8 Temmuz 2021 Perşembe

Dijital dönüşümde tarihe geçecek yol kazası - Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

 Son 2 gündür yaşanan “Akbank krizi” bankacılık sistemine unutulmayacak bir ders verdi. Dijital bir krize karşı sistemin B planı bulunmuyor. Ancak bankacılık sisteminin dijital dönüşümü büyük bir hızla devam ediyor.

Akbank’ta 6 Temmuz’un ilk saatlerinde bir IBM* sunucusunda yapılan güncelleme bankacılık tarihine geçecek 2 günün başlangıcı oldu. 

Sabah saatlerinde Akbank müşterileri para çekemedi, alışveriş yapamadı, Akbank’la çalışan POS cihazları çalışmadığı için marketlerde kuyruklar oluştu, vadenin son günü borcunu yatırmak isteyenler ödemelerini yapamadı. 

Aynı saatlerde Banka’nın çağrı merkezinin kilitlenmesiyle birlikte sorun sosyal medyada en çok konuşulan konuya dönüştü. 

Yaşanan panik, sosyal medyada “Akbank’a siber saldırı var” dedikodularıyla birlikte derinleşti. 

Akbank’tan geciken bir açıklama ancak saat 16:00 sularında geldi. Açıklamada siber saldırı iddiaları yalanlandı ve güvenlik sorunu yaşanmadığı vurgulandı. 6 Temmuz günü boyunca çözülemeyen sorun için Akbank’ın bilgi teknolojileri birimi sabaha kadar mesai yaptı. Ancak 7 Temmuz günü piyasaların açılmasıyla sorunun hala çözülemediği ortaya çıktı. Bunun üzerine Banka 7 Temmuz’da 10:30 sularında şu açıklamayı yaptı; “06.07.2021 tarihinde başlayan ve bankamız ana bilgisayarındaki teknik sorundan kaynaklanan kesintiler sürmektedir. Müşterilerimize hizmet verdiğimiz tüm kanallarımız bu sorundan etkilenmektedir. İlgili birimlerimiz ve teknoloji iş ortaklarımız çözüm için çalışmalarına devam etmektedir”

Açıklamanın devamında sosyal medyadaki dedikodulara itibar edilmemesi bir kere daha vurgulandı. Ancak sorunun ne zaman çözüleceğine ilişkin bilgi verilmedi. Bu iki günlük mikro kriz, başta Akbank’ın olmak üzere dijital bankacılık hizmetlerine ilişkin kuşkuları da artırmış görünüyor. Zira Türkiye’de artık geniş kesimlerin küçük ya da büyük birikimleri tümüyle banka yazılımlarına emanet durumda. 6-7 Temmuz’da yaşanan krizin çok daha büyüğü yaşanması mümkün mü, yaşanırsa krizin etkileri hangi boyuta ulaşır? Bu sorular için yazılımcılar sisteme güvenilmesi gerektiğini söylüyor. Peki bu sisteme neyi, ne zamandır emanet ediyoruz?

Akıllı telefonlar birincil neden

2000’li yıllarda kişisel bilgisayarların yayınlaşmasıyla birlikte bankacılık hizmetlerindeki dijital dönüşüm de hız kazandı. 2010’lu yıllarda yaygınlaşan akıllı telefonlar ise bu dönüşüme büyük bir hız kazandırdı. Koronavirüs pandemisiyle birlikte ise artık şube bankacılığının tasfiye edileceği konuşulmaya başladı. Artık dijital bankacılık yazılımları tüm ekonominin zincirlerini elinde tutuyor.

Türkiye Bankalar Birliği’nin (TBB) verilerine göre mobil bankacılık kullanan bireysel müşteri sayısı 2020’nin Aralık ayı itibariyle 60 milyon 334 bine dayanmış durumda. Sadece 4 yıl önce 2016’nın Aralık ayında bu sayı 18 milyon 649 bindi. Başka bir ifadeyle son 4 yılda mobil bankacılık kullanan müşteri sayısı yüzde 223 oranında artmış görünüyor. Bu gelişmede akıllı telefonların yaygınlaşması birincil neden.

Sadece bireysel müşteriler değil, kurumsal müşteriler de mobil bankacılığa adım atıyorlar. 2016’nın Aralık ayında mobil bankacılık müşterisi 569 bin şirket bulunurken, bu sayı 2020’nin Aralık ayında 2 milyon 166 bine dayandı.

Pandemi dijitalleştirdi
dijital-donusumde-tarihe-gececek-yol-kazasi-896570-1.



Dijital müşteriler 60 milyonu aştı

Mobil bankacılık hizmetlerindeki dönüşüm son yıllardaki seyri bu şekildeyken, dijital bankacılık denince akla yalnızca mobil bankacılık hizmetlerinin gelmesi yanlış. Zira artık şube bankacılığında dahi çevirim içi yazılımlardan faydalanılıyor. Böylece müşteriler kendi kişisel bilgisayarlarından bankacılık işlemlerini gerçekleştirebiliyorlar. TBB verilerine göre aktif biçimde internet bankacılığı hizmetlerinden faydalanan bireysel müşteri sayısı 2016’nın sonunda 33 milyon 374 binken, 2020’nin sonunda bu sayı 62 milyon 287 bine yükseldi. Bu kişilerin çoğu aynı zamanda mobil bankacılığın da müşterisi konumunda.
Üstelik geleceğin çok daha yoğun biçimde dijitalleşeceği de verilerin arka planında ortaya çıkıyor. Dijital bankacılığı kullananlar tahmin edileceği üzere gençler arasında çok daha yaygın.

Müşteri sayılarındaki durum buyken işlem hacimleri ne durumda? 2020’nin Aralık ayında dijital bankacılık hizmetleri kullanılarak tam 62 milyon para transferi gerçekleştirilmiş. Bu transferlerin sonucu olarak 1 trilyon 320 milyar TL’lik para hesaplar arasında hareket etmiş. İşlem emirleri herhangi bir bankacı aracılığıyla değil, müşterilerin, yazılıma güvenerek yaptığı işlemlerden kaynaklanıyor.

Yazarkasa’nın hayatımıza 1984’te, ilk POS cihazının 1991’de girdiği düşünülürse, içinden geçtiğimiz dijital dönüşüm henüz emekleme çağında. Buna karşılık 6-7 Temmuz’da yaşananlar Türkiye’nin bir dijital krize ilişkin B planı olmadığını da ortaya çıkarmış oldu.

dijital-donusumde-tarihe-gececek-yol-kazasi-896571-1.

Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

Birbirine karışan izler ve propaganda - Konuk Yazar: Prof. Dr. A. Raşit Kaya / BİRGÜN

 

Yalanı mubah gören Goebbels’in “yalan ne kadar büyük olursa inandırıcılığı da o denli yüksek olur” demesinin nedeni şimdilerde anlaşılıyor. Yeter ki kitleye denetleme şansı bırakılmasın!


Nasıl bir dünyada yaşıyoruz diye hep sorgulanmıştır. İstisnalar dışında yanıtlar ilahi bir iradenin belirlemesine bağlandığında, uzlaşılamayacak bir sorun da doğmamıştır. Görüşlerin ortaya atıldığı sürece de kısaca “propaganda” adı verilmiştir. Farklı anlatılar derinlemesine pek kurcalanmamıştır çünkü propaganda bir öğretiyi ya da düşünceyi, inancı başkalarına da “tanıtmak” amacıyla sürdürülen tasarlı bir iletişim etkinliğidir. “Kandırmaya” yönelmeyip yalnızca yayma amacına bağlı kalındığı ölçüde “masum”; dahası “gerekli” bir çaba olarak kabul edilirdi. Önceleri “propagandacılar/propagandistler” yaşamakta oldukları toplumların önemli düşünce önderleri, eğitmenleri sayılır ve saygı görürlerdi.

İlk çağların en ünlü propagandistlerinden birisi M.Ö. eski Roma’da yaşamış olan devlet adamı, hatip, yazar Marcus T. Cicero’dur. Döneminin egemenlerinin başka insanları köleleştirmek için vazgeçmedikleri savaşmayı öngören propaganda etkinliğine karşı çıktığında fütuhat peşinde koşanlarca idam edilmekten kurtulamamıştır. “Aydınlanma” öncesi dönemlerde böyle aykırı önerilerle de pek karşılaşılmamıştır. Gücü elinde tutan “kaderi” de belirlerdi.

17. yüzyılda başlayan oluşumlarla 18. yüzyılda “Aydınlanma” çağı açılır. Aklın kurucu öğe olarak benimsenmesini, tüm toplu yaşamın ve düşüncenin akla göre biçimlendirilmesini öngören yeni bir döneme adım atılır. Propaganda etkinliklerinin sorgulanması da böylece başlar. Diyalektiğin “zıtların birliği” ilkesi harekete geçmiştir. Sorgulanmadan kabul edilen “doğrular” yanı sıra olup biteni başka biçimlerde nitelendiren değerlendirmeler de böylece sahneye çıkarlar.

Yaşanılan dünyanın “Antik Çağ”, “Orta Çağ” vb. “nötr” kavramlarla açıklanması anlamını yitirir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler toplu yaşama kimi kolaylaştırıcı öğeler sunsa da ilişkilerin yoğunlaşması ortalığı karmaşık hale dönüştürür. Kamusal enformasyonun topluma yayılımı da kurumsallaşır. Kamusal iletişim yakından denetlenen bir etkinlik olarak yoğunlaşır. Aynı zamanda “kurulu düzenin” işleyişi de daha fazla sorgulanır. Genellikle daha mutlu yaşama koşulları öngören “ütopyalar” yanında “distopyalar” dile gelmeye başlar. G. Le Bon’un ismini koyduğu “kitle toplumunda” geleceğe yönelik kâbus dolu senaryolar da seslendirilir.

GÜÇ KULLANIMININ VAZGEÇİLMEZ BİR AKSESUARI

Bu arada “kitle toplumlarında” yalnızlaşan bireylerin daha kolay manipüle edildiği da farkına varılır. Baskının kaynağının sadece kaba fiziksel güç olmadığı görülür. Propagandanın hızla gelişen teknolojinin katkısıyla “masum” olmadığı ortaya serilir. Böylece propagandanın güç kullanımının vazgeçilmez bir aksesuarı olduğu görülür. “Kitlelerin Propaganda İle İğfali” başlıklı yapıtıyla insanları uyaran S. Tchakhotine, Hitler’in cellatlarının kurbanı olur. Sonralarda ise izler tam anlamıyla birbirine karışırlar. Çok sayıda tarihçiye göre 2. Dünya Savaşı önce radyo dalgalarında propaganda ile başlamıştır.

Büyük savaşın yıkımını takip eden yıllarda edebiyatçılar kâbus dolu senaryoların yinelenmemesi için çok okunan ürünler verdiler. Sosyal bilimciler konuyu masaya yatırdılar, dünyayı uyardılar. Propagandanın nesnel toplumsal temelleri irdelendi. J.M. Domenach, Türkçeye de çevrilen kitabında, propagandanın tekniklerini açıkladı. Okunduğunda günümüzde olup bitenlerin nasıl sulandırılıp, cıvıtıldığı açıkça görülüyor. Yalanı mubah gören Goebbels’in “yalan ne kadar büyük olursa inandırıcılığı da o denli yüksek olur” demesinin nedeni şimdilerde anlaşılıyor. Yeter ki kitleye denetleme şansı bırakılmasın!

AYNI SORU VE ÖZAL'LI YILLAR...

Faşizme ve savaşa giden yolları da döşemiş olan bir etkinlik elbette artık masum sayılamazdı. Bu nedenle günümüzde “tanıtım” ve “halkla İlişkiler” kisvesiyle yürütülmektedir. 1970’li yıllarda ODTÜ’de “Medya ve Toplum” dersimde önce öğrencilerime “propagandist olmanız önerilirse çalışır mısınız diye” diye sorardım. Hiç olumlu yanıt gelmezdi. Özal’lı yıllar başladığında ise aynı soru, sayıları az olsa da “Kaç para verirler?” diye karşı soruyla yanıtlanırdı. İzler birbirine karıştı denilen günümüzde ise “söz bitti” deniliyor. Doğu Batı Dergisi, iletişim konusunda yetkin akademisyenlerin günümüzde yaşanılanları inceleyip, irdeledikleri son iki sayısında durumu “Akıl Tutulması Çağı” olarak nitelendirdi.

Gazeteciliğin baskı altına alınıp, medyacılığın sanayileştiği günümüzde bana göre bu isimlendirme “aklınızı başınıza toplayın” mesajını da içeriyor. Gerçeklerin ortaya çıkması için “taşların çekilmesi” öğütleniyor ama önce hangi taşların çekileceğinin belirlenmesi gerekiyor. Taşların altında kalıp ezilmemek için. Belki de V. I. Lenin, bunun için Goebbels’in tam aksine “olay ve olgular konusunda hiç yalan söylememeyi” salık verirdi. 

Konuk Yazar: Prof. Dr. A. Raşit Kaya / BİRGÜN


AKP’li Başkan’ın Hacizden Kaçışı - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 21 Haziran öğlen saatleri...

AKP’li belediyenin önü…

Belediye başkanının makam aracı haciz için gelenlerin üzerine sürüldü ve kaçırıldı. 94 milyon liralık borç söz konusuydu.

Ne mi oluyordu? Şu:

Çevtem adlı şirket, uzun yıllar Ankara Keçiören Belediyesi’nin temizlik işlerini yaptı. Yollar ayrıldı ama alacakları vardı. Mahkemelik oldular.

Sonunda, Ankara 26. İcra Dairesi, AKP’li belediyenin her türlü alacağı üzerine borç miktarı kadar haciz kararı verdi.

Haczedilenler arasında AKP’li Başkan Turgut Altınok’un 06 KBB 06 plakalı makam aracı da vardı. Şirket avukatı Büşra Özcan elinde kararlar, yanında icra memuruyla belediyeye gitti. Orada, Altınok’un şoföründen makam aracının ruhsatı istenildi. Sonra olanlar haciz tutanağına şöyle yansıdı:

“Bunun üzerine, makam aracı olduğu bildirilen 06 KBB 06 plakalı 2019 model Audi siyah marka araç, ismini vermeyen şoför vasıtasıyla haciz mahallinden kaçırıldı.”

Alacaklı şirketin avukatı Özcan, aracın kaçırılmadan önce üzerine sürüldüğünü tutanağa geçirdi.

İddia o ki, kayıp araç bir süre sonra bulundu. Ancak hemen ardından, Ankara 13. İcra Hukuk Mahkemesi AKP’li başkanın makam aracı hakkındaki haciz ve yakalama işlemini durdurdu. Belediye cephesi, aracın kamuya tahsisli olduğunu düşünüyor, alacaklı şirket ise bunun bir hile olduğunu savunuyordu.

Ve şimdi...

Duydum ki şirket 100 milyon liraya yakın alacağı için yine belediyenin önüne gidecek. Fakat bu kez yanlarında polis de olacak. 40’a yakın araca, gayrimenkule ve veznelerdeki paraya el koymak istiyorlar.

AKP’li belediye yine mal kaçıracak mı, göreceğiz.

                                                                            ***

Erdoğan’ın Açıklamadığı İşler

Türkiye, getirildiğini Cumhurbaşkanı’nın açıklamasıyla öğrendi. Erdoğan, “Milli İstihbarat Teşkilatımız, FETÖ’nün Orta Asya genel sorumlusu Orhan İnandı’yı ülkemize getirerek adalete teslim etmiştir” dedi. Orhan İnandı, herkesin bildiği gibi FETÖ’nün önde gelen isimlerinden biriydi. Kırgızistan’da yaşıyordu. Yüz milyonlarca doları çeviriyordu.

Fakat…

İnandı Türkiye’ye getirildi de biz bu olayı yeterince sorguladık mı?

Öyle ya İnandı, 2011’de kumpasla tutuklanan Kâşif Kozinoğlu’nun notlarına dahi girmişti. Herkes herkesin farkındaydı. Buna rağmen İnandı’ya karşı harekete geçmek için neden 2021 beklenmişti? FETÖ’nün darbe girişiminden beş yıl sonra biraz geç kalmadık mı?

Hayır, “imkân yoktu” demeyin…

Orhan İnandı, Türk Dışişleri tarafından korunup kollanıyordu.

“Çok ciddi suçlama” da demeyin. Bizzat bunu hükümet medyası açıkladı. İnanmazsanız, size Yeni Şafak’ın 15 Temmuz darbesinden tam bir ay sonra “FETÖ Kırgızistan’da İmparatorluk Kurmuş” başlıklı haberinde yazanları hatırlatayım: “İnandı’nın, 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra Kırgızistan’da Türkiye devletinin büyükelçilik plakalı araçlarına bindiği, edinilen bilgiler arasında.”

Yeni Şafak’ın uydurması da demeyin. Belgesi var. Zira 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’nin Kırgızistan Büyükelçisi Metin Kılıç, Orhan İnandı ile birlikte Bişkek’te restoran açılışına katılmış, elini sıkmış, konuşmasını alkışlamıştı.

Sadece bu kadar değil, Dışişleri Bakanlığı’na ait devletin resmi sayfalarında “Yurtdışı Vatandaşlar Danışma Kurulu” sayfasında “Onur Üyeleri” arasında yakın zamana kadar kim vardı? Maalesef, Orhan İnandı!

Cumhurbaşkanı, “getirdik” diyerek sevindiren açıklamayı yapıyor. Güzel. Ama biraz da Orhan İnandı’yı bunca zaman hangi bürokratları, hangi politikacılarının koruduğunu bir açıklasa keşke!

                                                           ***

Katar Şikâyeti Kapının Önüne Koydurdu


“Liderimiz bana dedi ki...”
 sözünü unutmuşa benziyoruz. Ethem Sancak’ın ağzından çıkmıştı. BMC’yi almasında, Talip Öztürk’ü ve Katar’ı ortak yapmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın rolünü itiraf ediyordu. Altay Tankı da Tank Palet Fabrikası da artık onlardan sorulacaktı.

Tarih üstüne tarih verildi. Ancak gel zaman git zaman, Katar ortaklı milli tank Altay bir türlü üretilemedi.

Şimdi ne oldu?

BMC’de Sancak ve Öztürk aileleri dönemi sona erdi. Katar’ın yeni ortağı Tosyalı Holding yani Fuat Tosyalı oldu.

Nasıl ki Sancak, BMC’nin sahibi olduysa Tosyalı da öyle oldu. Yani el değiştirmenin perde arkasında yine Erdoğan’ın imzası vardı.

Duydum ki hem Erdoğan’ın Ekim 2020’de gittiği Katar’da hem de geçen nisan ve mayıs aylarında Katar Emiri ile yapılan telefon görüşmelerinde bu konu masadaydı. İddia o ki Katar cephesi ortakları Sancak-Öztürk ikilisinden memnun olmadığını Erdoğan’a iletti. Bu rahatsızlık sonrası da zamanında Sancak’a “Gel BMC’yi al” diyen Erdoğan, bu kez de “Sat” emrini verdi.

Ve belli ki yeni sahip Tosyalı’dan yeni söz de alındı. Erdoğan’ın “2023’ün başında Altay’ın orduya teslim törenini yapacağız” açıklaması da bunun işaretiydi.

Bakalım, söz verildiği gibi 2023’te Altay tankının üstünde zafer işareti yapılacak mı!..

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

7 Temmuz 2021 Çarşamba

Madencilik sürerse Fırat maviyi unutur - Özer AKDEMİR / EVRENSEL

 

Tıbbi Jeoloji Uzmanı Jeoloji Yüksek Mühendisi Eşref Atabey, Divriği'deki madencilik faaliyetleri nedeniyle Fırat Nehri'nin kızıl aktığını belirterek Fırat'ın mavi akamayabileceğini söyledi.


Temmuz ayının ilk haftasından itibaren Fırat Nehri’nin Erzincan Kemaliye’den geçen kısmı kızıla çalan bir renkte akmaya başladı. Yaşar Kemal’in “Fırat suyu kan akıyor baksana” adlı romanındaki rengi alan nehrin rengindeki bu olağanüstü değişim tam da UNESCO Dünya Miras geçici listesindeki Kemaliye (Eğin) ilçe merkezinde 1-4 Temmuz tarihleri arasında yapılan Uluslararası Kemaliye Kültür ve Doğa Sporları şenliğine denk geldi.

Kirlilik yüzünden su sporları yapılamazken, bölgede yıllarca jeolojik araştırmalar yapan Tıbbi Jeoloji Uzmanı Jeoloji Yüksek Mühendisi Eşref Atabey, nehrin rengindeki bu kızıllığın Divriği’de işletilen demir madeni ocağından kaynaklandığı görüşünde. Atabey, ilerleyen günlerde nehri daha büyük tehlikelerin beklediğini dile getirdi.

‘FIRAT GİDEREK KIZILA DÖNÜŞECEK’

Türkiye ve Ortadoğu’nun en önemli akarsuyu olan Fırat Nehri’nin geçtiği Türkiye, Suriye ve Irak’taki kentlere hayat verdiğini belirten Atabey, Fırat’ın suyunun artık mavi akmayacağını ileri sürdü. Atabey şunları söyledi; “Fırat giderek kızıla, kırmızı, sarı, kahverengiye dönüşecek. Fırat Nehri’nin kenarında adeta saklı bir güzellik olan Erzincan Kemaliye ilçesi UNESCO Dünya Miras geçici listesinde. Tarihi ve doğal güzellikleri ile öne çıkan Kemaliye’nin listede yer almasını sağlayan en önemli unsurlardan biri 13 kilometre uzunluğa sahip Karanlık Kanyondur. Ancak Kemaliye’yi özel kılan UNESCO listesinde yer almasını sağlayan Karasu Nehri artık mavi akmayacak” dedi.

‘NEHRE BU RENGİ DEMİR MADENLERİ VERİYOR’


Nehrin bu kızıl rengine Divriği’de işletilen demir madeni ocaklarındaki toz boyutundaki ince malzemenin şiddetli yağmurla dere ve nehre taşınmasının yol açtığını dile getiren Atabey, “En önemli kirletici ise Çaltı Çayı kıyısındaki demir madeni atık havuzundan doğrudan deşarjla olduğu bilinmektedir. Nehrin kırmızı, sarı, turuncu renkli olması demir madeni cevher minerallerinden hematit ve limonitten kaynaklanmaktadır. Hematit kırmızı, limonit minerali ise sarı renk verir ve boyacılıkta da kullanılmaktadır. Dolayısıyla geçtiğimiz günlerde Çaltı Çayı ve Karasu Nehri’nde sudaki kırmızı renk değişikliği Divriği’deki demir ocaklarından kaynaklı olmuştur” dedi.

‘BU DURUMU DEFALARCA GÖRDÜM’

Karasu Nehri’nin Divriği’den katılan kolu olan Çaltı Çayı suyunun kırmızı/sarı bir renge dönüştürdüğünü ve bu kirlenmiş suyun Karasu Nehri’ne oradan da Fırat Nehri’ne Keban Barajına ulaştığını defalarca gördüğünü belirten Atabey, “Kemaliye ilçesi Gözaydın’da da demir ocağı faaliyettedir. Gümüşçeşme’de terk edilmiş demir ocağı vardır. Karakoçlu köyü ile Sarıçiçek Yaylası’nda da demir için ruhsatlar verilmiştir. Şu anda Divriği demir madeninden kaynaklı Karasu Nehri kızıl/sarı renginin tonu, ileride Kemaliye çevresindeki demir madenlerinin faaliyetleriyle daha da koyu renge dönüşecektir” uyarısında bulundu.

‘NEHİRDE CANLI YAŞAMI SONA ERECEK!’

Demir madenlerinden kaynaklı suda asılı bu kırmızı malzemelerin nehir suyunun ışık almasını engelleyeceğine dikkat çeken Atabey, bu durumda ise suyun oksijensiz hale geleceği ve canlı yaşamının sona ereceği öngörüsünde bulundu. Atabey, “Bu malzeme balıkların solungaçlarına yapışarak topluca ölmelerine neden olacaktır. Nehre karışan bu kızıl/kırmızı/sarı renkli demirli atık içerisinde arsenik, demir, antimon, kurşun, bakır, çinko, molibden, bizmut gibi ağır metaller de bulunmaktadır. Bu metaller sudaki canlı yaşamını etkileyecektir. Ayrıca Divriği demir madeni cevheri yan kayaçlarda asbest de bulunabilmektedir. Nehre karışan bu malzeme içinde asbest liflerinin havaya karışma olasılığı bulunmaktadır” dedi.

Atabey, Kemaliye’de madencilikten kaynaklı kirliliğin boyutlarının, insan sağlığı, canlı varlığı, ekosistem, sucul yaşama etkisi, toprağa, turizme, ekonomiye vereceği zararların ileriki yıllarda ağır bir şekilde görüleceğini ifade etti.

Fotoğraflar: Fatih Özerdal

Özer AKDEMİR / EVRENSEL

6 Temmuz 2021 Salı

Ekonomik bunalım çözülmeyi hızlandırıyor - Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

 

İktidarın geleceği ekonominin gidişatına bağlı. Ancak göstergeler ekonominin düzeleceğine ilişkin hiçbir umut vermiyor. İktidardaki çözülme, bu umutsuzlukla birlikte hızlanıyor. Fanatik AKP’li isimler bile ekonomik gidişatı gündemlerine taşımak zorunda kalıyor.

Siyasi iktidar hem içeride hem de dışarıda bir bataklığa saplanırken, bu durum geniş halk kesimlerinin cebine de darbe vuruyor. Ekonomik gidişat ne yapılırsa yapılsın düzelmiyor, göstergeler düzeleceğine ilişkin bir sinyal de barındırmıyor. AKP’nin siyasi geleceğinin bağlı olduğu ekonomik gidişatın kötümserliği iktidardaki çözülmeyi de hızlandırıyor. Devletin tüm kurumlarını dilediği gibi kullanmasına rağmen ortaya çıkan ekonomik buhran artık AKP’nin kitle iletişimine de darbe vurmaya başladı. AKP tabanının da ekonomiden şikâyet etmeye başlaması, AKP’nin iletişim aparatlarının da yoksulluğu gündemine taşımasına neden oldu.

Bize oy veren seçmen kalmayacak

Lüks otomobillerde yaptığı YouTube yayınlarıyla tanınan Tuğrul Selmanoğlu, Erdoğan’ı büyük bir şevkle öven isimlerden biri. Kendisi Diriliş Postası adlı AKP yayınında köşe yazarlığı da yapıyor. Selmanoğlu 1 Temmuz’daki elektrik ve doğalgaz zamlarının ardından sosyal medyada “Elektrik ve Doğalgaz ve LPG’ye zam yapan abiler... Suyu ve ekmeği unutmayın. Onlara da zam yapın... Hatta havayı da ücrete bağlayın, bakarsınız hâlâ 2023’te bize oy vermeyi düşünen seçmen kalmıştır, onları da itelim CHP’nin kucağına” diyerek AKP oylarındaki erimeyi itiraf etti. Selmanoğlu zamların keyfe keder yapıldığı yönünde bir algı yaratmak istese de AKP’nin dayattığı ekonomik modelin işleyişi için zamlar kaçınılmaz.

Fiyat artışını doğru bulmuyorum

AKP MKYK üyesi Mücahit Birinci, sosyal medyada Erdoğan’ın en hırslı savunucularından biri. Buna rağmen 1 Temmuz’daki fatura zamlarından sonra o da tepkisini göstermek zorunda kaldı. Birinci “Bu dönemde, elektriğe ve doğalgaza yapılan fiyat artışını doğru bulmadım. Çok net ifade ediyorum” dedi ve AKP’li takipçilerinden de destek buldu. Selmanoğlu ve Birinci gibi isimler ekonomik gidişatta Erdoğan’ın suçu olmadığı yönünde bir algı yaratmaya çalışsalar da, Türkiye’nin ekonomik buhranı 3 yılı aşkın süredir devam ettiği için bu algının başarıya ulaşması mümkün görünmüyor.

Misvak bile gündemine taşıdı

İslamcıların mizah dergisi Misvak, iktidara yasalanan mizahıyla komik olmaktan çok uzak. Gündemi yorumlayan karikatürleri ile demokrat kamuoyunun tepkisini çeken Misvak, 1 Temmuz zamlarına ilişkin eleştirel bir karikatür yayımladı. Nadiren eleştirel davranan Misvak’ın bu karikatüründe bile cinsiyetçi tutum alması bir yana karikatürün binlerce kez paylaşılması AKP tabanının da rahatsızlığını ortaya koydu.

“Ülkenin kaynakları hiç edilirse...”

Ekonomik gidişata ilişkin iktidarı uyaran bir diğer isim iktidarın küçük ortaklarından biri olan BBP’nin Başkanı Mustafa Destici oldu. Destici Sinop 1. Olağan İl Kongresi’nde yaptığı konuşmada, “Ülkenin kaynakları savurganlık edilirse, yolsuzlukla hiç edilirse, adam kayırmacılık yapılırsa, burada kazananlar parayı yurtdışına çıkarırsa, hem de helal kazançla değil, gayri meşru ile kazandıklarını yurtdışına çıkarırlarsa elbette bu millet ekonomik sıkıntı çeker” dedi.

Artık gerçekleri konuşalım

İktidarın kamu çalışanları içindeki örgütü Memur-Sen’i ekonomideki gidişat iktidarı o denli zorluyor ki, Memur-Sen bile ekonomik bunalımı gündemine almak zorunda kalıyor. Sendika dün hayat pahalılığını protesto etmek için Ulus Atatürk Heykeli önünde toplandı. Genel Başkan Ali Yalçın, “Bugün açıklanan enflasyon rakamları, deyim yerindeyse evdeki hesabın çarşıya uymadığını bir kere daha tescil etti” dedi. Yalçın, “Kamu işvereninin belirlediği zam, mart demeden buharlaşıyor. Tam da bu yüzden, en düşük devlet memuru maaşının yüzde 10’undan az olmamak üzere seyyanen zam talebini her zemin ve şartta dile getirdik, getirmeye de devam edeceğiz. Artık bahaneleri ortadan kaldıralım, gerçekleri konuşalım” ifadelerini kullandı.

Ozan Gündoğdu / BİRGÜN



MEB’de Garip Video İşi - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

 

Siyaset kulislerinde kiminle konuşsam konu dönüp dolaşıp kabineye geliyor. 

Kulaktan kulağa, hemen her bakanlıktaki usulsüzlükler yayılıyor. “Bu bakan artık kesin gider” deniliyor. 

Öyle ki bir bakanın, istifa mektubu cebinde gezdiği söyleniyor. 

O ki ilk göreve geldiğinde bazı kesimler umutlanmıştı. Hani kökenden AKP’li değil ya, “yanlışlara müdahale eder” denildi. İllüzyon bozuldu; o geldi, tarikat müritlerini çocukların sınıflarına soktu. 

Evet, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’u yazıyorum.

Takip edenler bilir; bakanın kardeşi Oktay Selçuk’un ortağı olduğu şirket hakkında suç duyurusunda bulunuldu. 

Şirketin diğer ortağı Selçuk Özdemir de “Bakanlık içinde soygun yapmak üzere örgütlenmiş bir grup var” dedi. 

İddia büyüktü. Söyleyen de sıradan biri değildi. Yıllarca eğitim camiasının içinde bulunmuş, Bakan Ziya Selçuk’un yakınında olan bir kimseydi. 

Ben de “o grubun” peşine düştüm. Lakin kime sorsam, sessiz kalmayı tercih etti. En sonunda MEB’i iyi bilen bir kaynağım, “Bakanlıktaki durumu anlamak için bu ihaleye bak” dedi. 

İşaret ettiği o ihale gerçekten garip gözüküyordu. Anlatayım... 


İhaleyi, Milli Eğitim Bakanlığı Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü, 26 Mart’ta yaptı. İhalenin adı şuydu: Güvenli Okullaşma ve Uzaktan Eğitim Projesi Görme Engelli Öğrenciler için Sesli Betimleme Montajı ve Braille Anlatım ile Hazırlanmış Video Üretimi Hizmet Alımı.

Bakanlık iki şirketi davet etti, fiyat aldı. 

Sonunda ihaleyi kazanan şirketi görünce çok şaşırdım. Zira, görme engelli öğrenciler için hazırlanacak video ihalesini arıcılık yapan bir şirket aldı. Evet, MEB ihalesi “Üstün Arıcılık Hayvancılık Tarım Ürünleri” adlı firmaya verildi. Ticaret sicil kayıtlarına göre, şirketin merkezi Malatya’da gözüküyordu. Kurucuları ise Ankara’da yaşıyordu. İhalenin bedeli 975 bin liraydı. 

Arıcılık ve hayvancılık üzerine uzmanlaşmış olan bu şirketin sırrı da çıkar bir gün...                                                       ***

KİME EMANET EDİLDİK! 

Günlerce tartışıldı. Beş şehir hastanesinin yemek, temizlik ve güvenlik gibi hizmetleri, Danimarkalı ISS firmasına devredildi. 

Eleştiriler yükselince de ISS için “dünya devi ve sektörün lideri” diye güzellemeler yapıldı.

Peki, bizim hastane emanet ettiğimiz şirket, anavatanı Danimarka’da nasıl biliniyor? 

Çok değil, beş ay önce ne oldu biliyor musunuz? 

Danimarka Savunma Bakanlığı, yemekten temizliğe dokuz alanda hizmet aldığı ISS ile ipleri kopardı. 

Zira, Savunma Bakanlığı personeli ISS firmasından çok şikâyetçiydi. Öyle ki yemeklerin ve hijyenin ne kadar kötü olduğunu fotoğraflarıyla ifşa ettikleri bir Facebook grubu bile açtılar. 

Sonunda... 

Danimarka parlamentosu Şubat 2021’de toplandı. 

Ve normalde 2024’e kadar devam etmesi beklenen ISS-Danimarka Savunma Bakanlığı anlaşması feshedildi. 

Sözün özü, “dünya lideri” diye bize övülen şirketten kendi ülkesi şikâyetçi. 

                                                                        ***

SABAH’TA ALTUN’A SANSÜR

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, İnternet Medyası ve Haberciliği Çalıştayı düzenledi. 

İletişim Başkanı Fahrettin Altun gazetecilere çattı, muhalefete yüklendi. O kadar televizyon kanalı da “Ulusa Sesleniş” gibi canlı yayınladı. 

Ertesi gün, yani 30 Haziran... 

Elimde gazeteler, sayfaları karıştırıyorum... 

Akşam, Yeni Akit, Yeni Birlik gibi iktidar yandaşı gazeteler birinci sayfadan görüyor Fahrettin Altun’un açıklamalarını. Doğal. 

Peki... 

Ya Sabah gazetesi? Yani AKP’nin medyadaki amiral gemisi? 

Sayfaları çeviriyorum da çeviriyorum... Yok. 

Ne kadar çarpıcı ki basılı gazetede bir satır bile yer vermemişler Fahrettin Altun’a. İletişim Başkanı’nın ağzından çıkan bir kelimeyi bile okurlarıyla buluşturmayı çok görmüşler. 

Nedeni belli değil mi? 

Sabah’ın asıl patronu Serhat Albayrak ile Fahrettin Altun’un arasındaki kavganın ürünü bu görmezden gelme. Sanki, Albayraklar SETA’dan tasfiye ettiği Altun’u gazetelerinde bile görmek istemiyorlar.

                              ***

MECLİS’TE ŞİŞME YATAK

Sürekli o meşhur otelden yeni insanların fotoğrafları ortaya çıkıyor. Hepsi çıkar mı, bilmiyorum. Zira, bazı siyasetçilerin otelde görünmemesi için perde çekildiğini Arka Bahçe’de okudunuz. 

Meclis’ten bir tanıdıkla sohbet ederken, konu ister istemez o otele geldi. Bilindik isimler sıralandı, ortada gezen iddialar yorumlandı. Ve hiç unutamayacağım bir cümle kuruldu: 

“Bazıları lüks otellerde bedava tatil yaparken, Meclis’teki odasında yaşayan milletvekilleri var.” 

Şaşırdım. “Nasıl Meclis’te kalan milletvekilleri var” diye sordum. 

Anlattı... Bazı milletvekilleri Ankara’da ev tutmamak, Meclis’teki odalarında kalmak için şişme yatak almış. Akşam olup Meclis’teki mesai bitince yatak şişirilip sabah da ortadan kaldırılıyormuş. 

Ne desem bilemedim. 

Barış Pehlivan / CUMHURİYET




Enflasyon vergisi şahlanıyor! - Oğuz Oyan / SOL

 Enflasyon hırsızlıktır. Soframızdaki ekmeğin, cebimizdeki paranın kapitalist piyasanın ve kapitalist devletin 'görünmez' mekanizmalarıyla çalınmasıdır.

Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) Haziran'da aylık yüzde 2'ye yakın, Yurtiçi Üretici Fiyatları Endeksi (Yi-ÜFE) yüzde 4'ü aşan bir artış gösterdi. Bu sayılar, yıllık olarak (Temmuz 2020-Haziran 2021) sırasıyla yüzde 17,53 ile yüzde 42,89 gibi yüksek düzeylere ulaştı. Üzerinde önemle durulmalı, çünkü ya bütçemizde gedik açacak ya da tüketim sepetimizin küçülmesiyle sonuçlanacak bir hızlı enflasyonist süreç söz konusudur. 

TÜİK enflasyon verilerinin baskılanmış olması olasılığını bir yana koyalım. Mevcut haliyle bile açıklanmış veriler şiddetlenen bir enflasyon eğilimini ortaya koyuyor. Aslında geçen yıldan gelen baz etkisiyle Mayıs'tan itibaren enflasyon düzeyinde ciddi bir azalış eğilimi beklenebilirdi, eğer diğer olumsuzluk etkenleri devreye girmemiş olsaydı. Bunlara geçen hafta da değindik: İthalata bağımlı bir ekonomide ulusal paranın şiddetli değer yitirme eğilimine girmesi, ithal malların döviz cinsinden fiyatları değişmemiş olsa bile, TL fiyatlara yükseliş olarak yansır. Özellikle ithalata daha da bağımlı olunan ara mallar ve enerji hammaddeleri söz konusu olduğunda, iç piyasada bu aramalları kullanan bütün mal fiyatlarına etki eder. Öte yandan uluslararası piyasalarda emtia fiyatlarında (özellikle petrol ve türevleri ile ana metallerde) ciddi artışlar görüldüğü bir konjonktürde, ithal malların döviz cinsinden fiyatları da yukarı tırmanma eğiliminde olacaktır. Buna bir de, Kovid-19 salgını nedeniyle talebin baskılandığı bir dönemden çıkıldığını ve yeni dönemde talep yönlü bir enflasyonun da dünya fiyatlarını yukarı itebileceğini eklerseniz tabloyu tamamlarsınız. 

Gerçi diğer iç etkenleri (tarımda çiftçinin eline geçen fiyatla tüketicinin ödediği fiyat arasındaki inanılmaz fark, vs.) de bunlara eklemek gerekir. Ama bunlar daha iyi günlerdir; tarımdaki yüksek girdi fiyatlarıyla üretim yapabilmek imkansızlaşmaya başlamıştır; küçük tarımsal işletmeler kendi aile emeğinin sömürüsü üzerinden tutunmaya çalışmaktadırlar, ama nereye kadar? 

Dikkat çekici bir durum da ÜFE-TÜFE farkının durmaksızın açılmakta olduğudur. Aradaki fark yıllık temelde 2,5 kata çıkmıştır. ÜFE, tarihi zirvelerinden birinden geçmektedir. Peki bu fark korunabilir ve sürdürülebilir mi? Hayır. Ortada bir maliyet enflasyonu olgusu vardır ve fırsat bulunduğunda tüketiciye yansıtılacaktır. Dolayısıyla, TÜFE'de geçen yılın düzeylerinde kalınıyor olsa bile, ÜFE'den gelen baskılar nedeniyle TÜFE yukarı gidecektir. Ayrıca döviz kurlarının reel artışlara konu olması da hem TÜFE artışlarını hem ÜFE-TÜFE farkını besleyebilecektir. Bu bakımlardan da bugünler iyi günler olabilir. (Böyle olunca da, TCMB Başkanınca Saray'a verildiği söylenen "Ağustos'ta bir faiz indirimi" sözünün bir hükmü kalmayacaktır veya indirim halinde döviz krizi yeniden patlatılmış olacaktır).

Buraya kadar söylenenleri TÜİK verileriyle desteklersek, ÜFE'de yıllık 42,89 olan artış, imalat sanayiinde yüzde 45,87, aramallarında yüzde 54,89'dur; ama ana metallerde yüzde 100,04'tür. Enerjide yüzde 41,74 olan yıllık artış, kok ve rafine petrol ürünlerinde yüzde 123,80; ham petrol ve doğalgazda ise yüzde 181,45'tir! Bunlar, geleceğe aktarılacak enflasyon yükünün önemini gösterir. Yıllık ÜFE'nin geçen yıl (Haziran 2020'de) yalnızca yüzde 6,17 olduğunu eklersek, nasıl bir süreçten geçildiği belki daha iyi anlaşılır. 2021'in ilk altı ayındaki ÜFE artışı ise yüzde 22,04'tür ve hızlanmanın şiddetlendiğini gösterir. 

Bu arada "özel kapsamlı TÜFE" (işlenmemiş gıda ürünleri, alkollü içkiler, tütün ve altın hariç) verilerine göre tüketici enflasyonu 18,16'dır ve bu da "çekirdek enflasyonun" direngen bir çizgiye yerleştiğinin ayrı bir göstergesidir. Yıllık TÜFE'nin halkı yakından ilgilendiren alanlarda, sağlıkta yüzde 19, gıdada yüzde 20, ev eşyası ve ulaştırmada yüzde 26 olması da satın alma güçlerinin aşağıya çekilmesi anlamındadır. 

TÜFE'de yılın ilk altı ayında gerçekleşen yüzde 8,45'lik enflasyona göre memur maaşlarında ayarlama yapılması ise sabit gelirli ücretlilerin enflasyona ezdirilmesinden başka anlama gelmeyecektir. İlk 6 ayın TÜFE'si yukarı gitmesin diye devletin yönlendirdiği enerji fiyatları zamlarını 1 Temmuz'a erteleyen, alkollü içkiler ve sigara üzerindeki ÖTV'yi, yasa öyle öngörmesine rağmen, bir CBK ile 6 ay erteleyen anlayış tam AKP tarzı bir fırsatçı anlayıştır.

Sonuç

Daha önce yazmıştık: Enflasyon hırsızlıktır. Soframızdaki ekmeğin, cebimizdeki paranın kapitalist piyasanın ve kapitalist devletin "görünmez" mekanizmalarıyla çalınmasıdır. Daha kibar (bilimsel) tanımıyla ise, enflasyon en adaletsiz vergidir. En çok sabit gelirliyi yani ücretli olarak çalışan emekçi çoğunluğu ve düzensiz gelirli yoksulları vurur. Bilinçli olarak körüklendiği dönemlerin olması da bundandır: Borçluların (bu arada en büyük borçlu olan devletin) borç yükünü aşındırmanın (borçlar yerli para cinsindense elbette) bazen tercih edilen bir yöntemidir. 

Ama işin esasında, emek ile sermaye arasında kurulan üretim ve bölüşüm ilişkilerine, sonradan emek aleyhine dıştan bir müdahale anlamını taşır. Bu anlamda, adaletsiz kamu gelir ve harcama sisteminin ikincil bölüşüm ilişkilerine yaptığı olumsuz etkileri daha da pekiştirici bir işlev görür. Enflasyona karşı kararlı bir mücadele bu bakımdan emekçilerin sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Tam da bu nedenle, AKP türü parazit sermaye partileri enflasyona karşı kararlı bir mücadele içinde olamazlar. Hatta gelişmiş kapitalist ülkelerde bile, sıfır enflasyon tercih nedeni değildir; yüzde 2-3 bandında tutulabilen kontrollü bir enflasyon, sermayenin değer yitim süreçlerini denetlemenin bir aracı olarak birikim rejiminin tercihleri arasında yer alır.

TEİAŞ

TMMOB Makina Mühendisleri Odası (MMO) Enerji Çalışma Grubu Başkanı değerli dostumuz Oğuz Türkyılmaz'ın ilettiği TMMOB - MMO Başkanı Yunus Yener’in yaptığı “Elektrik Ağının Kamuda Kalan Son Halkası Olan TEİAŞ Özelleştirilmemeli, Özelleştirilen Kamu Varlıkları ve Hizmetleri Kamulaştırılmalıdır” başlıklı açıklamanın bir bölümünü ekte bilgilerinize sunmayı bir görev biliyorum:

"İktidar, yirmi yılda elektrik sektörünün üretim-iletim-dağıtım faaliyetlerini içeren dikey bütünleşik yapısını bozmuştur. Tüm elektrik dağıtımı özel şirketlere devredilmiştir. Kamunun elektrik santrallarının büyük bir bölümü özel şirketlere satılmış ve kamu payı yüzde 20’nin altına düşürülmüştür. İstanbul dışında bütün ülkede gaz dağıtımı özel şirketlere bırakılmış, petrol rafinerileri ve temel petro-kimya sanayii de büyük özel sermaye gruplarına devredilmiştir. 

Kamu kaynaklarını fütursuzca harcayıp tüketenler, şimdi de kamunun elinde kalan son varlıkları satışa çıkarmaktadır. Cumhuriyetin temel bir kuruluşu olan MKE özelleştirme sürecine sokulmaktadır. 

Şimdi sıra, ülkenin en büyük kuruluşlarından, elektrik sektörünün temel ve kilit bir kuruluşu olan TEİAŞ’ın özelleştirilmesine gelmiştir. Bu girişim, kamuya yani halka ait varlıkların yeni bir talan örneği olacaktır. Oysa dünyanın birçok ülkesinde, elektrik iletimi, kamusal bir hizmet olarak kamu eliyle gerçekleştirilmektedir. 

Genel olarak enerji, özel olarak elektrik enerjisi üretimi-iletimi-dağıtımı, toplum çıkarları doğrultusunda, kamu kuruluşları eliyle verilmesi gereken kamusal hizmetlerdir. Bugüne değin bedeli yüz milyarları geçen kamu kaynaklarının aktarıldığı özel şirketlerin faaliyet gösterdiği elektrik sektörünün başarısızlığı açık ve vardığı nokta ortadadır. Her yıl 40 milyar doları aşan enerji girdileri ithalatı, son iki buçuk yıl içinde yüzde 70 oranında artan elektrik ve gaz fiyatları ve faturalarını ödeyemedikleri için elektrik ve gazları kesilen yüzbinlerce aile bulunmaktadır.

Elektrik Ağının Kamuda Kalan Son Halkası Olan TEİAŞ Özelleştirilmemeli, Özelleştirilen Kamu Varlıkları ve Hizmetleri Kamulaştırılmalıdır.

Yeni ve Güçlü Kamu İşletmeleri Oluşturulmalı; Elektrik Üretim- İletim- Dağıtımı Türkiye Elektrik Kurumu (TEK); Petrol ve Doğal Faaliyetleri Türkiye Petrol ve Doğalgaz Kurumu (TPDK) Çatısı Altında Birleştirilmelidir".

Oğuz Oyan / SOL

5 Temmuz 2021 Pazartesi

Nedim’in ahı var üzerinizde - Timur Soykan / BİRGÜN

Üniversiteli Nedim Yurtdaş inşaatta çalışırken öldü. Okuldayken yoksul ailesine destek olamamak ona zül olmuş ve inşaatta işe girmişti. Nedim yaşam savaşı verirken ülke, Paramount Otel’in beleşçilerini, rüşvetleri konuşuyordu.

Nedim Yurtdaş Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Psikoloji Bölümü 3. sınıf öğrencisiydi, 24 yaşındaydı.

Kısa hayatı yoksulluk ve zorluklarla doluydu.

Diyarbakır’ın Ergani ilçesine bağlı Selman Köyü’nün Soğuktepe Mezrası’ndaydı briket evleri. Çorak toprağın ıssızlığındaki evin bacasından sobada yanan tezeğin dumanı yükselirdi.

Gözlerden uzak fakirlik kışın karla kapanan yollarla ulaşılmaz olurdu.


Anne-babasının ilk çocuğuydu Nedim. 4 kardeşi vardı. Yollar açıldığında mevsimlik işçi olarak çalışmak için eşyalarını toplamaya başlarlardı.

‘Dayıbaşı’nın minibüsü onlar gibi yoksul aileleri çorak topraklarından ucuz işgücü olacakları bereketli tarlalara, bahçelere taşırdı.

Nedim ve kardeşleri, balık istifi yoksul kervanlarda, Türkiye’nin dört bir yanındaki mevsimlik işçi çadırlarında büyüdü. Okullarda karneler dağıtılırken Nedim güneşin altında tarlalarda çalışıyordu. Fırsat bulabilirse çadırın köşesinde kaçırdığı dersleri kitaplardan okuyordu.

Köye döndüklerinde elleri nasır ve kesik dolu olurdu.

Buralarda bu yoksulluktan, bu çileden tek kurtuluş yolu vardı:

Okumak.

Annesi, babası evlatlarına hep bunu söylerdi. “Siz okuyacaksınız” derlerdi.

Nedim’in tarlalarda çalışmaktan yaralı eli kalemi zor tutardı.

Bütün olanaksızlıklara rağmen başardı.

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü kazandı.

Hem okuyacak hem çalışacaktı.

Ailesini yoksulluktan kurtaracağı günlerin hayalini kuruyordu üniversitenin kapısından girerken.

Ama…

Bu bölgede üniversiteyi kazanan yoksul Kürt çocukların bir azabı vardır. Ailesi açlığın pençesindeyken üniversiteye gelen öğrenciler, vicdani yük hissederler üzerlerinde. Okuldayken ailelerine destek olamamanın ağırlığı yüreklerinde birikir. Bu psikolojik baskıyı analiz edebilir elbette psikoloji bölümü öğrencisi ama ne çare.

Nedim’in tek derdi yurdun parasını ödeyebilmek, ders kitaplarını satın alabilmek değildi. Her fırsatta işe giriyor, ailesine para göndermeye çalışıyordu. Bunun için derslerini aksattığı oluyordu.

Okul tatile girdiğinde de inşaatlarda çalışırdı.

Kız kardeşi de Türkçe öğretmenliği bölümünü kazanmıştı.

Bu yıl iki erkek kardeşi de üniversite sınavına girmişti. İkisinin 360 TL sınav ücreti bile fakirliklerinde yüktü.

Bir araya geldiklerinde henüz ilkokul öğrencisi olan en küçük kardeşlerinin kendileri gibi zor bir hayatının olmaması için yapacaklarını konuşurlardı.

Bu yaz…

Finaller biter bitmez çantasını hazırladı Nedim.

Akrabasının inşaatlarda çalıştığı İstanbul’un yoluna düştü.

Bütünlemeye kaldığı derslerin sınavları vardı ama inşaatta iş bitmediği için okuluna dönemedi.

21 Haziran 2021 günü…

Üniversitede bütünleme sınavı varken…

Beton tozunun, terine yapıştığı sıcakta, sadece bir anlık hata, yanlış attığı bir adımdı. Nedim havalandırma boşluğuna düştü, ağır yaralandı, hastaneye götürüldü.

Nedim yaşam savaşı verirken…

Türkiye’nin gündeminde Sedat Peker’in ifşaları vardı.

Nedim şantiyenin ranzalarında uyurdu, Paramount Otel’in geceliği 10 binlerce lira villalarında eski Başbakan, hâkimler, Savunma Sanayi Başkanı, Emniyet Müdürü, kendine gazeteci diyen rüşvet aracıları kalmıştı.

Nedim alın teriyle kazandığı 180 TL yevmiyesinin 100 lirasını ailesine gönderirdi, Veyis Ateş, Sezgin Baran Korkmaz’dan dava dosyasını kapatmak için 10 milyon avro istiyordu. Otelin işletmecisi Cihan Ekşioğlu’nun kemerinin tokası 50 bin dolardı. Karısı Bodrum’dan İstanbul’daki kuaförüne özel jetiyle gidiyordu.

Nedim izin gününde İstanbul’da otobüse bile binmezdi ailesine göndereceği para eksilmesin diye. Ülke, İçişleri Bakanı’nın seçim kampanyasında Sezgin Baran Korkmaz’ın (SBK) 43 milyon dolarlık ultra lüks uçağıyla seyahatlerini konuşuyordu.

Nedim şantiye yemekhanesi dışında canının çektiği yemekleri yiyemez, boğazından geçmezdi. O yoğun bakımdayken Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Politikaları Kurulu Üyesi Korkmaz Karaca’nın lüks otellerdeki bornozlu fotoğrafları internette dolaşıyordu.

Başkanlık Sistemi’nin Saray’daki ibretlik bir portresiydi. Halkın vergilerinden yüksek maaşı cebine indirirken ‘resmi görevi’ kağıt üzerinde iyi bir ekonomi yönetimi sağlamaktı.

Yani…

Nedim gibi üniversiteli gençlerin inşaatlara sürüklenmeyeceği bir ülke için çalışması gerekirdi. Oysa Deniz Baykal’a şantajla ülke siyasi tarihi değiştirilirken aldığı rolün sefasını sürüyordu. Saray’a tünemesinin avantalarını topluyor, SBK’nin lüks otomobilinde, yalısında gününü gün ediyordu.

Nedim tedavi gördüğü hastanenin yoğun bakımından 8 gün sonra çıkarıldı. Normal odaya alındığı günün gecesi kötüleşti.

Ülkenin gündeminde Sağlık Bakanlığı ihaleleriyle ilgili skandallar vardı. Günler sonra İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun kuzeninin Sağlık Bakanlığı’ndan 10 milyon TL’lik ihaleler aldığı ortaya çıkacaktı.

Nedim kötüleştiğinde hastanenin yoğun bakımında boş yatak kalmamıştı. Başka bir hastaneye götürülürken artık çok geçti.

Nedim, 24 yaşında öldü.

Boğazından haram tek lokma geçmemişti. Emeğiyle kazandığını bile gönül rahatlığıyla harcayamamıştı.

Bu yolsuzluk sistemi onun hayatını harcadı.

Belli ki…

Ölüsü bile adalete aç kalacak.

Acaba iş cinayetindeki ihmaller nelerdi?

Neden yoğun bakımdan çıkarıldı?

Tarihinin en büyük skandalını yaşayan ülkede mahkeme kürsüleri arkasında saklanmış yargıdan Nedim için adalet beklenir mi?

Nedim Yurtdaş’ın üniversitedeki hocasıyla konuştum.

“Mahcup, sessiz, tertemiz bir gençti” dedi. Devam etti:

“Çok öğrencimiz var Nedim gibi. Ailesi açken okumak zül onlara. Psikolojik bir baskı 

altındadırlar. Suçlu hissederler kendilerini. Her fırsat bulduklarında eve para 

göndermek için çalışırlar.”

Nedim’in ahı var bu ülkenin emeğini sömüren bütün hırsızların üzerinde.

Sorarlar bir gün sorarlar…

Timur Soykan / BİRGÜN