefiki sıfatıyla dört savaş cephesinde askeri tetkik seyahati yapmış, Balkan Savaşı’ndan önce de Von der Goltz’un ülkemize gönderdiği değerli öğretmenlerle çalışma fırsatı bulmuş, Alman milleti ve ordusuna karşı samimi sevgi ve dostluk hissi taşıyan, yüksek meziyetlerini bilen eski bir asker olduğumu hatırlattım(…) Bir Akdeniz devleti olmanın ve Boğazlar çevresinde bulunmanın yarattığı nazik jeopolitik durumun zorlaması ile İngiltere ile ittifak ettiğimizi, fakat bu ittifakın sırf tamamiyet-i ülkiyemizi (bütünlüğümüzü) koruma amacına yönelik olduğunu, tarafsızlık politikası takip edeceğimizi, hangi taraftan gelirse gelsin, tecavüze karşı meşru savunmamızı yapmakta tereddüt etmeyeceğimizi…”

Gerede, Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’ndan koruyan dış politikayı Hitler’e bu şekilde özetliyordu. 3 yıllık görev süresi boyunca bütün görevini “Almanya’nın Türkiye’ye saldırmasını engellemek” olarak tarif ediyordu. İşin esası, bunu da başarıyordu.

Peki ayrılık?

Türkiye, savaşın yön değiştirmesiyle beraber Almanya ile denge kuran bütün politikacıları geri çekti. Gerede de bu sürecin kurbanı olarak 28 Haziran 1942’de aldığı telgrafla merkeze çağrıldı. Ortaylı durumu şöyle açıklıyor:

Savaş talihinin Almanya’nın aleyhine döndüğü zamanda, merkezi hükümet bir politik manevra yapmıştır. Bilhassa askerler arasında Mareşal Fevzi Çakmaka olduğu gibi, birtakım askerler ve birtakım diplomatların geri hizmete çekilmesi gibi bir politika takip edilmiştir.

Gerede’nin anılarında yer alan mektuplarından okuduğumuz; Naziler, bugün Saray’ın anlattığının aksine, Türkiye’deki Alman aleyhtarlığından oldukça rahatsızdı. Gerede, Hitler’le son görüşmesini şöyle aktarıyor:

Eski savaş müttefikleri dost Türkiye’nin kararsız tutumuna üzüldüklerini belirten Hitler, ‘Türkiye ile Almanya birlikte savaşa girmiş olsalardı, savaş çoktan biterdi’ dedi.

Bu geri çekilme, Gerede için acı bir kadere dönüştü. Tam 4 yıl 7 ay devletten uzak tutuldu. Hem ekonomik sıkıntılarla boğuştu hem de 24 yaşındaki oğlunu askerde kazara patlayan bir bombayla şehit verdi. Son görevi Brezilya elçiliği gibi önemsiz bir görevdi. Türkiye’nin hamurunda suyu olan savaş ve diplomasi adamı, öldüğünde kiralık bir evde oturuyordu. Eşi, evlerindeki eşyaları satmak zorunda kalmıştı.

Hitler’in saflarındaki müftü

Peki, siyasal İslamcılar?

20. yüzyılda, bir büyük devletin kucağından öbürüne savrulan siyasal İslamcılar, Nazileri de es geçmedi. Müslüman Kardeşler’in fikir babası, bir zaman İngilizler için çalışırken Yahudilere karşı Nazilerin hizmetine giren Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni de Gerede’nin anılarında yer buluyor:

Hitler, Reichstag’a (Alman Meclisi) Nazilerin bir ağızdan söyledikleri şarkı sesleri arasında, 6 Ekim günü mağrur ve muzaffer bir eda ile girmişti. O gün orada, gözüme ilişen bir sarıklının kim olduğunu sormuş, Kudüs Müftüsü olduğunu öğrenmiştim.”

Sakalını keserek sahte pasaportla Kudüs’ten kaçan, Hitler’in “Haydar” adında gizli bir Müslüman olduğunu savunarak Nazi saflarında savaşa çağıran Hüseyni ile Gerede daha sonra da karşılaşıyor:

Hüseyni’nin, dünyanın bu bölgesinde, politika alanında hayalperest olmaktan çok, gerçekçi bir adam olarak belirdiğini söyleyen Hitler, müftünün ince bedeni ve fare gibi haline rağmen, sarı saçlı ve mavi gözlü oluşunun, ecdadı arasında Aryen bulunduğunu gösterdiğini söylüyordu.”

Hayal kırıklığı mı çile mi? Bir zaman düşmanlarının kıyamadığı Gerede’nin fotoğraflarında zaman içinde derin çizgiler belirmiş gibi. Eminim o yüz, bugünden geçmişe parmak sallayanlara çok şey anlatıyor. 

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

3 Ocak 2021 Pazar

2020’de dağ taş satılığa çıkarıldı - Özgür Gürbüz / BİRGÜN

 

Büyüyen ekonomik kriz, 2020 yılında doğa talanını da artırdı. Canlıların yaşamı için hayati öneme sahip alanlar, özel ve kamu şirketlerinin faaliyet alanına dönüşürken, torba kanunlara sıkıştırılan maddelerle çevre koruma mücadelesi zorlaştırıldı. Doğa için direnenler ise 2020’de de pes etmedi, Türkiye’nin her yeri çevre koruma mücadelesine sahne oldu.

Doğayı ‘satılacaklar listesi’ne ekleyen hükümet, 2020 yılında madenler başta olmak üzere birçok doğal varlığı yıkım projelerine açtı. 2019 yılında Kazdağları’ndaki altın madeni projesinin yol açtığı hasar tüm Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı. Maden projeleri 2020’de de tepki toplamaya devam etti.

Ordu’nun Fatsa ilçesine 10 kilometre mesafedeki altın madenini, kestane ormanı ve fındık bahçelerini yok etme pahasına genişletme çalışmaları; Limak Holding’e kalker ocağı için verilen bedelsiz hazine arazisi; Bursa Kirazlıyayla’da halkın karşı çıkmasına rağmen genişletilmek istenen bakır madeni Türkiye’nin “maden politikasını” ortaya koyan örneklerden bazılarıydı.

TEMA Vakfı’nın Muğla’nın yüzde 59’unun maden ruhsatına sahip olduğunu gösteren raporu, Türkiye’de hukuk ve bilim temelinden ne kadar uzaklaştığını da gösterdi. Kazdağları ve Muğla’nın madene feda edilmesinin istisna olmadığı diğer illerden gelen benzer haberlerle anlaşıldı.

Doğal varlıklar, su kaynakları, tarım ve insan sağlığı, yeni maden yasaları karşısında hep kaybedeni oynuyor. İhtiyaca veya hangisinin yaşam için daha önemli olduğuna bakılmaksızın maden olan her yer şirketler aracılığıyla talana açılıyor. Başta maden tehlikesiyle karşı karşıya kalanlar olmak üzere, bu tehlikeye karşı çıkanların sesi ise giderek artıyor. Maden firmaları ise çevreciler hakkında karalama kampanyaları yürüterek itirazları bastırmayı deniyor.

HASANKEYF SULAR ALTINDA

Türkiye’nin en yüksek elektrik talebinin, kurulu gücün yarısı seviyesinde olmasına rağmen durmayan yeni enerji santral inşaatları, 2020’de doğayı değil dünya tarihini de yok etti. Mayıs ayında açılan Ilısu Barajı, tarihi 12 bin yıl öncesine uzanan Hasankeyf’i sular altında bıraktı. Plan aşamasından beri yapılan tüm uyarılara rağmen devam ettirilen baraj projesi, bir dünya mirasını yok ederek muhtemelen dünyanın en büyük tarihi yıkımına yol açan barajlarından biri oldu. Başta Karadeniz bölgesi olmak üzere HES’lerle ilgili şikâyetler ve protestolar da zaman zaman Türkiye’nin gündemine geldi. Kars’ın Sarıkamış ilçesi Karakurt köyü, baraj suyunun yükselmesi nedeniyle sular altında kaldı. Artvin’de iptal edilen Hanlı HES projesine yeniden ‘Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED)gerekli değildir’ kararı verilmesi üzerine bölge halkı kararı yeniden yargıya taşıdı.

Ocak başında filtresiz çalışan termik santrallardan beş tanesi kamuoyu baskısı nedeniyle tamamen, bir tanesi de kısmen kapatılmıştı. 8 Haziran 2020’de bu santrallar yeniden açıldı ancak taahhüt edilen filtreleme sistemlerinin eksik ve yetersiz olduğuna dair ciddi itirazlar var. Santrallara yakın oturan insanlar hava kirliliğinden şikâyetçi olmaya devam ediyor. Temiz Hava Hakkı’nın açıkladığı “Kara Rapor 2020”, yeterli veri olan 51 ilin yüzde 98’inde hava kirliliği verilerinin (PM10) Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) sınır değerlerinin üzerinde gerçekleştiğini açıkladı.

KURAKLIK KRONİK SORUN

Termik santralların filtrelerinin durduramadığı iklim krizi ise başta kömür olmak üzere petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların tüketilmesiyle daha büyük bir sorun haline geliyor. Paris Anlaşması’na taraf olmayan yedi ülkeden biri olan Türkiye, seragazı emisyonlarının 31 Mart’ta açıklanan 2018 yılı envanterine göre 520 milyon tona (CO2 eşdeğeri) ulaştığını açıkladı. 2005 yılında bu rakam 337 milyon tondu. 2018 yılı emisyonlarının yüzde 71’i enerji kaynaklı.

İklim krizini durdurmak için bir politika geliştirmeyen Türkiye, krizin etkilerini ise her yıl daha şiddetli bir şekilde hissediyor. Kuraklık ve beraberinde görülen susuzluk neredeyse her bölgede kronik bir sorun halini alırken sayısı ve şiddeti artan aşırı hava olayları Giresun’dan Antalya’ya kadar birçok ilde can ve mal kaybına yol açtı.

Başta iklim krizi olmak üzere, enerji kaynaklı sorunların çözümü için önerilen jeotermal ve biyokütle enerji gibi yenilenebilir enerji kaynakları, Türkiye’nin birçok ilinde sorunun adı oldu. ÇED süreçleri gerektiğince yapılmayan, kümülatif etkileri ve halkın istekleri dikkate alınmadan hayata geçirilen Jeotermal Enerji Santralları (JES), başta Aydın olmak üzere pek çok yerde “istenmeyen enerji” ilan edildi. Tarımla geçinen köylüler, Ege bölgesinde sayıları giderek artan JES’lere ürünlerinin kalitesini ve üretim miktarını etkilediği için karşı çıkıyor. Aydın’ın Beyköy ve Kuyucular mahallerinde köylüler jandarmayla karşı karşıya gelirken İzmir’in Seferihisar ilçesine bağlı Orhanlı köyünde de köylüler jeotermal enerjiye karşı dava açmaya hazırlanıyor.

Biyokütle santralları da 2020’de itirazlarla karşılaşan enerji türlerinden biri oldu. Manisa Salihli’nin Çapaklı Mahallesi’ne yapılmak istenen biyogaz santralına karşı köylüler yolu kapattı, gözaltına alınanlar oldu.

YÜREKLER YANGIN YERİ

İklim kriziyle daha büyük bir sorun haline geleceği tahmin edilen orman yangınları 2020 yılında da herkesin yüreğini yangın yerine çevirdi. Resmi rakamlara göre Türkiye’de geçen yıl bin 702 orman yangını meydana geldi. Toplam 12 bin 806 hektar alan zarar gördü. Hatay Belen'de meydana gelen yangın, 2020’nin en çok konuşulan yangınlarından biri oldu. Yerleşim yerlerine ulaşan yangın, 33 saat sonra kontrol altına alınabildi. Yangın bölgesinde bir maden projesi olduğu gazete haberlerine yansıdı.

Son yıllarda doğaseverlerin ve turistlerin gözde mekanlarından biri haline gelen, beyaz kumları ve turkuaz rengi suyuyla ünlenen Burdur’daki Salda Gölü, 2020’de yapılaşma projelerinin odağı oldu. Tepkiler nedeniyle “Salda Gölü Özel Çevre Koruma Projesi içinde herhangi bir betonarme yapı asla olmayacak, çivi dahi çakılmayacaktır” açıklamasını yapan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, göl kenarına değil ama kıyıdan 500 metre uzağa bungalov ahşap evler yerleştirdi.

DÖRT KAT FAZLA FİYAT

Türkiye’nin Mersin ve Sinop’a nükleer santral kurma isteği sürüyor. Akkuyu’da Rus devlet şirketi Rosatom tarafından yapımı sürdürülen santralın ikinci ünitesinin yapımına da başlandı. 2019 yılı rüzgar santralı ihalelerinde ortaya çıkan fiyatın 3,5 dolar olmasına karşın Türkiye’de 15 yıl için 12,3 dolar üzerinden alım garantisi verilen santral tamamlanırsa, köprü projelerinde olduğu gibi Türkiye’yi ciddi bir mali yükün altında bırakacak.

AKP deprem riski, radyoaktif atık sorunuyla ilgili kayda değer bir gelişme olmaması ve kaza olasılığı nedeniyle halkın istemediğini açıkça belirtmesine karşın Sinop’taki projeyi de ayakta tutmaya çalışıyor. Japonya’nın Sinop'taki projenin maliyetinin yüksekliğini ve hükümetin bu maliyeti karşılamak istememesini gerekçe göstererek çekilmesiyle havada kalan proje, hükümetçe sürdürülmeye çalışılıyor. Ortada kamuoyuna açıklanan bir şirket olmamasına ve ÇED sürecindeki halkın katılımı toplantısına Sinop milletvekilleri ile belediye başkanlarının da aralarında olduğu onlarca Sinop'lunun alınmamasına rağmen proje devam ettirilmeye çalışılıyor.

Nedendir bilinmez ama ‘yangından mal kaçırırcasına’, hukuki süreçlerin bile tamamlanmasını beklemeden yürütülen yıkım projeleri, 2021 yılına da damgasını vurmaya aday. Çevreciler ve doğaseverlerle, toprağına sahip çıkmak isteyenlere her zamankinden daha büyük bir iş düşüyor.

Özgür Gürbüz / BİRGÜN

Unutulan yazar Koçetov - ÇAĞLAR AKYÜZ / SOL

 Koçetov, Yerşov ailesi üzerinden yine sosyalizme inanan, sosyalist anavatanı savunan işçileri anlatır. Jurbinler’de karşımıza çıkmayan 'yeni tip' insanları, Yerşov Kardeşler'de görürüz.

Çevirmen Ahmet Açan’ın uzun zamandır çevirisine emek verdiği Vsevolod Koçetov’un iki eseri Jurbinler ve Yerşov Kardeşler kısa süre önce yayımlandı. 

Jurbinler yaklaşık bir yıl önce Yordam Kitap tarafından basılırken Ahmet Açan, Yerşov Kardeşler’i e-kitap formatında ücretsiz olarak yayınladı.

Bir kitapsever olarak, Koçetov ve eserlerini daha öncesinde hiç duymamıştım. Ahmet Açan da bu eserlere, gazeteci Feliks Çuyev'in Stalin’in eski Ulaştırma Halk Komiseri Kaganoviç ile yaptığı söyleşilerden oluşan Böyle Buyurdu Kaganoviç kitabını çevirirken rastladığını ifade eder. Kaganoviç ise kitabı, “Jurbinler evet, işçi sınıfını anlatır. Fakat onu tamamen sildiler, Koçetov’u. Artık kimsenin hatırlamadığı bir roman bu ama devrimci işçi sınıfını anlatan yegâne romandır” diye tarif eder. Bu rastlantılar sonucunda Koçetov’un eserleri ilk defa Türkçeye çevrilir.

Koçetov kitabında, 2. Dünya Savaşı sonrası zafer kazanan fakat milyonlarca insanını kaybeden ve ülkesi harap olan SSCB’nin çok kısa süre içerisinde ayağa kalkmasını ele alırken, bunu da küçük bir şehrin gemi fabrikası ve o fabrikanın üç kuşak boyunca işçisi olan Jurbin ailesi üzerinden anlatır. İşçi sınıfının emek ve yurtseverlik kavramlarını nasıl içselleştirdiğini, aslında işçilerin iktidarının işyerlerinden başlayarak nasıl uygulandığını sade dil ve akıcı bir hikâyeyle gösterir.

İlya, Vitya, Kostya,  Alyoşa, Antoşa,  Vasya, Lidya, Zina ve tabii Matyev Dede başta olmak üzere tüm karakterlerin sevincini, hüzünlerini ve dertlerini büyük bir umutla bize aktarır. Jurbin ailesi üzerinden yurtseverlik, tevazu, ilerleme ve yeni kurulan Sovyet düzeninin insan ilişkilerine getirdiği yenilikler, kafa-kol emeği arasındaki gerginlik, erkek işçilerin kadınlara duyduğu önyargılar ve bunlara karşı yeni bir dünya ve yeni bir insan yaratmaya çalışan öncü işçilerin kavgası okurları heyecanlandırır diyebiliriz.

Koçetov, komünizme ve işçi sınıfına olan inancını romana büyük bir ustalıkla yansıtır. Jurbinler “Sosyalizmde toplumsal ilişkiler nasıl olur?” sorusuna âdeta bir cevap niteliği taşır. 1952 yılında basılan roman yoğun ilgiyle karşılanır. 1954 yılında sinemaya uyarlanan kitap, Cannes Film Festivali’nde 16 oyuncusuna birden en iyi erkek ve kadın oyuncu ödüllerini kazandırmakla kalmayıp birçok dile de çevrilir, Dzerjinski romanın operasını besteler, roman sahneye de uyarlanırken Moskova Mayakovski Tiyatrosu ve Leningrad Puşkin Drama Tiyatrosu tarafından yıllarca sahnelenir.

Jurbinler romanıyla Koçetov, tüm Sovyetler Birliği’nde öylesine meşhur olur ki doğduğu kent olan Novgorad’da bir sokağa ve mahalleye ismi verilir, heykeli dikilir, hatta dev bir okyanus gemisi de onun adını taşır. Ama Koçetov sonrasında unutulur ve ismi neredeyse SSCB’den tamamıyla silinmek istenir.

Koçetov’un aniden dışlanmasının arkasında SBKP’nin meşhur 20. Kongresi’nin hem ülke içinde hem de dünya komünist hareketinde yarattığı sonuçlar vardır. Koçetov, kongreden sonra oluşan “küfür” korosuna katılmaz ve bununla kalmayarak bu sonuçların yarattığı sonuçların tehlikesine dikkat çeker. Koçetov, bu sonuçların Sovyetler Birliği yurttaşlarında yarattığı şaşkınlık ve tartışmayı ise Yerşov Kardeşler romanında işler. Yerşov Kardeşler, bu anlamda âdeta destalinizasyon dönemine bir tepki ve karşı çıkış olur. Böyle olunca partiye egemen olan Kruşçev’in hışmına uğrayarak ismi ve eserleri unutturulma yoluna girişilir.

Yerşov Kardeşler de tıpkı Jurbinler gibi bir aile romanıdır. Yine bir taşra şehrinde fabrikada çalışan bir aile ve çevresinde yaşananları işler. Jurbinler romanında gördüğümüz ustalık, bu romanda daha fazla kendini hissettirir. Koçetov, romanın her karakterini derinlemesine işleyerek onların tüm yaşamlarını çok güzel bir akıcılıkla ortaya koyar.

Koçetov, Yerşov ailesi üzerinden yine sosyalizme inanan, sosyalist anavatanı savunan, çalışkan, dürüst, tevazu sahibi işçileri anlatır. Fakat Jurbinler’de karşımıza çıkmayan “yeni tip” insanları, bu romanında görürüz. 20. Kongre’nin Stalin dönemini eleştiriye açması, aslında bir süredir ortaya çıkmayan bazı düşüncelerin kendisini göstermeye başlamasına yol açarken. SSCB’de bireyciliğin olmaması, merkezi yapının insanların bazı hünerlerini göstermesinin önünde engel olduğu gibi tezler kimi çevrelerde dillenmeye başlar. Romanda bu karakterlerin ortak özelliği ise kariyerist olmalarıdır. Bu karakterler, fabrika ve yönetimde söz sahibi olan işçileri küçümser ve kapıldıkları hırsla kariyerist eğilimlerini daha da ortaya çıkarmaya başlarlar.

Bu karakterlerden en fazla dikkat çekense Orleantsev olur. Kötü ve kirlenmiş geçmişini temize çıkarmak için Moskova’dan gelen bu mühendis, bazı hünerleri ve aldatmacaları ile bir çevre kurar. Bu çevre ile partide, şehirde, fabrikada, şehir tiyatrosunda ve gazetesinde önemli yerlerdeki bazı kişileri hedef almaya başlar. Hedef aldığı kişilerin ortak yönü ise sosyalizme ve Stalin’e olan inançlarıdır. Orleantsev’in bunu yaparken arkasına aldığı güç ise 20. Kongre’nin yarattığı hava ve Moskova’da Stalincileri tasfiye etmek için fırsat kollayan yöneticiler olur.

Yazar, Orleantsev karakteri ile Stalin karşıtlarının bulunduğu ruh halini resmeder: Uzun zamandır baş göstermeyen karşıdevrimci düşüncelerin dillenmesi, kendine karşı çıkan olduğunda onları geri kafalı, eskide kalmış, nostaljik Bolşevik hikâyelere takılmış insanlar olarak yaftalaması ve bunlar zayıf kalmışsa de kongrenin kişi kültüne karşı açtığı savaşı savunduğunu iddia etmesi…  Orleantsev, emperyalizmin SSCB’ye ideolojik saldırılarından beslenir. Krusçev ve yanlılarının oluşturduğu politik saldırının vücut bulmuş halini yansıtır bize.

Kitabın sonunda ise Yerşov Kardeşler ve diğer partililerin sabırla savaşmaları ile Orleantsev alt edilir. Devrimciler kazanırken, kariyeristler bir tokat yer ama bu, Orleantsev gibilerin ülke çapında yayılmasını engelleyemez. Yazar, Orleantsevciliğin sinsi bir virüs gibi partiye ve ülkeye nasıl yayılmaya başladığını, roman boyunca arka planda incelikle gösterir.

Koçetov inançlı bir komünist yazar olarak iki eserinde de sosyalist bir ülkede örgütlü işçilerin üretimini, sosyal yaşamlarını ve partiye katkılarını büyük bir ustalık ve heyecanla okura aktarır. “Reel sosyalizmde siyasi iklim nasıl olur”, “İşçiler nasıl yaşar” ve “Gündelik yaşam nasıl şekillenir” sorularına cevaplar verir. Bunu yaparken de Stalin’e karşı yapılan ideolojik saldırıya cüretkâr bir yanıt verir. 

ÇAĞLAR AKYÜZ / SOL                 

                                                            ***

Sosyalizm ve Edebiyat: Jurbinler - ÖZGÜR KALİM / SOL (17/05/2020)

Jurbinler, çağının sosyalist düzenini ustalıkla ve oldukça canlı tasvir ediyor. Bunu bilen ve becermiş bir yazar olarak Koçetov’a ve onun Jurbinler'i şahsında, bir zamanlar emekçi sınıfların ortak ülküsünü gerçekleştirmiş onurlu Sovyet emekçilerine şükranlarımızı sunmamız gerekiyor.

Sanatın ve insan toplumunun tarihi öylesine iç içe geçmiştir ki, tekil olarak, herhangi birinin geçmişine, değişimine ve gelişimine bakmak koşulsuz olarak diğerinin de aynı özelliklerini görmemize olanak sağlıyor. Elbette ki sanatın, toplumdan bağımsız bir geçmişi ve gelişimi olmadığını kaydederek.

Edebiyat; şiir, roman, öykü türleri gibi bütün kategorileri de dâhil olmak üzere, çeşitli dönemlere ayrılır ve sınıflamalara tabii tutulur. Bu tarihlendirme, dönemlere ayırma ve sınıflandırma işlemi tek başına edebiyata özgü değildir. 

Dönemlere ayırma ve sınıflandırma olgusu, kuşkusuz, ilk paragraftaki önermeye, onu akılda tutmaya yönelik bir vurgudur. Nitekim ele alınan dönemlerde ortaya konulmuş ürün ve üretimler, okuyucuya, söz konusu tarihsel dönemin panoramasını sunar.

Rus edebiyatı da bu önermeye tabiidir ve onun, özgün üretimleri sayesinde Rus toplumunun yaşantısı aydınlığa kavuşmaktadır. Bana sorarsanız iyi edebiyat için bu tür bir arka plan olmazsa olmazdır.

Yalnızca, 19 ve 20. yy olarak, iki ayrı tarihle değil; klasik, romantik, realist vb. akımlarla da sınıflandırmanın yetmediği; Puşkin ile başlayıp Gogol, Çernişevski, Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev, Gonçarov, Çehov ile devam eden; Gorki’ye, Mayakovski’ye, Şolohov’a, Gladkov’a, Ehrenburg’a, Koçetov’a uzanan ve daha onlarcasının şahsında, geniş yelpazedeki üretimleriyle, hayranlık uyandırıcı bir çeşitliliğe ve göz kamaştırıcı bir zenginliğe sahip olan bu edebiyat geleneğinin Sovyet-çağdaş dönemi, hakkında az şey bilinen, belki de unutturulmaya çalışılan, dönemlerden biri.

Bu dönem, emekçi sınıfların siyasi iktidarı elinde bulundurduğu, toplumsal eşitliğin emsalsiz bir örneğinin hayata geçirildiği; insanlığın, prangalarından kurtulduğu, tam anlamıyla, tarih öncesi serüvenini arkada bıraktığı bir kuruluş ve varoluş dönemiydi. Aynı zamanda bu dönem, Sovyetler Birliği'nin savaş, sabotaj, yalan ve kara propagandalara karşı, tepeden tırnağa örgütlü ve cansiperane, vakur bir direniş sergilediği dönemdi. 

Devrimine sahip çıkan milyonlar kadar onu boğmak isteyenlerle de doluydu tarihin ilk işçi devleti.

Bu girizgâhtan sonra, amacımın, elbette bütün bir Rus edebiyatının röntgenini çekmek olmadığını belirtmek isterim. Bu yazıdaki maksadım, 19. yüzyılın entelektüel mirası ve 20. yüzyıldaki köklü ve büyük değişimlerinin ışığında, bir Sovyet romanından, kısmi yönleriyle, bahsetmek.

Söz konusu roman Vsevelod Koçetev’un (1912-1973) Jurbinler adlı romanı. Hakkında bir şeyler öğrenebileceğimiz Türkçe bir kaynak neredeyse yok. Yalnızca, Jurbinler’i Türkçe'ye kazandıran çevirmenin (Ahmet Açan), yazar ile ilgili yapılmış bir değerlendirmeyi içeren, çevirisi var. Sadece şunu yinelemekte fayda var: sosyalist gerçekçiliği yetkin bir teknik kurgu ve dille sanat eserine dönüştürmüş, döneminin ünlü isimlerinden biridir Koçetov. Sıradan insanı içinde bulunduğu toplumsal koşullarla kavrayan tarzı, dilindeki sadelik ve başarılı kurgu tekniği Rus edebiyatının tarihsel mirasını fazlasıyla taşıyor.

Bir taraftan tıpkı Yüzyıllık Yalnızlık'taki gibi bir kuşaklar öyküsü –fakat kuşaklar arasındaki geçiş derinlemesine detaylandırılıp bir tarih anlatısına dönüşmüyor- diğer taraftan devrimini yapmış muzaffer bir sınıfın; özverili yaşam mücadelesi, sevgi dolu aile yaşantısı ve siyasal uyanıklığını anlatan, destan kadar lirik bir anlatım çıkıyor karşınıza. Bu lirizm elbette, kendinizi, o mücadelenin ve tarihin bir parçası hissettiğinizde, romandaki karakterlerle duygudaşlık kurduğunuzda kendini daha da hissettiriyor. Adeta bir ütopyayı yaşıyorsunuz roman boyunca fakat şunu kesinlikle belirtmek gerekiyor: Jurbinler, gerek aile yaşantılarında gerek iş yaşamlarında çizdikleri profil ile hiç de gerçekçi olmayan, abartılı ifadelerle anlatılmıyor. Kitapta ne işitip ne okuyorsanız, baştan aşağı, sosyalist insanın tevazuunu, fedakârlığını ve sevecenliği görüyorsunuz. 

İşçiler inşa edecekleri gemileri bahçelerindeki havuzda yüzdürecekmiş gibi kendilerine ait hissediyorlar. İşini iyi yapmayan görmezden gelinmiyor, yoldaşça sorumlulukları hatırlatılıyor. Bir ev sahibi olmak için on yıllarca süren borçlara girmelerine gerek yok, fabrika yönetimi, ihtiyacı olanları belirleyerek onlara ihtiyaçlarına göre bir konut tahsis ediyor. Sovyet vatandaşları yaşlarına bakılmaksızın her türlü eğitime kolaylıkla erişebiliyor. Bunun için binlerce lira harcamalarına gerek kalmıyor. Eğitimli olmak sınıf atlama hayallerinin bir aracı değil, bir yurttaş sorumluluğu, bir entelektüel tatmin istenci. Üretimin yeni tekniklerle sürekli olarak geliştirilmesi ödüllerle teşvik ediliyor. Özetle insanı yormayan bitmez tükenmez bir enerjiyle yaşıyorlar hayatı, Jurbinler.

Bu anlatı kimine ütopik, kimine de spekülatif gelebilir, ancak bunların çok temel insani motivasyonlar olduğunu, Sovyetler Birliği'nin, vatandaşları için, bunlardan çok çok daha fazlasını yaptığını biliyoruz. Şüpheleri olanlar tarih bilimiyle irtibata geçebilirler. 

Romandan devam edelim… Jurbinler'in en yaşlı üyesi; 1905 devrimini görmüş, devrimci mücadeleye katılmış, Matvey Dede, fabrika müdürünün yanına gidip, ona, yaşamına bir komüniste yakışırcasına düzen vermesi gerektiğini söyleyebiliyor. Yine söz konusu müdür, çok yaşlandığı için sorumlu olduğu işinde fazlaca hatalar yapmaya başlayan dedeyi onu gücendirmeyecek bir yöntemle başka bir işte görevlendirebiliyor. Romanın sonlarına doğru, kentte başlayan fırtına, kısa sürede, fabrikada büyük zararlar açabilecek bir seviyeye geliyor. Fabrikada bulunan nöbetçi işçiler hemen acil durum prosedürünü devreye sokarak müdahaleye başlıyor. Geminin yan yatmaması için halatlar bağlanıyor, kaynaklar yapılıyor, herkes - kesinlikle ne yapacaklarını bilmez bir vaziyette değil- bir şeyler yapmaya çalışıyor. Evlerindeki işçiler haberi alır almaz sıcacık yataklarından kalkıp fabrikaya koşuyor, çalışmalara katılıyor. Jurbinler'in her bir üyesi de, tehlikeye aldırmadan, ellerinden geleni yapmak için fabrikaya koşanlardan oluyor. Yazar bu bölümün anlatımını o kadar canlı yapıyor ki kendinizi o anın içinde, telaştan eli ayağına dolaşan acemi bir işçi halinde görüyorsunuz. İşçiler, bütün bir gece boyunca, evlerinde çıkmış bir yangına müdahale eder gibi canla başla çalışmalara katılıyor, fırtına etkisini kaybedip su seviyesi düşünce ancak o zaman rahat bir nefes alıyorlar. 

Bu sekans karşısında kitabı okumaya ara verip düşündüm. Sosyalizm, böylesine bir sahiplenişi ve özveriyi bu insanlar üstünde nasıl sağlayabilmişti? Sonra, kitabı okumaya başlamadan kısa bir zaman içinde izlediğim, Muzaffer Hiçdurmaz’ın yönetmenliğini yaptığı, 1987 yapımı Çark filmi aklıma geliverdi. Başrolünde Tarık Akan’ın olduğu film, önce, cam atölyesinde çalışan bir grup işçinin, işten çıkarılmasıyla başlıyor, ardından -işsizlik o kadar fazla ki- bir süre işsiz kaldıktan sonra bir deri fabrikasında tekrar iş bulmalarıyla devam ediyor. Gerek iş arama süreçlerinde gerekse de buldukları yeni işlerinde karşılaştıkları şeyler onları şaşkına uğratıyor. İşçilerin kendi aralarında konuşmalarına kötü gözle bakılıyor, başlarında sürekli olarak, onları denetleyen, muhafız işçiler bulunduruluyor. İş yasası değişmiş, grev yapan işçiler çeşitli oyunlarla engelleniyor ya da grevleri etkisiz hale getiriliyor. Burada, hiç unutamadığım, beni derinden etkileyen bir repliği aktarmak isterim: “Grev edilmiş fabrikada, hiç, yeni işçi çalıştırılır mı? Olacak iş değil, bu kadar da olmaz ki!” Bu şaşkınlık hali, aslında, giderek daha da vahşileşen bir kapitalist sömürünün işçiler üzerindeki karmaşık duygularından biri. Filmi izlemeyenler varsa, çalışma ortamını ve şartlarını tarif edecek sözcük bulmakta güçlük çektiğimi söylemeliyim. Uzun çalışma saatleri, kısa yemek ve dinlenme molaları, işçilerle kurulan hayvani iletişim, sağlıksız çalışma ortamı, ardı ardına yaşanan iş cinayetleri… Bir işçi - kendinizi yerine koyun- neden böyle bir fabrika için özveri ve fedakârlıkta bulunsun ki. 

En ağır fabrika koşullarından, mobbingle dolu plaza yaşamına kadar hayatlarımızın büyük bir kısmının geçtiği iş yerlerinde, yaşamı yeniden üretmek zorunda olduğumuz çalışma pratiğimiz süresince; ürettiklerimize yabancılaşmış, çalışma ortamımıza yabancılaşmış, her türlü insani ilişkiye yabancılaşmış; nefret dolu, sürekli canı sıkılan insanlar oluveriyoruz. Bir tarafta 1950’lerin Sovyetler Birliği, diğer tarafta 1987 Türkiye’si var. Aslında bu karşılaştırma, iki ülke arasında bir kıyaslama değil sosyalizm ile kapitalizm arasındaki kıyaslamadır. 

Dehşet verici bu karşılaştırmayı bırakıp devam edersek, romanda; mühendis olan ya da eğitim almış işçilerle, gemi inşasını deneyimleriyle yürüten eğitimsiz içiler arasındaki ilişki de, yani kafa ve kol emeği arasında diyebileceğimiz ilişki de, çok az hissedilir olmakla birlikte hâlâ varlığını gösteren karşıtlığı da görebiliyoruz.  Ancak ne “deneyimli işçiler” eğitimli işçilerin okumuşluğuna dudak kıvırıyor, ne de eğitimli işçiler diğerlerinin yaptığı işi kaba ve küçümseyici buluyor. Her iki emek kategorisinin mensupları da birbirlerinin bilgisine sık sık başvuruyor. Karşılıklı bir öğreticilik, kurdukları ilişkide öne çıkan etmen oluyor. 

Ücret ve çeşitli haklar açısından ise, söylemeye gerek yok, hiçbir farklılık söz konusu değil. Kapitalizm, eğitimli iş gücüne, onunla aynı işi yapmasına rağmen, görece, eğitimsiz bir işçiden daha fazla ücret ödüyor. Yine aynı işi yapmasına rağmen, bir kadın işçiye, erkek işçiye verdiği ücretten daha azını veriyor. Gerek aile ve özel yaşamında, gerekse iş yaşamında kadınla erkek arasındaki ilişki; eşit, özgür, samimi ve dürüst ve de bireyi ilerletici bir çerçevede kurulmakla beraber, eski toplumsal cinsiyet rollerinin kırıntılarını da gözlemleyebiliyoruz. Romandaki, kadın-erkek ve kafa-kol emeği arsındaki ilişki, iki öğe olarak, bırakalım 1987 Türkiye’sini, 2020 Türkiye’si ile bile kıyaslandığında çağımızın çok ötesinde bir gelişmişlikte kalıyor.

Konuşması kolay… Avrupa’nın siyasi ve dini anlamda en gerici ülkesi olarak adlandırılan Rusya’da, önce imparatorluk, ardından burjuva sahtekârlığı yerle bir edilmiş, ardından da toplumsal gelişmenin önünde engel teşkil eden her ne varsa kepçeyle kazılmaya devam ediliyorken aradan sadece otuz sene geçmiştir. Partinin ve işçi sınıfının bu kadar kısa sürede Sovyet Cumhuriyeti'ni getirdikleri nokta, insana dilini ısırtıyor adeta. Dedik ya roman her yönüyle çok gerçekçi bir anlatıma sahip. Başladıkları yeri bilenler için geldikleri yeri anlamak kolay ve aynı zamanda övgüye mazhar. Elbette şaşırıyoruz ama hayret verici olmaktan çıkmalı çünkü insanın prangalarından kurtulduğunda neler başarabileceğinin bir sınırı yok.

Başında söylediğim gibi, insanlığın tarihi sanatın da tarihi aynı zamanda ve toplum söz konusu olmadığında sanatın da var olamayacağı bilinmeli, sanat kendi geçmişine ve çağına yabancılaşmamalıdır. Jurbinler, çağının sosyalist düzenini ustalıkla ve oldukça canlı tasvir ediyor. Bunu bilen ve becermiş bir yazar olarak Koçetov’a ve onun Jurbinler'i şahsında, bir zamanlar emekçi sınıfların ortak ülküsünü gerçekleştirmiş onurlu Sovyet emekçilerine şükranlarımızı sunmamız gerekiyor.  Mutlaka okuyunuz…

Not: Yazarın, henüz Türkçe basımı yapılmamış fakat internette pdf olarak çevirisi aynı çevirmene ait “Yerşov Kardeşler” adında ikinci bir kitabı daha var.

ÖZGÜR KALİM / SOL 


“Sus Fikri, zamanı mı şimdi…” - Kemal Okuyan / SOL

 

Siyasal alanda “inanç yarıştırılması” -ki bugün çok daha vahim hale gelmiştir, türbandan çok daha önemli, yakıcı bir başlıktır.

Fikri Sağlar bir televizyon programında Türkiye’de siyasal ve kamusal alanın dinselleştirilmesinin vahim bir noktaya geldiğini söyledi ve bundan birkaç yıl öncesine kadar pek çok kişinin dile getirdiği bir kaygıyı paylaştı: Kamu görevlilerinin türban takması, özellikle yargı söz konusu olduğunda ciddi sorunlar taşıyabilirdi.

Biliyoruz ki, türbanlı bir hakimin sakıncalarına işaret eden ilk kişi değildi Fikri Sağlar.

Ancak Türkiye değişmişti, daha doğrusu Türkiye’de siyasi dengeler ve siyasi partilerin laiklikle ilgili hassasiyetleri epey bir değişmişti. En güzelini AKP medyasından bir “kalem” söylüyordu: “Muhalefet edelim derken Türk toplumunun AK Parti döneminde yaşadığı dönüşümü gözden kaçırmayın.” Aslında dönüşüme işaret ederken “sizin partinize de havlu attırdık” imasında bulunuyordu. Ve diyordu ki, “CHP, laikçi kesimdeki İslam karşıtlığı ile daha köklü bir hesaplaşma yapmalı.”

CHP’ye “Yetmez ama evet” ayarıydı bu.

Erdoğan’dan başlayarak AKP’nin bütün ağır topları Sağlar’ın açıklamaları üzerinden CHP’nin “gerçek yüzü”nü ifşa etmeye çalışırken beri tarafta yıllardır AKP’ye üstünlük sağlamanın laikliği gözden çıkararak dincileşmekten geçtiğine ikna olanlar da “sırası mıydı Erdoğan’a bu kozu vermenin” diye Fikri Sağlar’a çıkışıyordu.

Üstüne Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başörtülüleri ile birlikte verdiği görüntü geldi ve tartışma iyice alevlendi. En ilginci, Erdoğan’ın CHP’yi takiyye yapmakla suçlamasıydı. Yıllarca İslamcı bir düzen kurma hedefini gizledikleri için takiyyecilikle itham edilen Milli Görüş kökenliler şimdi CHP’yi muhafazakar toplumsal kesimlere şirin gözükmek için laik özlerini perdelemek, yani takkiye yapmakla eleştiriyordu!

Oysa laikliğin inanç düzeyiyle ya da inanıp inanmamakla bir alakası yoktu. Kimsenin inancını ölçmek işim değil ama Türkiye’de laikliğin temellerini dinamitlemede çok büyük işler başaran 12 Eylül faşist cuntasının bunu İslami saiklerle yapmadığını hatırlatmama lütfen izin verin.

Bu anlamda CHP liderliğinin laik bir konumlanıştan uzaklaşması takiyye filan değildir. Türkiye’de siyasal sistemin laik olabileceğine de, olması gerektiğine de inanmıyorlar. Bu bir siyasal tercih. CHP’nin tabanını da bu fikre alıştırmaya çalışıyorlar ve bir ölçüde başarılı oldular. Kuşkusuz CHP’yi bu yolculukta şu sıralar “Saray rejimi” ile hesaplaşma zamanı olduğu için “laiklik önemlidir” demekte olan liberal ve “Marksist” aydınların yıllarca cesaretlendirdiğini unutmayalım.

Dolayısıyla bir bütün olarak muhalefet Türkiye toplumunu AKP’nin ancak ve ancak onun üç temel silahını elinden alarak yenebileceğine ikna etmeye çalışıyor: Sermaye sınıfına güven ver, emperyalist merkezlerle yakın işbirliği yap, dinselleşmeyi kabullen. Ali Babacan’ın parlatılmasının sırrı buradadır.

Dönelim Sağlar’a sitem edilip “AKP’lilere büyük koz verdin” denmesine… Aşağı yukarı aynı sıralarda Sözcü’nün bir manşetini de diline doladı iktidar ve gazetenin “Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılmasını bir felaket olarak gördüğü”nü iddia etti. Hiç kuşkusuz muhalefet cephesinde yine “sırası mıydı bunun” diyenler olmuştur.

Siz hiç İslamcıların her gün ama her istisnasız her gün bilime, kadına, insana, akla, mantığa açıkça saldıran, olmadık açıklamalar yapan “mahalleli” unsurlara “sırası mıydı” dediğini duydunuz mu? Kimi örneklerde “din düşmanlarının ekmeğine yağ sürüyorsunuz” dedikleri olur ama bunu tadında bırakırlar. Çünkü bu tarz çıkışları bir deneme olarak görür ve uçları öne çıkararak kendilerinin makul olduğu kanaatini yayarlar. En meczup gözüken örneklere bile kol kanat gerip sahip çıkarlar; deyim yerindeyse kimseyi yedirtmezler.

CHP ise “ne güzel gidiyorduk, yapmayın böyle şeyler” noktasında.

Yani iktidarıyla muhalefetiyle laikliği unutturma yarışı sürüyor.

Peki türban konusu bugün Türkiye’de ne kadar önemli?

1990’ların ikinci yarısında tartışma bir anda gündemin merkezine oturduğunda, türbanın bir kaldıraç olarak kullanılacağını, özgürlüklerle, hele hele kadın özgürlüğüyle hiçbir alakasının olamayacağını söylüyorduk. Türban bu anlamda İslamcılar açısından akıllıca bir seçimdi, kafa karıştırıyordu. O zamanlar da insanların kılık kıyafetine karışmanın son derece saçma olduğunu söylüyor ama ekliyorduk: Türban kılık kıyafet konusu değildir.

Aradan yıllar geçti, türbanın bir özgürlük sorunu olduğunu sanan “demokrasi savaşçı”larının yardımıyla kamusal ve siyasal alan dinsel referanslara açıldı, zaten örselenmiş, içi boşalmış laiklik çökertildi. Bugün türban konusu gerçekten önemini yitirmiştir ama sayın Kılıçdaroğlu’nun “hangi devirde yaşıyoruz” derken kastettiği anlamda değil.

Zamanında her tarafından laiklik karşıtı tutum akan Saidi Nursi’ye şapka kanununa muhalefetten soruşturma açılmıştı! Bugün türban konusu benzer bir ayrıntıdır çünkü türban tartışmaları marifetiyle Türkiye toplumundaki laik duyarlılıkta delikler açılmış ve arkası gelmiştir.

Hiç unutmuyorum, yıllar önce AKP’nin malum eleştirilerine “her CHP’li evinden besmeleyle çıkar” türünden bir yanıt verilmişti. Siyasal alanda “inanç yarıştırılması” -ki bugün çok daha vahim hale gelmiştir, türbandan çok daha önemli, yakıcı bir başlıktır. Çünkü bu siyaset dili, toplumun genleriyle oynamakta ve Türkiye’de yalnız aydınlanma açısından değil, derinleştiğini herkesin gördüğü sınıfsal gerilimlerde emekçi halkın çıkarları açısından yaşamsal olan bir tarihsel birikimi tehdit etmektedir.

Bu birikimi korumanın tam sırasıdır.

Kemal Okuyan / SOL

AKP bunu da başardı: Yıllardır kâr eden PTT rekor zarara uğratıldı! - SOL

 

Yıllardır kâr açıklayan PTT bilinçli olarak zarara uğratıldı, rekor zarar açıklandı.

Dört bin şube, bin acenta ve 26 binden fazla çalışanı ile ülke genelinde faaliyet gösteren PTT, 2019 yılında rekor zarar açıkladı.

2017 yılında 641 milyon 900 bin TL, 2018 yılında 215 milyon 700 bin TL kar eden şirket, 2019 yılında 1,2 milyar TL zarar etti.

2019 yılındaki 1,2 milyarlık zararla birlikte PTT’nin 2,75 milyarlık özkaynaklarının yüzde 43,5’i kaybedildi.

Öte yandan PTT tarafından önce ihale edilen sonrasında da çeşitli gerekçelerle fesih edilen işler nedeniyle de kurumun kasasından çıkan 223 milyon 926 bin TL de boşa gitti. Sayıştay raporuna göre 2018 yılında Katılım Bankası kurmak için karar alan PTT tarafından bugüne kadar hiçbir ilerleme kaydedilmediği gibi şirketin kasasından da milyonlarca lira heba edildi.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İzmir Milletvekili ve KİT Komisyonu Grup sözcüsü Atila Sertel, Sayıştay’ın 2019 yılı PTT raporuna ilişkin bazı bulgu ve tespitleri açıkladı.

Zararın 3 Ocak 2020 tarihinde görevden alınan eski Genel Müdür Kenan Bozgeyik dönemini kapsadığını ifade eden Sertel, “Azalan bir eğilim göstermesine rağmen 2017 ve 2018 yıllarında kar eden PTT, 2019 yılında çok büyük miktarda zarar ettirilmiş. Adeta giderayak şirketin kasası boşaltılmış. Önceki yıllarda yaptığımız onca uyarı ve açıklamaya kulak tıkayan AKP iktidarı, 2019 yılında zararın büyüklüğünü görünce Kenan Bozgeyik’i de Ocak ayı başında görevden almış. Kenan Bozgeyik’in görevden alınmasının altında bu zararın, usulsüzlüklerin, yolsuzlukların yattığı çok açık. KİT Komisyonu toplantısında bu zararın tüm ayrıntılarını öğrenip hesabını soracağız” diye konuştu.

Yanlış yönetim, kamu yararı yerine bazı şahıs ve kurumların yararlarının gözetilmesi nedeniyle de çok sayıda işin yarım bırakıldığını ve 224 milyona yakın zarar oluştuğunu da ifade eden  Sertel, katılım bankacılığı kurulması için danışmanlık hizmeti alımı adı altında milyonlarca lira harcandığını ancak kurulamadığı için paraların boşa gittiğini söyledi.  

CHP İzmir Milletvekili Atila Sertel, paraların nasıl heba edildiğine dair Sayıştay raporundaki çarpıcı bilgilerden bazılarını paylaştı:

  • “Yönetim Kurulu Kararı ile katılım bankası kurulması amacıyla doğrudan temin yöntemiyle ‘Ana Bankacılık Sistemi ve Teknoloji Platformu-BOA Sistemi”’ alınmasına karar verilmiş, 19.06.2018 tarihinde 7 milyon ABD Doları bedel üzerinden sözleşme imzalanmış, 2 milyon ABD Doları tutarda peşin ödeme yapılmıştır. Buna karşın denetim tarihi Mart 2020 tarihi itibarıyla PTT A.Ş.’nin Katılım Bankası kurulmasıyla ilgili çalışmalarının bulunmadığı görülmüştür. Böylece 2018 Yılı Sayıştay Denetim Raporunda da değinilen söz konusu iş için 18.10.2018 tarihinde 2 milyon ABD Doları (4,7151 TL ABD Doları kuru üzerinden) ödendiği halde yatırım sonuçlandırılmamıştır. Pttbank temel bankacılık altyapısının iyileştirilmesi çalışmalarında yüklenici kaynaklı yaşanan problemler, zaman planı ve maliyetlerde Şirket aleyhine oluşan durumlar nedeniyle sözleşmenin feshi hususunda çalışmalar yapıldığı görülmüştür.”
  • “Genel Müdürlük Makam Onayı ile 07.03.2019 tarihinde PTT A.Ş.’nin, sermayesinin yüzde 100’üne sahip olduğu bir bağlı ortaklığı ile Pttbank Bilgi Sistemleri Stratejik Dönüşüm Programı Kapsamında olmak üzere sözleşme eki birim fiyat cetveli üzerinden ‘BOA Ana Bankacılık Sistemi İle Bankacılık Süreçleri Geliştirme ve Yazılım Geliştirme/Uyarlama/Entegrasyon Faaliyetleri Danışmanlık Hizmet” sözleşmesi imzalanmıştır. Bugüne kadar 1 milyon 369 bin TL tutarında ödeme yapılmış olup, PTT A.Ş.’nin PTT Bilgi Teknolojileri A.Ş.’ye sözleşmenin feshi ihtar edilmiştir.”
  • “Doğrudan temin yöntemiyle 3 firmadan teklif alınması neticesinde 7 milyon 533 bin TL bedel ile Posta Katılım Bankası Danışmanlık Hizmet Alımı için 11.01.2018 tarihinde sözleşme imzalanmıştır. 12 ayrı hakediş ile toplamda 7 milyon 533 bin TL olmak üzere sözleşme bedelinin tamamı ödenmiştir. Ancak katılım bankası kuruluşu ile ilgili bugüne kadar herhangi bir ilerleme kaydedilmemiştir.”
  • “Doğrudan temin yöntemiyle 1 milyon 176 bin  Avro bedel ile 4 adet Mobilize Deniz Taşıtı (Deniz Postası) hizmet alımı için 06.08.2018 tarihinde 60 ay süreli sözleşme imzalanmıştır. Teslim alınan 1 adet deniz postası aracı 01.08.2019 tarihinde Sirkeci PTT'ye bağlı olarak hizmete başlamıştır. Verimli olmadığı gerekçesiyle 10.09.2019 tarih ve 4887 sayılı Makam Oluruna istinaden 28.09.2019 tarihinde Antalya Başmüdürlüğüne gönderilmiş, hava muhalefeti nedeniyle emniyet açısından balıkçı barınağında karaya çıkarılmış, burada da verimli olmadığı gerekçesiyle 22.01.2020 tarihli ve 335 sayılı Makam Oluru ile tek taraflı olmak üzere sözleşme fesih edilmiştir. Söz konusu yarım kalan deniz postası hizmet alımı işi kapsamında yükleniciye 1 deniz aracı için 2019 Nisan-Ağustos ayları arasında toplamda 144 bin 241 TL ödenmiştir.”
  • “PTT Bilgi Teknolojileri A.Ş. ile 06.06.2018 tarihinde sözleşme eki birim fiyatlar üzerinden sözleşme imzalanmıştır. Proje kapsamında tasnif, tarama, indeksleme, klasörlere yerleştirme ile dijital ortamda üretilen yeni belgelerin sisteme entegrasyonunu içeren yazılım alımına Eylül 2018’de başlanmış, denetim tarihi Mart 2020’ye kadar 30,9 milyon TL’si KDV olmak üzere toplam 201,5 milyon TL ödeme yapılmış. Sonuç olarak; 5 yılda tamamlanması öngörülen söz konusu projenin yaklaşık 200 milyon TL harcandıktan sonra tasfiyesi için işlemler yürütüldüğü görülmüştür."  (SOL)

Yeniden hatırlamak için kısa film önerileri - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

Sevgili dostlarım, insanların genetik kodları olduğu gibi ülkelerin de genetik kodları vardır. 

Örneğin Akdeniz ülkeleri insanları büyük jestlerle, büyük seslerle konuşur, sık sık kucaklaşır, kuzey ülkelerinde insanlar sakindir, yemeklerini sessizce yerler, birbirlerine pek sarılmazlar. 

Bir Çingene topluluğundaysa çalgısız, oyunsuz yemek olmaz. 

Afrika’nın pek çok yerinde dostluk gösterisi mızraklarla birbirlerine dokunmaktır. 

İnsanoğlunun genetik kodları uzun zamanlar içinde değişirse de pek çok şey aynı kalır. Ülkelerin de! Şimdi bu önemli bilgiyi neden veriyorum, çünkü ülkelerin yaşam kodları aynılaşıyor. Çünkü salgınla birlikte dijital dünyaya doğru hızlı bir giriş yaptık. Ve pek çok genetik alışkanlığımıza el konuldu. Şimdilerde dijital dünyanın egemenliği altındayız ve işte tam burada bu dijital dünyayı kendi ülkemizin ana kodlarını yeniden anımsatmak için kullanabiliriz. Tüm genç insanlara ve kendini genç hisseden tüm yaş almışlara bazı önerilerim var. Huyum kurusun, öğrencilerimi, atölye arkadaşlarımı özledim, bu öneriler biraz da bunun için. Elimizde akıllı bir telefon ve sizi seven dostlarınızla söylemek istediğiniz sözleri, kısa bir filmle hemen hayata geçirip dijital kanallarda yayımlayabilirsiniz. Benim aklıma birkaç öneri geldi, birlikte çoğaltalım:

Başlıyoruz:

1. Mekânımız bir okul bahçesi, bir köşede çocuklar kocaman taşlarla santraç oynuyor, bir köşede resim yapıyorlar, bir köşede balerin yürüyüşü yapmaya çalışıyorlar. Müthiş parlak renkler ve bir mutluluk duygusu, sonra içeri giriyoruz, bir kimya laboratuvarı deney yapan öğrenciler, bir başka sınıfta şiir okunuyor. Slogan: Çocuklarımızın için yeni bir yaşam!

2. Sabah vakti, kasketli bir adam seyirciye doğru yürüyor, elinde bir sepet. Kameraya yaklaştığında, duruyor ve elindeki sepetten 

     (Kar yok, bu da züğürt tesellisi)

önce tütün, ardından haşhaş çiçeği, ardından şekerpancarı çıkarıyor ve seyirciye doğru konuşuyor: “Tütününü unuttun, hatırla!” “Haşhaşını unuttun, hatırla!” “Şekerpancarını unuttun, hatırla!” Bunlar yeniden senin olmalı!

3. Görüntüler birbiri ardına akmaya başlıyor. Ören yerleri, nehir kıyıları, doruklarında karlı muhteşem dağlar, kanyonlar. Bu görüntüleri rahatlıkla internet aracılığıyla bulabilirsiniz. Ardından bu kentlerin girişlerindeki neresi olduğunu belirten levhalar birbiri ardından akıyor. Slogan: Bütün kentler bizimdir!

4. Bir adam binanın tepesine çıkmış, kendini attı atacak. Aşağıda insanlar “at, at” diye bağırıyor. Ve birden üç dört kişi fırlayıp adamın bulunduğu yere çıkıyor, sözlerini duymuyoruz ama adamı ikna edip kucaklayarak indiriyorlar. Aynı anda “at, at” diye bağıranlar, utançla başlarını eğip birbirlerine sarılıyorlar. Slogan: Yeniden insan olduğumuzu hatırlamalıyız!

5. Ada. Bisikletli genç kızlar. Kızların bazılarında şort, bazılarının başı bağlı, ama rüzgâra karşı hep birlikte şen şakrak uçar gibiler. Slogan: Özgürlük herkes için!

6. Bir plazanın yukarıdan görünümü. Çalışanlar kafeslere konmuş farelere benziyor. Hepsi aynı hareketleri yapıyor. Esir gibiler. Ve bir süre sonra hepsi birden önlerindeki camları kırmaya başlıyor ve haykırıyorlar: Ben robot değilim, ben insanım! 

7. Bir çukur, çukurda bir asker nereden geldiği belli olmayan bir kurşunla vurulup ölüyor. Ölüm anından sonra “Kestik” diye bir ses duyuluyor ve asker, yanına gelen çekim asistanı kız tarafından çukurdan çıkarılıyor. Sonra mekâna yönetmen ve ekip giriyor, askeri alkışlıyorlar. Slogan: Savaş bir film değildir. 

8. Bir adam çocuk yaşta bir kızın elinden tutmuş yürüyor. Kız gelinlik giymiş, bir duvak yüzünü kapatmış. Yürüyorlar. Birden dört beş kadın onlara yaklaşıyor. İçlerinden biri elinde yapma bir bebek koşarak gelinlikli kızı adamın elinden alıyor. Son sahne, kadın kıza bebeği uzatıyor, kız yüzündeki örtüyü çekerek indiriyor, bebeğe sarılıyor ve seyirciye gülümsüyor. Slogan: Çocuk gelinlerin olmadığı bir dünya yaratabiliriz!

Benim şimdilik aklıma gelenler bunlar, sizlerin kim bilir daha ne parlak önerileri olacaktır. Üşenmeyin, hemen grubunuzu kurup işe koyulun. Bakın yanınızda pek çok gönüllü bulacaksınız. Çünkü sloganımız şu: Film yapmayı sevdiğim için film yapıyorum. 

Şimdi diyeceksiniz ki bunları nerelerde göstereceğiz. İşte kısa filmin faydaları, grev yapan fabrikaların önlerinde, işçi toplantılarında, parti toplantılarında, herhangi bir kahvede bunları gösterebilirsiniz. Bu arada çok şanslısınız, internet sizin! 

 Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

Beklediğimiz o lider - Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

 Tüm dünyanın salgınla altüst olduğu, iktidar kavramının değişime uğradığı bir çağdayız. Ülkemiz dünyaya sadece örnek siyasetçiler sunmakla kalmayacak, geleceğin siyaset anlayışını da temellendirecektir.

Beklediğimiz o lider, kendi çıkarını halkın iyiliğinin önüne koymayacaktır.

Beklediğimiz o lider, uluslararası holdinglerin çıkarını değil, emekçilerin çıkarını düşünecektir.

Beklediğimiz o lider, “yerli ve milli” söylemini sözde bırakmayacak, daima emperyalizme karşı kendi ülkesinin çıkarını gözetecektir.

Beklediğimiz o lider, yolsuzlukların üzerinin örtülmesine izin vermeyecek, halkın tek kuruşunu sahtekârlara yedirmeyecektir.

Beklediğimiz o lider, vaktini ve enerjisini, ilerleme adına gerçekleştirdiği projeleriyle gösterecek, dünyadaki diğer liderleri geride bırakacaktır.

Beklediğimiz o lider, sloganvari ifadelerle hamasete başvurmayacak, yaptıklarıyla dünyanın her yerinde takdir edilecektir.

Beklediğimiz o lider, toplumu kutuplaştırıcı değil, birleştirici olacaktır.

Beklediğimiz o lider, iktidarını sosyal medyadan, TV’lerden savurduğu siyasi polemiklerle değil, adil yönetimiyle ortaya koyacaktır.

Beklediğimiz o lider, kendi içinden çıktığı milleti açlık ve işsizliğe mahkûm etmeyecek, yeni iş alanları açacaktır.

Beklediğimiz o lider, gericiliğin değil, aydınlanmanın neferi olacaktır.

Beklediğimiz o lider, felaketleri “fıtrat, kader” diyerek geçiştirmeyecek, akılcı çözümler için bilim insanlarına ve uzmanlara kulak verecektir. 

Beklediğimiz o lider, tarikat ve cemaatlerin devlet içinde örgütlenmesine izin vermeyecek, laiklikten ödün vermeyecektir.

Beklediğimiz o lider, kadın ile erkeğin eşit olmadığını asla dile getirmeyecek, kadın haklarını savunacaktır. 

Beklediğimiz o lider, adaleti sadece yandaşları için değil, tüm vatandaşlar için isteyecektir. 

Beklediğimiz o lider, devlet yönetiminde dinsel değil, bilimsel yöntemleri esas alacaktır.

Beklediğimiz o lider, çağdışı uygulamaları desteklemeyecek, vizyon sahibi olarak ülkeyi çağdaş uygarlık seviyesiye taşıyacaktır. 

Beklediğimiz o lider, kininin peşinde bir nesil değil, ilminin peşinde bir nesil isteyecektir.

Beklediğimiz o lider, yasaları ve anayasayı çiğnemeyecek, çiğneyenlere karşı duracaktır.

Beklediğimiz o lider, sözleriyle nefret saçmayacak, sevgi ve saygı yayacaktır. 

Beklediğimiz o lider, padişahlık ve halifelik özentilerini reddedecek, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyecektir!

***

AKP’li Cumhurbaşkanı “beklediğimiz o sanatçı” diyerek sanatçı tarifi yapınca, benim de aklıma gönlümüzden geçen lidere dair yukarıdaki satırlar geldi. 

Ama sonuçta yazdığımı okuyan herkesin hemen anlayacağı gibi bu ülke, o lideri yaklaşık 100 yıl önce tanıdı ve hiç unutmadı. 

Beklediğimiz lider, bu ülkenin kurucu lideriydi. Tarihte eşi görülmemiş bir mucizeyi azmi, aklı ve halka duyduğu güvenle gerçekleştirdi. Şimdi o güveni boşa çıkarmamak gerek. 

Artık Godot’yu bekler gibi o lideri yeniden beklememek gerek. Bir daha gelmeyecek olanın yolunu gözlememek gerek. 

Toplum olarak silkinmek gerek. Toplumun ilerici kesimleri olarak bir araya gelmek gerek. Çünkü aydınlanmaya sahip çıkmak gerek. 

İnsanların açlık ve işsizlikten intihar ettiği bu ülkede, toplumsal muhalefeti güçlendirmek gerek. 2021’de artık haklarımızı demokratik yollarla almak için daha iyi örgütlenmek gerek. 

Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti için yılmadan mücadele etmek gerek. Gericilik, yoksulluk ve yolsuzluk cenderesinden kurtulmak gerek.  

Bunun için umudu yeşertmek gerek. 

Onurlu yaşamak için direnmek gerek!

Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

2 Ocak 2021 Cumartesi

Dincilik tam budur: Cüppeli'nin damadına kadınlar tenis turnuvası organizasyonu - Erk Acarer / BİRGÜN

‘Cübbeli’nin damadının ‘ihale haberlerine’ erişim yasağı geldi. Adstation Reklam’ın, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile 2019’da imzaladığı 1 milyon 872 bin TL’lik ihaleye ilişkin haberler kaldırıldı. 

Ancak bunun dışında da ihaleler olduğu ortaya çıktı. Kamuyu bilgilendirelim. Değeri 14.4 milyon olan toplam 6 ihale var. Afişe, finiş düzenlemesine, milyonlar savrulmuş. Bunlar da kaldırılmadan okuyun!

İfade Özgürlüğü Derneği, (“İFOD”) kamuoyunda ‘Cübbeli Ahmet Hoca’ olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’nün damadı ile ilgili 210 haberin, Erişim Sağlayıcıları Birliği’nin 25 Aralık 2020 tarih ve 2020/239 sayılı kararı ile erişime engellendiğini duyurdu. 

Erişim engeline konu olan ‘2 kaynak haber’ var.

İlki, Cüppeli Ahmet’in damadı Bolulu Esat Palazoğlu’nun 3 Nisan 2019’da, İstanbul İBB ile imzaladığı ihaleye ilişkin. ‘İstanbul Yarı Maratonu’ organizasyonu için İBB iştiraklerinden ‘Spor İstanbul’ tarafından düzenlenen ihale, Ünlü’nün damadının şirketine verilmişti.

2 kısımdan oluşan ve toplam 3 milyon 596 bin 626 lira olarak belirlenen ihalenin, 1 milyon 872 bin TL’si, maratondan 4 gün önce yapılan anlaşma ile Cübbeli Ahmet’in damadının şirketi olan Adstation Reklam’a verildi. Aynı günlerde, AKP, Ekrem İmamoğlu’nun kazandığı seçimi tekrarlatmak istiyordu.

İHALE VE SİLAH

2018’e ait ikinci haber, yine damadın marifetleri ile ilgili. Esat Palazoğlu ve abisi Muhittin Palazoğlu tatil için gittikleri memleketleri Bolu’da, ormanlık alanda otomatik tüfekler ile atış yapıp, sosyal medyada onlarca silah ve mermi fotoğraflarını paylaşmışlardı. Aslında ‘ihaleler’ gibi silahlar da AKP iktidarının alameti farikalarından. Düzeni sürdürmek için arada silah ile mesaj vermek adet oldu.

NASIL PALAZLANDILAR?

Palazoğlu kardeşler, aldıkları Karacasu Orman İşletmesi’nin ihalesi ve Bolu kent merkezinde bir anda sahip oldukları servet değerindeki 4 bina ile de sık sık gündeme gelmişlerdi. Kardeşlerin İngiltere’de büyük yatırımları olduğu ve İngiliz vatandaşlıklarının bulunduğu da sık sık konuşuluyor.

YASAK GELMEDEN OKUYUN: 2 YILDA 14.4 MİLYONLUK VURGUN

Biz ‘İstanbul ihalelerine’ dönelim. İBB ile imzalanan anlaşmaları eksik bırakmayalım. Aslında 1 ihale yok. Değeri 14.4 milyonu bulan toplam 6 ihale var. Adstation Reklam, İBB ile 2019’daki 1 milyon 872 bin TL’lik ihaleden başka şu anlaşmaları imzalamış, sıralayalım.

AFİŞE GİDEN PARA KAMUNUN CEBİNDEN: 7 MİLYON 828 BİN

2018’de muhtelif ‘İstanbul maratonu’ organizasyonlarıdaki start ve finiş notalarının hazırlanmasından 676 bin TL kazanç elde etmiş. 2019’da yine muhtelif ‘gençlik ve spor’ faaliyetleri kapsamında teknik kiralama, vinil, afiş, kitap tasarımı, yemek ve fuar ‘hizmetlerinden’ tam 7 milyon 828 bin TL kazanmış.

KADINLAR LALE TENİS TURNUVASI

İBB, Cübbeli’nin damadının sahip olduğu Adstation Reklam’a 2018 ‘Çocuk Maratonu’ için 1 milyon 400 bin TL ödemiş. 2018’deki ‘İstanbul Yarı Maratonu’ için ise 1 milyon 957 bin TL aktarılmış. Adstation Reklam, 2019 yılındaki ‘Kadınlar Lale Kupası’ organizasyonunu ise 637 bin TL bedelle üstlenmiş.

DİN SATMANIN TANIMI NEDİR?

Damat, ‘kadın tenis turnuvası’ ihalesi alırken, kayınpeder Cübbeli Ahmet aynı tarihlerde verdiği 2 vaazdan birinde, “Kadınların tesettüre riayet etmediği bir memlekette yaşıyoruz. Başı açık, bacağı açık, kolu açık. Maalesef ‘Müslümanım’ diyenlerin bir çoğu da ‘Ne var bunda’ diyor” ifadelerini kullanıyordu.

Diğerinde ise “Kadının saçının bir teli görünse bile 70 sene yanacak” diyordu. İşte tam olarak günümüzün görünümü ve Saray rejiminin yarattığı iklim budur. Din satarak, yol açmak. Tüccarlık yaparken ise söylediğini, anlattığını, kendini bile inkar edebilecek kadar riyakar olmak.

Erk Acarer / BİRGÜN