5 Nisan 2021 Pazartesi

Sarıklı asker hangi cemaatten? - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 Günlerdir tartıştığımız cüppeli-sarıklı amiral hangi cemaatten? Garip ama herkes farklı düşünüyor.

Kesin olan şu ki resmi kayıtlarda bulunmuyor. Yani ne eski ne yeni, sicilinde herhangi bir tarikat bağlantısı yazıyor. Haliyle belgeli bir yanıtı yok.

Deniz lisesinde öğrenciyken, Fethullahçıların düzenlediği hafta sonu pikniğine katıldığı için mercek altına alındığı anlatılıyor. Ancak bunun arkadaşlarının daveti olduğu, bu nedenle diğer öğrencilere yapılan işlemin ona yapılmadığı söyleniyor.

Bugün nasıl böyle açık açık, makam aracıyla giderek bu görüntüyü verdi diye soruyorlar ya…

Onu tanıyanlar FETÖ’nün tasfiye sürecinin bir dönüm noktası olduğunu ifade ediyor. Daha önce yediğiyle, içtiğiyle, giyinmesiyle diğer askerler gibi hayat süren Amiral, AKP-FETÖ kavgasının ardından görünür şekilde muhafazakârlığını öne çıkarmış. Basına yansıyan görüntüsündeki gibi kendisini açığa koyar hale gelmiş.

Biliyorum, halen cemaat sorusu havada kaldı…

İslami kesimdeki uzmanlara başvurunca ortak bir kanaatleri olduğunu gördüm. Tarikat ve cemaatleri izleyenler, giyinme ve davranış şekillerini takip edenler, sarık bağlamasından cüppeye kadar işaretlerini tanıyanlar hemen “Kurdoğlu” yanıtı verdi.

Belki öyle, belki değil. Ama dışarıya yansıyan, belki de “yansıtılmak istenen” tablo bu şekilde.

KURDOĞLU - FETÖ KAVGASI

Nurculuk kökenli ama aynı zamanda FETÖ’ye rakip Kurdoğlu Grubu, cemaatler içinde en az bilineni. İşin ilginci, Diyanet’e mal edilen meşhur tarikatlar raporunda, küçük gruplar hatta kişiler bile eleştiriyle yer alırken “Kurdoğlu Grubu”na ilişkin tek satır yok.

Daha çok, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un açıklamalarından hatırlıyoruz. Başbuğ, “(MİT’ten) ‘TSK’de Fethullah Gülen Cemaati’ne mensuptur’ diye tek bir rapor gelmedi. Başka raporlar geldi mi? Geldi. En çok gelen raporları da ben size söyleyeyim: Mehmet Kurdoğlu Cemaatiyle ilgili, Mehmet Kurdoğlu’yla ilgili geldi” ifadelerini kullanmıştı. Erdoğan da doğrulayarak “YAŞ’ta önümüze imza için getiriyorlardı. (…) Bunların içinde çoğu zaman FETÖ’cü değil, Nurcuların içerisinden Kurdoğlu takımı vardır” demişti.

Resmin bütünü FETÖ operasyonlarıyla çıktı. TSK içinde bir cemaatler savaşı vardı. Adını, lideri Mehmet Kurdoğlu’ndan alan rakip cemaat, FETÖ tarafından kasıtlı olarak açığa çıkarılıyordu. FETÖ, ışığı başkasına tutarken kendisi karanlıkta kalıyordu.

Aslında görünen köy, kumpas davalarından okunuyordu. Zira 2009 yılında piyasaya sürülen, FETÖ imalatı İrticayla Mücadele Eylem Planı’na, izini şu satırlarla bırakmıştı: “Kurdoğlu cemaati ve benzeri diğer cemaatlere mensup TSK personelinin TSK ile ilişkileri kesilirken FG (Fethullah Gülen) grubuna mensup oldukları için atıldıkları şeklinde haberler yaptırılarak kamuoyunda FG grubunun büyük yara aldığının düşünülmesi sağlanacaktır.”

Kumpasın, Kurdoğlu cemaati gösterilerek nasıl kurgulandığını, tutuklanan MİT’çiler o yıllarda hapishaneden şöyle anlatmıştı:

“Kurdoğlu cemaati içinde bulunan ‘Erzincan’ kodlu öğrenci, MİT’in internet sitesine, cemaatin faaliyetlerine ilişkin olarak bilgi vermek istedi. MİT ana karargâhı da gelen mesaj üzerine öğrenciyle görüşülmesi talimatı verdi. 5 ay boyunca görüşme sürdü. Verdiği bilgilerin tutarsızlığı nedeniyle ekim ayında ilişki kesildi. Erzincan kodlu öğrenci, Erzurum Savcısı Osman Şanal’a MİT görevlileri hakkında suç duyurusunda bulunmuş. Savcı Şanal da MİT görevlilerini Erzincan’da Albay Dursun Çiçek tarafından hazırlandığı iddia edilen İrticayla Mücadele Eylem Planı’nı uygulamakla suçladı.” 

Rüzgâr tersine döndü. Kurdoğlu cemaati, FETÖ operasyonlarıyla daha çok konuşulmaya başlandı. Gazeteci Tolga Şardan, beş yıl önce Milliyet’te, “(TSK’deki) tasfiyelerin, sivil bürokraside olduğu gibi ‘güçlü bir yapı’ tarafından gerçekleştirildiği yönünde bilgiler yansımış durumda kulislere” diye yazmıştı. Onu Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz tamamlamıştı: “Öyle görünüyor ki TSK’da bu işleri yapan dairelerde bir başka ‘cemaat’ etkin. Bunlara Kurdoğlu cemaati ya da grubu deniliyor.” 

EN KAPALI NURCU GRUP

Kurdoğlu denilince, pek çok yerde, doğru ya da yanlış, “dershane” ve “vakıf” kelimesi geçiyor. Nurcuların toplantı yaptıkları evlere “dershane”, buradaki sohbet-okumalara ise “ders” deniliyor. Bu evlerde sürekli kalan, kendisini Nur’a adayanlara imamlara “vakıf” deniliyor. Bazı Nurcu gruplarda kendisini adama hali, bir tür ruhbanlaşmaya, hatta Said Nursi’yi taklit ederek evlenmemeye kadar gidiyor.

Ankara- Balgat merkezli Kurdoğlu Grubu, işte bu ilişkileri en keskin şekilde sürdüren grup. Tabiri caizse “kökten Nurcu”Nurcular içinde en içe kapanık, en mutaassıp yapı.

“Eski Türkiye”de devletin bir güvenlik raporu onları şöyle tanımlıyordu:

Ankara’da Sıddık Dursun ile birlikte yer aldığı gruptan ayrılarak, kendi adıyla anılan grubunu kuran Mehmet Kurdoğlu, halen Ankara, Adana ve K.Maraş’ta az sayıdaki öğrenci evleri çerçevesinde faaliyet yürütmektedir.”

Ayrılış nedeni, iddiaya göre, “gizliliğin ve ihtiyatın ihlal edilmiş olması”ydı. Nitekim açık kaynaklarda, haklarında en az bilgi bulunan cemaat, tartışmasız Kurdoğlu Grubu. İnternet siteleri bile yok. Gizlilik için, asker üyeler siviller ve diğer memurlarla aynı “derslere” katılmıyor. Sadece “vakıf” olanlar onları tanıyor. Vakıflar, Risalelerdeki pasajlar dışında neredeyse başka bir okumanın olmadığı sohbetler düzenliyorlar. Nitekim cemaate adını veren Mehmet Kurdoğlu da en büyük “vakıf”.

Askeriye içinde örgütlü oldukları, sadece resmi raporlardaki iddialardan ibaret değil. Rakip İslamcı gruplar da bunu dile getiriyor. Peygamber’in evlilikleri yerine Nursi’nin bekârlığını örnek almaları, hem bazı Nurcu gruplar hem de diğer İslami kesimler tarafından eleştiriliyor.

İşte bir “dershane”de çekilmiş görünen, o fotoğraflardaki kısa kollu cüppe ve Nursi gibi bağlanmış sarık, İslami camiayı tanıyanlara “bu Kurdoğlucu” dedirtiyor.

HULUSİ’YE OMUZ VERECEK SARIKLI

Daha da ilginci…

Siz belki kızarak “sarıklı amiral” dediniz. Ama Nurculuk yazını, uzun yıllardır “Hulusi’ye omuz verecek sarıklı asker” beklentisiyle dolu.

Nursi, Beşinci Şua’da, gelecekte bir gün, Türk ordusunun “İslam ordusu”na dönüşeceğini haber veriyordu:

“Kahraman ve mücâhid ordunun ve dindar milletin ruhundaki iman nuru ve Kur’an ışığıyla hakikatı hâli göreceği…”

Bir asker olan sadık talebesi Hulusi Bey’in (Yahyagil) rüyasını yorumlayan Nursi’nin yaptığı bir başka yorum beklentiyi somutladı. Nursi “Sarıklı küçük genç bir zât ise; Hulusi’ye omuz omuza verecek belki geçecek birisi” dediği kişi için, “O genç, kuvve-i velayetle meydana atılacak bir zâttır” tespitini de yapıyordu.

FETÖ’cülerden diğer Nurcu cemaatlere kadar hepsi, “Hulusi’ye omuz verecek sarıklı”yı bekledi. Kumpaslar kurarak silah arkadaşlarını tasfiye ettiren, kendilerini gizleyerek bir gün ortaya çıkmaya hazırlanan, nihayetinde 15 Temmuz’da kendi milletine kurşun sıktıran, bu kör inancın motivasyonuydu.

“Meydana atılmış” sarıklı-cüppeli bir amiral zat, TSK içinde tartışılan cemaatler, çoğu FETÖ kumpaslarıyla yıllarca hapis yatmış emekli 104 amiralin akıl yoluna çağıran uyarısı, bir zamanlar FETÖ ile kol kola gezenlerin “bunlar darbeci” diye ortaya çıkması, savcılar, mahkemeler…

Bir ülke aynı öyküyü sizce kaç kez yaşar?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

'Muhalif' bağnazlık - Turgay Develi / SOL

 CHP Genel Başkanları ve yönetimlerinin tamamı, neoliberal programa ürettikleri rıza ve uygulamalara sağladıkları meşruiyet nedeniyle tarih önünde sorumludur.

2008-2013 yılları arasında Kanada Merkez Bankası Başkanlığı, 2013-2020 arasında İngiltere Merkez Bankası Başkanlığı, 2011-2018 yılları arasında da G20 ülkeleri tarafından kurulan Finansal İstikrar Kurulu'nun Başkanlığı görevini yürütmüş bir isim olan Mark Carney, 19 Mart 2021 tarihinde Financial Times gazetesine yazdığı "Küreselleşmeyi Yeniden Başlatma Fırsatı" başlıklı yazıda, İtalya ve Avrupa Merkez Bankalarına Başkanlık yapmış olan, şimdinin İtalya Başbakanı Mario Draghi ile olan bir anısına yer veriyor.

2008 finansal krizinin patladığı, gelişmiş ülkelerin finansal sistemlerinin çöküşün eşiğine geldiği günlerde alelacele toplanan bir G20 zirvesinde, küresel ekonomi için yeni bir konsensus inşa edilmesi gerekliliği masaya yatırılmıştı. 

Zirveye katılan Carney, ABD Başkanı Bush'un, ABD'nin yaptığı hataları kabul eden, bunları düzeltme sözü veren ve birlikte daha güçlü olacakları inancıyla diğer G20 ülkelerinden yardım istediği alçakgönüllü bir konuşma yaptığı bir oturumdan birlikte çıkarken, Draghi'nin kendisine anlattığı anektodu aktarıyor:

1990'ların başında Sovyetler Birliği'nin ekonomik reform konusunda G7 ülkelerinden tavsiye istediği bir dönemde Mihail Gorbaçov ile tanışan, o dönemde İtalya'nın Hazine Müsteşarlığı gibi zirvenin diğer katılımcılarına göre alt seviyede bir görevi olan Draghi, ihtişamlı Sovyetler Birliği'nin Genel Sekreteri Gorbaçov'a bakarak, "Bunun gibi bir adamın benim gibi bir adamla ne işi var? Rusların problemleri düşündüğümden daha büyük olmalı." diye düşündüğünü anlatıyor ve ekliyor; "Mark (Carney), biliyor musun? Şu anda Amerikalılarla ilgili tam olarak aynı şeyi düşünüyorum."

Yazısına bu anılarla başlayan Carney, Türkiye'deki politika yapıcı herkesin gerekirse kafasına vura vura anlatılması gereken bir tespitle devam ediyor: 

"Küresel ekonominin son büyük dönüm noktası olan 2008 finansal krizi, Reagan-Thatcher devrimiyle başlayan (benim gözümde kökten dincilikten pek farkı olmayan, TD) neoliberal kökten piyasacılık anlayışının bitişini ilan etti."

O yıllardan günümüze kadar olan süreç ise dünyanın elindeki enkazla ne yapılabileceği sorusunun aranmasıyla geçti. Onyıllardır gelişmiş/gelişmekte olan/gelişmemiş ülke ayrımı olmaksızın dünyanın dört bir tarafındaki emekçi kesim için düşen gerçek ücretler, artan iş güvencesizliği, artan gelir adaletsizliği gibi konuların üstüne gelen pandemi, küresel ekonomik sistemi reforme etme çağrılarının ve çabalarının gittikçe artmasına neden oluyor.

Dünyanın dört bir tarafında huzursuzluk artıp 'garip' seçim sonuçları ortaya çıktıkça, radikal siyaset yükselişe geçip işlerine çomak sokmaya başlayınca, insanlarda para kalmadığı için mallarını satacak yer bulamaz olunca, tıpkı fildişi kulelerinden inip alçakgönüllü bir şekilde yardım istemek zorunda kalan Bush ya da Gorbaçov gibi, kudretli sermaye sahipleri ve bunların sözcüleri de lütfedip gelir adaletsizliği gibi konulardan bahseder oldular.

ABD'de Demokrat Parti'den Başkan olabilmek için iki dönem yarışan Vermont Senatörü Bernie Sanders sermaye sınıfının her tür engellemesine maruz kalmasına rağmen kendisine çok ciddi bir kitlesel taban desteği oluşturarak adil gelir dağılımı ve eşitsizlik konularında, Wall Street ve finans sektörü başta olmak üzere ilaç şirketleri, fosil yakıt endüstrisi, askeri-endüstriyel kompleksler, büyük teknoloji devleri gibi dünyanın en büyük şirketlerini karşısına alarak dünya siyasetinde sistem karşıtı ve reform yanlısı yeni bir dalga yaratmış durumda. 

Öte yandan geçtiğimiz günlerde yapılan TÜSİAD Genel Kurulu'nda yeniden Başkanlığa seçilen Simon Kaslowski de dünyanın yeni bir ekonomi/finans mimarisiyle karşı karşıya olduğunu ve kamu yatırımlarının da açık kullanımı ile özellikle iklim temelli mücadelenin bununla beraber düşünülmesinin önemine işaret ettiği bir konuşma yaptı. Kaslowski'nin sözleri, yazının başında değindiğim Mark Carney makalesinde savunulan fikirlerle tesadüf olamayacak kadar benzeşiyor.

Carney ve daha nice sermaye sözcüsü, tıpkı Kaslowski'nin değindiği gibi, küresel ekonomik sistemin işlevselliğini kaybettiği ve reforma ihtiyaç duyduğunu vurguladıktan sonra; sermayenin, kamunun parasından gözünü ayırmaması felsefesinde ise ısrar ediyor, devletin kaynaklarını, yine özel sektör eliyle 'yatırıma' dönüştürmeyi teklif ediyor. "Yeni bir küresel ekonomik sistem yaratabilir ve bu şekilde yaratmalıyız" diyerek de; yine, yeniden, bir kez daha mülkiyet transferlerini hedefliyor, özelleştirmeler yoluyla mülksüzleştirme politikalarında ısrar ediyor. Ancak farklı olarak, bunu 'normal insanların' da biraz nefes alabileceği, bir şeyler satın alabilecek kadar ceplerine para girebilecek bir biçimde uygulamayı vaadediyor.

Yani bazısı dünyada biriken öfkeyi arkasına alıp değişim arıyor, bazısı bu öfkeyi işlerini fazla bozmadan sönümlendirmenin yollarını arıyor, ama kimin ne amaçladığından bağımsız olarak ortada üzerinde uzlaşılan tek bir gerçek var: herkes bu sistemin değişmesi gerektiği ve değişeceği konusunda hemfikir. 
 
İşte bugüne kadar devlet mekanizmasını küçülterek kontrolü altına alan, bu yolla çıkarılan yasa, yönetmelik ve diğer uygulamalar eliyle kamunun birikimlerine rahatlıkla el koyan sermayenin ve bunun karşısında konumlanan kitlelerin, dünya üzerinde yeni bir finans mimarisi oluşturma gayretlerine karşı dünya ve Türkiye'nin nereden gelip nereye evrildiğini analiz edebilecek birikimli ve donanımlı kadrolar oluşturmak, bunları bir arada tutabilecek motivasyonu sağlamak, gelişmelere göre pozisyon alabilecek ve gelişmeleri yönlendirebilecek vizyonu gösterip politika üretmek siyasetin temel görevi, iş dünyasının, akademinin ve sermaye çevrelerinin temel tartışma konusu haline gelmiş durumda.

Bu amaçla örgütlenen siyasi partilerin tarım, sanayi, teknoloji, finans, eğitim, sağlık ve çevre başta olmak üzere yaşamın bütün alanlarında hem durum tespitini doğru yapabilmesi, hem de geleceğe ilişkin plan ve programa sahip olması gerekiyor.

Türkiye'de ise güncel durumda, bırakın değişim rüzgarlarına yön vermeyi veya bunlara göre pozisyon almayı, politika yapıcılar akıntıya karşı kürek çekmeye devam ediyor.

İktidarın pozisyonu zaten belli de, CHP'den devam edecek olursak; Erdal İnönü, Murat Karayalçın, Hikmet Çetin, Altan Öymen, Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu dönemlerinde partinin oylarının anlamlı bir şekilde yükselip düşmediğini görüyoruz. DSP dönemini ayırmak için, Bülent Ecevit'in birinci dönemi diyebileceğimiz CHP'deki Genel Başkanlık sürecinde, dünya ve ülke koşullarındaki değişikliklerle beraber izlediği 'ne ezen ne ezilen, hakça bir düzen',' toprak işleyenin su kullananın' temelli 'sol' politikalar partiyi geleneksel oy çemberinin dışında taşıyacak bir heyecan yaratıp yoksul periferiden anlamlı bir oy akışını bir süre için gerçekleştirmeyi başardı, ama hepsi o kadar.

CHP yönetimlerinin hâlâ anlamsız bir ısrarla dünyadaki akıntıya karşı savunduğu neoliberal ekonomik hat, yukarıda örneğini verdiğimiz birinci Ecevit dönemi hariç, ülkemizde, başka partiler eliyle hep iktidarda oldu. CHP'de Genel Başkan ve ekonomi ekibi de, şimdi iktidarda olan AKP'nin 2011'e kadar olan ekonomik politikalarını ve geçmişte de 24 Ocak kararlarının Başbakanı Demirel ile uygulayıcısı Özal'ı hep başarılı buldular.

Gerçi, Sayın Kılıçdaroğlu, ideolojik 'sağ ve sol' kavramlarından rahatsızlığını her fırsatta dile getirip, siyasetin ideolojilerin bir hükmü kalmadığını söylese de, kendisinin her fırsatta savunduğu BDDK, Merkez Bankası vb. kurumların bağımsızlığı argümanının bizzat küresel düzeyde ideolojik bir hattın (üstelik modası da geçmiş bir hat) sözcülüğünü yapmak olduğunu söylemeden de geçmemeliyiz. 

Hatta, aslında kurultayda açıkladığı ikinci yüzyıl beyannamesinin de ancak yüz yıl öncesinin koşullarında geçerli olmuş, eskimiş ve yeni dünyanın ekonomik/politik değerler zincirinde artık hiçbir alameti farikası olmayan, yine küresel bir ideolojik yapılanmanın eseri olduğunun da altını çizmemiz gerekiyor.

CHP ile finans kapital arasında var olan simbiyotik ilişki partinin ve ülkenin halkçı, devrimci, üretime dayalı planlamacı bir ekonomik programı savunması arasında bugüne kadar hep engel oluşturdu. Ancak günümüz CHP'si, artık sermayenin dahi terk ettiği fikir ve ilkelere tutunmayı sürdürerek bağnazlıkta kelimenin tam anlamıyla çığır açıyor.

CHP, milyonlarca seçmenin bağımsızlıkçı damarı ile ülkemizdeki yıkımın önüne geçebilecek kitleselliğe sahipken, neoliberalizme sadakatla bağlı yöneticileri eliyle tarihin çöplüğüne gönderilmekte olan bu programın uygulanmasına rıza üretiyor, yoksul milyonların umudu olmaktan çıkarılıyor. 

CHP Genel Başkanları ve yönetimlerinin tamamı, neoliberal programa ürettikleri rıza ve uygulamalara sağladıkları meşruiyet nedeniyle tarih önünde sorumludur. Gördüğünüz gibi, tarih unutmuyor.

Turgay Develi / SOL

4 Nisan 2021 Pazar

103 emekli amiralden Montrö ve Atatürk devrimleri bildirisi - CUMHURİYET

 

103 emekli amiralden kamuoyu açıklaması: "Türk Milleti'nin bağrından çıkan şanlı bir geçmişe sahip Deniz Kuvvetleri Komutanlığı personelinin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yetiştirilmesi elzemdir"



Kamuoyuna yapılan 103 imzalı açıklamada şöyle denildi:

"Yüce Türk Milletine,

Son zamanlarda gerek Kanal İstanbul, gerekse Uluslararası Antlaşmaların iptali yetkisi kapsamında Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması endişe ile karşılanmaktadır.

Türk Boğazları, dünyanın en önemli suyollarından biri olup, tarih boyunca çok uluslu antlaşmalara göre yönetilmiştir. Bu antlaşmaların sonuncusu ve Türkiye’nin haklarını en iyi şekilde koruyan Montrö; sadece Türk Boğazlarından geçişi düzenleyen bir sözleşme değil, Türkiye’ye İstanbul, Çanakkale, Marmara Denizi ve Boğazlardaki tam egemenlik haklarını geri kazandıran, Lozan Barış Antlaşması'nı tamamlayan büyük bir diplomasi zaferidir. Montrö, Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin güvenliğinin temel belgesi olup Karadeniz’i barış denizi yapan sözleşmedir.

Montrö, Türkiye’nin herhangi bir savaşta, savaşan taraflardan birinin yanında istemeden savaşa girmesini önleyen bir sözleşmedir. Montrö, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı'nda tarafsızlığını korumasına imkân yaratmıştır. Bu ve benzeri nedenlerle, Türkiye’nin bekasında önemli bir yer tutan Montrö Sözleşmesi'nin tartışma konusu yapılmasına/masaya gelmesine neden olabilecek her türlü söylem ve eylemden kaçınılması gerektiği kanaatindeyiz.

Diğer taraftan; son günlerde basında ve sosyal medyada yer alan kabul edilemez nitelikteki bazı görüntüler, haber ve tartışmalar ömrünü bu mesleğe adamış bizler için çok derin bir üzüntü kaynağı olmuştur. TSK ve özellikle Deniz Kuvvetlerimiz son yıllarda; çok bilinçli bir FETÖ saldırısı yaşamış ve çok değerli kadrolarını bu hain kumpaslara kurban vermiştir. Bu kumpaslardan çıkarılacak en önemli ders; TSK’nin, anayasanın değişmez, değiştirilmesi teklif edilemez temel değerlerini titizlikle sürdürmesi zaruretidir. 

Bu gerekçelerle, TSK ve Deniz Kuvvetlerimizi bu değerlerin dışına çıkmış, Atatürk'ün çizdiği çağdaş rotadan uzaklaşmış gösterme çabalarını kınıyor ve tüm varlığımızla karşı çıkıyoruz. Aksi halde, Türkiye Cumhuriyeti, tarihte örnekleri olan, bunalımlı ve bekası için en tehlikeli olayları yaşama risk ve tehdidi ile karşılaşabilecektir.

Türk Milletinin bağrından çıkan şanlı bir geçmişe sahip, Ana ve Mavi Vatan’ın koruyucusu Deniz Kuvvetleri Komutanlığı personelinin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yetiştirilmesi elzemdir. Ülkemizin her köşesinde denizde, karada, havada, iç güvenlik bölgesinde ve sınır ötesinde fedakârca görev yapan, Mavi Vatandaki hak ve menfaatlerimizin korunması için Atatürk’ün gösterdiği yolda canla başla çalışan cefakâr Türk Denizcilerimizin yanındayız. 

04 Nisan 2021

Deniz Şehitlerimizi anarak Saygıyla duyururuz."

KATILAN EMEKLİ AMİRALLER 

1. E. Amiral Ergun MENGİ 2. E. Amiral Alaettin SEVİM

3. E. Amiral Nazif ÖZDAĞDEVİREN 4. E. Amiral Işık BİREN

5. E. Amiral Ahmet ŞENOL 6. E. Amiral Hasan HOŞGİT

7. E. Amiral Vedat ERSİN 8. E. Amiral Metin AÇIMUZ

9. E. Amiral Atilla KEZEK 10.E. Amiral Nurhan KAHYAOĞLU

11.E.Amiral Önder ÇELEBİ 12.E.Amiral Metin POYRAZLAR

13.E.Amiral Mücahit ŞİŞLİOĞLU 14.E.Amiral Engin BAYKAL

15.E.Amiral Hüseyin ÇİFTÇİ 16.E.Amiral Atilla KIYAT

17.E.Amiral Vehbi ALPMAN 18.E.Amiral Celal PARLAKOĞLU

19.E.Amiral Mustafa Ekmel ÖZDENGİL 20.E.Amiral Serdar DÜLGER

21.E.Amiral Abdullah METE 22.E.Amiral Ertan DEMİRTAŞ

23.E Amiral Orhun ÖZDEMİR  24.E.Amiral Ersin GÜLER

25.E.Amiral Nadir KINAY 26.E.Amiral Hüseyin HOŞGİT

27.E Amiral İlker GÜVEN 28.E.Amiral Baha EREN

29.E.Amiral Abdullah GAVREMOĞLU 30.E.Amiral Şükrü BOZOĞLU

31.E.Amiral Hakan ERCAN 32.E.Amiral Mesut ÖZEL

33.E.Amiral Taner EZGÜ 34.E.Amiral İbrahim AKIN

35.E.Amiral Ömer AKDAĞLI 36.E.Amiral Mehmet OTUZBİROĞLU

37.E.Amiral Taner BALKIŞ 38.E.Amiral İzzet ARTUNÇ

39.E.Amiral Hakan ERAYDIN 40.E.Amiral Mehmet Ali ÇINAR

41.E.Amiral Deniz DAĞLILAR 42.E.Amiral Yalçın ERTUNA

43.E.Amiral Türker ERTÜRK 44.E.Amiral Aydın CANEL

45.E.Amiral Sami ÖRGÜÇ 46.E.Amiral Yalçın KAVUKÇUOĞLU

47.E.Amiral Nazım ÇUBUKÇU 48.E.Amiral Ahmet AKSOY

49.E.Amiral Can ERENOĞLU 50.E.Amiral Doğan HACİPOĞLU

51.E.Amiral Abdullah AKGÜL  52.E.Amiral Aziz ÖZTÜRK

53.E.Amiral A.Serdar AKINSEL  53.E.Amiral İlker GÜVEN

54.E.Amiral Mustafa İPTEŞ  55.E.Amiral Caner BENER

56.E.Amiral Nejat BERKSUN  57.E.Amiral Kadir SAĞDIÇ

58.E.Amiral Tayfun TANSAN  59.E.Amiral İskender YILDIRIM

60.E.Amiral Ali Yüksel ÖNEL  61.E.Amiral Uğur YİĞİT

62.E.Amiral Mustafa ÖZBEY  63.E.Amiral Cem GÜRDENİZ

64.E.Amiral Bülent BOSTANOĞLU  65.E.Amiral Murat BİLGEL

66.E.Amiral Cengiz ALPÖZÜ 67.E.Amiral Serdar Okan KIRÇİÇEK

68.E.Amiral Tufan MİMİR  69.E.Amiral Turgut TUFAN

70.E.Amiral Turhan ÖZER 71.E.Amiral Alper TEZEREN

72.E.Amiral Mustafa ÜLTANUR  73.E.Amiral Ruhsar SÜMER

74.E.Amiral Cemal ÜREN  75.E.Amiral Gündüz Alp DEMİRUS

76.E.Amiral Deniz CORA    77.E.Amiral Gürkan İNAN

78.E.Amiral Atilla TONGUÇ   79.E.Amiral Mustafa KARASABUN

80.E.Amiral Erol YÜKSEL  81.E.Amiral Özbek GÜRGÜN

82.E.Amiral Bülent OLCAY  83.E.Amiral Nejat GÜLDİKEN 

84.E.Amiral Turgay ERDAĞ  85.E.Amiral İsmail TAYLAN

86.E.Amiral Aydın GÜRÜL   87.E.Amiral Raif NALDEMİR

88.E.Amiral Numan ALANSAL  89.E.Amiral Tanzar DİNÇER

90.E.Amiral Erol ADAYENE  91.E.Amiral Haluk Sayın 

92.E.Amiral Ferhat FERHANOĞLU  93.E.Amiral Mehmet Ali ÖZGÜVEN 

94.E.Amiral Ali Sadi ÜNSAL  95.E.Amiral Doğan DENİZMEN

96.E.Amiral Taner AKKAYA    97.E.Amiral Necati KURT 

98.E.Amiral Tayfun URAZ       99.E.Amiral Engin HEPER

100.E. Amiral Hayati Bilgiç     101.E. Amiral Hasan Nihat DOĞAN

102.E. Amiral Ömer Bayram ÇETİN 103.E.Amiral Mithat Kemal ALGÜL 

CUMHURİYET

                                                           ***

Emekli askerler Montrö bildirisi yayımladı, iktidar sözcülerinden peş peşe yanıtlar geldi.

(BİRGÜN)

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun;

“Haddinizi bilin”, “Neymiş, birkaç emekli amiral bir araya gelip bir “bildiri” yazmışlar!”
5. kol unsurları da hemen heyecanlanmış. Oturun oturduğunuz yerde. O Türkiye eskide kaldı! Bu millet 15 Temmuz’da darbe heveslilerini nasıl tepelediğini dosta düşmana gösterdi. Haddinizi bilin! Siz kimsiniz? Ne hakla milli iradenin meşru temsilcilerine parmak sallıyorsunuz? Türkiye bir hukuk devletidir. Bunu asla unutmayın. Vesayetçiler bir daha asla demokrasimize zarar veremeyecek. Dış güçlerin ezik piyonları büyüyen, güçlenen Türkiye’nin önünü kesemeyecek!”

TBMM Başkanı Mustafa Şentop; 

“Kahraman milletimiz 15 Temmuz'da sadece FETÖ'cü darbecileri değil, aynı kaynaktan beslendiğini bildiğimiz bütün darbe sevdalılarını da toprağa gömdü. Düşünce açıklama başka, darbe çağrışımlı bildiri hazırlamak başka”








AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş  ;  

“Eski Türkiye sevdalısı, vesayetçi, kendisini milli iradenin üstünde gören zihniyetin bazı temsilcileri yayınladıkları sözde bildiri ile siyasete akıl, millete ayar vermeye çalışıyorlar. O devirler geride kaldı! Haddinizi bilin! İçinize sinmese de şunu çok iyi anlayın ki; bu millet, vatanı da, mavi vatanı da, demokrasiyi de, milli iradeyi de bedelini ödeyerek korumuştur ve koruyacaktır.”








İçişleri Bakanı Süleyman Soylu;

"Büyük Türk milleti üniformaya aşıktır. Üniformayı taşımak şereftir. O şerefi emekli olduktan sonra taşımak daha büyük şereftir. Demokrasiye, devlete ve millete sadakatle bağlı, rütbesini üniformasını siyaset malzemesi yapmayanları daima şükranla yad ederiz.. Ya diğerleri”




MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli; 

103 emekli amiralin ortak imzalı yayımlamış oldukları anti demokratik ve tehditvari, aynı zamanda vesayetçi bildiriyi Milliyetçi Hareket Partisi nefretle lanetlemekte ve reddetmektedir. Bu kapsamda partimizin görüşü olarak derhal alınması gereken önlemler şu şekildedir:

Muhtıra tarzında hazırlanarak gece yarısı servisi yapılan bildiride imzası bulunan amirallerin rütbeleri sökülmelidir. Emeklilik hakları kaldırılmalı, emekli maaşları kesilmelidir. Açıklanan bildirinin çok yönlü adli ve idari soruşturması yapılmalıdır.

Ayrıca 103 vesayetçi amiralin imzasıyla yayımlanan bildirinin arkası ve önü kararlılıkla araştırılmalı, bu rezaletin içinde kimlerin olduğu tevsik ve tespit edilmelidir.Konu vatandır, konu demokrasidir, konu milli iradedir.Taviz veya gecikmenin bedeli hiç kuşkusuz ağır olacaktır."


Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay; 

“Mezarlıkta ıslık çalan korkaklar misali, Millet İradesini ve Recep Tayyip Erdoğan’ın dik duruşunu hazmedemeyen darbe seviciler demokratik kurumlara, seçilmişlere ve de Türk Silahlı Kuvvetlerine ayar verme hadsizliğinde bulunmuşlar. Bu vesayet muhiplerinin hevesleri en son 15 Temmuz gecesi kursaklarında kalmış, millet olarak unutamayacakları bir ders vermiştik. Bugün de her platformda gerekli cevap en net şekilde verilecektir. Göze alabilene hodri meydan.”


AKP Sözcüsü Ömer Çelik; 

"Bazı emekli amirallerin geçmişteki kötü ve çirkin olayları hatırlatan bir yöntem ve üslupla bildiri yayınlaması kabul edilemez. Bu yöntem ve üslubun siyasi hayatımızda neye karşılık geldiği bellidir. Bu, vesayet özlemiyle tutuşan bir zihniyetin canlı olduğunun da kanıtıdır."



***

'Montrö bildirisiyle' ilgili resen soruşturma başlatıldı.(BİRGÜN)

Son dönemde gündemde olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ne ilişkin ortak açıklama yapan 103 emekli amiralin bildiri yayınlamasıyla ilgili resen soruşturma başlatıldı.

103 emekli amiral, TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ilgili sözlerinin sonrasında başlayan tartışmalar ile Deniz İkmal Komutanı Tuğamiral Mehmet Sarı’nın takke ve cübbe giydiği bir fotoğrafının basına yansımasına ilişkin ortak bir bildiri kaleme aldı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, ‘103 amiralden Montrö bildirisi’ başlığı altında yayınlanan bildiriyle ilgili soruşturma başlattı.

Başsavcılık'tan yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:

"Ankara Cumhuriyet Başsavcılığımızca;

04/04/2021 tarihinde bazı internet siteleri ve sosyal medya mecralarında paylaşılan ve '103 amiralden Montrö bildirisi' başlığı altında yayınlandığı belirtilen açıklamayı hazırlayanlar ile varsa irtibatlı oldukları kişilerin tespiti ve yasal gereğinin takdir ve ifası amacıyla re'sen soruşturma başlatılmıştır.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur."

(BİRGÜN)





Yaşasın polis! Kokain hikâyeleri ve yasak kardeşim! - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Gerçekten Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan rektörü ve ev hapsi verilen 

arkadaşlarına yapılan haksızlığı protesto etmek için toplanan gençlere polis, 

devletin gücünü göstermek için canla başla çalışmış. Takdir ettim, arada yeni 

bir yöntem devreye girmiş; protesto yapan kişinin boğazını sıkmak. Doğrusu 

bu yöntemi öneren ve yapılmasını emreden amirlere de birer takdir madalyası 

verilmelidir. Çünkü dünyada bir ilk. Başka ülkelerde polis, insanların 

arkasından saldırıp ellerini kollarını tutar ya da eğer kadın direnişçi varsa ve 

saçları uzunsa saçlarından kavrar ya da yere yatırıp dizini boğazına dayar. 

Geçiniz bunları, yeni bulduğunuz muhteşem bir yakalama yöntemi, ha biraz 

daha sıksan kişi hele de şu pandemi döneminde ağzında maske varsa bir an 

soluksuz kalıp ölebilir! Ölsün. 

Kim hesap soracak ki? 

Çünkü polis kendisinden hesap sorulmayacağını mesleğe girdiği ilk günden bilir. Çünkü böyle kahraman polislerin ceza almak nedir, takdir edildiğini görmüştür, duymuştur. O, devletin silahlı gücüdür ve devlet adamını korur.

Çok örneği var. Amirlerin bu örnekleri sık sık emrindeki polislere örnek göstermediğini kim bilebilir?

Şimdi kahraman polislerimizi alkışlayarak şu kokain meselesine bir gelelim. Bilgi eksikliği var; kokain bir uyuşturucu madde değil, tam tersi bir uyarıcı maddedir. 

Bu ne demek? 

Şu demek, yani sabaha kadar âlemlerde ya da kumar masasında vakit geçirip ertesi gün işe gitmeniz gerektiğinde çektiğiniz bir gram kokain sizi dipdiri yapar. Ancak bu diriliğin sürmesi için bir gram kokain yetmez, bir süre sonra bir gram daha çekersiniz, sonra bir gram daha. Kısa bir süre sonra da artık bağımlı olursunuz ve bir gram kokain için yapmayacağınız şey yoktur. Ve kokain en pahalı uyarıcıdır. CEO’ların, mirasyedilerin, büyük burjuvaların, mafya patronlarının ve Arap şeyhlerinin bolca kullandıkları bilinir.

Bu bilgileri nereden mi biliyorum? 

Çok belgesel izlemenin böyle işe yaramayan faydaları vardır. Laf lafı açıyor, efendim aslında Bolivya’nın yüksek yerlerinde yetişen koka bitkisi kendi başına zararsız bir bitkiciktir. Ve Bolivya halkının geçim kaynaklarından biridir. Hatta başkent La Paz’da bir kokain müzesi vardır ve girişinde ünlü psikiyatrist Freud’un kocaman bir portresi asılıdır. O da ağır içicilerden. Müzeyi vakti zamanında ben de ziyaret etmiştim. Ancak koka bitkisi, laboratuvarlarda ince bir işçilikten geçirilince kokain olur. Bir ara Amerikan Başkanı George W. Bush, Bolivya Başkanı Evo Morales’e bir ihtar çekmişti; koka bitkisini yasaklasın diye. Komünist başkan Morales’in yanıtı şu olmuştu: “Sen laboratuvarlarına sahip çık!” Türkçesi “Sesini kes!” demeye geliyor.

Evet, şimdi gelelim başka bir hikâyeye. Biliyorsunuz en sömürgeci ülkelerden biri İspanyollardır. İspanyollar geçmiş tarihlerde binlerce ton altını ve diğer kıymetli madenleri gemileriyle Latin Amerika’dan İspanya’ya taşımışlardır. Bekleyin birazdan hikâyeye giriyorum. Bolivya halkı üç koka yaprağını sarıp ağızlarına atarlar, bir süre emdikten sonra tükürürler. Çünkü yarım kilo koka yaprağı güç verir ve Bolivyalılar çok yüksekte yaşadıklarından bu güce ihtiyaçları vardır. Her şeye karışan Vatikan papalarından biri madenlerde İspanyolların emrinde çalışan maden işçisi Bolivyalıların koka yaprağı çiğnemesini yasaklamış. Peki, ne olmuş? Madenlerde verim düşmüş, bunun üstüne Vatikan kendisi koka ticaretine başlamış. Verim de artmış.

Ah bu dünyanın işleri. Madem konularımız bugün çeşitli yerlere zıplıyor, öyleyse şu yasaklara da bir değinelim: Artık hiçbir şeye şaşmadığımı sanıyordum, sen öyle san, birden şaşırdım. Hıfzıssıhha kararıyla havuzlar, halı sahalar ve internet kafeler kontrollü olarak açılacakmış. Bu kontrollü lafına da illet oluyorum. Arkadaş sen havuzlarda, internet kafelerde, halı sahalarda neyi kontrol ediyorsun? Millet çok bunaldı ya illaki halı sahada top koşturacaklar. Bu yasağın kalkmasının tek bir mantığı var: Zenginler gidip beş yıldızlı otellerde her haltı yiyorlar, az parası olanlar da onların paylaştığı eğlenceleri görünce öfkeleniyorlar, onlar da dalsınlar internet kafelere, halı sahalara biraz öfkeleri yatışsın.

Bir de ramazan ayında restoranlar, kafeler kapalı. Açıkça söyleyelim arkadaşlar restoran sahipleri, kafe sahipleri siz lobi yapmayı bilmiyorsunuz, çünkü Turizm Bakanı gibi bir bakanınız yok. Kaderinize yanın. Çünkü beş yıldızlı otellerde iftar yemekleri verilecek, şimdiden oteller dolmuş bile. Yaşasın “Zenginler Cumhuriyeti”. Fakirler siz sürünün!

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Boratav: Emperyalizmden demokrasi uman liberaller yanılıyor - BİRGÜN-Pazar

 

Son elli yıldaki siciline göre Demokrat Parti, “ABD emperyalizminin savaş partisi”dir. Trump’ın NATO bağlantılarını zayıflattığı; en azından söylemde “ABD’nin sonu gelmeyen savaşları”na karşı çıktığı unutulmamalı. DP’nin sol kanadı ise, Clinton döneminden miras kalan “insan hakları emperyalizmi” söyleminin tutsağıdır; Rusya ve Çin karşıtlığında hemfikirdir.



Prof. Dr. Korkut Boratav’la NATO’nun kuruluşunun yıldönümünde ABD emperyalizminin 

yönelimlerini, Biden’la başlayan yeni dönemin eğilimlerini, Türkiye’nin bağımlılık ilişkilerinin 

güncel görünümleri üzerine konuştuk. İyi pazarlar!

Biden'ın seçilmesinin, ABD’de neo-faşist yükselişe son veren bir yeni dönemi başlatacağı; sadece ABD’de değil, küresel olarak da liberal restorasyon kapısının da aralanacağı ileri sürüldü. Sizin değerlendirmeniz nedir?

Joe Biden, Demokrat Parti’nin (DP’nin) sağ kanadında yer alan kıdemli bir siyasetçidir. Son seçim kampanyasında dev şirketlerden aldığı bağışlar, Trump’ınkileri fazlasıyla aştı. Başkanlık ön seçimlerini bir süre önde götüren sosyalist Bernie Sanders’a karşı Wall Street’in desteklediği aday Biden oldu; tökezleseydi milyarder Bloomberg yedekteydi. Kısacası, Biden, ABD egemen sınıflarının bir temsilcisidir ve bu blok 2020’de onu yeğledi.

Öte yandan 2008 krizini izleyen gelişimler, DP’nin iç dengelerini belirgin boyutlarda sola çekti. Bu parti, temel çizgisi ile büyük sermayenin partisidir; ama Avrupa’nın neoliberalizmle barışık sosyal demokrasi akımını andıran bir sol kanadı da vardır. Barack Obama’nın 2008’de başkanlığı kazanmasına, seçim arifesinde yükselen Wall Street’i İşgal protestoları da bir ivme sağlamıştı. Bu eylemler, “Yüzde 1’lik bir azınlığın ABD ekonomisini ve toplumunu tutsak aldığı” tespitine dayanıyordu; açık-seçik sınıfsal bir tepkiydi.

Bu yöneliş, sonraki yıllarda da ABD siyasetini etkiledi. Bernie Sanders’ın DP içinde temsil ettiği “Amerika’nın Demokrat Sosyalistleri” hareketinin beş üyesi bugün ABD Kongresi’nde temsil edilmektedir. Bu partiye katılmayan ve “ilerici” nitelendirilen temsilcilerin sayısı birkaç kat daha fazladır.

Siyasal eğilimleri ve ideolojik kimliği açısından açıkça faşist olan; ırkçı-gerici, anti-sosyalist özelliklerini dört yıl boyunca ABD siyasetine de taşıyan Trump’ın seçim yenilgisine DP’nin solcu tabanı önemli katkı yaptı. Biden bunun fakındadır. Seçim programının ekonomiye ve iç siyasete dönük öğelerinde, solcuların talepleri belli ölçülerde dikkate alındı. Trump’ın seçimde ve “sivil darbe” girişimindeki yenilgileri ABD’de anti-faşist akımların, en geniş anlamda solun zaferi olarak da görüldü.

Bu “sol dalga”, Biden’ın iç siyasetteki yönelişlerini şimdiden etkilemektedir. Martta Kongre’den geçirilen American Rescue Plan başlıklı yasa dikkat çekici bir örnektir: Federal bütçeden 1,9 trilyonluk ek harcama içeren bir “kurtarma planı”… Önemli bölümleri yoksul, emekçi sınıf ve katmanlara doğrudan nakit aktarımlardan oluşuyor. Neoliberal “malî disiplin” ilkelerini tümüyle terk eden; sol Keynes’gil, bölüşümcü bir açık-bütçe uygulamasıdır. Kapitalizmin tarihinde benzerine ender rastlanan boyuttadır; ABD millî gelirinin yüzde 9’unu aşmıştır.

Biden, ilaveten iddialı bir altyapı yatırım programını sahiplenmiştir. Kongre’nin sosyalist üyelerince önerilen, F.D. Roosevelt’in “New Deal” programını “Yeşil” doğrultuda geliştirme tasarımının hayata geçirileceği beklentileri beslenmiştir.

Bu olgu, Türkiye solunda da (örneğin Ergin Yıldızoğlu arkadaşımızda) “dünyada neoliberalizmin sonu mu?” beklentisine yol açtı. Yanıltıcı bir beklenti… Ocak 2021’de IMF ve Dünya Bankası’nın ortak toplantısında, “neoliberal malî disiplin” ilkelerinin ABD ve diğer “merkez” ekonomilerinde askıya alınması açıkça savunuldu; belgelendi. Ama dikkat ediniz, “Güney” coğrafyası açıkça dışlanarak… Örneğin aynı tarihlerde Arjantin ve Ekvador ile sürdürdüğü kredi görüşmelerinde IMF, kamu maliyesinde katı kemer sıkma önlemlerinde ısrar etmekteydi.

ABD’ye dönelim. Biden’ın zaferinin anti-faşist bir kazanım olarak değerlendirilmesine iki parantez açmak gerekiyor. Birinci olarak, Amerikan faşizmi Cumhuriyetçi Parti saflarında kök salmış durumdadır; Trump seçmenlerinin dörtte üçü hâlâ “seçimlerin çalındığını” düşünmektedir; Trump’ın dönüşü veya yeni bir faşist liderin beklentisi içindedir. İkinci olarak, Biden’ın sola dönük politikaları iç siyasetle sınırlıdır. Dış siyasete ABD emperyalizminin öncelikleri egemendir.

Biden’ın seçilmesinin ardından, ABD'nin dışa dönük yönelimleri de belirginleşmeye başladı. Avrupa ve NATO'yu daha çok öne çıkararak, özellikle de Rusya'yı hedef tahtasına yerleştiren açıklamalar yaptı. Öte yandan Çin’e karşı Trump’ın başlattığı, uzlaşmasız soğuk savaş söylemi sürdürülüyor. Bunların anlamı ne, ABD şimdi nasıl bir dış siyaset izleyecek görünüyor?

Son elli yıldaki siciline göre DP, “ABD emperyalizminin savaş partisi”dir. Trump’ın NATO bağlantılarını zayıflattığı; en azından söylem düzleminde “ABD’nin sonu gelmeyen savaşları”na karşı çıktığı unutulmamalı. DP’nin sol kanadı ise, Clinton döneminden miras kalan “insan hakları emperyalizmi” söyleminin tutsağıdır; Rusya ve Çin karşıtlığında hemfikirdir.

Biden yönetiminin oluşumunda Dışişleri ve Güvenlik alanlarında emperyalist saldırganlığın “şahin” temsilcileri bu nedenle öne çıktı. Dışişleri Bakanı Antony Blinden, Trump’ın başlattığı; Çin Komünist Partisi’ni ideolojik olarak hedef alan soğuk savaş söylemini olduğu gibi devraldı; 19 Mart’ta Alaska’daki ABD-Çin toplantısında aleniyete döktü. ÇKP Politbüro üyesi Yang ise aynı toplantıda Blinden’ı “Artık güçlü konumda değilsiniz; bize hitap ederken bu durumu dikkate alın” diye uyardı.

Bu toplantı sonrasında Başkan Biden, “Çin’in en güçlü ülke olmasına izin verilmeyeceği” mesajı içeren bir demeç verdi. Dünya sisteminin hegemonya mücadelesi gündemdedir. Çin, ABD hegemonyasını reddettiğini; Amerikan toplumunun bu konuma layık olmadığını açıkça ifade etmektedir. Mücadelenin soğuk savaş sınırlarını aşmayacağını umut edelim.

ABD'nin bir dönem BOP üzerinden şekillenen Ortadoğu politikasında, AKP ve siyasal İslamcı güçler önemli bir yer tutuyordu. Bugün, siyasal İslam'ın hem ülkemiz hem de bölgedeki durumu ve bu bağlamda emperyalizmle ilişkisinde gelinen aşamayı nasıl değerlendirirsiniz?

ABD, NATO aracılığıyla, Trump’ın zedelediği Batı ittifakının liderliğini üstlenme girişimi içindedir. Almanya ve Fransa’nın tam desteğini henüz sağlayamamıştır. Türkiye’ye karşı S-400’lerle ilgili tepki sürmektedir; ama Blinden, “Türkiye’nin Batı ittifakından uzaklaşmaması gözetilmelidir” önceliğini ifade etmiştir.

Bu yöneliş, AKP iktidarını ihtiyatlı bir çizgiye yönlendirmektedir. ABD Kongresi’nin Türkiye’ye karşı kararlaştırdığı (ve uygulanma aşamaları Başkan tarafından belirlenecek olan) “CAATSA yaptırımları” askıda tutulmaktadır.

Hatırlamak gerekiyor ki, ABD’nin “insan hakları emperyalizmi” selektiftir. ABD emperyalizminin hasım gördüğü ülkelerle sınırlıdır. Rusya ve Çin’e dönük yaptırımlar bir yana, bu ölçüt, esas olarak Güney coğrafyasının “aykırı” ülkelerini hedef alır; bir bölümü kanlı “rejim değiştirme operasyonlarının, diğer bölümü korona salgını ortamında insanî trajedilere yol açan ağır ekonomik yaptırımların kurbanları… Örnekler ortada: Suriye, Venezuela, Küba, Nikaragua, İran, Kuzey Kore… Biden’ın bu ülkelere karşı Trump’ın çizgisini izleyeceği ortaya çıktı.

Trump, çeşitli coğrafyalarda, Brezilya, Türkiye, Britanya ve Hindistan’da iktidarda olan diğer neo-faşist liderlerle yakın, çoğu kez kişisel ilişkiler kurmuştu. Yenilgisi, bu ülkelerdeki liberal muhalif akımlar tarafından da olumlu karşılandı. Biden yönetimi bu konuda hayal kırıklığı yaratacaktır. “İnsan hakları” ölçütü bu neo-faşist rejimlere ve ayrıca demokrasi karnesi tümüyle arızalı Körfez rejimlerine karşı uygulanmayacaktır.

Emperyalist sistemde yönetim değişikliklerinden demokrasi uman liberal çevreler yanılıyor. Dışişleri sözcülerinin veya AB raporlarının Türkiye’ye dönük demokrasi eleştirileri semboliktir; belgelerde gömülü kalmaya mahkûmdur.

Emperyalizmin açık askeri varlığı, dış politika ve iç siyasete görünen etkilerinin ötesinde ekonomik anlamda, Türkiye'nin bağımlılık ilişkilerinin güncel görünümü nasıl şekilleniyor? Bugün ekonominin yönetiminde bir ileri bir geri politikaları sürüyor... Sistem içi muhalefet ise çözüm olarak daha çok yabancı sermaye için huzur ve güven ortamını öne çıkartıyor. Sizce, çözüm nerede aranmalı?

Emperyalizmin “Güney” ekonomileri üzerindeki hegemonyası günümüzde uluslararası finans kapital aracılığıyla işliyor. AKP iktidarına göz atalım. 2013 sonuna kadar ekonominin yönetimini tümüyle neoliberal reçetelere teslim etti. Sermaye hareketlerinin canlı ortamından yararlanarak yüksekçe (yüzde 4,5’lik) bir büyüme temposu gerçekleştirdi; ama ağır bir ekonomik bağımlılık cenderesine sürüklenerek: Kronik, yüksek dış açıklar; artan dış borçluluk ve dinamizmini yitiren, ithalata bağımlı bir sanayi…

Finans kapitalin Türkiye ekonomisi üzerindeki denetimi neoliberal modelin ana kuralları ile sağlanmıştır. Hatırlatayım: Serbest sermaye hareketleri sürdürülecek; özerk merkez bankası sıkı para politikası (enflasyonu aşan faiz) uygulayacak; döviz kurları ise piyasaya bırakılacak, dalgalı seyredecektir… Sermaye hareketleri 2015’ten itibaren yavaşlayınca bu reçete Türkiye ekonomisini durgunlaşmaya sürükledi. İktidarını baskıcı yöntemlerle korumaya çabalayan AKP, durgunluğu göze alamıyordu. “Yüksek faizlere” savaş açtı; neoliberal reçeteyi ihlal etmeye başladı. Karşılığında finans kapital 2018-2020 arasında iki döviz krizi yaratarak Türkiye “cezalandırıldı”. Her döviz krizi, AKP’yi “hizaya getirdi”.

20 Mart’ta TCMB Başkanı’nın görevden alınması üçüncü döviz krizini yaratmaktadır. Saray, siyasette sıkışmıştır; iktidarı koruma mücadelesi içindedir. “Meşruiyet görünümü”nü çiğnemeyi de göze alarak 2017’deki gibi hızla “atı alıp Üsküdar’ı geçmek” çabası içindedir. Yeni döviz krizi içinde ve korona salgınının da ağırlaştırdığı toplumsal bunalım ortamında fazla zamanı kalmamıştır.

Finans kapitalin egemenliği kabul edilirse, Saray’ın Merkez Bankası operasyonu, “ağır bir ekonomik hata” görülecektir. Sol iktisatçılar, elbette bu tespiti yapmaktadır. Ama kendi aramızda “finans kapitalin egemenliğinden çıkış” seçeneklerini de tartışıyoruz. “Çıkış”ın ilk adımı sermaye hareketlerinin sınırlanması olacak; boyutları, yöntemleri ve sınıfsal yansımaları gündeme gelecektir.

Böyle bir seçeneği tartışmak, iktidarın sınıfsal bileşimini, sınıfsal ittifakları gündeme getirir. Bu gündemi tahayyül etmeyi dahi reddeden geleneksel iktisatçılar ve düzen partileri bu tartışmanın dışında kalacaktır.

BİRGÜN-Pazar


Kapanmak ya da kapanmamak bütün mesele bu mu? - Mehmet Kuzulugil / SOL

 "Kapatın demiştiniz, kapattık işte" diyecekler. Hafta boyunca günde iki vasıta gidip geldiği işinde yüzlerce işçiyle temas edip haftasonu pikniğe gitmeye kalkıştığında evine geri gönderilen işçiye...

Kapanmak ya da kapanmamak bütün mesele bu mu?

Kasım ayı sonunda Covid olduk. Maaile.

Haftasonu Moda Parkı'nda hıncahınç dolu çimenliklerde eğlendiğimiz için değil.

"Çocuğu okula gönderdiğimiz" için de değil.

Kritik bir hastamız vardı. Omzunda büyüyen kemik dokusunun Covid ortası hızlı muayenelerle geçiştirildiği ayların sonunda sorun ertelenemez hale geldi ve biz İstanbul'un hastanelerini, ortopedi ve dahiliye koğuşlarından başlayarak gezmeye koyulduk. N95'lerimizin altına taktığımız cerrahi maskelerle.

Önce tedbir, sonra tevekkül!

Yatan hasta koğuşlarının büyük harflerle A4 kağıtlara alınmış çıktılarda yazılı bir kuralı var: "Refakatçi zorunlu!"

Eskiden refakatçi sınırlamalarıyla, ziyaret saatleri dışında giriş yapılmamasıyla, kolonya, meyve getiren ziyaretçilerin terslenmesiyle oluşan bir imgesi vardı bende hastane odalarının.

Şimdi tablo farklı. Covid'e rağmen giren çıkanın kısmen denetlendiği ama bir yerden sonra herkesin "kuralsızlığın kural olmasına alışmış olduğu bir ülkenin" hastaneleri var artık...

Kuralsız dedim ama... Hastanız varsa, yatırdıysanız yanına bir refakatçi koymak "zorunluluğunuz" var. Covid'le ilgili değil bu kural. Hastabakıcıların, temizlik görevlilerinin, nöbetçi doktorların hastalarınızla uğraşacak hali yok. Buna onlar karar vermiş değil tabii, bu bir idari karar: Personel politikası! Az kişiyle, çok iş...

Sözgelimi bir kısmı ameliyattan çıkmış, bir kısmı ameliyat sırası bekleyen 20 hastanın olduğu ortopedi katında koca gecede nöbetçi bekleyecek hekim, hemşire, görevli sayısı belli. Hastanın ihtiyaçlarını karşılamak için "bir refakatçi" şart. Tuvalete götürmekten filan söz etmiyorum, ona sıra gelmeden... Otomatlardan alınacak su şişelerinin tedariğinden söz ediyorum mesela. Tabii hastane "yeni yapılmış" gıcır gıcırlardan birisiyse, henüz otomat konulmadıysa (her iki türüyle de deneyimimiz oldu) kampüsün az ötesindeki bakkaldan alınacak pet su şişelerinden...

Bizim o çok övünülen ama aslında çoktan tarih olmuş aile kültürümüz de bu açık politik kararı kolaylıkla sindirmeye yarıyor.

"Anneciğinizi elin adamına teslim edecek değilsiniz ya, yanında olmanızdan daha doğal ne olabilir."

Gece ve gündüz... Hastaların ihtiyaçları, yatağından kaldırılıp tetkike götürülmesi ya da yatağında ara sıra yan çevrilerek sırtının yara olmaması için havalandırılması vs. vs. Zorunlu refakatçi bunun için var. Çok eskiden, sağlıkta reformdan da önce, sağlık hizmetinin parçası olan aslında bir kısmı uzmanlık değilse de deneyim gerektiren işler.

Aileye bağlı geleneklerimiz filan da tıraş tabii... Pek çok hasta için refakatçi günlükle tutulmuş "Türkmen" kadınlar oluyor. Bunun da Covid'le doğrudan ilgisi yok. Çocuklar çalışıyor, gelinler torunlara bakıyor; bazen hastamız bir kenarda parası birikmiş hayırsız evlatlı bir öğretmen emeklisi oluyor vs. vs.

Sonuçta devlet, kamu! hastaneye yatırdığınız hastanızın ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli organizasyonu yapmak, bunun için personel ayırmak, özel hastanelere kürekle dağıttığı bütçesinden bir parçayı bunlara harcamak yerine o çirkin yazının basılacağı A4'leri, onları basan yazıcıları ve cama asmak için gerekli "seloteypleri" sağlıyor.

"Refakatçi zorunlu."

Aslında bu her açıdan yanlış. Özellikle ağır hastalık geçirenlerin yakınlarının 24 saat onlarla birlikte olmaları insani filan değil. İnsanlık dışı. Bir yakınının hastalığına şahitlik edip, ona bakmak Alaturka bir bağlılık hissini mazoşistçe pekiştiriyor olabilir ama sağlıklı değil. Bir ölümcül hastaya bakmak, onun her şeyiyle ilgilenmek gerçek bir dayanışma toplumunda herkesin gönüllü olacağı, pekala olması gereken bir şey... Ama şundan eminim ki, dayanışmacı, sosyalist bir Türkiye'yi kurduğumuzda kimse "kendi hastasına" bakmayacaktır. "Devlet bu işi yapar"dan da söz etmiyorum, sanırım anlaşılmıştır.

Neyse refakatçi zorunlu...

Bunun sonucu, demeyeyim elimde "istatistiki kanıt yok", ama bununla da bağlantılı olarak klinikler Covid'in harman olduğu yerler haline geliyor.

Sağlık personelinin, asgari eğitimden geçmiş sağlık hizmetlilerinin yapabileceği bir işi bir kısmı her gün değişen "refakaçiler" yapıyor. Gün içinde otobüsle gittiği işinde 8 saat geçirdikten sonra yine otobüsle hastaneye gelen "hasta yakını" geceyi iki hasta ve diğer hastanın refakatçilerinin olduğu bir odada maskesinin altından soluyarak geçiriyor. Pek çok örnekte de ya her gece ayrı bir "yakın" geliyor servise ya da günlükle çalışan "Türkmen kadınlar."

Biz kendi maceramızda bu tablonun tüm karanlık yönlerini birlikte yaşadık.

Hastamızın en kaygı veren halinde Covid-19'a yakalandığımızı öğrendik! Tüm refakatçiler.

"O da olmuş mudur, olursa dayanmaz" diye düşünürken, hastamızın "hastalanmadığını" ve fakat şimdi ona bir refakatçi bulmamız gerektiğini öğrendik. Buradaki maceramızın detaylarına girmeyeyim. Sonunda hastamıza çok iyi bakan, ona şifa versin diye yanında getirdiği dua kitabından dualar okuyan bir "Türkmen" ablaya bağlandık. Biz karantinada, hastamız serviste günlerimizi böyle geçirdik.

Devamını anlatmayayım. Hepten "Facebook" iletisine dönmeye başladı.

Sonuçta ve özetle hastamızın zaten uzatmaları oynayan bedeni hastane koridorlarından taşınan Covid'le yoğun bakıma taşındı.

Sonra öldü ve kurtuldu...

Salgının iyice tozunu attığı hastanelerde amansız hastalığı için çare ararken yaşayacaklarını, Covid sayesinde, hiç değilse daha kısa bir zaman aralığına sığdırmış oldu.

Şimdi sağlıkçılardan, çeşitli meslek örgütlerinden alınması gereken önlemlerle ilgili açıklamalar geliyor.

Toplam nüfus içinde bulaşmanın henüz yüzde 1'leri bulmadığı bir dönemde her şeyi pekala kontrol altına almamızı sağlayabilecek bir tam kapanma da var önerilenler arasında. Nüfusun kaba hesapla beşte birinin Covid'le tanışmış olduğu ve yine azımsanmayacak bir nüfusun Covid'i taşımakta olduğu bir anda.

Uzmanların bilimsel etüdlere dayanarak tartışması gereken bir şey elbette ama benim basit matematik kafam "artık" ve bu ülkede bunun karşılığının ne olacağını anlamakta zorluk çekiyor.

Anlamakta hiç zorluk çekmediğim bir şey var ama...

Toplumsal zenginliklerden yüzde 90'a, emekçi nüfusa düşen pay değişirse tüm tablo değişir.

Devlet hastanelerinde doluluk oranlarını, yoğun bakımlardaki durumu konuşuyoruz. "Kaldırır mı?" diye tartıyoruz.

Denklemin katsayıları aynı olunca bilinmeyenlerin de değişmesi pek mümkün olmuyor oysa.

Tam da böyle bir zamanda sağlık personelinin sayısı iki belki üç katına çıkarılsa...

Yağlı plastik cerrahi müşterileri bekleyen özel hastanelere el konulup Covid klinikleri genişletilse...

Ve mutlaka! Covid dışı servisleri neredeyse "gereksiz" görerek belki önümüzdeki birkaç yıla sığacak büyük sağlık problemlerinin tohumlarının atılmasından vaz geçilse...

Özetle, devlet gelirlerinin otoyol kiralarına değil emekçi halka sunulması sağlansa...

O zaman "almamız gereken önlemleri" daha sağlam, daha düz, daha mantıklı bir zeminde tartışabiliriz.

Bunlar olmadığında, daha doğrusu bunlar için oluşacak bir toplumsal irade baskı altındayken...

Korkarım ki, açılma da kapanma da sadece patronlara yarayacak.

"Kapatın demiştiniz, kapattık işte" diyecekler. Hafta boyunca günde iki vasıta gidip geldiği işinde yüzlerce işçiyle temas edip haftasonu çoluk çocuk pikniğe gitmeye kalkıştığında evine geri gönderilen işçiye...

"O kadar gürültü yaptınız, milletin ekmeğiyle oynayacaktık size kalsa. Bak atlattık işte krizi" demenin hesaplarıyla nefeslerini tutacaklar ve muhtemelen (katlanma eşiği epey yükselmiş toplumumuzda) haklı çıkacaklar.

Bence sadece siyaset değil...

Bilim bunu söylüyor.

Mehmet Kuzulugil / SOL