25 Ocak 2021 Pazartesi

Pandemi ve Toplumsal Eşitsizlik - Endam Köybaşı / SOL- GELENEK

 Pandemi ve Toplumsal Eşitsizlik / Sakin ol champ! Pandemide sermaye sınıfı.

Getirilen kısıtlı önlemler dolayısı ile oluşan zararlar, devlet fonları ile sermaye adına telafi edilirken emekçilerin hakları göz ardı edilmekle kalmadı bu haklar adeta gasp 


Henüz bir yıl dolmamasına rağmen pandemi hayatımızı oldukça etkiledi. İlk vakanın açıklandığı günden bu yana bilimsel anlamda epey yol kat edildi. Örneğin artık geliştirilen aşıların yaygın kullanımı tartışılıyor. Aşılamanın salgını tamamen ortadan kaldırmasa da hızını kırması bekleniyor.

Salgın etkeni olan virüs hakkında, bulaşma şeklinden korunma yollarına çok şey öğrenildi. Sosyal hayatı kısıtlama ve çalışma şekillerini mevcut duruma uyarlamayı da bu arada öğrendik. Uzaktan eğitim, evden çalışma, mesafeli çalışma, eve sipariş verme ve çevrimiçi sohbetler kimilerinin tercihi olmaktan çıktı, milyonlarca, hatta milyarlarca insan için zorunlu hale geldi. Bu durumların ne kadar devam edeceği hakkında kesin bir şey söylenemiyor.

Pandeminin hayatımıza kattığı yenilikler bunlarla sınırlı değil. Temizlik alışkanlıklarımızı, selamlaşma ritüellerimizi, beslenme biçimimizi dahi değiştirdi. Aynı evde yaşadığımız ebeveyn, eş ve çocuklarımızla bile aramıza fiziksel bir mesafe koyduk; bazen evin ortak alanlarında bir araya gelmekten kaçındık.

Artık yepyeni günlerimiz, bambaşka alışkanlıklarımız mı olacak?

Bu cümle kalıbıyla da çok karşılaşmaya başladık. Tıpkı ‘hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ gibi geleceğin de beklediğimizden farklı şekilleneceğine dair söylemler mevcut. Eğitimlerin çevrimiçi devam edeceği, kapalı salon toplantılarının ortadan kalkacağı, çalışmaların uzaktan sürdürüleceği, alışverişlerin evden yapılacağı ve hemen her şeyin bilgisayara, internete ve otomasyona daha çok bağlı olduğu, insanların bir araya gelişlerinin sınırlandığı bir gelecek…

Kimileri için özlenen, heyecanla beklenen, zaten öyle olması gerekir denen durum; kimileri için ise karanlık bir tablo…

Son zamanlarda en çok kâr eden şirketlerin bilgisayar programları geliştiren yazılım firmaları olması, uzaktan çevrimiçi toplantı olanağı sağlayan bilgisayar programları ve uygulamaların en çok talep edilen ürünler olması bunun bir göstergesi olarak sunuluyor. Zarar eden, “yatırım yapılmayan”, destek görmeyen, bu nedenle kapanmak zorunda kalan, sosyal ihtiyaçlara yönelik olan kafe, bar, sinema, tiyatro gibi alanlar ise diğer uçta yer alıyor.

Gerçekten öyle mi olacak? Olacaksa da bu durum işin doğal akışı mı yoksa egemen unsurlarca planlanan veya piyasanın gizli elleri ile yatağını bulan bir akış mı?

Değişmeyenler de var!

Değişmeyen derken salgın günlerinde yoğunluğu artarak devam eden sağlık hizmetlerinden, lojistik hizmetlerinden ya da enerji üretiminden bahsetmiyorum. Değişmeyen hatta pandemi günlerinde artarak, katlanarak, devam eden şey eşitsizlik.

Salgının başında, hastalığın aslında dünyayı ele geçirmek isteyen güçlerce üretildiği, topluma maddi olarak yük olan yaşlı kesimin ortadan kalkmasını isteyen akıllarca tasarlandığı gibi fantastik inançlar çokça karşılık bulmuştu. Bunun yanında hastalığın zenginleri etkilediği ve belki de bu sayede dünyanın daha adil bir yer olacağı boş inancı da yerini almıştı.

Henüz hastalığın hangi ülkelere ne kadar yayılmış olduğunu bilmediğimiz zamanlarda ünlü siyasetçilerin, oyuncuların ve patronların hastalığa yakalandığı haberlerini sıklıkla görüyorduk. Oysa bunun çok daha basit ve günümüz gerçeklerine uygun bir açıklaması vardı: Tanı testlerinin halkın kullanımına açılabilecek kadar yaygınlaşmadığı ilk kesitte sadece zenginler bu teste ulaşabiliyor, yaptırıyor, sonucunu açıklayabiliyordu. Teste ulaşamayan yoksul halkın payına düşen ise mevsimsel grip tanısı ile işine devam etmek, ağır zatürre tanıları ile hastanelerde yatmak, açıklanamayan bir nedenle yoğun bakımda yaşam mücadelesi vermek veya “doğal yollarla” ölmekti.

Artık neyse ki o kadar karanlık günlerde değiliz, en azından bazılarımız Covid-19 tanımızı ölüm belgemize yazdırarak göç edebiliyoruz dünyadan. Hastalığa yakalanmamak için kendimizi karantinaya almak, işe gitmemek gibi bir şansımız ise kapitalizmin mutlak yasalarına tabi: bu şansını, ancak satın alabilirsen kullanabilirsin! Tıpkı istediğin eğitimi alma, istediğin yerde tatil yapabilme, istediğin yere seyahat etme, istediğin evde yaşama, istediğin arabayı alma, istediğin şehirde yaşama özgürlüğüne sahip olmak gibi. Bu özgürlüklere ancak emek gücümüzün ederi doğrultusunda ulaşabiliyor olmamızın da bir önemi yok. Bir işimiz yoksa veya yeterli maaşa sahip değilsek, bunlar bizim yetersizliğimiz olarak gösteriliyor. Tıpkı hastalığa yakalanmamızın nedeninin bizim önlemlere uymamamız olarak açıklanması gibi. Evde kalmamışızdır, maske takmamışızdır, el yıkamamışızdır. İşe gitmek zorunda kalmış olmamız, uygun ve yeterli sayıda maskenin, hijyen malzemelerinin maliyetlerini karşılayamamış olmak “ideolojik düşünmektir”.

Gerekli kamusal düzenlemelerin yapılmayıp, sorumluluğun yoksul yığınların özensizliğine mal edilmesinin doğruluğuna kanıt olarak gösterilebilen tek şey ise “gerekli özeni” gösterebilenlerin varlığı. İşe gitmek zorunda olmayanlar…

Her zaman olduğu gibi işin düğümlendiği noktada eşitsizlikler var: Ölümüne çalışmak zorunda olan geniş yığınlar karşısında çalışmadan yaşayan dar bir azınlık…

Tek göz odalara sıkıştırılan milyarlar; özel adalara sığamayan çiftler

Salgının başlarında, pandeminin nasıl izleyeceği, hangi ülkelerin nasıl hazırlıklar yaptıkları anlatıları arasında multi-milyarder zenginlerin planları da zaman zaman yer buluyordu: Amerikalı zenginler soğukkanlıydı. Kendilerine ait adalara çekilme planları hazırdı. Hastalık belirtileri gelişirse özel uçakları ile hangi kliniğe gidecekleri planlanmıştı. İtalyan köylerini tercih edecek cesurlar da vardı aralarında, eğer köyde hastalık görülürse kıyamet senaryoları için hazır tuttukları sığınaklarına giderlerdi. O kadar rahatlardı ki tek sorun, sürekli seyahat eden insanlar olarak eşleri ile bu kadar uzun süre vakit geçirmek zorunda kalacak olmanın yaratabileceği olumsuzluklardan duydukları endişeydi.

Bir tarafta gitmek zorunda olduğu işten kaptığı hastalığı, evdeki yaşlıya bulaştırmamak için ayıracak bir ikinci oda bulamayan, tek göz konutlarda yaşayan milyarlar, diğer tarafta sürdüğü sefahati özel adasında devam ettirecek binler…1

Nerede bizde böyle zenginler demeyin!

Türkiye’nin kapitalistleşme sürecindeki motivasyonunu özetleyen söylemlerden biridir: her mahalleden bir zengin çıkaracağız! Gerçi bize özgü değildir, kapitalist iktisadın temel argümanıdır: buna göre birileri zenginleştikçe toplum zenginleşir. Bu zenginleşen kişi yeni istihdam alanları yaratır, vergi verir, sosyal projeler üretir. Ülke ve toplum gelişir vs. vs.

“Bu işler bizde öyle olmaz, yolsuzluklar yapılır, vergi kaçırılır, sermaye çarçur edilir” gibi bir düşünce de aslında modeli güzellemeye yönelik başarısızlıkları örtme argümanıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, hatta öncesinde İttihat ve Terakki ile seçilen kapitalist kalkınma yolu ve buna bağlı olarak “müteşebbis ruhlar” yaratma, mahallelerden zengin çıkarma, iş adamı üretme, sanayici teşvik etme serüveni ülkemizde sanıldığından çok daha fazla başarılı oldu. Öyle ki her yıl ekonomi dergilerince açıklanan dünyanın en zengin kişileri listesine Türkiye’den kırk kişi dolar milyarderi olarak girdi.2 Haberlerde açıklanan servetler için ‘eksiği yok hatta fazlası olabilir’ notu da düşüldü. Ülkedeki milyarder sayısı yıllara göre değişmekle birlikte sonuç açık: Tepedekilerin serveti artmaya devam ediyor.3

Hâl böyle olunca “bizim” milyarderlerin verdikleri pozlar da yurtdışındakilerden geri kalmadı. Güler Sabancı mesela, uluslararası konsorsiyumdan gerekli mesajları almış olacak ki kendisine karantinada arkadaşlık etmek üzere bir eşeği seçti.4

Ailenin diğer üyeleri boğazdaki yalılardan spor yaptıkları fotoğrafları paylaşıyordu. Fotoğrafta görülen yerin “şahsi mülk” olabileceğini hayal edemeyecek bizleri ise “sakin ol champ; evdeyim” diyerek rahatlatıyorlardı.5 Aynı zenginimiz pandemi döneminde kendisi gibi evde vakit doldurmaya çalıştığımızı düşünmüş olacak ki bir başka gün de bizleri üç küsur milyon liralık yeni kol saati ile oyaladı.6 Sadece kola aksesuar olarak takmak için satın alınan nesnenin maliyeti yaklaşık bin beş yüz ailenin aylık asgari geçim bedeli olsa da yabancıların aldıkları, taktıkları yanında sönük kaçabilir.

Aradıklarınız adalar, özel uçaklar gibi daha gösterişli şeylerse üzülmeyin, onlar da var. Zaman zaman ülkemizde ‘hangi zengin, hangi adanın sahibi’ görsel galerileri yayınlanır; adaların birçoğu da 2010 sonrası hazinenin kaynak yaratmak için satılığa çıkardığı adalardır.7 Hangi zengin iş adamının, hangi tip özel jet uçağı olduğu da benzer şekilde ara ara yayınlanır. Zaten, sivil havayolu taşımacılığı pandemiden etkilenen sektörlerin başında gelse de özel iş jetlerinin küresel piyasası canlı. Pazarı canlı tutanlar arasında ise Türk müşteriler de var.8

Zenginlerimizin pandemideki ilgi alanlarından biri de özel doğum günü partileri. Birçoğu kapalı mekanlarda önlemlere uyulmadan gerçekleştirilen bu partilerden hiç birisine müdahale edildiğini göremedik. Tam onları koruyan sihirli bir güç mü var acaba diye düşünürken birçok alanın öncü kuruluşu Koç Holding bizi bu konuda da aydınlattı. 90 yaşındaki Rahmi Koç, verdiği parti sonrasında testinin pozitif çıktığını açıkladı. Hem de sınırlı sayıda davetli olmasına ve hatta gelen kişilere özel test yapılmış olmasına rağmen gerçekleşmişti bu talihsiz olay.9 Hastalığa yakalanmalarını engelleyen şeyin zenginliklerinin sağladığı imkânlar olduğunu, aynı imkânların onları hastalığın ağır seyretmesinden de koruduğunu bize göstermiş oldular; sağ olsunlar!

Milyonlar ise biliyorsunuz, değil düzenli test, ağırlaştıklarında yatacak yoğun bakım bile bulamadı; hem de kesintisiz çalışmak zorunda iken. Dünya huzur evlerinde bırakılmış yüzlerce yaşlının nasıl ölüme terkedildiğini izledi.

Zenginler her zaman olduğu gibi pandemide de bir ‘sınıf’ olmanın gerekliliklerini yerine getirdiler ve her yerde ortak davranışlar sergilediler!

Hayat tarzları tek, benzerlikleri değil!

Sermaye sınıfının farklı ülkelerdeki unsurları, sadece verdikleri demeçler, pandemide tercih ettikleri izolasyon şekilleri ve tüketim alışkanlıkları açısından değil faaliyetlerini sürdürme azmi ve toplumu da buna ikna etme şekilleri açısından da benzeşiyor.

Pandeminin ilk günlerinde, kapanmanın kısıtlı da olsa uygulandığı dönemde, bir an önce çalışanların işe dönmesi gerektiğini savundular. Onlara göre bazıları ölebilirdi ve bu risk göze alınabilirdi.10 ABD ve İngiltere’de iktidarlar, sürü bağışıklığını deneyeceklerini ilan ettiler. Virüs halkın içinden geçmeliydi, insanlar sevdiklerini kaybetmeye hazır olmalıydı.11

Zenginler adalarında karantinaya çekilirken, emekçi halk ölüme hazırlanıyordu. Ellerindeki ideolojik argüman ise çok tanıdıktı: “We are all in this together”. Anlamı “Hepimiz birlikteyiz” ya da bizdeki karşılığıyla söylersek “Aynı gemideyiz”. Oysa salgında, aynı gemide olduğu söylenenler arasındaki eşitsizlik katlanarak büyüyordu.

Ülkemizde emekçileri ölüme duygusal olarak hazırlayacak kadar cesur patron göremesek de çalışma hayatının sürmesi gerektiği başka şekillerde ifade edildi. Hem siyasal iktidar hem de patron örgütleri üretimin devam etmesi gerektiğine yönelik açıklamalar yapıyordu.12 Onlara göre yaşamı idame ettirmek için çalışmaya devam etmek zorundaydık.13 Çalışma hayatının sürmesini isterken aslında salgının yayılmasına karşı o kadar da kayıtsız değillerdi: Sağlık Bakanlığı’na dezenfektan, hızlı tanı kitleri gibi malzeme hibeleriyle virüse karşı mücadelede “önemli katkılarda” da bulundular.14 Örneğin Koç Topluluğu üretimin sürmesi için yaptığı “fedakarlıkları” haberleştirerek salgınla mücadeledeki özverilerini sergilemekten geri durmuyordu. Otomobil ve beyaz eşya fabrikalarının bir kısmı sağlık ekipmanlarının üretimi için revize edilirken, hastanelere sayıları on binlerle ifade edilen koruyucu ekipman bağışlarını duyuruyorlardı.15 Söz konusu fabrikaların yıllık 450 bin adet otomobil üretebilme kapasitesi olduğunu bilmeseydik oldukça cömert davrandıklarını söyleyebilirdik!

Dünyanın değişik yerlerindeki zenginlerden yardım haberleri okuduk. En ilgi çekici olanı ise 83 milyarderin “Bizden daha fazla vergi alın!” önerisiydi.16 Gazeteye gönderilen mektubun girişi de çarpıcıydı: “Yoğun bakımlarda hastalara bakan, ambulansları süren, kapılara yiyecek getiren biz değiliz, ama paramız var!” Çalışmadıkları halde neden bu kadar paraları olduğunun sorgulanmayacağına güveniyorlardı. Bugüne kadar neden adil vergi alınmadığının düşünülmeyeceği de açık. Sadece 83 kişiden, sadece “vergi” olarak alınacak payın, dünyanın tamamını etkileyen bir salgında bu kadar etkili olmasının tartışılmayacağını bilmek de ayrı bir özgüven doğrusu.

Elbette ki bu dönemde zarar eden ya da batan şirketler de oldu. Ancak sermaye grupları dönemsel olarak yaşadıkları krizlerden etkilenmeden çıkabilmek için holdingleşmeyi uzun yıllar önce öğrendi. Yani birden fazla üretim alanında faaliyet gösteren, içerisinde finansal sermayesini de barındıran dev ortaklıklar. Bu yapılar, bu yapısal önlemlere rağmen zarar ettiklerinde ise devreye devlet destekleri ve teşvikler girer. İtalya’da bazı hastaneler, İngiltere’de demiryolları, Almanya’da bazı havayolları şirketleri zararları hafiflesin diye kamulaştırıldı. Devletlerin açıkladığı destek paketlerinin aslan payı özel şirketlere aktarıldı. Bu dönemde özel şirketler, işten çıkarmış gösterdiği halde işçileri çalıştırmaya devam etti. Milyonlarca emekçi, salgın önlemleri kaldırıldıktan sonra eski işine devam edebilme umuduyla, devletten aldıkları kısa çalışma ödenekleri gibi düşük yardımlarla çalışmayı sürdürmek zorunda kaldı. Hem zararlar kamuya yıkılmış oldu hem yığınlar işsizlik ve açlık tehdidi ile terbiye edildi hem de şirketler çalışanların maaş yükünden kurtuldu.

Dünyada ve Türkiye’de eşitsizlik

Dünyanın pandemi öncesinde en çok dikkat çeken sorunu, artan eşitsizlikti. Yapılan çalışmaların çoğu en zengin %1 ile geri kalanlar arasındaki gelir makasının açıldığını gösteriyordu.

2018 yılında Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı adlı bir çalışmanın yayınladığı rapora göre, eşitsizlik dünyanın her yerinde, neredeyse tüm ülkelerde, farklı hızlarda yükselme eğilimindeydi. Bu çalışmaya göre en zengin kesimin toplam gelirden aldığı pay 1980 yılından itibaren artmaktayken, en yoksul kesimin payı azalmaktaydı. Buna göre tüm dünyada zengin kesimin servetten aldığı pay 1980 yılında %16’lardayken 2000’li yıllarda %20’nin üzerine çıkmıştır. Avrupa’da bu oran %12’ye ABD’de %20’lere yükselmiştir. En yoksul %50 kesimin aldığı pay %9 civarındayken, ülke içlerinde bu kesimin zenginlikten aldığı payda çok daha sert inişler gözlenmektedir. ABD’de %20’lerden %13 civarına gerilediği görülmektedir.17

Yine 1980’den bu yana en hızlı büyüyen ülkelerde eşitsizliğin de büyüdüğü izlenmektedir. Bu konuda örnek gösterilen iki ülke Çin ve Rusya. Bu dönemde, öncesinde var olan eşitlikçi politikaların terkedilmesiyle birlikte söz konusu ülkelerin nüfusunda ortaya çıkan gelir eşitsizliği diğer ülkelere göre çok daha ani değişimler göstermiş. Bunun sebebi olarak da öncesinde devletin elinde var olan sermayenin özel sektöre aktarılma oranının yüksekliğine dikkat çekilmektedir.

Tün dünyada ülkeler zenginleşirken, devletler fakirleşmiştir. Kamudan özele sermaye geçişi her ülkede artarken en yüksek geçiş Çin ve Rusya’da gözlenmiştir. Kamunun elinde bulunan sermaye değişimine örnek olarak Fransa’da %17’den %3’e gerileme görülürken, Çin’de bu gerileme %70’lerden %40’lara inme şeklinde izlenmektedir.18

Devletlerin elinde bulunan sermayenin azalması, ülkelerde zenginlerin artmasına, var olanların daha çok zenginleşmelerine yol açmış, nüfusun sadece en alt dilimini değil yarısından fazlasını yoksullaştırmıştır.

Ülkemizde de durum farklı değil. Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı 2019 yılı gelir dağılımı verilerine göre en üstteki %20’lik dilim zenginlikten en yüksek payı alıyor: tüm zenginliğin neredeyse yarısı. Göreli yoksunluk oranı %14,4 ve maddi yoksulluk çeken kişi oranı ise %26,3. Taksit ödemeleri veya borçları olanların oranı ise %70’lerde ki bunların önemli bir kısmı da borçlarını ödemekte zorlandıklarını bildirmişler.19 Bilim ve Aydınlanma Akademisi yakın zamanda yayınladığı raporda, müteşebbis gelirinin, gayrimenkul gelirinin ve menkul gelirin toplumun en zengin kısmının elinde toplandığına ve bu nedenle eşitsizliğin arttığına dikkat çekmektedir.20 Halkın %31’inin herhangi bir sosyal güvencesinin olmadığı, %35’inin kronik hastalıkları olduğu da veriler arasında yer alıyor. Hane halkalarının %20’si faturalarını, %16’sı kredi kartı veya diğer borçlarını ödeyemediğini söylüyor. Haftada iki kez et, tavuk, balık veya eşdeğer protein tüketemeyenlerin oranı %30. Tam bir eşitsizlik ve yoksulluk tablosu!

Pandemi tüm dünyada bu tabloya tüy dikti!

Dünyanın birçok ülkesinde zenginler pandemi koşullarına rağmen servetlerini arttırdı. ABD’nin en zengin 12 kişisinin serveti 1 trilyon doları geçti. Bu, servetlerinde yaklaşık %40’lık bir artış demek.21 Salgın hastalık döneminde servetine servet katanların yanı sıra listeye yeni eklenen zenginler de oldu. Zenginleşenler arasında Rus, Çin menşeili şirket sahiplerine dikkat çekilse de tüm dünyadaki milyarder sayısı toplamda artmış oldu. 2017’de 2158 olan milyarder sayısı 2189’a ulaştı. Sadece sağlık alanında faaliyet gösteren firmalar değil, madencilikten otomotiv sanayiye her türlü sektörde zenginleşme mevcut.22

Türkiye’de de hem milyonerlerin sayısı hem de milyonerlerin serveti arttı. Pandemi döneminde milyonerler listesine 32 bin kişi daha eklendi. Milyonerlerin toplam mevduatı 453 milyar küsur liraya yükseldi.23

Bir kesim zenginleşmeye devam ederken Birleşmiş Milletler tüm dünyada 130 milyon aşırı yoksul olduğunu ve 60 milyon kişinin pandemi dolayısı ile daha da yoksullaşacağını bildiriyordu.24 Aşırı yoksul sayısının milyarları geçeceğini öngörenler de mevcut. Dünya Bankası’nın bu konudaki tahmini, aşırı yoksul sayısının 150 milyon artacağı yönünde. Bir insani yardım örgütü ise yarım milyar insanın yoksullaşmasını beklediklerini, devletlerin sadece şirketlere değil bu insanlara da yardım etmekle yükümlü olduğunu söylüyordu.25

Bu yazı hazırlanırken dünyada koronavirüs vakası 80 milyona, ölümler ise 2 milyona yaklaşmak üzereydi. Ölümler dünyanın her yerine dağılmış olmakla birlikte, daha çok ülkelerin yoksul emekçi mahallelerinde gözleniyordu. Hem daha çok hastalanıyor hem de hastalandıklarında sağlık hizmetlerine ulaşmakta güçlük çekiyor ve sonuçta ölüyorlardı. Tabloyu düzeltmek üzere geliştirilmiş aşıların en geç yoksullara ulaşacağı artık tüm kesimlerce dillendirilen bir gerçeklik halini aldı. Bu sırada insanların kendilerini korumakla ilgili yaşadıkları sorunların, alamadıkları önlemlerin de doğrudan yoksullukları ile ilişkili olduğu haberleri günden güne artıyor.

Zaten sağlık, eğitim, çalışma, barınma, ısınma, sağlıklı su ve gıda gibi en temel yaşam hakları gasp edilmiş olan çoğunluk, pandemi dolayısı ile bu haklarından daha da mahrum bırakılmakta ve yoksullukları derinleşmektedir.

Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM) verilerine göre Haziran ayında 2,3 milyon işçi kısa çalışma ödeneği aldı. Nisan-Haziran döneminde 1 milyon 705 bin 147 işçi de ücretsiz izne çıkarıldı. Bu işçiler ayda 1168 liraya geçinmeye çalışıyor. Türkiye'deki toplam 16 milyon 831 bin 210 kişi ise aldığı sosyal yardımlarla ayakta durmaya çalışıyor.

Dünyanın geri kalan coğrafyalarında da durum farklı değil.

“İşçiler kardeş, patron kalleş”ten “kötü yönetiliyoruz”a gelen süreç…

70’li yılların yükselen işçi sınıfı hareketlerinden duvar yazılarına, oradan Yeşilçam filmlerine uzanan bu slogan, işçi sınıfının sadece mücadele birliğinin değil aynı zamanda sınıfsal çıkarlarının farkındalığını da yansıtır. Günümüzle kıyaslandığında daha az olmasına rağmen toplumsal eşitsizlikler, patronla işçiler arasındaki uçurum, zenginle yoksul arasındaki adaletsizlik, sınıf hareketlerinin gündeminde o yıllarda daha çok yer alan başlıklardı.

Şimdilerde ise en çok tartışılan şey yönetim biçimleri. Mevcut eşitsizlikleri örten bu tartışmalar, yaşanan sorunları yöneticilerin yanlış tercihlerine bağlama eğiliminde. Eskiden aşamalı veya değil, bir devrim programına bağlanmış olan talepler unutuldu ve bu taleplerin yerini güçlendirilmesi gereken, daha doğrusu seçimlerde oy verilmesi gereken siyasal unsurlar aldı. Bu bazen açıktan sağcı bir parti oldu, çoğunlukla da sosyal demokrat veya sol görünümlü liberal partiler tercih edildi. Şu anda da en büyük sorunumuzun saraylarından ülkeyi idare eden baskıcı yönetici zihniyetler olduğuna, bunların yanlış ekonomik uygulamalarının bu sonuçlara yol açtığına inandırılmaya çalışılıyoruz.

İşin ilginç tarafı söz konusu “daha iyi” seçenekler defalarca iktidara gelmiş olmasına rağmen eşitsizlikleri gidermek bir yana azaltmak konusunda dahi herhangi bir başarı sağlayamamış, çeşitli ülkelerde arkalarından gelecek daha baskıcı sağcı yönelimlerin gerekçesi olmuştur. Brezilya’da Lula, Yunanistan’da Syriza deneyimleri bunlara örnek olarak verilebilir.

Kırk Haramiler’den beşli çeteye…

Kırk Haramiler, 1987 yılında yayınlanmış, Mustafa Sönmez imzalı bir çalışmadır.26 Türkiye’de geleneksel olarak bilinen Koç, Sabancı, Anadolu, Doğuş gibi sermaye gruplarının nasıl holdingleştiğini anlatır. Adı üstünde onlar “Kırk Haramilerdir”, yabancı güçlü tekellerle ortaklık kurarak iç pazarı ele geçirirler. Örülen gümrük duvarları, onlara özel çıkarılan yaslar, devlet harcamalarının bu gruplara ihale edilmesi, sağlanan ucuz krediler, teşvikler anlatılır.

O dönem kan emici, sömürücü olan ve ancak devlet desteği ile zenginleşebilen bu aile şirketleri şimdi ülkenin batıya dönük, cumhuriyetçi, hakkaniyetli zenginleri oluverdiler. Ama birileri parlatılırken bazı zenginlerin de kötü olması gerekiyordu. Çünkü her ne kadar bu ülkenin geleneğinde siyasetçiler açıklıkla zenginleri sevdiklerini yani onları kolladıklarını ilan etseler de topluma hepsini kabul ettirmeleri eşyanın doğasına aykırıdır.

Bugün ihale, muhalefet konumundaki düzen partilerinin işaretiyle AKP döneminde zenginleşen Cengiz, Limak, Kolin vb.. inşaat şirketlerine kaldı. Onların oluşturduğu servet kirliydi, adil değildi, toplumsal huzuru olumsuz etkiliyordu. Ve hatta servetleri kamulaştırılmalıydı. Söylenenlerdeki tek doğru, edindikleri servetin kamu yararına devralınmasıydı.

Akademik çevreden de bu yönde bir ideolojik dezenformasyon olduğunu hatırlatmak gerekir. Zaten sınırlı sayıda yayınlanan sermayedarlar üzerine çalışmalardan bir tanesi Ayşe Buğra’nın Devlet ve İşadamları kitabıdır.27 Burada da geleneksel sermaye grubu liyakat sahibi, aydın kesim olarak tanıtılırken, AKP döneminde zenginleşenler karanlık yollardan servet biriktiren ‘bir grup taşralı’dır.

Kapitalizmde bahsedilen dışında, “namuslu” bir zenginleşebilme, fabrika, büyük toprak, lojistik filosu, özel hastane, okul zinciri sahibi olabilme şansı yoktur! Sermaye sınıfı bir bütündür ve sınıf olarak hareket eder. Bunu unutturan, üstünü örten tüm çalışmalar kapitalizmin ve buna bağlı eşitsizliklerin sürmesinin bir aracı işlevini görür.

Sonuç

Tüm dünyada kapitalist işleyişin sonucunda çok büyük toplumsal eşitsizlikler oluşmuş durumda. Üretim araçları mülkiyetini elinde tutan çok küçük bir kesim dünyanın geri kalanına yetecek zenginlikleri tekelinde tutmakta, sermaye zenginleşmeye devam ederken emekçi halk yoksullaşmaktadır.

Eşitsizlikler özellikle reel sosyalizm çözüldükten sonra artmıştır. O güne kadar kamunun elinde bulunan kaynaklar, büyük bir hızla özel sermaye gruplarına devredilmiştir. Bu durum şirketlerin daha çok kâr etmesine ve mülk sahibi sınıfın daha çok zenginleşmesine yol açmış, emekçi kesimleri ise o güne kadar iyi kötü yararlanabildikleri sosyal olanaklardan mahrum kılmış, büyük bir yoksullukla karşı karşıya bırakmıştır.

Sermaye sınıfı ve onun siyasal temsilcileri bu eşitsizlikleri gidermek yerine onları arttırmayı tercih ediyor. Şimdilik. Sermaye sınıfı olarak kalmaları bunu gerektirir. İnsanların yoksulluk tehditi ile karşı karşıya olması ise çalışan milyarlarca emekçini sermaye politikalarını daha kolay kabullenmesi anlamına gelebilmekte.

Pandemi süreci ile birlikte tüm dünyada alınan önlemler, hayata geçirilen uygulamalar, geniş halk kesimlerinden çok sermaye sınıfının talepleri doğrultusunda ve onların yararına oldu. Ekonomik faaliyetlerin devamı, zengin azınlığın servet biriktirmeyi sürdürebilmesi biçiminde organize edildi. Getirilen kısıtlı önlemler dolayısı ile oluşan zararlar, devlet fonları ile sermaye adına telafi edilirken emekçilerin hakları göz ardı edilmekle kalmadı bu haklar adeta gasp edildi.

Şu an dünyanın birçok yerinde artan işsizlik, yoksulluk, borçluluk, ücret yetersizliği bunun göstergesidir. Halkın büyük bir kısmı sağlıklı gıda, su, çalışma, barınma, sağlık ve eğitim hakkından mahrum kalmıştır. Hastalığa yakalanıp ölmek, adeta açlık ve yoksulluğa tercih edilen bir durum haline gelmiştir.

Dünyadaki ve ülkemizdeki sayılı zenginler ise servetlerine servet katmaya devam etmiş, istedikleri her türlü devlet desteğine kolayca ulaşmıştır.

Bu tablonun oluşmasında sadece ekonomik işleyiş değil işçi sınıfının örgütsüzlüğü de etkili. Uzun yıllardır liberal saldırının karşısında süngüleri düşmüş olan proletarya, kendi koşullarını ve burjuvazinin eğilimlerini yeterince okuyamıyor ve devrimci taleplerini de geri çekti.

Kapitalist işleyişin yarattığı ve pandeminin derinleştirdiği toplumsal eşitsizlik ve emekçi sınıfların yoksullaşması sorunu ancak işçi sınıfının bağımsız siyasal örgütlenmesi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması mücadelesi ve devrimci bir dönüşüm ile çözülebilir.

Endam Köybaşı / SOL- GELENEK

Tek tarih iki cinayet: 24 Ocak - Turgay Develi / SOL

 Uğur Mumcu bağımsızlıkçılığın sembolüyken, 24 Ocak kararları ve savunucuları ise siyasi ve ekonomik bağımlılığı içselleştirmişlerdir.

Tarihimizin en kara günlerinden birisi 24 Ocak'tır. 24 Ocak 2021, uygulanabilmesi için ardından 12 Eylül darbesinin yolunu açan, ekonomik ve siyasi bağımsızlığımızın kalbine neoliberal kazıkların çakıldığı 24 Ocak kararlarının 41., CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun anıt önünde 'Kalpaklı kuva-yı milliyeci, aydınlanmacı, bağımsızlıkçı, yazdıklarıyla hepimizin önünü aydınlatıyor' diye andığı Uğur Mumcu'nun öldürülüşünün de 28. yıldönümü.

Uğur Mumcu ile 24 Ocak ekonomik kararları arasında muazzam bir karşıtlık vardır. Uğur Mumcu bağımsızlıkçılığın sembolüyken, 24 Ocak kararları ve savunucuları ise siyasi ve ekonomik bağımlılığı içselleştirmişlerdir. Uğur Mumcu aydınlanmacı ve yurtsever; 24 ocak kararlarının savunuculuğunu ve uygulamasını yapan neoliberaller bunun tam tersi değerleri temsil eder.

Kısacası 24 Ocak kararları, ülkenin tüm kaynaklarının yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekilmesi, kontrolsüz bir finansal liberalizasyona geçiş, reel ücretlerin eritilmesi, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, sendikal ve sosyal hakların tırpanlanması, kamusal malların piyasada fiyatlanması, vatandaşların eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinden parasız yararlanama haklarının gaspı gibi birçok hedefi kapsayan, ulus devleti yok eden ve ardından gelen 1996 Gümrük Birliği anlaşması ile 2000 yılındaki daha ağır ve kapsamlı ekonomik ve siyasi saldırıların ilk hamlesiydi. Uğur Mumcu da tüm bu saldırılara karşı bilinç oluşturmak için kalemi ile savaşan bir gazeteciydi.

Sayın Kılıçdaroğlu'nun anmadaki sözleri, Uğur Mumcu'nun kişiliğini oluşturan ve mücadelesinde bayraklaştırdığı değerlerdi. Buna karşın CHP, bu değerlerin tam aksi yönde duran neoliberal değerleri içselleştirmiş durumda. Partinin topluma deklare ettiği ekonomik perspektifine ilişkin en temel belge olan bütçe konuşmalarıyla görevlendirilen Sayın İlhan Kesici'nin yayınladığı mesaj ile Uğur Mumcu'nun hayatını savaşmaya adadığı bu değerler, açıktan kutlanıp, kutsanmaktadır.  Cumhuriyetin temel değerleri olan yurtseverlik ve bağımsızlığın savaşçısı ve 24 Ocak kararlarının ülkemizi nasıl bir felakete götürdüğü üzerine sayısız kez yazmış biri olan Uğur Mumcu'yu anıp, üstelik dramatik bir şekilde aynı güne denk gelen, cumhuriyet ve CHP'nin ilkelerine düşman 24 Ocak kararlarını savunmanın ise tıp literatüründeki karşılığı ancak kişilik bölünmesi olabilir. Kaldı ki, diğer birçok MYK üyesi de 24 Ocak neoliberal saldırısına sessiz kalıp, eski emniyet Müdürü Gaffar Okan ile eski bakanı İsmail Cem'i anarak, aslında sayın Kesici gibi, 12 Eylül darbesini çağıran 24 Ocak kararlarını açıktan kutlamasalar da, bugün parti yönetimindeki varlıklarının, bu kararların yol açtığı ekonomik ve siyasal tahribat kaynaklı olduğunu bilerek susuyorlar.  

İşte böyle bir çoğunlukla parti yönetimi oluşturan sayın Kılıçdaroğlu, önce Maraş katliamının yıldönümünde Türkeş'in evine yaptığı ziyaretle, şimdi de 'muhafazakar' kesimden isimlerle ve din adamlarıyla bir araya geldiği farklı ortamlarda CHP'nin muhafazakarlığından ve değişime direnmesinden şikayet ettiği mesajlar veriyor. Belediye Başkanları tarafından tek tek yazılarak emanete alınan ve Genel Merkez tarafından da 'atanan' kurultay delegelerinin oylarıyla belirlenen parti yönetiminin, örgütler üzerine tahakküm kurarak en ufak bir itirazı dahi tasfiye ile cezalandırıp susturduğu bir ortamda, parti üzerinde kayıtsız şartsız kontrolü bulunan bir Genel Başkana herhangi bir direnç söz konusu olamayacağına göre, Sayın Kılıçdaroğlu CHP derken seçmeni ve parti dışında kalan partilileri kastediyor olsa gerek. Amaç ise açık: partinin siyasi aksını kırmak.

Normal şartlarda iktidara talip bir parti yönetiminin tabanını politize etmesi, örgütlerini dirençli tutması ve kitle tabanını genişletmek için üretim yapması gerekir. Kendi parti politikaları ile çelişen uygulamaları içselleştiremeyen parti tabanını, değişik gerekçelerle başka partilere oy verenlere şikayet etmek ise, ilk bakışta garip görünse de parti yönetiminin zihinlerinde dramatik çelişkiler yaşadıklarının işareti. İdeolojik savrulma yaşayan parti yönetiminin bu davranışlarının hesaplı olduğu da ortada. Kendi parti ideolojisini yeterli bulmuyor ve toplumu ikna edecek yeni arayışlara ilişkin de kafalarında bir strateji oluşturmuş görünüyorlar. Parti yönetimi, siyaset tarihinde görülmemiş bir şekilde, parti ideolojisine uygun olarak oluşan kitle tabanından mutsuz. Gidip görüşlerine uygun bir parti kurarak mücadele etmek yerine de hem partiyi siyasi bütünlüğünden kopararak başkalaştırmak, hem de oy veren kitleyi değiştirmek istiyorlar!

Sorunun temeli, CHP yönetiminin, Türkiye'de yapay kamplara ayrılmış siyaseti doğru aksa oturtacak ideolojik saflık ve bunu uygulayacak bilinç düzeyi ile eylem kararlılığının olmamasında yatıyor. 

'Milliyetçilerin' ayrı, 'Kürtlerin' ayrı partisinin olduğu; 'sağcıların' bir çatı altında toplandığı; 'Atatürkçülerin', 'ulusalcıların', 'sosyal demokratların', mezhebi örgütlerin ve mikro milliyetçilik düşkünü 'liberallerin' ise kendi kamplarında durdukları yerden milim kıpırdamadan CHP'yi bir oraya bir buraya çekiştirdiği bir siyasi iklim oluşturulmuş durumda. Bu şartlar altında Türkiye'deki siyasi tartışmalar, olgular ve fikirler üzerinden değil, kamplar üzerinden yapılıyor. Bir kampa dahil olan bir şahıs veya parti, o kampın tüm 'şartlarını' kabul etmek zorunda kalıyor. 

Mesela, bugünün 'liberal' CHP'sinde neoliberal ekonomi ezberlerine dil uzatan veya Türkiye'nin üniter yapısının korunması gerektiğinden ısrarla bahseden birinin barınması mümkün değil. 2013 model AKP'nin çözüm sürecine dil uzattırmayıp, 2021 model AKP'nin ise ülkenin güneydoğusunda seçilmiş belediye başkanı bırakmaması, 2013 ve 2021 yıllarında içinde bulunduğu farklı kampların refleksleri. Keza Türkiye'de yerli üretimi bitiren tüm kanunların uygulayıcısı AKP'nin bugün yerli ve milli edebiyatına bel bağlaması, buna karşılık altı okundan birisi devletçiliği temsil eden CHP'nin, yerli üretimi bitiren ne kadar yasa varsa hepsini çıkaran Kemal Derviş'i Genel Başkan Yardımcısı yapması ve şimdi de imkanı olsa devletin elini ekonomiden tamamen çektirecek kadrolarca yönetilmesi de böyle. Zaman savuruyor. Örnekler çoğaltılabilir.

Aslında, parti yönetiminin kafasını karıştırıp kendi tabanını değiştirmeye kadar sürükleyen çelişkinin kaynağı tabanının 'direnmesi'' değil, CHP yönetiminin kendi partisinin tarihsel mirası çerçevesinde siyaset yapmak istemiyor oluşu. Bunu açıkça ifade edenler her ne kadar parti yönetimini ele geçirmiş olsalar da, şu ana kadar en tepedeki Sayın Kılıçdaroğlu'ndan bu yönde bir beyan olmadı. 

Gelişmeler, şimdilik, CHP yönetiminin kendisine yeterli sayıda oy getirdiğine inanmadığı (ulusalcı-laik) bir kamptan, daha kalabalık olan bir diğerine (liberal- islamcı-muhafazakar) taşınma çabası olarak izleniyor. Bu çabanın ise sorunlu iki yönü var:

Birincisi, taşınılmaya çalışılan 'muhafazakar' kampın sahipleri tüm haşmetiyle zaten orada duruyor. Bu kampın sakinleri, aslı varken tarihsel olarak güvenmedikleri taklidine itimat etmiyor.

İkinci ve daha büyük problem, CHP'yi taşımaya çalıştıkları (neo)liberal - islamcı muhafazakar kampın kendi sorunları da orta yerde duruyor. Üstelik bu sorunlar öyle az buz değil. İşte parti yönetimi ile parti tabanı arasındaki zihni kırılmanın ana fay hatlarından biri burada oluşmuş durumda. CHP yönetimi ise, bu sorunlara kulak tıkayamayan kendi tabanıyla inatlaşma yolunu seçmiş görünüyor.

Türkiye'de onlarca yıldır uygulanan neoliberal ekonomik politikaların ve toplumu kutuplaştıran kimlik siyasetinin yarattığı çöküş ortadayken; yönetimin flört ettiği bazı kimselerin modern dünyayla ilişkisi ve cumhuriyetin temel değerlerine olan bağlılığı en iyi ihtimalle 'şüpheli' iken bu ısrarın sorgulanması gerekiyor.

Bu bağlamda, Sayın Kılıçdaroğlu ve MYK'sı, CHP'yi yönetmeye devam etmek istiyorlarsa, kendi pozisyonlarını yeniden değerlendirmeleri gerekiyor. Parti tabanı değişime, ilerlemeye direnmiyor. Parti yönetiminin, değişim adı altında yönelinen neoliberal-islamcı-muhafazakar kampın ilke ve felsefelerini kabul etmesine direniyor. Toplumun ne kadarını temsil ettiği bile belli olmayan değişik kesimlere 'yaslanmak' adına cumhuriyetle, cumhuriyeti kuran bağımsızlıkçı, ilerici, devrimci iradeyle gemilerin yakılmasına direniyor.

İşin doğrusu daha kalabalık kampa taşınıp doğrusuyla yanlışıyla tek bir kampta konumlanmak değil, kamplaşmayı dağıtmak ve siyaseti temel çelişkileri çözecek bir aksa oturtmak gerekiyor. Kamplaşmayı dağıtmanın yolu İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu'nun tabiriyle, etnik kimlik, mezhep temelli, 'acıları ortaklaştıracak her türlü' siyaseti yapmak değil, her konuda tarihin doğru tarafında durmaktan geçer.

Partinin bir kanadı din meselesini çekiştirirken diğer kısmı Kürt sorununun yanlış tarafında duruyor diye Türkiye'nin ekonomik bağımsızlığına, ulus bilincin çimentosu laikliğe ve tarikat yapılanmalarına ilişkin haklı endişelerine kulak tıkanabilir mi? Ya da Türkiyeyi çöküşe götüren bir ekonomik programın kölesi olduğu için 'liberallerin' insan hakları, özgürlük ve demokrasiye yönelik haklı endişelerine kulak tıkanabilir mi? Bunlar zaten insanlığın ortak değerleri. Aynı şekilde kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan seçmenlerin üniter yapıyla ilgili haklı endişelerini görmezden, duymazdan gelebilir miyiz?

Kürt sorunu olarak tanımlayabileceğimiz sorunun çözümünde içeride farklı görüşler olabilir. CHP içerisinde de böyle olduğu biliniyor. Sınırlarımız içerisinde takındığımız tavır ne olursa olsun, kurulması için ABD tarafından büyük bir mücadele verilen plastik devletin kime, neye hizmet edeceği sorusunu soramayacak mıyız?  (İlgili olarak: YPG'nin sevgilisi, Ortadoğu halklarının başının belası, Başkan Bush döneminden beri ABD'nin Orta Doğu Koordinatörü olup Trump Suriye'den çekilmeye karar verince istifa eden Brett McGurk, çiçeği burnunda Başkan Biden tarafından aynı göreve tekrar atandı. YPG ile ilgili yeni baş ağrılarına hazır olalım.)

Kamplaşma siyasetinin bir parçası olmak, yukarıda sadece birkaç tanesine değindiğim, Türkiye'nin önünü tıkayan sorunların tamamına çözüm üretmeyi imkansız kılıyor. 

CHP'nin, Türkiye'nin bağımsızlık temelli, fakat yeri geldiğinde pragmatik olabilen kurucu iradesinin yol göstericiliğinde, günümüzün şartlarının ve Türkiye sosyolojisinin dikkate alındığı, her konuda her görüşün katılımına açık, kalıplaşmış kutupların dışına çıkabilen, bağımsızlık merkezli yeni bir siyaset okumasına ihtiyacı var. Sesi en çok çıkanın yoluna gidilen, bu uğurda bazen modern olan her şeyin düşmanı olan hacı hocaların, bazen kafayı cumhuriyetle bozmuş meczupların, bazen ayrılıkçıların, bazen mandacıların peşinde sürüklenen bir politikaya değil.

Moda siyaset diliyle muhafazakarların, Kürtlerin, Türklerin, alevilerin, sünnilerin, laiklerin, ulusalcıların, liberallerin... üzerinde uzlaştığı, hayatlarını sürekli olarak etkileyen tek bir konu var: ekonomi. Esas muhafazakar olan Sayın Kılıçdaroğlu'nun şikayet ettiği gibi CHP seçmeni değil, onyıllardır yoksul bırakılan kitlelere hala aynı eski namaz, niyaz hikayeleriyle, alevi-sünni-kürt-türk uzlaşmalarıyla ulaşmaya çalışan siyasi akıl(sızlık)dır.

Sayın Kılıçdaroğlu, zihni bu kuşatmayı yarıp, partiyi kapatmak isteyen kadroların oluşturduğu bu anlayıştaki MYK ile partiyi iktidara taşıyabileceğine hâlâ inanıyor mu gerçekten? Sanırım CHP'nin ve Türkiye'nin nasıl bir siyasi aksa oturacağı, bu soruların yanıtıyla şekillenecek. 

Bizim ise durduğumuz yer bellidir: Bu yapay kampları besleyen, mikro milliyetçilik soslu kimlik siyasetinin yerine zenginler ve yoksulların oluşturduğu gerçek kampı görünür kılmak. 'Kalabalık', üstelik haklı olanların kampını arıyorsanız en büyüğü burada.

Turgay Develi / SOL

Kitap fuarlarının ışığı TEKİN Yayınevi - Aylin Altun Tali

1962 yılında kitap dağıtım şirketi olarak kuruluyor Tekin Yayınevi. 

Kısa bir süre sonra kitaplarını yayımlayamayan yazarların adresi oluyor. 

Kemal Karatekin tarafından kuruluyor. Yugoslav göçmeni ve Tito hayranı, cesur bir adam Karatekin. 

Sol Yayınları’nın kitaplarını üniversitelerde satarak başlıyor yayıncılık hikâyesi. Rıfat Ilgaz, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Kemal Tahir ve Orhan Kemal’ler geliyor yayınevine. Sonrasında yayıncı olarak birtakım ilkelerle hareket ediyor. Yayımladıklarıyla birlikte hızla büyüyor yayınevi. 

Uğur Mumcu, Doğan Avcıoğlu, Yalçın Küçük, Emin Çölaşan gibi yazarlar giriyor kataloğa. Böyle bir yayınevi kültürü yaratılıyor. 1960’dan itibaren yayımladıkları kitaplara baktığımızda böyle bir misyonla hareket ediyorlar. Laiklik ve Cumhuriyet değerlerine sahip aydınlanmayı savunan bir yapı bu.

Son dönemde binbir zorluk ve engellemelere rağmen çoktan yarım asırı devirmiş  çınarımızdır.Bir çınar için yarım asır ne kadar kısaysa, Tekin Yayınevi içinde yayın hayatı nice asırlara taşınacaktır.

Yaşar Kemal, Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Haydar Tunçkanat, Hikmet Çetinkaya, Emin Çölaşan, Alev Coşkun, Yalçın Küçük, Mehmet Ali Aybar, Bülent Ecevit, Bekir Yıldız, Necati Cumalı, Rıfat Ilgaz, Fatih Güllapoğlu, Oğuz Özdeş, Rahmi Kumaş, Kemal Bilbaşar, Yusuf Nalkesen, Faik Başbuğ, Tekin Erer, Toktamış Ateş, Muammer Yaşar, Şakir Balkı, Ferruh Doğa, Orhan Gökdemir...Tekin Yayınevi Çınarının yapraklarıdır.

Vizyonunda  hiçbir zaman ödün vermemiştir.Nedir bu vizyon? 

İnsanların soran, sorgulayan, topluma ve çevresine duyarlı bireyler olmasına katkı sağlayacak kitapları okurla buluştururken; bu yayın çizgisiyle insanların aydınlıkçı, cumhuriyetçi, toplumcu ve demokrasi bilinci gelişmiş bireyler olmaları.

Tekin yayınevi sahibi Elif Akkaya'nın anlattıkları, kulağımıza küpe olmalıdır.(1)

-"Türkiye’de geldiğimiz noktada hala çok sayıda yayınevi, yazar, editör ve düzeltmen varken, bir dağıtıcı firma ve de neredeyse bütün ülkeyi çevrelemiş bir zincir market ağı var. O da D&R. D&R 1997 yılında açılmış, geçtiğimiz yıl sahibi olduğu Doğan Holding bünyesinden de AKP iktidarına yakınlığı ile bilinen Turkuvaz Müzik Kitap Mağ. Paz. AŞ.’ye satıldı. Bununla beraber de olanlar oldu. Çok sayıda kitabın eskisi gibi raflara girememesi, muhafazakar yazarların öne çıkarılması gibi birçok şeyle karşı karşıya kalındı"

- "30 Mayıs 2018’de Tekin Yayınevi, Yayıncılar Birliği Başkanı Kenan Kocatürk’ün bir paylaşımına cevaben, “Sayın Kenan Kocatürk; Bugün sosyal medyada paylaştığınız mesaj üzerine ekleme yapmak istedik İbrahim Kaboğlu, Zeynep Altıok ve Orhan Gökdemir’in Nisan ayında raflarda yer alan bu kitapları hala -ısrarla yürüttüğümüz görüşmelere rağmen- @DRdunyasi mağazalarına alınmadı. Duyurulur” paylaşımını yaptı. D&R ise bu paylaşımı şirket itibarını düşürdüğü gerekçesiyle Tekin Yayınevi’ne 50 bin TL’lik bir dava ile cevap verdi. Dava hakkında ilk duruşmasında görevsizlik kararı verildi ve Ticaret Mahkemesi’ne gönderildi. Şimdi yeni davanın duruşması için tarih bekleniyor.

Bu kadar olumsuz gelişmenin ardından, üzülerek Yayıncılar Kooperatifinin sosyal medya hesabından yapılan paylaşımda, 

“YAYKOOP ortağı Tekin Yayınevi'nden Cağaloğlu'na hüzünlü veda, Üsküdar'da umutlu başlangıç. Tekin Yayınevi, 1962 yılından beri faaliyetini sürdürdüğü Cağaloğlu'ndaki kitabevini kapatıyor, Üsküdar'da on binlerce çeşidin sergileneceği,kafe bölümü de bulunan yeni bir kitabevi açıyor” ifadelerini kullandı.(2)






Aylin Altun Tali

(1) Birgün
(2) Odatv

24 Ocak 2021 Pazar

Savcı bey, hâkim bey tecavüz ağır bir suçtur! - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET


Batman’da bir uzman çavuş tarafından kaçırılan ve günlerce tecavüz edilen, bırakıldıktan sonra tek çare olarak intihar eden genç kızın ve feodal yapının kıskacındaki pek çok kadının çaresizliğini yazdığım için, ölüm tehdidi de dahil ağır bir lince uğradıktan sonra bu konuda yazmama kararı almıştım. Son günlerde yaşanan tecavüz, intihar olaylarından sonra “yaz Işıl ” dedim. Varsın linç etsinler!

Önce Batman’daki korkunç olayın faili uzman çavuş elini kolunu sallayarak ortalıkta dolaşıyor. Bu bilinsin. Son günlerde ona başkaları da katıldı. Savcılara, hâkimlere bir tek sorum var: Savcılar, hâkimler sizin için tecavüz bir suç değil mi? 

Sanıyorum değil. Yoksa Antalya’da işyerinden otobüs durağına götürmek için aldığı genç kadını kendi işyerine götüren, saatlerce tecavüz eden, zorla uyuşturucu veren, kadının annesi merak edip kızını telefonla aradığında “Şimdi kızına tecavüz ediyorum” diyen, (bu sözler kayıtlara geçmiştir) ardından genç kadını bir çöp gibi yolun ortasına atan bir erkek şahıs, elini kolunu sallayarak dolaşamazdı. Üstelik tutukluydu ama ilk mahkemede serbest yargılanmak koşuluyla serbest bıraktınız. Oysa tecavüze uğrayan genç kadın yaşadıklarından ötürü intihar girişiminde bulundu, kurtarıldı ama bundan böyle yüzde 99 engelli bir yaşama mahkûm. Şimdi soruyorum: 

Faili hangi gerekçeyle serbest bıraktınız? Bunu bir yurttaş olarak ben anlamıyorum. Sizler telefon kayıtlarına, DNA testlerine inanmıyor musunuz? İntihar eden ve artık yaşamını sürdürmek için bir başkasına muhtaç olan bir kadın sizi hiç mi ilgilendirmiyor? Sizin eşleriniz, kız çocuklarınız yok mu? Kanun mu? Kanun tecavüzü ağır bir suç olarak kabul ediyor, üstelik burada bir de intihar ve yüzde 99 sakat kalan bir kadın var. Aklıma kötü şeyler geliyor, yoksa siz de benim gibi ölüm tehdidi mi aldınız? Yoksa... 

Şimdi bir başka coğrafyaya geçelim. Dünyanın en güzel kenti Mardin’e. Olay Mardin’in en güzel ilçesi Kızıltepe’de oluyor. İsviçre’de büyümüş, 17 yaşında bir kız çocuğu, ülkesini ve akrabalarını tanımak için Kızıltepe’ye geliyor ve amcası hiçbir sakınca görmeden genç kıza tecavüz ediyor. Adamın DNA’sı kızın rahminden alınan meni örneğinde. Kız ve ailesi şikâyetçi ama akrabalar için kızın hiçbir önemi yok. Kız kendini o kadar yalnız o kadar değersiz hissediyor ki intihar onun için bir kurtuluş çaresi oluyor, son anda kurtarılıyor ve tutuklu olan failin duruşması yapılıyor, ilk duruşmada mahkeme faili serbest bırakıyor. Ve ne oluyor, mahkeme kapısında bekleyen akrabalar hemen koşup bir davul zurna getiriyorlar ve mahkemenin bıraktığı faili kucaklayıp hep birlikte halaya duruyorlar. Mahkeme salonunun penceresinden faili serbest bırakan savcı ve hâkim olayı seyrediyorlar. Bu serbest bırakılma sonrası 17 yaşındaki kız çocuğu kendini öylesine aşağılanmış hissediyor ki çareyi yeniden intihar etmekte buluyor. Şimdi hastanede. Halaya duranlar eminim “yaşasın bizim aslan oğlumuz” diyerek bol acılı çiğköftelere yumuluyorlardır.

Dünyanın her yerinde tecavüz, en ağır suçlardan biri kabul edilir sayın savcılar, sayın hâkimler ve asla çok yüksek kefalet parası ödese bile serbest bırakılmaz. Ve hayatları boyu sicilleri onları takip eder. Cezalarını çekip çıktıklarında, ev tuttukları mahalledeki herkese bildirilir. O artık bir tecavüzcüdür!

Bir başladık mı sonu gelmiyor, üstelik günlerden pazar ama ne yapalım tecavüzün suç olmaktan çıkarıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu arada kendisine ve çocuklarına ağır işkence yapan, karısını çocuklarının yanında çırılçıplak soyan, eline kelepçe geçiren ve banyoda arkadan tecavüz eden kocasını öldürdüğü için bir kadın tutuklanıyor. Kendini ve çocuklarını koruduğu için mi?  

Bugün, şu korkunç salgın günlerinde geldiğimiz noktayı yüzümüze vuran olaylar yaşıyoruz. Bir koca, karısını nişan yüzüğünü bozdurmak istemediği için boğarak öldürüyor. Adam mahkemeye çıktığında şimdiden biliyorum “cinnet geçirdiğini” söyleyecek, yani aklı başından gitmiş. Ve pek çok örnekte gördüğümüz gibi bu da hâkimlerimizin dünyanın hiçbir yerinde olmadığı gibi “hâkim indirimini” yapmalarına neden olacak. Size bir bilgi, kadın öldüren katiller, hangi nedenlerle hâkim indirimi uygulanıyor, bunu ezbere biliyorlar. 

Bütün yazdıklarımdan sonra kendi kendime dedim ki “ülkede hukuk mu kaldı Işıl?” ve ne yazık ki durum vahim ama bu ülkenin kadınları artık her yerdeler, özellikle kadın avukatlar kadın katillerinin, çocuk ve kadın tecavüzcülerinin korkulu rüyaları olmaya devam ediyorlar. Etsinler! Onlara ve her duruşmada kadınların yanında olan kız kardeşlerime teşekkürler. Bir kadın, bir yazar ve bir anne olarak.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET





Vurmayın efendiler, ben masumum. 
             Fotoğraf: Işıl Özgentürk


İki Atatürkçü Bir Çalışma Odası - Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşayan belleği ve seçkin aydını Cahit Kayra, bu yıl 104. yaşını kutluyor. 

Saygıyı yalnız zamana kafa tutan ömür genetiğiyle değil, kuruluşunu adım adım izlediği devlete memur, milletvekili ve bakan olarak verdiği emeğin yanı sıra, yazdığı başyapıt kitaplarla herkesten çok hak ediyor. 

Cahit Kayra’nın kitaplarını oldum olası severim. Çünkü okurun zekâsına güvenen bir akılla yazılmış, muzip kurguları vardır. Son kitabı Bir Çalışma Odası’nı geçen yıl yazdı. Yüzyıllık birikimini, çalışma odasına biriktirdiği eşsiz sanat eserleri ve tarih belgeleriyle anlattı. İşte bu kitapta, günümüzün çapsız ve güdük devletlilerinin temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze koyduğu bir tartışmaya açıklık getiriyor:

Halkın sökemediği Osmanlıca

Ben 1938 kuşağındanım. İlkokulu Arap harfleriyle, Osmanlı alfabesinde okudum. Küçük bir sınıfımız vardı, on beş çocuk... Beşinci sınıftayken Harf Devrimi oldu. O tarihte sınıftaki çocukların ben ve birkaçımız hariç hiçbiri okuma yazma (hele yazmayı hiç) öğrenememişti. 

Yeni harflerin uygulamasına geçildiğinde istisnasız hepsi yeni alfabeyi, yeni alfabeyle okuyup yazmayı öğrendi. Lafla ve palavrayla tartışmaya gerek yok. Biz bunu gerçekten yaşadık! 

Latin harfleri yeni kuşaklara okuma yazma olanağı sağladı. 

Ben okumaya düşkün bir çocuktum ve arkadaşım yoktu. Birinci sınıftayken ablam bana Çalıkuşu romanını okutmuştu. Üstelik başka türlüsü olmadığı için eski harflerle yazılı kitaplar dışında başka seçeneğimiz de yoktu. Türk ve yabancı klasikleri, Arap harfleriyle okudum ve Osmanlıcayla ilişkimi sürdürdüm. 

Zamanlar geçti ve 1935’te Mülkiye’ye girdim. Birinci sınıfı İstanbul’da Yıldız’daki Mabeyn binasında okuduk. O dönemde İstanbul Üniversitesi yerli yabancı öğretim üyeleriyle donatılmıştı. Mülkiye öyle değildi. Öğretim üyelerimiz aynı durumda değildi, yeterince kitabımız yoktu. Sıddık Sami Hoca medeni hukuk, Fazıl Bey maliye, Fuat Bey esasiye okuturken biz Osmanlı alfabesiyle not tutar, sonra mumlu kâğıtlara Türk alfabesine çevirerek basar, arkadaşlarımıza dağıtırdık. 

Not I: Mülkiye’de yüz kırk beş kişilik bir sınıfımız vardı. Çoğunluğu Anadolu’daki liselerden gelme çocuklardı. Osmanlı alfabesini o yaşa kadar hâlâ öğrenememişlerdi.

Not II: Bu konu ne zaman önüme çıksa söyleyeceğim. “Latin harfleri kabul edilince bütün tarihimiz yok oldu” diyorlar. Bilmezler ki Arap harfleriyle yazılı belgeleri eskiler okuyamazlardı. Harf değişimi kabul edildikten sonra eski belgeler Türk harfleriyle çevrilip yayımlandı da geçmişe dair bilgi sahibi olduk. Eskileri eskiler bilmezdi ama biz yeniler geçmişimizi bu sayede öğrendik.*

Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar

Üç aşağı beş yukarı hemen aynı kuşaktan olduğumuz yazar Neşe Doster’in kadın hakları, eğitim ve kültüre adalı yaşam yönü, başından belliydi: İlkokulu Gazi, ortaokul ve üniversitesi Atatürk, öğretmenlik yaptığı lise, yazılar yazdığı gazete Cumhuriyet adını taşıyordu. 

Neşe Doster, son kitabı Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar’da, yolunu çizen eşsiz önderin ülkemizin geleceği, insanları için kısacık bir zaman diliminde başardıklarını anlatırken, aslında kurtuluş için de tek yolun Atatürkçülük olduğunu gösteriyor:  

Ekmek ve kitap

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Savaştepe Köy Enstitüsü’ne yaptığı ziyaret sonrasında, tarım alanında koyunları otlatan bir kız öğrenciyle karşılaştı. Selam verip çantasında ne olduğunu sordu. Öğrencinin çantasından bir parça ekmek, bir dilim peynir ve Milli Eğitim Bakanlığı Klasikleri’nden Kral Oidipus çıktı. İsmet Paşa, yanındakilere dönüp “Gördünüz mü?” dedi. “Köy Enstitüleri’nde ekmek ve kitap bir tutuluyor. Ne zaman Türkiye’de erinden generaline, köylüsünden en yüksek makamdaki insanına kadar herkes ekmeği ve kitabı bir tutarsa, o zaman ülke gerçekten kalkınmaya başlar.”

Enstitüler, Batılı bilim insanlarının da ilgisini çekti, doktora tezlerine konu oldu. Dünya pedagoji ansiklopedilerine “Türk buluşu kurumlar” diye geçti. UNESCO tarafından geri kalmış ülkelere “çağdaş kalkınma modeli” olarak önerildi. 

1946’da çok partili siyasete geçişle birlikte bu okullar gözden çıkarılıp köy öğretmen okullarına dönüştürüldü. 1954’te de Demokrat Parti iktidarı tarafından tümüyle kapatıldı. 

Aydınlanmacı ve halkçı kurumlar olan Köy Enstitülerini, komünist yetiştiren okullar olarak gören sağcılar, yetiştirdiği gençlerin köylüyü uyandırmasından korkan toprak ağaları, kız-erkek öğrencilerin birlikte okumasına itiraz eden gericiler bir olup kapattırdılar. Dolayısıyla Türkiye’nin geleceğini kararttılar.**

Değerli okurlarım! Türkiye’nin bekası ancak ve yalnız Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin inanç, ülkü ve ilkelerine dönmesiyle sağlanabilir. Ama Atatürkçülük, aynı zamanda bir gençlik iksiridir. Gerçek, inançlı ve ilkeli Atatürkçüler, eğer bir suikasta kurban gitmezlerse, çoook uzun, az parayla da mutlu, çünkü tutarlı yaşarlar. 

Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Uğur Mumcu’nun akademik çalışması basında ilk kez Cumhuriyet aracılığıyla yayımlanıyor: Osmanlı değerlendirmesi* - CUMHURİYET


Bazı yasaların sosyolojik açıdan uygulanıp uygulanmadıklarını ve Batı tipi kurumların yaşama şanslarını araştırırken bu gibi değerlendirmelerin yapılmaması sanırız büyük bir eksikliktir. 

Salt hukuksal sorunlar araştırılırken, bu hukuksal kural ve kurumları oluşturan hukuk dışı nedenlerin araştırılmaması bizleri sadece “dogmatik” araştırma yapmaya zorlamaktadır. Bu kuru “kanunculuk” ise sorunlara çözüm yolları getirmemektedir.

Osmanlı Devleti, ilk kuruluşunda toprak rejimine dayanan bir askeri yönetimdi. 

Askeri ve siyasal amaçlara göre örgütlenen devlet, Selçuk Türkleri ile öteki Türk devletlerinin siyasal ve askeri kurumlarından esinlenerek kurulmuştu. Türk-İslam geleneklerinin temel yapıldığı devlet, teokratik yapıda ve düalist hukuk sistemi içinde yönetilen bir ortaçağ devleti niteliğindeydi.

Devletin siyasal örgüt biçimini toprak düzeni ve toprağın bölüşümü belirtiyordu. Bu yönetim biçimi Osmanlılara ilk kez bulunmuş ve uygulanmış değildi. Siyasal ve askeri yapı Türk İslam devletlerinin ortak özellikleriydi.

Askeri otoriteye sıkı sıkıya bağlı Osmanlı Devleti’nde toprağın yönetimi bazı özel koşullara bağlı olarak özel kişilere verilirdi. Miri arazi denilen ve çıplak mülkiyeti devletin olan toprakların işletilmesi belli kişilere verilir; devlet toprakları kendisine işletilmek üzere bırakılan bu kişilere “dirlik” ya da “tımar” sahibi denirdi.

Dirlik sahibi arazinin maliki değildi. Sahibi arz denilen ve asker memur karışımı yetkilerle donatılmış görevliler, halktan vergi alır; bunu devlete verir. Devlet vergiyi, doğrudan doğruya değil dirlik sahipleri eliyle toplamış olurdu.

Merkezi siyasal örgütün güçlenmesi ve toplum içersinde iki ayrıcalıklı grup yaratmaktaydı. Bunlardan birincisi “saray aristokrasisi” ikincisi de “Mülk sahipleri (dirlik sahipleri)” idi.

Devlet toprağını bölüşen dirlik sahiplerini güçlü bir hiyerarşi ile kendisine bağlardı. Bu hiyerarşik örgütün başı her türlü sınırsız yetkinin sahibi olan padişahtı. Mülki ve askeri hizmetlilerin çoğu devşirmeydi. Yöneticilerin büyük çoğunluğu Kırım ve Kafkas pazarlarında satılan kölelerden oluşurdu. Bunlar gerekli özen ile yetiştirilirlerdi. Bunlara askeri-siyasal eğitim verilirdi. 

Mülkiye sınıfı Enderun denilen bir idare okulunda yetiştirilirdi. Bu sınıf içerisinde sadrazamlar, vezirler, beylerbeyleri ve sancak beyleri girerdi. Geleceğin yöneticileri Enderun’da çağın koşullarına göre düzenli bir eğitim görürlerdi.

AYRICALIKLI SINIFLAR

Kadılar, naipler ve kazaskerler ise devletin teokratik özelliklerine bağlı olarak bazı ayrıcalıklara sahiplerdi.

Bunlara “ilmiye sınıfı” denirdi. “Seyfiye sınıfı” yüksek kumanda kurulları dışındaki askeri sınıfları ifade ederdi. “Kalemiye” sınıfı ise devletin günlük işlerini gören memurlarıydı.

Osmanlı Devleti güçlü bir merkezi otoriteye dayanmak zorundaydı. Devlet fetih politikası ile genişlerken bu idari sınıfların görevleri de gittikçe genişliyordu. Osmanlı Devleti’nin yükselme devirlerinde bu yönetim biçimi yararlı olmuş ve devletin kuvvetli yapısı korunabilmişti. Ancak gerileme ve duraklama devirlerinde, devletin bu örgütsel yapısı da geniş ölçüde bozuşmaya ve çökmeye uğramıştı.

Osmanlı Devleti son zamanlarında, Batı’nın da etkisi ile kurumlarını Batı modellerine göre düzenlemek ihtiyacını duydu. Mülki idareyi çağın koşullarına göre düzenlemek amacı ile “Umuru Mülkiye Nezareti” kuruldu.

“Reisülkittaplık” makamı da 1835 yılında “Hariciye Nezareti” adı ile yeniden örgütlendi. Devletin tüm işlerini ve yazışmalarını yürüten “memur amedi odası”, içişler ve dışişler olmak üzere iki bölüme ayrıldı. Batı’nın ordu ile ilgili yasa ve kuralları incelemek üzere “Deri Şuray-ı Asker” kuruldu. 

Bundan sonra tüm Batı kurumları tek tek alındı. “Meclisi Valayı Adliye” “Darı Şurayı Babıali” adlarına iki meclis kurularak devlet yönetiminde, yeni ilkeler kabul olundu.

TANZİMAT VE EMPERYALİZM

...Tanzimat devri tarihimizde çeşitli açılardan değerlendirilmektedir. Bu devir Batılılaşma çabalarının ilk aşaması olarak kabul edildiği gibi Batı emperyalizminin Türkiye de egemenliğini kabul ettirmesi olarak tanımlanmaktadır. 

Bazı yasaların sosyolojik açıdan uygulanıp uygulanmadıklarını ve Batı tipi kurumların yaşama şanslarını araştırırken bu gibi değerlendirmelerin yapılmaması sanırız büyük bir eksikliktir. Salt hukuksal sorunlar araştırılırken, bu hukuksal kural ve kurumları oluşturan hukuk dışı nedenlerin araştırılmaması bizleri sadece “dogmatik” araştırma yapmaya zorlamaktadır. Bu kuru “kanunculuk” ise sorunlara çözüm yolları getirmemektedir.

Sanayi Devrimi’nden sonra, pazar arayan Batı ekonomisinin Doğu ile ilişkiler kuracağı bir toplumsal zorunluluktu. 1838 ticaret anlaşması ile Batı kapitalizmi Osmanlı ekonomisi ile sıkı ilişkilere girmişti. Devlet örgütünün düzenlenmesi ve Batı tipi bir memur kadrosunun yaratılması, yani “bürokrasinin” Batılı kurallara benzetilerek örgütlenmesi “Batılılaşmanın” gereği sayılmaktaydı.

Batı sermayesi Tanzimat ile birlikte, yatırım yapacağı alanlarda idari ve hukuksal kolaylıklar istemekteydi. Batı açısından görünüm bu koşullara bağlıydı. Merkeziyetçi devletlerin o çağdaki örgütlenme biçimi de bunu gerektiriyordu.

CUMHURİYET

* Uğur Mumcu’nun Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi dergisinde 1971’de yayımlanan “Türk Hukukunda Memurların Yargılanması” adlı akademik makalesinden bölümler olarak alınmıştır.

150'likler ve Ferit Tek'in hikayesi - Mehmet Bozkurt / SOL

 "Lozan’a ek protokolün 'dip notu' bu yüz elli kişilik 'hainler' listesidir. 150’likler olarak anılıyorlar."

Sonra galipler mağlupları masaya çağırdılar sırayla Almanya, Bulgaristan, Avusturya, Macaristan, Türkiye… Önceden hazırladıkları “barış metinlerini” antlaşma olarak imzalattılar. Türkiye’nin imzaladığı metne Sevr diyoruz. Ankara reddetmekle kalmayıp Damat Ferit başta olmak üzere imzacı dört kişiyi, İstiklal Mahkemesi kararıyla idam cezasına çarptırdı. Ankara Sevr’i yırttı, savaşa devam kararı aldı.

Ankara 1914’te başlayan birinci büyük savaşı, Lozan’da masadan kalktığı 24 Temmuz 1923’te bitirmiştir. Lozan eksiğiyle gediğiyle yeni kurulan devletin, Türkiye’nin tescilidir. Tapusu diyebiliriz.

Tapu iyi güzel de imzalanan antlaşmanın ana maddelerinin dışında yer alan ve genel olarak savaş sonrası antlaşmalarda teamül haline gelen genel af kuralının ek bir protokolle metne eklenmiş olması Türkiye açısından bazı sorunlar yaratmış, delegasyonunun imzalamak durumunda kaldığı protokolün birinci maddesi Büyük Millet Meclisi’nde ateşli tartışmalara neden olmuştur:

"Türkiye’de oturanlardan hiç kimse ve karşılıklı olarak Yunanistan’da oturanlardan hiç kimse, 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 tarihleri arasında askeri ya da siyasi davranışı yüzünden ya da bugünkü tarihli Barış Antlaşmasına imza koymuş bir yabancı devlete ya da bir devletin uyruklarına bir yardımda bulunmasından ötürü, Türkiye’de ve karşılıklı olarak Yunanistan’da hiçbir bahane ile tedirgin edilmeyecek ve incitilmeyecektir…"

Tamam incitilmesin de hainleri ne yapmalı?

Çetrefil soru bu. Zira çok Fazlalar. Ankara ilkin af haricinde tutulmasını istediği hayli kalabalık bir liste hazırlıyor. 

Ancak Lozan bu sayıdan “tenkisat” yapılmasını istiyor. Ben koyun pazarlığı diyorum; bakar mısınız, Ankara “dokuz yüz”e iniyor, Lozan “hele hele” diyerek diretiyor. Ne yapsın Ankara, zar zor altı yüze iniyor fakat Lozan pazarlıkçı, üç yüz, sonunda al külah ver külah yüz elli’de karar kılınıyor. 

Elbette pazarlık diplomatik üslupla yapılmıştır ancak sonuç değişmiyor ben yalnızca böyle olabileceğini hayal ediyorum.

Lozan’a ek protokolün “dip notu” bu yüz elli kişilik “hainler” listesidir. 150’likler olarak anılıyorlar. Ancak şu var, Türkiye isimlerini saptadığı bu yüz elli kişiyi herhangi bir şekilde yargılayamayacaktı. Yalnızca sınır dışında bulunanların ülkeye girmesini yasaklayabilecek, ülkede bulunanları dilerse sınır dışına çıkarabilecekti. Ve tabi ki genel af karşılıklı olarak yapılacak suç ise Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1 Ağustos 1914 ile Lozan Konferansı’nın açıldığı tarih olan 20 Kasım 1922 tarihleri arasında işlenmiş olacaktı. 

Güzel. Güzel de onca “hainin” arasından en “hain” olanları nasıl saptamalı?

Elde bir kılavuz var. Meclis’in açılışından hemen sonra Nisan sonunda çıkartılan Hıyanet-i Vataniye Kanunu. Bu kanuna göre Meclis’in otoritesini tanımayarak ona başkaldırmak vatan hainliğidir.  

Kontenjanın yüz elliyle sınırlı, kanun da bir hayli geniş kapsamlı olunca Meclis’e sunulan listede “kendi hainlerinin” yer almadığını gören milletvekillerinin saç saça baş başa girmelerini tabii karşılamak gerekir.

Şimdi gizli celsedeyiz:

İçişleri Bakanı Ferit Bey’in 16 Nisan 1924 tarihinde Meclis kürsüsünden okuduğu yüz elli kişilik listenin milletvekilleri arasında büyük bir hayal kırıklığı yarattığı bağırıp çağırmalardan ve o günlerde çok moda olan ayak patırtılarından anlaşılıyor. “Kendi hainlerinin” kontenjan dışı kaldığını gören milletvekilleri ayaklarını sertçe yere vurarak patırtı çıkartıyorlar.

Ferit Bey patırtılar arasında konuşmasına devam ediyor ve liste hazırlanırken yapılan değerlendirmenin yalnızca kişinin geçmişine değil, gelecekte de hainliğini sürdürme potansiyelinin olup olmadığına bakılarak yapıldığını ileri sürüyor:

"Yalnız baylar, Bakanlar Kurulu vardığı kararda şunu düşündü: Dedi ki bir adam şöyle bir alçaklık yapmış, bir öteki de böyle, fakat berikinin bugün aynı kudrette olarak aynı alçaklığı yapabilmesi olanak ve olasılığı yok gibidir. Fakat, öteki, aynı alçaklığı yapabilmek için bugün aynı güç ve kuvvetlerle donatılmıştır ve örgütlüdür. Bu noktayı yalnız geçmişi göz önünde bulundurarak değil, gelecek bakımından da düşünmek gerekir…"

Aralarında Tunalı Hilmi, Yusuf Akçura gibi ünlü isimlerinden de bulunduğu bazı milletvekilleri ikna olmaya yanaşmazlar. “Prensip, prensip” diye tuttururlar. Eh, Ferit Bey’in de sabrının bir sınırı olmalı. Öfkeyle ve bağırarak konuşmasını sürdürür:

“Efendim, prensip diye ne istiyorsunuz? Hain, Hain…Ne prensibi? Yalnız hainliğin yönü ve türü bakımından ancak bir sınıflandırma yapılabilir. Yoksa prensip nedir?”

Hukuk profesörüdür Yusuf Akçora, kürsüye gelir. “Ben” der “günde üç defa kürsüye gelerek zamanınıza harcayan arkadaşlarınızdan değilim…” 

Gülüşmeler, alkışlamalar, bravo sesleri arasında konuşmasını sürdürür Akçora ve özeti şudur:

“  … Sanıyorum ki, herhangi bir adam için verilecek kararların en ağırını vereceğiz. Liste çabuk gelsin çünkü karnımız aç, akşam yakın, iftara yetişeceğiz, görüş ve düşünüşü geçerli olamaz…önce prensip…”

Kürsüye kırk yılda bir çıktığını söyleyen Akçora bunun acısını çıkartırcasına çok konuşmuş olmalı ki iftara yetişmek isteyen milletvekilleri onu kürsüden rica minnet indirirken, İçişleri Bakanı Ferit Bey 150’lilerin hazırlanmasında hakim olan prensipleri açıklamak üzere kürsüye çıkar:

  • İç ayaklanmaların çıkartılması
  • Kuvay-ı İnzibatiyenin kurulması
  • Sevr antlaşmasının kabul ve imzalanması
  • Çerkes Ethem ayaklanması
  • İzmir’de Çerkes Kongresinin toplanması

Bu arada Damat Ferit’in yurt dışında iken öldüğünden habersiz oldukları anlaşılan bazı milletvekilleri kıyameti kopartır. Sevr listesinde damat efendi yoktur. İçişleri Bakanı Ferit Tek bunun nedenini açıklarken şunları söyler:

“ Sadrazam Damat Ferit, Hariciye Nazırı yine Damat Ferit’miş. Cehenneme gitti. Binaenaleyh listede yok…” Böylece Ferit, Ferit’in ölümünü duyurmuş olur.

Meclis’in onayladığı liste Bakanlar Kurulunun önüne geldiğinde tek tek sayarlar. 150’den bir eksiktir. Birinin aklına geliverir Köylü gazetesinin sahibi Refet. Zavallıcık. Eksik tamamlansın diye listeye ekleniverir. Tamamlanır.

Refet eklenirken Ferit kurtulur. Ferit, Muhtemelen Mustafa Kemal’in özel affına mazhar olmuştur. Aksi taktirde yurt dışına çıkarılacaklar için hazırlanan “kara liste”de yerini almaması için bir neden yoktur. Ferit Tek’ten söz ediyorum.

150’likler listesinin hazırlayıcısı ve savunucusu dönemin  İçişleri Bakan Ferit Tek!

Gazeteci milleti tekin olmaz. Ahmet Emin (Yalman) Vatan gazetesinde belgelerini de ortaya koyarak tam da 150’likler meselesi ateşli bir şekilde konuşulup tartışılırken bir yazı yayınlar. Şimdi ben bunları başka bir gazeteci İlhami Soysalın “150’likle” adını taşıyan kitabından okuyup aktarıyorum. İmalıdır. Yazılanlara  göre Ferit Bey sınır dışı edilen bir takım Ermeni zenginlerin yeniden yurda gelmelerine aracılık yapmıştır. 

İmalı da olsa eh, ne var bunda denilebilir ancak arkasından gelen başka bir iddia pek öyle geçiştirilecek türden değildir. Ahmet Emin, Ferit Tek’in 1919’da Damat Ferit Paşa’nın kabinesinde Bayındırlık Bakanı iken çekmiş olduğu bir telgrafı yazdığı yazının kuyruğuna belge olarak takmıştır. Telgraf şöyledir ve Mustafa Kemal’e dairdir:

“… Paşa meselesine gelince (…) kendisini geri çağırdık. Gelmiyor, fena ediyor. Çünkü İngilizler her şeyi bıraktılar, bu noktada ısrar ediyorlar. Maksat memlekete hizmet etmek ise, Ortada çok şükür kendisinden başka kumandan yok değil, mademki dönüş lüzumu bir dış meselesi halini aldı, başkasını vekil bırakıp dönmeliydi. Bilhassa İngilizler de, dönüşte kendisine bir şey yapmayacaklarını resmen vaat ettiler.”  

Buyurun bakalım. 

Telgraf ortada, Ferit Tek'in eli ayağı bağlanış,inkârdan gelecek hali kalmamış. Son bir gayretle çektiği bu telgrafın şifreli olduğunu iddia ederek Refet (Bele) Paşa’yı imdada çağırmış. Tanık tuttuğu Refet Paşa ne dese beğenirsiniz:

“Ferit Bey o zaman Samsun’un İngilizler tarafından işgaline imkan vermeye uğraşıyordu. Milli Mücadelenin de aleyhindeydi.”

Nasıl ama…

Ferit Tek canhıraş savunduğu listeyi onaylama imkânını bulamadan 21 Mayıs 1924’te istifa etmek zorunda kalmıştır.

Diretse kim bilir, ihtimaldir, gazeteci Refet’in yerine listeye kaydı yapılabilirdi! 150’liklerin tertibi ve  Ferit Tek’in özet hikâyesi bundan ibarettir. Vesselam!

 Mehmet Bozkurt / SOL


Yararlanılan kaynaklar:

*Meclis Gizli Zabıtları 4. Cilt, İş Bankası Yayınları, Ankara 1985
*İlhami Soysal, 150’likler, Gür Yayınları, İstanbul, 1985
*Kâmil Erdeha, Yüzellikler, Tekin Yayınevi, 1998

Çocuklarla komünist bir yazarın peşinde - Tolga Binbay / SOL

 Bilmem katılır mısınız ama, çocuk kitapları “solun” işiydi o zamanlar. Yani insancıl, eşitlikçi, kardeşliği ve barışı öne çıkaran, iyiliği öven, özgürlükçü bir siyasete yaslanırdı çocuk kitapları.

Madem okullar açılmadan kapandı ve milyonlarca çocuk tatile girdi, o zaman şu dijital çağın ortasında kitapların peşine düşmenin tam sırası... Ama tabii ki insancıl, güler yüzlü, aydınlık ve ferah kitapların.

Gerçi bilmem farkında mısınız? soL TV’de sevgili Nihal Ünver bir program yapıyor: Renkli Kütüphane. Çocuklar için, çocuklarımız için kitaplar tanıtıyor, öneriyor. Kaçırmadan izliyoruz.

Ama çocuk kitapları, laf aramızda, sadece çocuklar için olmuyor. Yani önceden, çok önceden, öyle sanırdım ben. Çocuk kitaplarının, adı üstünde, sadece çocuklar için yazıldığını düşünürdüm. Sonra yaşamdaki sıra işte o kitaplara geldi. O güzel kitaplara ve okudukça fikrim değişti.

Bir zamanlar çok okurdum çocuk kitaplarını. Artık çocuklar kendileri okuyabildikleri için pek bana iş düşmüyor ama ben de durmuyorum tabii ki! Ara ara gidip kitaplıklarını karıştırıyorum. Maskeli Fare orada mı? Çivi Çorbası duruyor mu? Süper Kurti ip atlıyor mu? Tostoraman uçuyor mu? Damdaki İnek damdan iniyor mu? Yeşil Kuyruklu Fare yine karnaval kostümü geçirip üstüne arkadaşlarıyla kendinden geçiyor mu? Diye, diye...

Ah, şimdinin çocukları! Bir yandan ne de şanslılar. Bizim zamanımızda da vardı güzel kitaplar ama sanırım bu kadar resimli, bol renkli, kat kat açılan, okundukça bir daha okunmaya çağıran kitaplar da pek yoktu. Belki de bana denk gelmemiştir. Bilemiyorum ama şimdikiler biraz daha şanslılar kitap açısından. Onlar da dijital bombardımanın ortasındalar... 

Kendi zamanımdan Püsküllü Deve’yi hatırlıyorum mesela. Samed Behrengi’nin. Hani şu meşhur “Arkadaş Kitaplar” dizisinden. 70’lerin havasını 80’lerin dünyasına taşıyan kitaplardı onlar. Öğretmen ebeveynlerin evinde olmanın da avantajıyla...  

Bir de, bilmem katılır mısınız ama, çocuk kitapları “solun” işiydi o zamanlar. Yani insancıl, eşitlikçi, kardeşliği ve barışı öne çıkaran, iyiliği öven, özgürlükçü bir siyasete yaslanırdı çocuk kitapları. Hâl öyle olunca İran’dan İsveç’e kadar olan coğrafyada onlarca iyi çocuk kitabı yazarı vardı. Çoğunluğu sola açık, yatkın ve hatta kimisi ise doğrudan sosyalizm mücadelesinin içinde olan.

Çeşitli ödüller olurdu ve çeşitli festivaller. Sanırım o zamanlar çocuk kitapları günümüzdeki gibi “big business” değildi. Haliyle yayınevleri de titizlikle ve özenle basıyorlardı kitapları. Devrim derdi vardı içlerinde. Pedagojik endişelerden önce ideolojik bir çerçeve olurdu ve o çerçeve zaten çocukların, çocuk gelişiminin lehindeydi: barış yanlısı, toplum yararını gözeten ve özgürlüğü de özendiren. Küçük Kara Balık gibi mesela.

Sanırım şimdilerde en çok eksik olan bu. Çocuk kitaplarının çevresindeki o siyasal pedagojik hava dağıldı. Evet, şimdilerde çocuk gelişimine daha fazla dikkat eden, bunu işleyen kitaplar bulmak daha mümkün ama bunu da piyasa belirliyor, sosyalizm mücadelesi değil. Güzel bir çocukluk ve barış dolu bir dünya dışında bir beklentisi olmayan o adanmış yazarlar, yayınevleri kuşağı da sosyalizmle birlikte çekildi, gitti. Bu nedenle yukarıda adını saydığım bol renkli kitapları evet seviyorum; halen de… Ama onlarda hep bir şeyin eksik olduğunu düşünüyorum.

Çocuk kitapları artık o siyasi bakışın, kaygının, derdin aklından yoksun olarak çıkıyor. Hâlbuki geçmişte, özellikle de 1950’lerden 1980’lere kadar hiç de öyle olmamış. Sovyetlerin ve Avrupa sosyalizminin üzerine titrediği bir konu olmuş çocuklar için yazılan kitaplar. Birçok isim var. Gianni Rodari ise bu kuşağın içinde öne çıkan isimlerden. Çocuk kitapları dünyası içinde iyi biliniyor ama komünistliği nedense unutuluveriyor; komünist kimliği otobiyografisinin içinde küçük dokunuşlarla kayboluveriyor. Rodari’yi Rodari yapan en önemli özelliği olmasına rağmen.

Kimdir Gianni Rodari? 

Tam bir 20. yüzyıl insanıdır, diyebiliriz.

1920’de İtalya’nın kuzeyinde dünyaya geliyor. Erken yaştan itibaren yaşamına giren kayıplar, yoksulluk ve neredeyse tüm gençliği boyunca İtalya’yı, Avrupa’yı kasıp kavuran sermaye şiddeti (evet, nam-ı diğer faşizm) solun içine sürüklemiş Rodari’yi. O da bu çağrıyı karşılıksız bırakmamış ve 1944’te, direnişin şiddetlendiği günlerde, İtalyan Komünist Partisi üyesi olmuş. Bu üyelikle birlikte tüm hayatı da değişmiş.

Savaş sonrası, İtalyan komünist hareketinin en prestijli günleridir. Parti gazetesi olan Birlik (L’Unita) ülkenin dört bir yanında basılmaya ve günlük 100.000 tirajı zorlamaya, aşmaya başlar. Rodari de bu gazete ekibinin bir parçasıdır. İlk çocuk kitaplarını bu sırada yazmaya başlar. 

İKP, 1950’de çocuklar ve ergenler için haftalık Öncü (Il Pioniere) dergisini çıkarır. Derginin başına da Rodari geçer. Tüm İtalya tarafından çok sevilecek olan Il Romanzo di Cipollino sersinini (Soğan Oğlan serisi) bu dönemde yayınlar. Ve hemen ardından da Sovyetler Birliği’ne davet edilir. Sonrasında zaten artık her yıl Sovyetlere gidecektir. Çocuk festivalleri için, çevrilen kitapları için, tatil için… ve hatta Soğan Oğlan’ın balesi için.

İtalya ve Avrupa’da ise bol bol sansüre uğrar Rodari. Kitapları kilise tarafından uzun yıllar neredeyse yasaklanır. Katolik İtalya tarafından aleyhinde söylentiler, dedikodular çıkarılır. Aile yapısına zarar vermektedir, çocukları isyankarlığa özendirmektedir, zaten komünisttir vs. vs.

Uzun yıllar (neredeyse 1990’a kadar) tek bir kitabı bile İngilizceye çevrilmez. İtalya’dan çok önce Sovyetler’de iyi bilinen, tanınan bir yazar haline gelir. Ve hatta İtalya’da bilinir hale gelmesini de Sovyetler’de çok tanınmasına borçludur. Ana akım İtalyan gazetelerinde “Rusların çok sevdiği İtalyan çocuk kitapları yazarı” diye tanıtılmaya başlanınca dikkatleri üzerine çeker.

Birçok ödül alır. Özellikle Sovyetlerde, Bulgaristan’da ve Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde. Ama örneğin bizim buralarda Andersen Ödülü’nü almasıyla bilinir. Zamanın acımasızlığının bir sembolü gibidir bu unutuşlar. Hâlbuki muhtemelen kendisi de daha çok önemsiyordu sosyalizmin ödüllerini.

Peki, ne yazardı Rodari?

Masallar, masallar, masallar desek. Sadece çocuklara değil büyüklere de. Biz büyüklerin yaşamında masallar, söylenceler, hikayeler ne kadar da az, değil mi? Gerçi her gün ayrı bir hikâye yaşıyoruz şu düzende... Ama bu hikayeler yaratıcılığımızı, içimizdeki insani cevheri beslemeye değil köreltmeye, küfretmeye, en çok şükretmeye yarıyor. Aradaki temel fark bu. 

Örneğin siyasi kimliğinden arındırılarak çevrilen çok önemli kitabı “Düş Kurma Kuralları”nda da biz büyüklere aslında bunu anlatıyor Rodari. Düş kurmayı. Avunmak için değil, daha fazlasını üretmek, yaratmak ve değişim için.

Rodari gündelik insana, çocuğa, evrensel ve zaman ötesi kapılar açan bir yazarlar kuşağının parçası. Ama bir yandan da İtalyan komünizminin parçası. Sanırım İtalyan komünizmi değiştiremeceyeceği bir düzende hep sosyal olanı “elinden geldiğince” geliştirmeye çalışmış. O yıllar boyunca. Yani Rodari’nin de aktif olarak yazdığı 60’lar ve 70’ler boyunca. Psikiyatride de böyle (bknz. Trieste deneyimi ve Franco Basaglia) sosyal araştırmalarda da öyle. O yıllardaki İtalya’ya ait hangi taşı kaldırsanız altından komünistler ve İtalyan Komünist Partisi çıkıyor. İnsan bir yandan “Ne kadar da yazık olmuş!” demekten kendini alıkoyamıyor bir yandan da komünistlerin o yıllarda, elde tutmakta zorlandıkları bir koalisyonu yönettiklerini (ve aslında yönetemediklerini) anlıyor.

Malum, İtalyan Komünist Partisi 60’lar ve 70’ler boyunca bir sürü viraj alır. Sağa ve de sola yalpalar. Rodari bu dönem boyunca hep parti içinde kalır. Ünü arttıkça artar ama o dönemde İtalya ve Fransa’da hem parti üyesi olup hem de Rodari gibi çok meşhur olan prototiplerinin yaptığına benzer biçimde piyasanın rahat ve huzurlu kollarına atlamaz. Tövbekâr falan hiç olmaz.

Kendi bildiği masalları söylemeye, yazmaya devam eder. 1970’lerin sonunda Sovyetler’de ve Avrupa’da iyiden iyiye belirginleşen anti-komünist solu gördükçe üzülür ama zamanı da daralmıştır: sağlığı giderek bozulur. 1980 gibi çok erken bir dönemde dünyaya veda eder. Geriye ise çocuklar ve büyükler için birçok kitap bırakır.

23 Ekim 2020 ise Rodari’nin 100. yılı doğum günüydü. Belki de şu korona günleri bu komünist yazarı anmak, tanımak için iyi bir fırsattır. 

Ne dersiniz?

Hep beraber düş kurabilmek için.

Tolga Binbay / SOL