2 Temmuz 2021 Cuma

Sivas Katliamı'nın üzerinden 28 yıl geçti: Neler yaşandı, katilleri kimler savundu? - SOL

 Ülkenin en kanlı ve karanlık sayfalarından biri bundan 28 yıl önce Sivas'ta açılmıştı. Sivas'ta açılan bu karanlık sayfa, bugünün iktidarına uzanan yolu da temsil ediyor.


Bugün 2 Temmuz. Bundan tam 28 yıl önce şeriat isteyen gericilerin vahşice saldırısının sonucunda 33 aydın ve 2 otel görevlisi katledildi.

O günün katillerini koruyanlar, katliamı seyredenler aradan geçen 28 yıl sonunda bakanlık, milletvekilliği ve bürokratlık yaptı.

Katliamın davası AKP iktidarında, katilleri savunanların iktidarında zaman aşımı gerekçesiyle düşürüldü.

O gün neler oldu?

1 - 4 Temmuz 1993’te, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin çağrısıyla Pir Sultan Abdal etkinliklerinin dördüncüsü düzenlenecekti. Birçok aydın ve sanatçının katılacağı etkinlikler öncesi gericiler Sivas’a yığınak yapmış, etkinliğin katılımcılarından olan Aziz Nesin’i hedef alan bildiriler dağıtmıştı.

Devletin açıkça seyrettiği katliam çağrıları 2 Temmuz’da Cuma namazı çıkışında büyük bir saldırıya dönüştü.

Kent merkezindeki Pir Sultan Abdal ve Atatürk heykellerini parçalayan güruh “şeriat isteriz” diyerek etkinliklerin yapıldığı salonlara saldırdılar.

Neredeyse hiçbir güvenlik önleminin alınmadığı olaylarda ilk saldırılar katılımcılar tarafından püskürtüldü. Seyreden gözler gerici güruhun sayısının artmasını bekledi.

Sayıları her geçen dakika artan gericiler, Madımak Oteli’nin önüne geldi. Burada da devlet yurttaşların katledilmesini, otelin yakılmasını bekledi.

Saatler süren saldırının sonunda 33 aydın ve 2 otel görevlisi hayatını kaybetmişti.

Kaybettiklerimiz...

Behçet Sefa AYSAN, Yeşim ÖZKAN, Nurcan ŞAHİN, Muhibe AKARSU, Muhlis AKARSU, Murat GÜNDÜZ, Handan METİN, Ahmet ÖZYURT, Huriye ÖZKAN, İnci TÜRK, Özlem ŞAHİN, Yasemin SİVRİ, Asuman SİVRİ, Uğur KAYNAR, Sehergül ATEŞ, Gülender AKÇA, Gülsün KARABABA, Mehmet ATAY, Hasret GÜLTEKİN, Serkan DOĞAN, Muammer ÇİÇEK, Belkıs ÇAKIR, Asaf KOÇAK, Edibe SULARİ, Menekşe KAYA, Koray KAYA, Serpil ÇANİK, Erdal AYRANCI, Asım BEZİRCİ, Sait METİN, Carina Cuanna THUIJS, Nesimi ÇİMEN, Metin ALTIOK, Kenan YILMAZ, Ahmet ÖZTÜRK...

Devlet görevlileri neler söyledi?

Katliamın ardından olaya seyirci kalan devlet yetkilileri, yakılan aydınları, katledilen yurttaşları hedef alacaktı. 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “Halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz”
Başbakan Tansu Çiller: “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir”

İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu: “Aziz Nesin’in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir”

Katilleri evlendirip ehliyet verdiler...

Sivas Katliamı’nda yer alan gerici güruhun büyük bir çoğunluğuna tek bir dava bile açılmadı. 

Katliamın kilit isimleri yıllarca yakalan(a)madı. Bir türlü yakalanamadığı söylenen katillerin askere gittiği, evlendiği ve ehliyet aldığı ortaya çıktı.

Bu isimlerin başında gelen Cafer Erçakmak’ın 27 Temmuz 1999’da Sivas Altınyayla Belediyesi’nde evlendiği, 22 Mayıs 1997’de askere gittiği, çocuğunu nüfusa kaydettirdiği, Emniyet’e başvurarak ehliyet bile aldığı anlaşıldı.

Zamanaşımı ve hayırlı olsun!

Katillerin mahkemedeki savunmasını üstlenen AKP'liler, 13 Mart 2012 tarihinde katliamın zamanaşımından düşürülmesine de imzasını atacaktı.

Meclis'e gelen zamanaşımı kararını engelleyen düzenleme AKP’li vekillerin oylarıyla reddedildi.

Zamanaşımı kararının alındığı 13 Mart’taki duruşmada kararı protesto eden halkın üzerine gaz bombalarıyla saldırıldı.

O gün Başbakanlık koltuğunda oturan Erdoğan, karara ilişkin "Hayırlı olsun!" diyecekti.

Katilleri savunan AKP'li avukatlar

Sivas’ta aydınları yakanları savunan avukatlardan bazıları:
Av. Celal Mümtaz Akıncı - Afyon Barosu Başkanı ve AKP oylarıyla Anayasa Mahkemesi üyesi
Av. Hayati Yazıcı Bakan
Av. Haydar Kemal Kurt - AKP Isparta Milletvekili
Av. Zeyid Aslan - AKP Tokat Milletvekili, Başbakan Erdoğan’ın eski avukatı
Av. Hüsnü Tuna - AKP Konya Milletvekili
Av. Burhanettin Çoban - Afyonkarahisar AKP’li Belediye Başkanı
Av. Faik Işık - Başbakan Erdoğan’ın ve Süleyman Mercümek’in avukatı
Av. İbrahim Hakkı Aşkar - 22. Dönem AKP Afyon Milletvekili
Av. M. Ali Bulut - AKP Maraş Milletvekili ve Anayasa Komisyonu üyesi
Av. Bülent Tüfekçi - AKP Malatya İl Başkanı
Av. Halil Ürün - RP kayıp trilyon davası sanığı, AKP Afyon Milletvekili
Av. Mevlüt Uysal - AKP İstanbul Başakşehir Belediye Başkanı
Av. Nevzat Er - Eski AKP Eminönü Belediye Başkanı
Av. Suat Altınsoy - AKP Konya İl Başkanı Yardımcısı
Av. Tayfun Karali - İstanbul Büyükşehir Belediyesi Darülaceze Müdürü
Av. Ferruh Aslan - İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın Müdürü
Av. İbrahim Kök - AKP Elazığ Milletvekili Aday Adayı
Av. Ali Aşlık - Eski AKP İzmir İl Başkanı ve 2011 seçimi milletvekili
Av. Bedrettin İskender - AKP Ümraniye Belediye Başkan adayı
Av. Ekrem Bedir - Sakarya AKP Hendek Belediye Meclis Üyesi
Av. Faruk Gökkuş - AKP Kâğıthane Belediye Başkanlığı Aday Adayı
Av. Hasan Hüseyin Pulan - AKP İstanbul İl Disiplin Kurulu üyesi
Av. Hurşit Bıyık - AKP Trabzon İl Başkan Yardımcısı
Av. Reşat Yazak - Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Üyesi.

(SOL)


Sivas Madımak Katliamı: Şiddet, hafıza ve adalet - NEVAL OĞAN BALKIZ* / SOL- Görüş

 Sivas Madımak Katliamı şiddetin, tarihsel ve güncel süreçler içinde hem koşullara bağlı ve hem de aynı zamanda onu aşkın olan uzun tarihinin en acılı, en ağır simgelerinden biri!...

Şiddet ve Öldürmenin ‘Sınırsız Bir Eylem Haline’ Gelmesi

İçinde bulunduğumuz yüzyıl, birbiriyle çelişkili,  aynı zamanda ve aynı mekanda bir arada bulunmaları veya gerçekleşmeleri  olanaksız gibi görünen dinamik ve unsurların birleşmesinin yarattığı sarsıcı gelişmelerle belirleniyor. Giuseppe Sacco ile Umberto Eco böyle durumları; “dünyanın, kendi kendisiyle  çelişkili, çok katmanlı yeni ortaçağlara doğru kayıyor olabileceğini gösteren”  olaylar olarak niteliyorlar.

2 Temmuz  1993’te  gerçekleşen Sivas Madımak Katliamı bunu doğrulayan, şiddetin, tarihsel ve güncel süreçler içinde hem  koşullara  bağlı ve hem de aynı zamanda onu aşkın olan uzun tarihinin en acılı, en ağır simgelerinden biri!... 

Yirmi sekiz yıldır, giderek büyüyen bir travma ile yaşıyoruz! Bu travma, acının mağdurların tek tek bedenlerinde, ruhlarında, algılarında ve yaşam bilinçlerinde açtığı yaradan sızarak büyüdü, büyüdü!... ‘Beden, zaman ve mekan’ sınırlarının ötesine geçti ve tüm toplumu içine alan bir karanlığa dönüştü!

O günden bugüne, siyasal yönü giderek daha belirgin hale gelen bir şiddet sarmalı, ideolojik ve hegemonik bir araç olarak, Türkiye’de özellikle son yirmi yıldır artan oranda günlük yaşamı kuşatmış bulunuyor. Bu kuşatmanın bir unsuru olarak, tarihsel önyargıları ve kültürel kategorileri günümüz politik, felsefi, etnik, dinsel, mezhepsel kimliklerle birleştiren bir nefret söylemi, uluslararası  ideolojik uzantı ve ilişkileri içerecek şekilde, yaygın ve yapısal bir sorun, aynı zamanda siyasi bir söylem biçimi haline geliyor.

Madımak Katliamı ve sonrasındaki süreçte gerçekleşen Başbağlar, Gazi Mahallesi, Roboski (Uludere), Suruç, Ankara, İstanbul, Diyarbakır ve yaşanan diğer  saldırı ve katliamlara; Hrant Dink, Tahir Elçi, Ahmet Atakan, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Uğur Kurt, Dilan Doğan, Kemal Kurkut, panzerin girdiği evde ezilerek, uykularında ölüme giden Silopili çocuklar ve sistematik hale gelen kadın öldürümlerine ait fotoğraflarda donup kalan kareler, bize; “öldürmenin sınırsız bir eylem halini” anlatıyor. Şiddetin özel ve kamusal alanı kapsayacak şekilde, toplumsal yaşamın bütününde ulaşmış olduğu sistematik ve yaygın durumu kavramanın, onu hatırda tutmanın da yoğunlaşmış bir formunu gösteriyor.

Toplumsal ve kişisel belleklerimizde acıyla andığımız, toplumsal algımızı darmadağın eden, fizyolojik ve psikolojik yönleriyle varlıksal bütünlüğümüzü ortadan kaldıran, tehdit eden ne çok katliamlar yaşandı bu ülkede! Tüm bu sistematik, yaygın şiddet uygulamalarının, öldürme görüntülerinin “yoğunlaştırdığı” bu izlek “formları”, günlük yaşam içerisinde, toplumsal ve siyasal belleğe hızla katılıyor ve etkisinin eylemsel boyutu oluşmadan, dağılıyor. Giderek sıklaşan bu olaylar ve yarattıkları dramlar gözümüzün önünde uzayıp giderken, sahneleri korkunçlaştığı ve dehşet oranları arttığı ölçüde, iç dünyamızda bunları yaşama ve duyumsama yeteneğimiz azalıyor.

Bir varoluş ve direnme dayanağı olarak ‘hafıza’

Bu koşullarda; başka yerlerde, başka bedenlerde yaşanan ve biriken acıların farkında olmak, adeta ‘kurgusal bir farkındalık’ haline dönüşüyor. Bizler, tek tek kişiler ve toplum olarak, ahlaki yükümlülük anlayışımızı, etik bir tepki olarak duyarlılığımızı yitirmek noktasına sürükleniyoruz.

Bu sürüklenmeye karşı, başkalarının ideolojik bir kurgu ve siyasal bir araç olarak dayattıkları, hatırlamamamız ya da unutmamamızı istediklerinden oluşturulmuş yapay bir hafıza karşısında, unutturulmaya çalışılanlardan, hatırlamamamız istenenlerden ve insan unsuru hep aynı olan acılardan oluşmuş bir hafıza, unutmaya karşı sürekli direniyor. Bu ortak hafıza, kendi acılarına bakarken, öncekilerin acıya dair neler hatırladıklarını da içinde taşıyor.

Bu hafızanın taşıyıcıları böylece, gelecekte neye dönüşeceklerinin kontrolünü, kendi ellerinde tutmak ve sürekli değişen gündem içerisinde kişisel ve toplumsal bellek yok edilirken, sürekli yıkılıp yeniden inşa edilirken, geleceği dönüştürecek bilgisel ve eylemsel birikim ve deneyimin oluşturduğu gerçeğin, sanki hiç var olmamış gibi silinen bir ayrıntıya dönüşmesine karşı, etik ve güçlü bir dayanak oluşturuyorlar.

Dolayısıyla hatırlamak ve kendi acımıza bakmak, düzenlenmemiş, silinmemiş hafızalara sahip olmak, siyasal erkin kurgusal söylemleriyle biçimlenmiş hikayelere teslim olmamak, insan haklarına dayalı, adil, demokratik bir hukuksal sistemde, eşit ve özgür bireyler olarak barış içerisinde yaşamayı sağlayacak bir toplumsal yapı isteminden vazgeçmemek için, güçlü bir çıkış, etik bir davranış  noktası oluşturuyor.

Yirmisekiz yıl önce Sivas’ta…

Pir Sultan Abdal Kültür Etkinliklerinin dördüncüsüne katılmak üzere, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta bulunan onlarca sanatçı, tiyatrocu, yazar, şair ve  katılımcı; konakladıkları Madımak Otelinde sekiz saat  süre ile abluka altına alındı. O Cuma günü, camiden çıkan ve örgütlü şekilde otelin çevresini dolduran yaklaşık on beş bin kişinin kuşatması altında; her türlü sözlü ve fiziki saldırıya  maruz kaldı. Oteli taş, tuğla, kiremit yağmuruna tutan güruh, bu süre boyunca “Cumhuriyet Gidecek, Şeriat Gelecek”, “İslamın Ordusu Laiklerin Korkusu”, “Kanımız Aksa da Zafer İslamın”, “Cumhuriyet Burada Kuruldu Burada Yıkılacak”, “Şeriat Gelecek Zulüm Bitecek” sloganları attı. Sürekli olarak otelin içine girme hamlelerinde bulundu, her hamlede galeyan arttı, bağırış ve sloganların hızı yükseldi!

Madımak Oteli, Valilik Binası ve Kültür Merkezi arasında sürekli gidip gelen ve giderek sayıları artan kitle, Valilik Binası önünde yukarıdaki sloganlarla birlikte “Vali İstifa” bağırışları ile bina içinde bulunan dönemin Valisine sözlü saldırıda bulundu. Orada bulunan askerler sayesinde binanın içine girmeleri,  fiili ve fiziki bir saldırıda bulunmaları güçlükle engellenebildi. Bunun üzerine Kültür Merkezine yönelen kitle orada Arif Sağ konserini izlemeye gelen kalabalığa saldırdı, camları kırdı. İnsanlara fiili saldırıda bulundu, yüzlerce kişiyi yaraladı. Merkezin önünde bulunan (bir elinde saz tutan, yanında bir  Kangal Köpeği ile betimlenen yerel kıyafetli erkek figüründen oluşan) Ozanlar Anıtını yerinden söktü. Kendinden geçmiş halde tekbir getirerek, el ve ayak darbeleriyle ve tırnaklarıyla  anıtı parçaladı, naralar atarak, yerde sürükledi.

Aynı hiddet ve kararlılıkla, sloganlar eşliğinde ve tekbir getirerek Madımak Oteli önünde toplanan bu kalabalıklar, saldırıları sürdürerek oteli gün boyu kuşatma altında tuttu!...“Devlet, toplu iğnenin başında vardır” diyen anlayışın Cumhurbaşkanı Makamında oturduğu bir ülkede, başkente dört yüz kırk kilometre uzaklıkta bir kentte, kolluk güçleri (polis, jandarma)  ve itfaiye,  gün boyu süren saldırılar süresince, Madımak Oteli’nin önüne bir türlü gel(e)medi! Kuşatma ve saldırılar devam ederken, yangın başlamadan hemen önce otelin önüne askerleriyle birlikte gelen rütbeli asker, kalabalığın “Asker Bosna’ya” sloganları ve alkışlar eşliğinde, hiçbir müdahalede bulunmadan Otelin önünü terk ederek, askerlerle birlikte  oradan ayrıldı.

Laik cumhuriyeti hedef alan bu örgütlü kalkışmanın planlayıcıları ve uygulayıcıları, asker ve emniyet güçlerinin gözleri önünde ve tüm Türkiye halkının  tanıklığında, sloganlar ve tekbir sesleri eşliğinde öğlen saatlerinde başlayıp, gün boyu kesintisiz süren saldırı ve kuşatma sonunda, akşam saat yedi   civarında, “yak, yak” bağırtıları ve alkışlarla  oteli ateşe verdi!...“Rüyalarında; kendi mezheplerinden olanlara cennet kapılarını açanlar (kinlerinin davasını güdenler!),  yeryüzünde hep birlikte yaşamayı cennete yeğleyenleri” yakarak  öldürdü!...

Otuz üç insan yanarak can verdi. Onlarca insan yaralandı.

Devlet kurum ve görevlileriyle, ancak yangından yirmi dört saat sonra ve sokağa çıkma yasağı ilan edildikten sonra orada var olabildi. Katliamın hemen ardından zamanın iktidar mensupları Katliamı; “bir futbol maçı esnasında yaşanabilecek olaylar” olarak niteledi ve “çok şükür otel dışındaki vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır” değerlendirmelerinde bulundu!...

Yangından kurtulanlar, onulmaz acılarla hayatta kalabilme savaşı verdi. Yitirdiklerinin oluşturduğu  boşluğa  sarılanlar; o boşluğa düşmeden  ve fakat ona alışmaya çalışarak var olmaya çabalıyor hala!... Yangının isi, yıllardır, tüm ülkeyi içine alan kara bir delik gibi büyüdü.  İnsan türünün düşünsel ve eylemsel alanda bugüne dek biriktirdiği tüm değerlerin üstünü kaplayan kara bir leke olarak, tarihteki yerini aldı.

Ancak:

-Böyle katliamların bir daha yaşanmayacağı koşullar bütünü olarak toplumsal bir yapının, hukuksal ve siyasal bir düzenin oluşturulması,

-Hukukun temel aldığı tek ölçüt ve  toplumsal yaşamın bir kalıp ve çerçevesini oluşturmaya yönelik ahlaki bir ölçüt olarak “adaletin”, bireysel ve toplumsal düzlemde vicdan, bellek ve algısal olarak, eksiksiz bir şeklide gerçekleştirilmesinin sağlanması; katliamın arkasındaki güçlerin ortaya çıkartılması, firari ve kaçak durumunda olan sanıkların yakalanması ve yargılanması, dönemin siyasi ve idari yetkililerinin görev kusur ve ihmallerinin soruşturma ve kovuşturma konusu yapılması, yargılamanın tarafsız ve bağımsız şekilde gerçekleştirilmesi, etkin cezaların verilmesi ve cezaların eksiksiz, kanunun öngördüğü şekilde ayrıcalıklar tanınmadan infaz edilmesi,

- Katliama ilişkin yanıtsız kalan soruların ve gerçeklerin aydınlatılması, toplumun “hakikati bilme hakkının” tüm gerekleri, içerikleri ve koşullarıyla gerçekleştirilmesi,

-Mağdurların ve onlara siyasal görüş, felsefi düşünce, inanç, kültürel aidiyet vb. ortaklığı bulunan kitlelerin,  kendilerini  ‘sürekli bir tehdit altında duyumsama tedirginliğini’ ortadan kaldıracak bir yaşam anlayışının hakim kılınması,

- Katliamın acısının toplumun her kesimi tarafından paylaşıldığını, acının hafızasının  ortak olduğunu gelecek kuşaklara aktaracak söylem, eylem ve araçların ortaya konulması,

halen güncel bir sorumluluk olarak, ortada duruyor.

Yargılama süreci ve yanıtsız kalan sorular

Sivas Madımak Öldürümünden  hemen sonra, 18 gün gibi çok kısa bir süre içerisinde, henüz davaya hazırlık (soruşturma) aşaması tamamlanmadan; “olayda örgüt yok, tahrik var “ saptaması yapıldı. Deliller dahi toplanmadan, bu saptamayla hemen dava açıldı. Katliamda on binlerce eylemci bulunmasına karşın, iddianamede  yalnızca 128 kişi sanık olarak yer aldı. Tanık ifadeleri, görsel ve yazılı deliler, olay yeri tespit tutanakları, emniyet güçlerinin beyanları, Meclis Araştırma Komisyonu raporları olayın; “Laik Cumhuriyete Karşı Örgütlü Bir Kalkışma” olduğunu açıkça ortaya koyarken, Ankara 1 Nolu DGM, ilk kararında, 26 sanığı adiyen adam öldürme suçunu işledikleri savı ile Türk Ceza Kanunu’nun  (TCK) 450/6. maddesi gereğince cezalandırdı. Bu cezaları, indirim sebepleri uygulayarak 15 yıla düşürdü. 37 Sanık hakkında beraat kararı verdi. 60 sanık ise Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na aykırı davrandıkları savı ile cezalandırıldı.

Yargılama sürecinde, soruşturma ve kovuşturmalarda; etkinliklerden önce Sivas’ta “Müslümanlar” imzasıyla dağıtılan kışkırtıcı bildirinin kimler tarafından, neden ve nasıl yazılmış olduğu soruşturulmadı; üstelik bu bildiri tüm yargılama aşamasında mağdur avukatlarının ve kamuoyunun tüm ısrarına karşın, araştırma konusu yapılmadı.

Yerel basının günler öncesinden yaptığı olumsuz ve kışkırtıcı yayınlar soruşturma kapsamına alınmadı. Gerçekleşen katliamı “Şanlı Sivas Kıyamı” olarak tanımlamış ve içeriğinde suçu ve suçluları öven yazıları kaleme alan kişilere ve bu yazıları yayınlayan ‘Taraf’ adlı dergiye karşı herhangi bir idari, cezai, hukuki  işlem yapılmadı.

Şehir içinde hiçbir yerde kaldırım çalışması vb. faaliyetler yok iken, otelin önünde yığınlar şeklinde parke taşları bulunmasının nedeni bilinmedi. Dönemin Belediye Başkanı hakkında, kalabalık güruha “gazanız mübarek olsun” şeklinde, kışkırtıcı, teşvik edici bir konuşma yapmış olduğu gerekçesiyle, herhangi bir işlem yapılmadı. Olaylara katılan on binlerin destek aldıkları güçler, olayları örgütleyenler saptanmadı. Dönemin siyasi ve idari yetkililerinin görev kusur ve ihmalleri, herhangi bir araştırma ve soruşturma konusu bile yapılmadı.

Yargılamalar boyunca mahkeme salonlarında  mağdurlar, müştekiler ve avukatları,  sanıkların sürekli hakaret ve saldırılarına maruz kaldı. Sanıkların avukatlığını üstlenenlerden Şevket Kazan, olayın ardından Refahyol hükümetinde  bu ülkede Adalet Bakanı, Hayati Yazıcı’da AKP’nin Devlet Bakanı oldu.

Karar,  taraflarca temyiz edildi. Yargıtay, 25 sanık hakkındaki kararı onadı. Diğer sanıklar yönünden ise; sanıkların, cumhuriyet rejimini hedef aldığını bu nedenle eylemin “Anayasal düzenin değiştirilmesi ya da ortadan kaldırılmasını cezalandıran TCK’nın146/1 ve 3. fıkraları kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, kararı bozdu. Bozmadan sonra Mahkeme 38 Sanık hakkında (TCK 146/1. maddesi gereğince) idam (Yeni TCK gereğince ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis) cezası verdi. (30.01.2020 tarih ve 31025 sayılı Resmi Gazete yayımlanan Cumhurbaşkanı kararı ile sağlık sorunları bulunduğu gerekçesiyle (!) cezası affedilen hükümlü  Ahmet Turan Kılıç, idam cezası almış ve  cezası yasa değişikliği nedeniyle  ağırlaştırılmış müebbet  hapse çevrilmiş hükümlülerden biriydi.)

29 sanık hakkında ise ilgili maddeler  gereğince yıl 7 yıl  6 ay, 14 sanık hakkında ise beraat kararı verdi. Terör suçluları, kendi memleketlerindeki cezaevlerine gönderilmezken, bu hükümlüler, Sivas ve civarındaki cezaevlerinde kaldı. Cezalarının infazı süren bu hükümlülerden kimileri, hükümlülük hali sürmekteyken kendilerine tanınan olağanüstü olanaklar ve ayrıcalıklar çerçevesinde eşlerinden çocuk sahibi oldu. Cezaevi koşullarında, bilgisayar donanımlarından sınırsızca yararlandı.

5237 Sayılı Yeni Türk Ceza Kanununun 1 Haziran 2005’te yürülüğe girmesiyle; bu hükümlülerden  on üçü; yeni kanunda ceza aldıkları maddeyi doğrudan karşılayan bir düzenleme olmadığı gerekçesiyle, haklarında infazın tehiri kararı verilerek, salıverildi. Savcılık, daha sonra yanlış yapıldığını belirterek, Mahkemenin vermiş olduğu bu kararın geri alınmasını talep etti. Ancak,  mahkemece böyle bir karar verilmediği gibi, salıverilen sanıklardan firari olan yedisi yakalanmadı. Ana davadan dosyaları ayrılan bu sanıkların yargılandığı davada Savcılık Makamının talebine uyan Mahkeme, 13 Mart 2012 tarihli duruşmada, Cafer Erçakmak ile ilgili dosyanın ölmüş olması nedeniyle ayrılmasına, altı sanık hakkındaki davanın da– Madımak Öldürümünün Anayasal düzeni zorla değiştirme  girişimi ve “siyasal ve dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenmiş” insanlığa karşı bir suç olmasına karşın- “zamanaşımı süresinin dolmuş olması gerekçesiyle” düşmesine karar verdi!... Gerçekler, küller altında kaldı. Zamanaşımı kararını “milletimiz için hayırlı" bulan siyasal anlayış, katliamı “bir futbol maçı esnasında yaşanabilecek olaylar”, “çok şükür otel dışındaki vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır” şeklinde yorumlayan anlayışın devamı olduğunu, bir kez daha doğrulanmış oldu.

Oysa, Sivas Madımak Öldürümü bir insanlık suçudur

Bu nedenle Mahkeme, Madımak Katliamının  5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 77.maddesinde  tanımlanan “insanlığa karşı suçlar” kapsamında olduğunu; daha geniş anlatımla; Nuremberg Uluslararası Ceza Mahkemesi, Eski Yoguslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi, Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Roma Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüleri, Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmeleri ve Mahkemelerin geliştirici yorumları çerçevesinde ele alınan tüm unsurları da taşıdığını, bu nedenle de yalnızca  bir iç hukuk sorunu değil, aynı zamanda da uluslararası hukuk kapsamında olan bir konu ve yorum sorunu olduğunu gözetmeliydi.

Dolayısıyla; Sivas Madımak öldürümünün ( TCK  Madde 77 ve   Roma Statüsü 7.maddesinde  belirtilen)  tüm unsurları taşıdığını; (siyasal, felsefi, ırki veya dinsel saiklerle; sivillere - toplumun belli bir grubuna- karşı;  bir plan doğrultusunda yaygın (çok sayıda mağdura karşı doğrudan) ve ağır şekilde, kollektif olarak çok kalabalık bir (örgüt)  grubun doğrudan ve  aynı zamanda teşviki ile gerçekleştirilen, geniş çaplı, bilinçli, istemli ( kasti), sistemli  bir eylem, bir saldırı olduğunu ;ayrıca bu suçun insan türünün onuruna (insana değerini veren tüm özelliklerine, insansal olanaklara ve ürünlere) karşı topyekün bir kıyım ve aykırılık  oluşturduğunu ve bu anlamda evrensel etik değerleri geniş ve büyük ölçüde ihlal ettiğini,  insanlık vicdanını  onulmaz derecede rencide ettiğini temel almalı; sürecin kendi içinde aynı tehlikenin her an tekrarlanabilme olasılığını ve koşullarını taşıdığını  göz önünde bulundurmalıydı. Bu çerçevede:

Anayasanın m.38/1 ve YTCK m.7/1 de yer alan kanunilik ilkesi ve geçmişe yürüme yasağı düzenlemelerinin - ve elbette Roma Statüsünü onaylamamış olduğumuz şeklindeki- hukukun üstünlüğü ilkesi karşısında bir gerçekliği olmayan nedenlerin  ötesine geçmeliydi.

Yukarıda değinilen Uluslararası Örfi Hukuka ve İnsancıl Hukuka genel bir yollama –dinamik yollama- yapmalı, Madımak Öldürümünün Uluslararası Örfi Hukuk uyarınca insanlığa karşı suç teşkil ettiğini bu nedenle ve  TCK77/4’ e atfen zamanaşımı kurallarının uygulanmayacağını karara bağlamalı ve  bu konuda genel bir hüküm yaratmalıydı.

Ancak, Mahkeme bunu yapmadı. Hukuka aykırı bir karar ile katliam mağdurlarının mağduriyetini, sürekli hale getirdi.

Bu mağduriyetlerin  giderilmesi için Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvurular, yedi yıldır görüşülmeyi bekliyor.

Ayrıca, Yargıtay bozmasından sonra müebbet hapisle yargılanan üç firari sanık hakkındaki dava, Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde hâlâ sürüyor. Bu sanıkların dava zaman aşımı 2023'te dolacak. Dosya kapsamında yurtdışında oldukları belirtilen sanıklarla ilgili olarak, arama ve iade talebine ilişkin işlemlerde ciddi ihmaller yaşanıyor. Mahkeme, gerekli usulü işlemleri yaparak, “kaçak” sayılmalarına hükmetti. Ancak, bu işleme dayalı olarak, haklarında son kararı vermedi.

Sonuç

Madımak Katliamı, bu coğrafyada uzak ve yakın dönemler içinde gerçekleşmiş diğer katliamlarla hem çok ortak yanı bulunan, hem de, siyasal, sosyokültürel, konjonktürel, ideolojik yönü, dönemsel ve yapısal koşulları itibariyle ayrı değerlendirilmesi gereken, farklı ve kendine özgü özellikleri taşıyan bir  eylem. Bugün içinde bulunduğumuz koşulları yaratan sürece kapı aralayan, siyasal düzen ve rejimin yapısal olanaklarının toplumsal temellerinin konsolide olmasını, iç ve dış bileşenlerin destek için harekete geçmesini sağlayan bir işaret niteliği taşıyor.

Bugün için ise, toplumsal yaşamın her alanında hakim olan ve siyasal bir  cepheleşmeden öteye geçen, giderek siyasallaşmış bir din (İslam) anlayışının temel alındığı iyi ve kötü arasındaki ahlaki bir karşıt olma durumunun, doğru /yanlış arasındaki bir mücadeleye dönüştürülen biz/onlar ayrımının, “iki farklı dünya olarak keskinleşmiş bir saflaşmanın” ulaşacağı en acımasız durumun, en kanlı görüntüsünü oluşturuyor!

Bu katliam, demokrasinin kurucu toplumsal ilkesi olan laikliğin içinin boşaltılmasının ve devletin laik karakterinin ortadan kaldırılmasının bizi her daim yine aynı süreçlere götüreceğini gösteriyor! “Bir devletin yapılanmasında, bütün kurum ve kuruluşlarıyla örgütlenmesi ve işleyişinde, hukukunun oluşturulmasında ve uygulanmasında herhangi bir dinin anlayışlarının ve normlarının belirleyici olmaması gereğini ve istemini dile getiren” laiklik ilkesinin gereklerinin eksiksiz şekilde uygulanması ve böyle katliamların bir daha yaşanmayacağı koşullar bütünü olan bir  toplumsal yapının, hukuksal ve siyasal bir düzenin oluşturulması için  mücadele etmenin,  yaşamsal önemini  ve önceliğini.

NEVAL OĞAN BALKIZ* / SOL- Görüş

* Neval Oğan Balkız, Hukukçu/Akademisyen, Sivas Madımak Katliamında otelde bulunan ve oradan çıkabilen mağdurlardan!…

Faşizm sonrasında ekonomik seçenekler - Korkut Boratav / SOL

Galiba son tahlilde şu sonuca ulaşıyoruz: Evveliyatı ile birlikte kırk yıla ulaşan neoliberalizmden kopmak için, sermayenin tahakkümüne son veren bir devrimci adım gereklidir.  

“Faşizm sonrası seçenekler” gündemdedir. Siyasal alternatifleri geçen hafta bu köşede tartıştım (Sol Haber, 25 Haziran).  Ekonomik seçenekler ise tamamen farklı güçlükler içeriyor. 

Bugünkü iktisat sorunlarının kaynağında son kırk yılı belirleyen neoliberalizm yer alıyor. Ekonomide yol ayrımı neoliberalizm ile hesaplaşmayı da gerektirecektir.  Ama nasıl? Kapsamı? 

Sol çevrelerde bu tartışma kolay değildir. Bugün bir başlangıç yapalım. 

Neoliberalizmle hesaplaşmanın güçlükleri

Neolberalizm Türkiye’ye kırk yıl önce 12 Eylül  rejimi ile geldi. Zamanla değişime uğradı. Bugünkü neoliberal model ise 2001 krizi öncesinde bir IMF programı içinde Ecevit hükümetince başlatıldı. AKP tarafından tümüyle benimsendi; uzun süre revizyonsuz uygulandı. 

Son dört yıldan beri Saray’ın siyasal öncelikleri ile bu modelin bazı kuralları zaman zaman çatışmaktadır; ama genel çerçeve korunarak… 

İktisat politikalarında yirmi yıl uzun bir dönemdir. Neoliberalizm, sermayenin tahakkümü anlamına gelir. Türkiye’de “baskı” (12 Eylül darbesi) ile başlamış; giderek “rıza”ya da dayanmıştır. 

Neoliberalizm zamanla insanlarımızın hayat tarzlarına da yerleşmiştir. Geçiş döneminin yarattığı şoklar, bölüşüm kayıpları geçmişte kalmış; pek çoğu unutulmuştur. Aynı modelin “verdikleri” de vardır. Sermaye tahakkümünün net bilançosunu bugünün sıradan emekçileri çıkaramaz. “Geçmiş kayıpları telafi etme çabaları” ve köktenci değişimler, sermaye çevrelerinin dışına da taşabilen tedirginliklere yol açabilir. 

Bugünün ortamından hareket ederek örnekler verelim. 

İki Temel sorun: Dış bağımlılık ve durgunlaşma… 

Dış bağımlılık ve durgunlaşma… İçinde yaşadığımız, birbiriyle bağlantılı iki temel sorun…  Ekonomik bağımlılık uzun geçmişe dayanır; neoliberal yıllarda ağırlaşmıştır. Durgunlaşma ise acil sorundur. Son yılların yarı-faşizm rejimi, Türkiye’yi durgunlaşmaya ve ağır bir toplumsal bunalıma sürükledi. Bunalım, yaygın ve yoğun işsizlik; mutlak yoksullaşma içinde yaşanıyor. 

İktisat çevrelerinde yaygın bir tespite göre, bugünkü işsizlik oranlarının aşağı çekilmesi için en azından yüzde 5’lik bir büyüme temposunun yerleşmesi, sürdürülmesi gerekiyor. Ekonominin hızlı büyüdüğü son yılı (2017’yi) izleyen üç yıl Türkiye’nin yıllık büyüme ortalaması %1,8’dir; faal nüfustaki artış oranında... İstihdam düşerken işgücü piyasasına giren gençler işsiz kalmıştır. Onların geleceği, ülkenin geleceğidir. 

Dahası, bu yıllarda Türkiye ekonomisinin büyüme potansiyeli de aşağı çekilmiştir. IMF, Türkiye ekonomisi için orta dönemde potansiyel büyüme hızını yüzde 3,3 olarak tahmin ediyor. IMF veri tabanı, son dört yıl gerçekleşen büyüme verilerine sonraki beş yılın öngörülerini ekliyor; buna göre Türkiye ekonomisi 2018-2026’da bu büyüme potansiyelinin dahi altında (%3,2’lik) bir tempoyla büyüyecektir. Bugünkü toplumsal bunalımın kalıcılaşması anlamına gelen bir durgunlaşma… 

2017’den itibaren ekonomi yönetimi, iç talebi aşırı pompaladıkça, enflasyon ve cari işlem açıkları tırmanmış; dış kaynak akımları durmuş; ekonomi döviz krizlerine savrularak “hizaya gelmiş”; durgunlaşmıştır. Büyüme temposunu yabancı sermaye girişlerine bağımlı kılan yapısal arıza, durgunlaşma ile bütünleşmiştir. 

Durgunlaşma olgusu yenidir. Uluslararası sermaye hareketlerinin canlı olduğu on yılı aşkın bir dönemde, yüksek tempolu dış kaynak girişleri ekonomiyi canlandırdı; dövizi ucuzlattı; ekonomik dinamizmin sürükleyicisi olan sanayi sektörünün rekabet gücünü eritti; ithalata bağımlı kıldı. Sözünü ettiğim yapısal arıza böylece oluştu. Sonraki dönemde ekonominin büyüme potansiyelini aşağı çeken etkenlerden biri de budur. 

Bu bilanço, Türkiye’nin faşizm sonrasında çözmesi gereken iki temel sorunun birbiriyle bağlantılı olduğunu ortaya koyuyor. Ekonomi dinamizmini yitirmiştir. Büyüme potansiyelini zorlama girişimleri, sürdürülemez dış açıklar, kriz ortamları yaratmakta; durgunlaşan ekonominin dış bağımlılığı kalıcı olmaktadır.  

Dış bağımlılığı ve durgunlaşmayı çözüm yöntemleri, yirmi yıllık neoliberal dönemin mirası olan direnmelerle karşılaşacaktır. Egemen sınıflar, ayrıcalıklı sermaye çevreleri elbette önlemeye çalışacaktır. Ama, halk sınıflarından da kaynaklanabilecek gerilimler söz konusu olabilir. Örnekler vereyim.

Dış bağımlılığın aşılması… 

Son yıllarda tekrarlanan döviz krizleri, dış bağımlılığın en azından hafifletilmesini acilleştirmiştir.    

Neoliberalizmin dayanaklarından biri sermaye hareketlerinin serbestliğidir; bağımlılık olgusunun da önde gelen bir kaynağıdır. Tedavi, bu teşhisten hareket eder. Çözümün ilk adımı üzerinde fikir birliği var: Sermaye hareketlerinin denetimi, frenlenmesi… 

Sermaye hareketlerinde denetimin etkili olabilmesi için, hane halklarının döviz mevduat hesapları, vergileme içermeyen döviz kurları ve enflasyon-bağlantılı faiz oranları ile TL’ye dönüştürülmelidir. Aksi halde sızıntılar engellenemez; denetim çaresiz kalır.

Ne var ki, bu adımın Türkiye toplumunun “orta sınıflar” olarak betimleyebileceğimiz kalabalık, etkili katmanlarında yaratabileceği tedirginliği düşünebiliyor musunuz? 

Döviz mevduatı rantiyeler için bir yatırım aracıdır. Aynı zamanda çok sayıda insanımızın ülke içinde ve dışındaki geçmiş emeklerinin güvenceli birikimidir. Çoğunluğu nitelikli, beyaz yakalı emekçiler, profesyonel meslek sahipleri, emekliler… Anti faşist bir mücadelenin olası veya fiilî müttefikleri… Ve belki de ekonomik bağımsızlık önceliğine karşı bir muhalefet bloku…

Ekonomik durgunlaşmanın aşılması

Ekonomik durgunlaşmaya son verecek politikalar da, farklı katmanların tepkilerini tetikleyebilecektir. 

Büyüme potansiyelini bir yüksek eşiğe taşımak için sermaye birikim oranı, kamu sektörü önceliğinde yukarı çekilmelidir. Âtıl emek rezervlerini harekete geçirecek boyutta bir yatırım temposu, ekonominin dinamizmini ve dış dengeyi hedefleyen doğrultuda planlanmalıdır. 

Gelir düzeylerini artıracak; ancak tüketimin millî gelirdeki payını  aşağı çekecek kritik bir adım…

Ne var ki, yirmi küsur yıllık neoliberalizmin Türkiye toplumuna ve emekçi sınıflarına bu alanda sunduğu bir “armağan” da vardır. Bu insanlarımızın tüketimi, gelir düzeylerini aşabilmiştir. Bu önemli dönüşümün dökümünü yaptık1.  

Neoliberalizmin  21’nci yüzyıl Türkiyesi’ndeki coşkulu dönemini (ilk on beş yılını),  önceki beş yıl ile karşılaştırdık. Bulgular ilginçtir:

  • Kişi başına (ortalama) işçi ücretleri ve çiftçi gelirleri, kişi başına GSYH’daki artışın gerisinde kalmıştır. İşçi sınıfının ve köylülüğün millî gelirden ortalama paylarının aşınması… 
  • Kişi başına işçi ve çiftçilerin toplam (özel + kamusal) tüketim artışları ise, kişi başına GSYH’daki büyümeden hızlı seyretmiştir. Bu sınıfların (tüketimle ölçülen) refah düzeylerinde yükseliş… 
  • Bu iki emekçi sınıfın tüketim artışları neoliberal finansallaşmanın “armağanı”dır.  On beş yıl sonunda tüketim kredilerinin millî gelirdeki payı sıçramıştır: %2 → %20. Refah artışını mümkün kılan “borç tuzağı”…  
  • Tüketim harcamalarının millî gelirdeki payındaki yükselme, neoliberal dönemde cari işlem oranındaki artışa eşittir. Dış kaynak girişleri, Türkiye ekonomisinde sermaye birikimini değil, toplam (ve işçi + köylü) tüketimini beslediği için…

Neoliberal bilanço (dış bağımlılık sayesinde) emekçilere “bölüşüm bozulurken, sürekli artan tüketim” sağlamıştı. Büyüme eğilimini yukarı çeken alternatif ise, aynı emekçilere “olası gelir artışları ile sınırlı tüketim” vaat edecektir. 

Belki de, halk sınıfları saflarında tedirginlikleri, hatta direnişleri tetikleyerek…  

***

Galiba son tahlilde şu sonuca ulaşıyoruz: Evveliyatı ile birlikte kırk yıla ulaşan neoliberalizmden kopmak için, sermayenin tahakkümüne son veren bir devrimci adım gereklidir. 

Bu adımı mümkün kılan bir iktidar öncesinde, solcu iktisatçılar elbette ekonomik düzeni eleştirecektir. Güncel, geçerli alternatifler konusunda ise, neoliberalizmin sınırlarını olsa olsa zorlayan, düzen-içi seçeneklerle sınırlı kalınacaktır.

Korkut Boratav / SOL 

  • 1..Boratav, “Türkiye’de Sınıfsal Bölüşüm Göstergeleri: 2003-2014”, Zor Zamanlarda Emek, (Derleyenler: A.Makal, A. Çelik), Ankara 2017, İmge.


1 Temmuz 2021 Perşembe

Sermayeye cennet vatan - Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN

 

3 Ağustos 2016’da çıkan Varlık Barışı’nın üzerinden 58 ay geçti. Bu süre içinde 4 varlık barışı yasası çıkarıldı, hepsi de uzatıldı. Bu 58 ayın sadece 17’sinde Türkiye, yurtdışından gelen paranın kaynağını sordu. Son varlık barışı dün altı ay daha uzatıldı.

Türkiye ekonomisinin sıcak paraya bağımlılığı “Varlık Barışı” adı verilen olağanüstü düzenlemeleri olağan hale getirdi. 

4’ü son 5 yılda olmak üzere AKP dönemi boyunca 6 kez Varlık Barışı yasaları çıkarıldı. Son düzenleme olan 7256 sayılı kanunun süresi 30 Haziran 2021’de bitiyordu. Ancak dün Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararıyla süre 6 ay daha uzatıldı. 

Buna göre Türkiye’de vergi mükellefi olan veya olmayan, yerli veya yabancı gerçek veya tüzel kişiler, yurtdışındaki paralarını Türkiye’ye getirmesi halinde paranın kaynağı sorulmayacak, vergi teşvikleri sağlanacak. 

Sadece bu değil, Türkiye’de bulunmakla beraber kayıt altına alınmamış varlıklar da bu yasa kapsamında kayıt altına alınırsa aynı şekilde paranın kaynağı sorgulanmayacak, kişiler bu paralarla dilediği tasarrufta bulunabilecek.

Böyle olağanüstü bir düzenleme ülkede normalleşmiş ve Türkiye adeta kayıtdışı para transferleri için cennet haline getirilmiş durumda. Varlık Barışları’nın son 5 yılındaki seyri takip edildiğinde tablo netleşiyor. 2016’dan bu yana kayıt dışı paraya Varlık Barışı kıyağı çekilmeyen aylar azınlıkta kalmış durumda. 3 Ağustos 2016’dan bu yana geçen 58 ayın 41’inde Varlık Barışları düzenlemeleri yürürlükte oldu. Bu süre içinde sadece 17 ayda yurtdışından gelen paranın kaynağı soruldu ve vergi istendi. Aynı süre içinde para getirene vatandaşlık olma hakkı da tanındı. 1 Ocak 2017’de Resmi Gazete’de yayımlanan düzenlemeyle 1 milyon dolar değerinde konut satın alan veya 2 milyon dolarlık yatırım yapan yabancılar diledikleri takdirde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma hakkı kazandılar. Zaman içinde TL’deki değer kaybı ve sıcak paraya duyulan ihtiyaç o kadar arttı ki, vatandaşlık fiyatında bile kampanya yapıldı. 19 Eylül 2018’de vatandaş olmak için gereken 1 milyon dolarlık gayrimenkul yatırımı 250 bin dolara kadar indirildi. Türkiye bu haliyle dilediği sermayedarın kara parasını ülkeye sokabildiği, dileyen suçlunun ülke vatandaşı olabildiği bir ada devleti görünümü kazandı.

***

Servete barış emeğe çalış

30 Haziran itibariyle sona erecek olan Varlık Barışı 6 ay daha uzatıldı. Sermayedarların istediği oldu. Öte yandan ülke nüfusunun yüzde 70’ini oluşturan ücretli çalışanların gözü Kısa Çalışma Ödeneği ve Nakdi Ücret Desteği’ndeydi. Bu düzenleme de Nisan ayında uzatılarak 30 Haziran’a kadar yürürlükte tutuldu. Ancak sendikaların talepleri kulak ardı edildi ve Kısa Çalışma Ödeneği ile Nakdi Ücret Desteği yürürlükten kalktı. Bu gelişmenin işsizlik verilerini olumsuz yönde etkileyeceği düşünülürken, yüzbinlerce işçi gelirsiz kalma tehdidiyle karşı karşıya.


58 ayın 41’inde varlık barışları yürürlükte

7143 sayılı kanun

4 Temmuz 2018’de yasalaştı.

30 Kasım 2018’e kadar uygulanacaktı.

30 Kasım 2018’de 405 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile süre 6 ay da uzatıldı. Kanun böylece 31 Mayıs 2019’a kadar yürürlükte kaldı.

7256 sayılı kanun

Son Varlık Barışı’nın süresinin dolmasının üzerinden 5 ay geçmemişti ki, yeni yasa Meclis’ten 17 Kasım 2020’de geçti.

30 Haziran 2021’e kadar geçerli olacaktı.

Dün süre yıl sonuna kadar uzatıldı. Böylece 2021 yılının tümünde Varlık Barışı düzenlemesi yürürlükte kaldı.

6736 sayılı kanun

3 Ağustos 2016’da yasalaştı

Süre yıl sonuna kadardı

12 Aralık 2016’da süre 6 ay daha uzadı ve 30 Haziran 2017’ye kadar yürürlükte kaldı.

7186 sayılı kanun

31 Mayıs 2019’da önceki varlık barışının süresi doldu. Sadece 1,5 ay sonra 19 Temmuz 2019’da yeni Varlık Barışı yürürlüğe girdi.

Yıl sonuna kadar geçerli olacaktı.

30 Aralık 2019’da 6 ay uzatılarak.

30 Haziran 2020’ye kadar yürürlükte kaldı.



‘TEMMUZDA BAŞKALARI ÇOK ÇATLAYACAK KISKANACAKLAR’

Bugünden itibaren uçuyoruz

Haziran ayının 5’inde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu Afyonkarahisar kenti Güney ilçesinde seçim mitingi düzenledi. Mitingde konuşan Soylu, “Size bir şey söyleyeyim, başkaları çok çatlayacak, kıskanacaklar. Görecekseniz temmuz ayından itibaren ülkemin ekonomisi öyle bir atağa kalkacak, öyle bir sıçrayacak ve büyüyecek ki etrafımızdaki Almanya’sı, Fransa’sı, İngiltere’si, İtalya’sı ve hele o her şeye burnunu sokan ABD’si de çatlayacak, patlayacak” demişti. Bugün Temmuz’un 1’i. Soylu’ya göre artık uçuşa geçiyoruz. Konu seçim mitinglerinde satılan hayaller olunca Soylu farkını ortaya koyuyor.

Buna karşılık Türkiye İstatistik Kurumu’nun ve Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın son verileri şu şekilde:

Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN



FETÖ borsasına gizli bakış - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 

Ahmet Kurtuluş...

AKP İzmir İl Başkan Yardımcısı’ydı. 

Gözaltına alınacak FETÖ şüphelilerinin listesini mafyaya sızdırmakla suçlanıyordu. Cezaevinden kurtarma vaadiyle, Emniyet’ten alınan listedeki Fethullahçılardan para koparılıyordu. Yani, siyaset-devlet-mafya ortaklığıyla FETÖ borsası işletiliyordu. 

Kilit adam Kurtuluş’un bildiklerini anlatmaya başlamasıyla öldürülmesi bir oldu. İşte o cinayet davasında geçen hafta karar çıktı. Tetikçiler ve yardımcıları cezalandırıldı.   

Ancak bitmedi. Devam eden, bu cinayetin perde arkasına dair, belki de azmettiricilerine ulaşılabilecek bir soruşturma daha yürütülüyor. 

Tam da burada üç kritik nokta var: 

1- Sedat Peker neden bu konuda konuşmuyor? Öyle ya, öldürülen Ahmet Kurtuluş’un çocukluk arkadaşı. Birlikte tatiller yaptığı aile dostu. Hatta, üstünde Sedat Peker yazan kutulardaki elmas kolyeleri önemli koltuk sahiplerine vermek için kullandığı kişi. Evet, Peker çok şey biliyor bu cinayete dair ama şimdilik suskun.  

2- Mahkeme kararında var: Ahmet Kurtuluş’u öldürme emrini verenlerden biri şu an Arjantin’de tutuklu olan suç örgütü lideri Serkan Kurtuluş’tu. Ne ilginçtir, o da “elimde kayıtlar var” diyerek şu sıralar demeçler veriyor. FETÖ borsasının siyasi ayağına dair şantaj içerikli sözler söylüyor. Acaba Arjantin’e siyasi sığınma dosyasını mı doldurmaya çalışıyor?  

3- Ahmet Kurtuluş cinayetine dair yürüyen yeni soruşturma dosyasına gizlice birileri baktı mı? Dosyada görevi olmamasına rağmen, 2020 Aralık ayında UYAP kayıtlarına girip kimler neleri karıştırdı? Birileri FETÖ borsası soruşturmasının nerelere uzanacağını mı merak ediyor? 

Evet, olmuş bunlar. Ve öğrendim ki, bu illegal duruma dair ayrı bir soruşturma başlatılmış. İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’nın görevlendirmesiyle bilirkişi log kayıtlarını inceliyormuş. Bakalım, sonuç ne çıkacak...                        

                                                   ***                        

Gidemeyen Egemen Bağış

Egemen Bağış ile Ali Bayramoğlu’nun uçaktaki fotoğraflarına bakıyorum. 

Egemen Bağış’ın SBK’nin uçağını kullandığını okuyorum. 

Egemen Bağış’ın Prag Büyükelçisi olduğu gerçeğini hatırlıyorum. 

Aklıma geliyor... 

Sen git, üniversiteyi Amerika’da oku. 

Sen git, iş hayatına Amerika’da başla. 

Sen git, Türk-Amerikan Dernekleri Federasyonu Başkanlığı yap. 

Sen git, Türkiye-ABD Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanlığı koltuğunda otur. 

Sen git, başmüzakereci ol, Amerika’ya öğrenci gönderen şirket aç, hatta Amerikan vatandaşı olduğun bile iddia edilsin... 

Ama Amerika’ya gideme! 

Evet, Egemen Bağış’tan bahsediyorum... 

Bilen bilir, Rıza Sarraf ve Halkbank davasında Bağış’ın adı çok kez geçti. Duruşmada fotoğrafı bile gösterildi. Keza, Türkiye’de kapatılan 17 Aralık dosyasının tamamı da “delil” diye konuldu. 

Belli ki, bundandır ki Egemen Bağış “ikinci vatanı” Amerika’ya ayak basamıyor. Acaba hakkında bir yargılama süreci başlayacağından mı şüpheleniyor? 

Öyle ya, Amerika’da devam eden davadaki 50’den fazla gizli dosyanın içinde de daha neler var, henüz bilinmiyor.

                                                              *** 

Defterimden üç not

1- Adı kirli işlerle gündemden düşmeyen Paramount Otel’de kalanların listesi gün geçtikçe kabarıyor. Eski Başbakan Binali Yıldırım’dan sonra bir başka kritik siyasetçinin ismi de fısıldanıyor. AKP’nin kurmay kadrosundan olan o ismi dile getirenler, iddialarını şöyle güçlendiriyor: 

“Binali Bey kaldığında yandaki otelden görünmemek ve rahatsız olmamaları için araya beyaz perde çekiliyordu. AKP yöneticisi o isim geldiğinde de aynısını yaptık.”

Siyasetçiler bu konularda sessizliğini korudukça, haklarındaki şüphelerin daha da artacağını unutmamalı. 

2- Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Politikaları Kurulu üyesi Korkmaz Karaca’nın, Sezgin Baran Korkmaz’ın verdiği arabayı kullandığı ortaya çıktı. Aynı Karaca’nın, SBK’nin başı belaya girince de arabayı geri verdiği öğrenildi. Duydum ki; SBK buna çok içerlemiş. Öyle ki, gözaltına alınmadan önce yakın çevresine “Hasan Doğan’a zarar vermeyeceğimi bilsem, çıkar konuşurum ona dair” diyormuş. 

3- TBMM Dışişleri Komisyonu üyeleri geçen hafta Washington’daydı. CHP ve İYİ Parti temsilcilerinin de olduğu heyet, ABD Kongresi üyeleriyle görüştü. İddia o ki; yapılan temaslar pek de verimli geçmemiş. Hatta bazı ABD temsilcilerinin Türk heyetiyle birlikte fotoğraf çektirmekten kaçındığı da olmuş. Aynı kareye girmeme nedeninin AKP’den kaynaklandığını ileri sürenleri duydum. Ama heyete “korona önlemi” olarak aktarmışlar. 

ABD’de AKP’nin nesli tükeniyor

AKP, ABD ile ilişkileri nasıl düzelteceğini tartışıyor. Günlerce Joe Biden ile Erdoğan’ın ilişkilerini konuştuk. NATO zirvesinde yapılan toplantı hâlâ akıllarda. Ama bu sıralar duyduğum bir şey daha var. AKP, ABD’de neredeyse bitmiş. 

Ne kadardı ki, diyebilirsiniz. Elbette az. 2018 seçimlerinde ABD’de yaşayan Türklerin sadece yüzde 15’i AKP’ye oy vermişti. Ancak o günden bu yana bir arpa boyu yol gidemediği gibi, parti daha da gerilemiş. 

Bu gerilemenin bir sembolü de var: MÜSİAD’ın yakın döneme kadar ABD Başkanı olan Mustafa Tuncer. Yıllarca AKP için çalışan, partiyi ABD’de anlatan, 2018’de Sakarya’dan aday adayı olan bir isimdi o. Ancak Tuncer iki yıl önce AKP’den ayrılmış. Yetmemiş, Saadet Partisi’ne katılmış. Hatta partinin genel idare kurulu üyesi olmuş. Ve bugün işte o Mustafa Tuncer’e AKP’nin ABD’deki erimesinin sembolü olarak bakılıyor. 

Yeşil sermayenin en önemli örgütü MÜSİAD’ın ABD temsilcisinin AKP’den kopması elbette bir sembol. Ama bir sonucu da var. Galiba AKP’yi ABD’de anlatacak kimse kalmamış.

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

Soylu ailesinin Akmerkez’deki ‘sağlıklı’ işleri - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 

Bir zamanlar zenginleri ne kadar yakından tanıyorduk. Sosyete dergilerinden kıyafetlerini, takılarını, toplantılarını izliyorduk. Soyadları ağzımıza bir deyim gibi yerleşmişti. Şimdi yeni zenginler sanki koca bir bulutun içinde geziyor. Kim olduklarını anlamaya çalışıyoruz.

Sedat Peker, pazartesi günü işadamı Burak Başlılar ile Türkiye’nin son dönemde adını başta Paramount Otel olmak üzere sıkça duyduğu Cihan Ekşioğlu’nun alengirli işlerinden bahsetti. Savcının adı neydi tartışması bir yana, gerçekten de Burak Başlılar hakkında daha önce verilmiş iki farklı takipsizlik kararı vardı. O kararların ayrıntılarında Başlılar’ın FETÖ’cü Savcı Zekeriya Öz ile sıra dışı ilişkileri görülüyordu. Başlılar, Öz’e “FOREX oynasın” diye para verdiğini kabul ediyordu. 


Sedat Peker, yayımladığı mesajlarda İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun himayesinde işadamı Cihan Ekşioğlu ve Başlılar’ın alengirli işler çevirdiğini anlattı. Peker, “Bürolarınız Akmerkez’de altlı üstlü. Mehmet Soylu (Bakanın kuzeni) ve sen, zengin işadamlarını önce CİMER’e şikâyet ettirip sonra terör savcılarından soruşturma evrakı çıkarıp birçok namuslu insanın mal varlığına çöktünüz” dedi. 

Olay olduğu yerde kalmadı. Cihan Ekşioğlu ile ilgili bir resmi açıklama geldi. İçişleri Bakanlığı’na bağlı İstanbul Valiliği, Soylu döneminde Cihan Ekşioğlu’na koruma verildiğini kabul etti. 

Sedat Peker, “Doğru mu söylüyorum, Akmerkez kamera kayıtları incelensin” dedi. Ama... “Olmayacak duaya amin denmez” deyip zihin ayakkabılarını giydim, gittim Akmerkez’e. Yanıma o meşhur spreyi de aldım. Hani, Sağlık Bakanlığı’nın “koronadan koruyor” denen spreyi...

Akmerkez’deki satılmış şirket

Önce sizi 9 Mart 2020’de ekonomi sayfalarında yer alan bir habere götürelim. Haber, Türkiye’nin ilk elektromanyetik drone savar sistemlerini üreten Harp ArGe AŞ’nin Ekba Holding tarafından alındığını haber veriyor. Ekba Holding bilindiği gibi Cihan Ekşioğlu’na ait. Satış işlemiyle Harp ArGe, Ekba bünyesindeki Cemd Savunma Sanayi AŞ çatısı altına girdi.

Harp ArGe’nin bugünkü adresine bakıyorum. Sürpriz değil: Resmi kayıtlarda şöyle yazıyor: “Akmerkez Residence D:14”

Bu elbette, Cihan Ekşioğlu’nun Akba Holdingi’nin de bugünkü adresi.

Harp AŞ’nin referansları arasında Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ve Katar devletinin olduğunu da not edeyim.

Cemd AŞ’nin yöneticileri arasında Süleyman Soylu’ya yakın pek çok isim var. Mesela Gündüz Memişoğlu hemen dikkatimi çekti. Neden mi? Bir dönem İstanbul Asayişten Sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Gündüz Memişoğlu, Erdal Acar’ın şirketine transfer olmasıyla, Acar’a o dönem eski polislerden oluşan koruma ordusu kurmasıyla haber olmuştu. Bugün mü? Yeni Şafak gazetesinin 30 Ekim 1999 tarihli haberine göre, türban eylemlerine katıldığı için gözaltına alınan öğrencilerin avukatlarını karakolda darp eden Memişoğlu, şu sıralar İçişleri Bakanı Soylu’ya ve ailesine çok yakın bir isim olmasıyla biliniyor.

Cemd AŞ de numarasını birkaç kez değiştirmekle birlikte adresi hep Akmerkez’de. Örneğin onun 2018 tarihindeki adresi, resmi kayıtlarda “Akmerkez Residence D: 538” olarak görünüyor.

Devam edelim...

Ekba’nın kurucusu Öz’ün finansörü

Ekba Holding’in sahibinin Cihan Ekşioğlu olduğunu söyledik. Peki, hep böyle miydi?

Hayır...

Aslında şirket, 81 doğumlu Cihan Ekşioğlu’nun annesi Canan Ekşioğlu’nun üzerineydi. Ancak holding tarihinde daha ilginç bir ayrıntı var. Ekba Holding taze bir şirket. Resmi kayıtlara göre 18 Haziran 2015 tarihinde kuruluşu tescil edilmiş. Kurucusu ve ilk yönetim kurulu başkanı kim dersiniz? Resmi kayıtlara göre Burak Başlılar! Hani başlangıçta anlattığımız Zekeriya Öz’ü maaşa bağlayan işadamı. Başlılar’ın kuruluş sermayesi kayıtlara göre 50 bin lira.

Derken resmi kayıtlara göre, şirket daha ikinci toplantısında bir karar aldı. 28 Aralık 2015’te tüm hakları anne Canan Ekşioğlu’na devredildi. Başlılar sanki şirketini Ekşioğlu’na vermek için kurmuştu! 16 Haziran 2016’da ise Cihan Ekşioğlu, yönetim kurulu başkan yardımcısı yapıldı. 2017’ye gelindiğinde 50 bin liraya kurulan şirkette bir şey daha oldu. Kayıtlara göre sermaye artırımı ile şirket sermayesi 2 milyon liraya çıktı.

Ekba Holding’in kuruluş adresi de Akmerkez içinde bir yer değişikliği yapıldığını gösteriyor: “Akmerkez Residence Daire: 520.”

Soylu ailesinin şirketi de orada

Akmerkez’in katlarında dolaşırken gözüme başka bir şirket çarptı. Bu Ekba gibi savunma ya da inşaat değil, sağlık şirketiydi. “Akmerkez Residence 536” numarada bulunan bu şirketin tabelasında Invamed-RD Global yazıyordu. 

2016 tarihinde ortaya çıkan şirketin kurucusu ve yönetim kurulu başkanı Raşit Dinç olarak görünüyor. 1987 doğumlu olan Raşit Dinç aynı zamanda Sağlık Federasyonu Başkanı. Acaba bu Dinç o Dinç mi diyorum? Malum, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Dinç ailesinin damadı. Bakan Soylu, geçen yıl vefat eden Samsunlu Metin Dinç’in kızıyla evli.

Derken “yok artık” dedirten bir ayrıntı görüyorum. RD Global’in bir başka yönetim kurulu üyesi kim dersiniz? Evet, Mehmet Soylu. Sedat Peker, “kardeşi” dedi ama aslında kuzeni. Mehmet Soylu, Süleyman Soylu’nun amcası Neşat Soylu’nun oğlu. Ekşioğlu’nun Akmerkez’deki komşusu olan, sosyal medya paylaşımlarında da Ekşioğlu’nun yöneticileriyle omuz omuza duran şirket Soylu ailesinin yönetiminde. Bir ayrıntı daha dikkatimi çekiyor. 500 bin sermaye ile kurulan şirket, 2018 tarihinde kuzen Soylu girdikten sonra sermayesini 7 milyon 200 bin liraya çıkarmış. Bu arada Mehmet Soylu ile Raşit Dinç, Sağlık Federasyonu yönetiminde de birlikte görev yapmış.

Kuzen Soylu ile Koca’nın sprey krizi

Derken aklıma geliyor. Malum, dün 140 Journos’taki salgın belgeseline konuşan ve ismini açıklamayan bir bürokrat şunları söyledi: “İçişleri Bakanı Soylu’nun elinde Sağlık Bakanı Fahrettin Koca aleyhinde çok ciddi dosyalar var.”

Sağlık Bakanlığı kaynaklarını arayıp “Soylu ailesinin Akmerkez’deki RD Global’i ile bir sorun mu oldu” diye sordum. “Evet” yanıtını aldım. “Koronayı önlüyor diye önümüze getirdikleri spreye onay vermedik” dediler. Meğer Akmerkez’de Cihan Ekşioğlu dahil çok kişinin kullandığı o spreye, bakanlık onayı çıkmayınca ipler fena halde gerilmiş.

Akmerkez’den çıktık, nerelere geldik? Ordu’da milyarlık şehir hastanesinin nasıl verildiğini mi anlatayım? Yoksa “nereden çıktı” denilen Burak Başlılar’ın Fettah Tamince ile ortaklığının öyküsünü mü? Ya da Başlılar’ın Caddebostan’daki meşhur Ragıp Paşa Köşkü’nü Kalkavan’dan nasıl aldığını mı? Sedat Peker bin video çekse de tükenmeyecek hikâyelerimizde; bir gün belki de elimizdeki alışveriş merkezlerine, köşklere, otellere bakıp soracağız: Kim bu mülklerin gerçek sahibi?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET