14 Temmuz 2021 Çarşamba

Tuz Gölü, Uzungöl, Salda, Saros, Patara... Neden korunamıyor? - Yusuf Yavuz / SOL

 Türkiye binlerce yıldır Anadolu coğrafyasının ayırt edici doğal mirası olan Özel Çevre Koruma Bölgelerini neden koruyamıyor?

Yasa var, uygulama ve yaptırım yok. Doğa var, doğa koruma yok. 

Türkiye'nin en önemli doğa miraslarından biri olan Tuz Gölü'nde binlerce yavru flamingonun ihmal yüzünden ölmesi dehşet verici. 

Türkülere, efsanelere konu olmuş, halk arasında "allı turna" olarak anılarak kutsanmış, saygı duyulmuş bir canlı olan flamingoların en önemli yaşam alanlarından olan Tuz Gölü, Türkiye'deki 18 ÖÇK (Özel Çevre Koruma) Bölgesinden biri. Salda, Uzungöl, Saros ve Patara ise diğerleri arasında…

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, geçtiğimiz günlerde ülke genelindeki ÖÇK'lardaki doğal yaşamı ve güzellikleri yansıtan bir fotoğraf yarışması yapılacağını duyurdu. Türkiye'nin ÖÇK bölgeleriyle özdeşleşmiş doğal güzellikler ve canlı türlerinin görselleriyle hazırlanan yarışma afişi, günlerce bakanlığın resmi internet sitesinin açılış sayfasında tutuldu. Başvuru süresi geçtiğimiz 10 Temmuz tarihine kadar uzatılan yarışmanın birincisine 15 bin, ikincisine 10 bin, üçüncüsüne de 5 bin lira para ödülü verileceği duyuruldu...














Yıkımın fotoğrafını çekmek

Topluma doğa sevgisini ve farkındalığını aşılamak için bir yanıyla güzel bir girişim denilebilir fakat mevcut koşullarda artık bunu diyemiyoruz. Çünkü Türkiye'de doğal alanlar ne yazık ki korunamıyor, yeterince denetlenmiyor. ÖÇK denilince ilk akla gelen birkaç doğal alanı ve son yıllarda buralarda gündeme gelen uygulamalara bakıldığında, ÖÇK'ların güzelliği ve barındırdığı türlerden çok yaşanan sorunların ve yıkımın fotoğraflarıyla baş başayız.

Tuz Gölü'ndeki flamingo ölümleri...









Türkiye'nin korunan alanları tahribatla baş başa

Tuz Gölü dışında Türkiye'deki ÖÇK Bölgeleri şunlar: Uzungöl, Patara, Saros Körfezi, Salda Gölü, Göksu Deltası, Belek, Fethiye-Göcek, Datça-Bozburun, Kaş-Kekova, Foça, Gökova, Gölbaşı, Ihlara, Köyceğiz-Dalyan, Karaburun Ildır Körfezi, Finike Denizaltı Dağları, Pamukkale.

Bu listeye bakıldığında, birçoğunun gündeme gelme nedeni barındırdığı güzelliklerden çok üzerinde uygulanan yıkıcı projeler ya da tahribatlar. Kiminde kum hırsızlığı, kiminde çarpık ve plansız yapılaşma, kiminde boru hattı, kiminde ise millet bahçesi projesi gündeme geliyor. Salda’da yıllar önce yapımına onay verilen gölet, aynı bakanlık tarafından iptal edilebiliyor. Onca uyarıya rağmen yapılan kamu harcamasının yanında telafisi imkansız olan ekolojik maliyet de cabası.

Kurumlar arasındaki iletişimsizlik

Tuz Gölü'deki flamingo ölümlerinin nedeninin, tarımsal sulama için göle ulaşan ve bu dönemde yaşamsal önemde olan suların önüne set çekilmesi olduğu belirtiliyor. Türkiye'de kurumlar arasındaki yetki karmaşası ve koordinasyon eksikliği bu konudaki en önemli sorunların başında geliyor.

Tuz Gölü'ndeki flamingo yavruları bir zamanlar koloni halindeydi.









‘Yatırımcılar’ kahraman, korumacılar ‘istenmeyen kişi’

Salda Gölü'nde, Burdur Gölü'nde, Eğirdir'de... Tarım ve Orman Bakanlığı'nın bir kurumu (DSİ), yıllardır kuru tarım yapılan bölgelerde yaşayan halkı popülizm uğruna sulu tarım yapmaya teşvik ederken, göllerin çevresinde onlarca gölet inşa ediliyor, binlerce kuyu açılmasına seyirci kalıyor. Kısır döngüye giren üretici ise ürettikçe borçlanıyor, borcunu ödemek için daha çok üretmek istedikçe batıyor… Aynı Bakanlığın diğer bir kurumu ise (DKMP), aynı göllerin sulak alan vasfını koruma için çaba harcıyor, harcamaya çalışıyor. Kendisine “yatırımcı” misyonu verilen DSİ’nin yöneticileri taşrada “suyu getiren adam” olarak siyasi popülizmin aracı haline dönüştürülürken, korumacı politikaları gözetmekle görevli olan DKMP yöneticileri ise “kısıtlayıcı” olarak kodlanıp sevimsizleştiriliyor.

Koruma politikaları hayat kurtarır

Oysa Tuz Gölü’nde mevcut yasal düzenlemeler çerçevesinde yeterli denetim yapılıp yaptırımlar uygulansaydı, binlerce can kaybı yaşanmayabilirdi. Çünkü koruma politikaları aynı zamanda hayat da kurtarır.

Koruma çabaları tek bir imza ile boşa çıkabiliyor

Bir diğer yanıyla da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın sorumluluğunda olan doğal sit ve ÖÇK vasfındaki doğal alanlar da çevresindeki vahşi sulama, inşaat, madencilik, otoyol, HES, baraj ve benzeri projelere karşı elde kalan doğal alanların kırpılıp kırpılıp kuşa çevrilmesinin önüne geçmeye çalışıyor. Tek adam yönetiminin hâkim olduğu bu dönemde bütün bu koruma çabaları bazen tek bir imza ile yayınlanan kararlar ile bir gecede boşa da çıkabiliyor...

Türkiye'nin doğası sadece fotoğraflarda mı kalacak?

Türkiye'de onlarca koruma yasası var. Ancak yasalar yaşamı korumaya yetmiyor. Keyfilikten uzak, radikal önlemlerin alındığı, denetim ve yaptırım mekanizmalarının harfiyen uygulandığı bir doğa koruma anlayışını uygulamaya koyamazsak, Tuz Gölü'nün flamingoları gibi daha binlerce tür ve onlarca doğal alan sadece fotoğraflarda kalacak. 

Yusuf Yavuz / SOL

Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti neden izolasyonu 'seçti'? - EMİR AHMET ARDA / SOL- Görüş

 "Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin hem bir politika olarak izolasyonu tercih etmesinin hem de bir nevi bu politikaya mecbur bırakılmasının sebepleri var."



Tarih 19.yüzyılı gösterdiğinde Batı, emperyalist yayılmacılığının doruk noktasındaydı. Gambot Diplomasisi adı verilen ve tüccar kaptanların liderliğindeki savaş gemileri, dünyanın bir ucundaki her devlete kök söktürmeye başlamıştı. Hatta bazı maceracı kapitalistler kendi adlarına Amerika’nın “arka bahçesinde” devlet ilhak etme girişimlerinde bulunuyorlardı.

Böyle bir dünyada Kore, o zaman Joseon Krallığı adında, Qing hanedanlığına haraç ödeyen bir krallıktı. Bütün iç çelişkilerine rağmen Kore uzun yıllar boyu izoleydi. 1866 yılına gelene değin Batılılara karşı da oldukça kapalı bir tutum almış, Kore Monarşisi de batıya oldukça şüpheyle yaklaşıyordu. Şüpheci tutumlarına rağmen General Sherman Hadisesi'ne kadar Batı'dan gelen diplomatik ve ticari girişimleri, komşusu Çin’e göre oldukça nazikçe reddediyordu. Nitekim General Sherman adlı zırhlı geminin Kore’ye geldiği zamandan hemen önce Alman bir tacir olan Ernst Oppert, Kore ile ticaret yapmak için uğraşmış fakat bir sonuç elde edememişti. Bu tacirin her şeye rağmen ihtiyaçları sağlanmış fakat ticaret anlaşması kesinlikle reddedilmişti. Bu tacir hakkında da ufak bir not eklemekte fayda var: Oppert, Koreliler ile ticaret yapmak için kral mezarlarını soyup, Prens Namyeon’un kemiklerini çalmaya ve bu sayede ticaret hakkı elde etmeye çalışmıştır. Bu kemikleri kullanarak hanedanlığa karşı bir koz elde edeceğini düşünmüştür.


“General Sherman Hadisesi” KDHC tarihçileri açısından ABD’nin Kore’yi işgalinin başlangıcı olarak kabul edilir. Dört topu ve doksan mürettebatı olan zırhlı Amerikan gemisi Taedong Nehrinden geçerek Pyongyang’a gelmiş ve ticaret yapmak istediğini bildirmişti. Ticaret önemli bir kelime, çünkü ticaret kelimesi aynı zamanda yağmayı ve soygunculuğu da içine alıyor.

Bazen tarihi metinlerde ticareti görünce basit bir takas ekonomisini hayal edebiliyoruz. Fakat yağma, soygunculuk, tehdit ve zorla alıkoyma da bu tarihlerde ticaretin olmazsa olmazı. General Sherman isimli silahlı geminin ticaret yapma isteği Kore otoriteleri tarafından geri çevrilmiş ve kendilerine yiyecek ve içecek getirildikten sonra Kore karasularının terk edilmesi istenmiştir. Gemi ise karşılık olarak önce yemek getiren görevlileri esir almış, daha sonra çevredeki küçük teknelere ateş açarak yoluna devam etmiştir. Gambot Diplomasisi denilen kavram da zaten budur. Ticaret yapmak için yerel unsurlara silahlarının kuvveti gösterilir, katliamlar ya da hanedanın esir edilmesiyle beraber anlaşmalar imzalanır. General Sherman ise bilmediği bu topraklarda Avrupa’nın demir ve baruttan oluşan gücünü vahşice gösterirken beklenmedik bir direnişle karşılaşır. Önce gel-gite yakalanan zırhlı gemi Pyongyang halkının dalgaları kullanarak alev botları yollaması ve garnizondaki askerlerin tüfek ve oklarla yaylım ateşine tutmasıyla alev alır. Kısa bir süre sonunda gemi ve mürettebat Taedong Nehri’nin derinliklerine gömülür.

Bu hadise diğer batılı emperyalist güçlerin harekete geçmesine sebep oldu. Kore artık izolasyon politikasını uygulayacak durumda değildi. Çünkü General Sherman hadisesinden sonra Fransız, Japon ve Amerikalı kuvvetler Kore’yi birçok kez işgal etmeyi denediler. Özellikle stratejik bir konumda olan Ganghwa Adası 19. Yüzyıl’da arka arkaya saldırıya uğradı. Fransızlar 1866'da tam iki defa işgal denemesinde bulundular. Gittikleri yerde mezar yerlerini ve tarihi eserleri yağmaladılar. Kore’de yabancı düşmanlığı neticesinde öldürülen dokuz Fransız Misyoner karşılığında dokuz bin Koreli ve idam emrini veren yöneticileri almaya çalıştılar. Fakat Kore’deki sert direniş işgalin sürekli olmasını engelledi. Daha sonrasında Amerika zırhlı gemisinin intikamı ve kraliyet mezarlıklarındaki zenginlik dedikoduları sebebiyle 1871 yılında bir kez daha saldırıya geçti. Amerika’nın saldırıları 1882’de Kore’yi sömürüye açan bir ticaret anlaşması imzalanana kadar sürdü. Japonya ise bir Gambot diplomasisi sonrasında 1876 yılında Korelilere karşı eşit olmayan bir anlaşma imzalamayı başardı. 1910’da Japonya’nın diğer emperyalist devletlerden aldığı onay ile Kore’yi tam anlamıyla işgal etmesine kadar, Kore birçok işgal seferine maruz kaldı.

Bu olaylar modern Kore devletinin hala neden izolasyona bu kadar yatkın olduğunu da gösteriyor aslında. Kore yakın çağ içinde birçok kez işgal ediliyor. Emperyalizm tarafından ölülerine kadar soyuluyor. Feodal idareciler kendilerinden de beklediği gibi birçok defa Kore halkını yalnız bırakıyor. 

Kore Monarşisi kendilerine yapılan işgal seferleri karşısında çareyi bir denge politikasında arıyor. Joseon Krallığı’nı o dönem yöneten Min hanedanlığı Rusçu bir politika izlemeye başlayınca, Japon diplomatlar bir darbe ile iktidardaki kraliçeyi öldürüp bedenini sarayda ateşe veriyorlar. Hanedan bu durum sonrası Rus elçiliğine sığınmak zorunda kalıyor. Bu başarısız feodal yönetim altında yaşayan halk ise saray darbesine 10 Şubat 1894 tarihinde Kobu ilçesinde başlayan bir isyanla cevap veriyor. Ağır vergiler altında yaşayan köylüler Jon Pong Jun önderliğinde bir ayaklanma başlatıyorlar. Bu ayaklanma genel olarak huzursuz olan taşrada karşılık buluyor ve kısa sürede bir köylü savaşına dönüşüyor. Yöneticiler Qing Çin’ininden ordu talep ederek bu isyanı bastırmak istiyorlar. Japonlar için ise bu ayaklanma Kore’yi derdest altına almak için daha fazla asker yollama şansı demek oluyor. İsyancılar ve yöneticiler arasında “Kötü Yönetimi İyileştirme Programı” adı altında 12 maddelik bir barış imzalansa da Kabu Reformu, Japon işgalciler sebebiyle uygulanamıyor.

1910 yılından İkinci Dünya savaşının sonuna dek süren Japon işgalinin bitmesinden beş yıl sonra herkesin malumu olan bir “Kore” savaşı yaşanıyor. Savaşın ismi Kuzey Korelilerce “Anavatanı Kurtarma Savaşı”.

Bu yazımızda ne işgalden ne de kurtuluş savaşından uzun uzun bahsetme şansımız yok. Bu savaştan uzun uzun bahsetmesek de KDHC’nin izolasyonunu anlamak için savaşın yarattığı felaketi sadece ama sadece hava bombardımanı açısından incelemekte fayda var.

Türkiye’nin de asker yolladığı Kore savaşında Amerika, Kore’de işe yarar tek bir binayı ayakta bırakmayana dek bir bombalama stratejisi yürütme kararı aldı. Bazen bizlerin hayal gücü, felaketin boyutlarını tahayyül etmekte zorlanıyor ama bundan yetmiş sene önce Kore’de ayakta kalmış tek bir kent ya da kasaba kalmayana denk ABD tarafından bombalandı. Tarım arazileri ve kasabalar napalm ile yakıldı ve üç yıllık savaş süresince ABD, bu uzak diyarlardaki ülkeyi nükleer ile yok etmeyi birçok kez masaya yatırdı. Koreliler konvansiyonel bir savaşın getirdiği yıkımların da ötesinde bir kayıp yaşarken, ayrıca tamamen ortadan kaldırılma tehlikesiyle de hayatlarını sürdürdüler. Savaş sırasında bombalama ve işgal sırasında Kore’nin sivil nüfusunun yüzde 10-15’inin hayatı kaybettiği tahmin ediliyor. ABD, bu savaşta bilerek sivil yerleşim yerlerini hedef aldı ve yok etti. Bu aynı zamanda Korelilere Komünizmi seçmenin bedelini ödetmek anlamına geliyordu.

Yok etme savaşına rağmen bugün ABD’nin karşısında Washington’da aynı korkuları yaratacak sosyalist bir devlet var. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin hem bir politika olarak izolasyonu tercih etmesinin hem de bir nevi bu politikaya mecbur bırakılmasının sebepleri var. Fakat onların bu tavrı dünya halkları için büyük bir kayıp. Çünkü bu ülkenin insanları yıkıntılar arasından bir ülke kurdular. Onurlu bir yaşam sürmeyi seçtiler ve bunun için dövüştüler. Silah ve bombalarla yenilmeyen bu ülkenin insanlarını yok etmek için şimdi de tıpkı Küba’ya yapıldığı gibi bir ambargo uygulanıyor. Onlardan gelen haberler dünya basını tarafından görmezden gelinirken sadece görmemizi istedikleri haberler gizli servislerin fonladıkları “Özgür Asya” kanallarını oluşturuyor. Biz de onlar hakkında bir bilgiye ulaşmak istediğimizde yıkıntılar arasından seçiyor ve okuyabiliyoruz ancak. Yine de KDHC ilerliyor ve dostça yahut şüpheyle bile olsa kurdukları bu ülke hepimizin ilgisini çekiyor.

EMİR AHMET ARDA / SOL- Görüş

                                                                ***

KUZEY KORE'Yİ ANLAMA (I-II)

(I) Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC), irrasyonel yöneticilerin tercihleri sonucunda değil, tarihsel koşullar altında bugüne geldi. KDHC'nin hikayesinde pek tartışılmayan noktalara işaret eden Stephen Gowans'ın "Kuzey Kore'yi anlamak" makalesinin ilk kısmını okurlarımızla paylaşıyoruz.(26/12/2011)



Kuzey Kore’yi Anlamak Stephen Gowans “Che Guevara 1965 yılında Pyongyang’ı ziyareti sırasında basına verdiği bir demeçte Kuzey Kore’yi devrimci Küba’nin takip etmesi gereken bir model olarak betimledi.” [1]

Kuzey Kore’ye türlü çevreler tarafından değişimli olarak küfür ediliyor ve bu ülkeyle sürekli alay ediliyor. Ülkenin lideri Kim Jong-il’i sağcılar şeytanlaştırırken, solcular ise – Guevara ile onun bugünkü hayranlarını bir kenara bırakırsak - onunla dalga geçiyor. Kimse çıkıp herhangi bir kanıt göstermese de, Kim’in çıldırmış biri olduğu söyleniyor. “Herkes öyle olduğunu söylüyorsa, o zaman öyle olmalı” olarak tariflenecek bir durum. Kore uzmanı Bruce Cuming’in belirttiği gibi, Che’nin övgü dolu sözlerini yönelttiği Kim, neoliberalizme ve küreselleşmeye karşı tepeden aşağı bir alternatifin lideri olarak solun simgelerinden biri olabilirdi.[2]

Bunun yerine tombul Kim, kötü saç kesimiyle ve üzerine oturmayan elbiseleriyle bir Dr. Evil karikatürü oldu. Böylesi uğursuz bir karaktere yakışır şekilde, ülkesinin uluslararası barış ve güvenliğe bir tehdit olduğu ve nükleer bir savaşa meyilli bir kışkırtıcı olduğu söyleniyor. Ayrıca, ekonominin yıllardır süregelen kötü yönetiminin Kuzey Kore’yi ekonomik olarak umutsuz bir vakaya dönüştürdüğü ve ülke vatandaşlarının, en iyi anlamda tutsaklarının, açlıktan kırıldıkları ve acımasız bir diktatörün baskısı altında oldukları iddia ediliyor.

Medya tarafından önümüze konan bu karikatürü bir kenara koyarsak, bu ülke hakkında bilinenlerin ne kadar bulanık ve belirsiz olduğunu Kore karşıtı öğretilerini – askeri devlet, yalnız krallık, beynelmilel parya - ezbere sıralayabilecek insanlar dahi kabul ediyor. Ancak, bu hep böyleydi. 1949 gibi erken bir yılda Anna Louise Strong, ülke hakkında çok az bilginin mevcut olduğunu ve gazete manşetlerinin gerçekleri ortaya çıkarmaktan ziyade çarpıttığını yazıyordu.[3] Gerçeklerin çarpıtılmasının, hatta ve özellikle bugünlerde çarpıtılmasının, sebeplerinden biri bir tümevarım çerçevesinde açıklanabilir. İkinci Dünya Savaşı’nın Pasifik ayağı, büyük oranda ABD’nin ve Japonya’nın Kore yarımadasını da içine alan Pasifik bölgesindeki hâkim ekonomik çıkarlarının çatışmasının ürünüydü. Japonya Kore’yi 1910’dan yerel direnişin güç kazandığı ve Sovyetler Birliği’nin Pasifik Savaşı’na girdiği 1945’e kadar işgal etti. Direnişin en önemli figürü, Kuzey Kore’nin kurucusu Kim İl-sung idi. Tokyo’nun teslim olmasından sonra ABD, Kore’yi de içine alan eski Japon kolonilerinin kontrolünü ele geçirmeye çalıştı. Kim’in gerilla savaşı bu planı bozdu. ABD dış politikasını ve kitle iletişim araçlarının ellerinde bulunduran birleşik zengin kapitalist aileler, Kuzey Kore’nin kendi çıkarlarına bir tehdit oluşturduğunu fark etmekte gecikmediler. Kore Halk Cumhuriyeti ne serbest ticaretle serbest girişimi hoş görüyordu ne de ABD sermayesinin ülkeye serbest geçişine izin veriyordu. Gelişimine izin verdiği ise, Amerikan destekli neoliberalizme karşı bir örnek, diğer ülkelerin takip edebilecekleri bir örnek, Che gibi devrimcilere ilham kaynağı olmuş bir modeldi. Manşetler öğretmekten ziyade aldatıyor, çünkü Kuzey Kore bunları hazırlayanların çıkarlarının tam karşısında yer alıyor.

Benim bakış açım hâkim anlayışla, yatırımcıların, bankacıların ve zengin ailelerin çeşitli yollarla aktardıkları görüşlerle uyumlu olmayacak. Ben Kuzey Kore’ye boyun eğdirmeye çalışanlarla taraf değilim, yaptırımlardan ve savaştan yana değilim, Kuzey Kore’nin silahsızlandırılmasından yana saf tutmuyorum. Ve ben kesinlikle bir zamanlar Washington’un Kuzey Kore politikasını açıklayan ABD’nin (eski) Birleşmiş Milletler Büyükelçisi John Bolton’dan yana değilim. New York Times, Washington’un Kore Halk Cumhuriyeti’ne dönük tutumunu sorduğunda Bolton “kitaplığa yöneldi, oradan bir kitabı alıp masanın üzerine fırlattı. Üzerinde “Kuzey Kore’nin Sonu” yazılıydı.” ““Bizim tutumumuz”, diyordu Bolton, “işte bu!””[4]

Kim Jong-il’in bir deli olduğuna inanmıyorum. Delilik üzerinden yürütülen bu karalama, aslında sonuna kadar gülünç olan Kuzey Kore’nin dünya için bir tehlike olduğu iddiasına içerik katmanın bir yolu. Bu böyle değil. Eğer Kuzey Kore bir tehdit oluşturuyorsa, bu ABD'nin Kore yarımadasının baştan aşağı kontrol etme planına karşı yürüttüğü bir meşru müdafaa tehdididir.

Çatışmanın ikinci dünya savaşı öncesi kökenleri

Japonya Kore’yi 1910 yılında kolonileştirdi. Bundan sonraki gelecek 35 yıl boyunca Kore, Japon endüstri devleri ve yatırımcıları için Korelilerin acılarından ve kanından çıkarılan sonu gelmez bir karın kaynağı oldu. Sayısız Koreli zorla gemilere bindirilerek Japonya’ya gönderildi, kimileri burada köle olarak kullanılırken kimileri de seks kölesi olarak çalıştırıldı. Fakat Japonya yarımadayı tek başına talan edemezdi. Onlara yardım eden Koreli sanayiciler ve zengin toprak sahipleriydi. Bu dönemde Japon efendileriyle uyum sağlayan da, sonrasında ABD işgal hükümetiyle işbirliği içerisine giren de, Güney Kore devletinin kilit pozisyonlarına yerleşenler de onlardı.

Pearl Harbor Japonya ile ABD arasındaki savaş durumunun başlangıcı olarak bilinse de, iki ülke Pearl Harbor’dan çok öncesinde bir çatışma durumunun içerisine düşmüşlerdi. İki ülke de Pasifik kıyısındaki ülkeleri kendi zenginlerini korumak için bir tekel biçiminde nüfuzları altına almak istiyordu. Tokyo diğer emperyalist güçleri bölgeden uzaklaştırmak için silahla desteklenmiş saldırgan ve genişlemeci bir dış politika izlerken, hâlihazırda Filipinler, Guam, Hawaii ve Samoa’da hâkimiyeti eline geçiren ABD, Çin’deki ihracatçıları ve yatırımcıları için açık bir kapı arıyordu. İki taraf da egemen bir rol için fırsat kolluyorken, er ya da geç birbirlerine düşmeleri kaçınılmazdı.

Savaş başladığında Washington umutlandırıcı bir beklentinin içindeydi. Eğer Japonya yenilirse, kolonileri ABD'nin kontrolüne geçebilirdi. Belki bunlar tam anlamıyla birer koloni olmayacaklardı, ama bu topraklarda ABD'nin sesi egemen olabilirdi. Diğer deyişle, savaşın başarıya ulaşması ABD'nin savaştan önce arzuladıklarının tümünün gerçekleşmesi anlamına gelecekti. Pearl Harbor’un hemen ardından, ABD Dış İşleri Bakanlığı Kore’de savaş sonrası bir mütevellilik kurulması düşüncesini önüne koydu. Olası bir mütevellilik anlaşmasının savaş sonrası dönemde Washington’un Kore içişlerine etkisine ne kadar katkıda bulunacağı tartışmanın ana ekseniydi. Kore’de mütevellilik anlaşması düşüncesi 1943 yılında Fransa ve Britanya’ya iletildi, ancak iki ülke de böyle bir anlaşmanın imparatorluklarını zayıflatacağı korkusuyla bu öneriyi reddetti.

ABD'nin eseri olan bölünme

Kore yarımadasını 38. paralel boyunca ikiye bölenler Koreliler değildi. Bunu yapan Amerikalılardı. Sovyetler’in Kore yarımadasının kuzeyine beklenenden iki gün önce girmelerinin ardından, 10 Ağustos 1945’te iki Amerikan subayı Dean Rusk ve Charles Bonesteel’e Kore’yi iki ayrı işgal bölgesine bölmeleri emredildi: Biri ABD'ye, diğeri ise Sovyetlere. Amerikalılar 38. paraleli ara hattı olarak seçtiler. Bu durum ABD'ye başkent Seul’ün kontrolünü kazandırıyordu. Sovyetler bu bölünmeyi, Tokyo’nun teslim oluşunu da göz önünde tutarak, Japonya’nın kuzeyinde bir kontrol bölgesi talebinin karşılanması koşuluyla kabul ettiler. ABD bu talebi reddetti.

Japonya’nın teslim olmasından hemen birkaç hafta sonra, Koreliler için Korelilerce oluşturulan başkenti Seoul’de olan bir hükümet kuruldu. İsmi Kore Halk Cumhuriyeti olan bu devletin arka planında Kore’nin Bağımsızlığı Hazırlıkları Komitesi ve taşradaki halk komiteleri bulunuyordu. Demokrasinin savunucusu olduğunu iddia etmesine rağmen, ABD bu hükümeti tanımayı reddetti ve aktif bir şekilde baskı altında tutmaya çalıştı. ABD'nin bakış açışına göre Kore Halk Cumhuriyeti iki sebepten ötürü kabul edilemezdi: (a) ABD'ye karşı sorumlu değildi (b) niteliğinde komünizmin etkisi aşikârdı.

Yeni kurulan yerli hükümetin gelişimine izin vermektense, ABD 1943 yılında kurguladığı planını uygulamaya soktu: Amerikan askeri işgal rejimi. 1948’e kadar varlığını sürdüren bu rejime yerel halk çok büyük oranda karşıydı. Halk yabancı işgalinden bıkmış ve Kore içişlerine müdahaleden vazgeçmeye niyeti olmayan güneydeki işgalci güç tarafından yapay bir şekilde ikiye ayrılmış bir ülke yerine bağımsız ve birleşik bir Kore istiyordu.

Davetsiz misafirler

İşgalin üç ay sonrasında, ABD Askeri Valisi General John Hodge Amerikalılara olan öfkenin giderek arttığını ve Güney Korelilerin bağımsızlıklarını sonra değil, hemen şimdi istediklerini belirtiyordu. “Amerikan yandaşı olmak Japonlarla ittifakla, hainlerle beraberlikle, işbirlikçilikle beraber anılır olmuştu,” diyor Hodge. Her ne kadar belirgin olsa da, Korelilerin anti-Amerikancı öfkeleri görmezden gelinmek zorundaydı. Güney tarafı komünizmin yükselmesi için son derece elverişliydi diye uyarıyor Hodge. Ve artan bir şekilde, Koreliler Sovyetler Birliği’ni bir ilham kaynağı olarak görüyorlardı. Hodge’ın görüşlerini Başkan Truman’ın arkadaşlarından Edwin Pauley aktarıyor. Truman Pauley’in 1946 yılında bölgeyi incelemek ve buldukları üzerinden bir rapor hazırlamakla görevlendirerek Kore’ye gönderiyor. Pauley panik halindeydi. Truman’a dünyada hiçbir yerin burası kadar komünizme hazır olmadığını söylüyordu.

Cüce sanayisini endüstriyel bir deve dönüştürebilmek için sancılı bir süreci göğüslemek zorunda kalan Sovyetler’in aksine, buradaki komünizme meyilli halk komiteleri Japonlardan kalan fabrikalara, demiryollarına, kamu mallarına, doğal kaynaklara el koyabilir ve bunları günden güne herkesin yararına işletebilirdi. Endüstrileşmiş bir ekonomi komünistlerin elinde, sosyalizmin nimetlerini apaçık sergileyen bir araca dönüşebilirdi, ancak daha önemlisi, bu durum Amerikan yatırımcılarının bu kaynaklardan faydalanmasının önüne geçebilirdi. Eğer savaş ganimetlerini elde edemeyeceklerse, Japonları bölgeden kovmanın ne anlamı vardı?

Japonların yokluğunda Japon sömürgeciliği

ABD işgalin ilk yılını yerellerde örgütlenmiş halk komitelerini baskı altında tutarak geçirdi. Hodge Japon emperyal ordusunda görev almış Korelilere, İngiliz dil ofisinin okullarında eğitim olanakları tanıdı. 1948 yılına gelindiğinde Japon emperyal ordusunda görev almış Koreli subaylar tarafından yönetilen altı birimden oluşan bir Kore ordusu oluşturulmuş durumdaydı. Bu subaylardan biri olan Kim Sok-won Mançurya’daki Koreli gerillalara karşı başarılı mücadelesinden ötürü Hirohito tarafından başarı nişanıyla ödüllendirilmişti. Hodge aynı zamanda yerellerde örgütlenmiş olan Kore Halk Cumhuriyeti hükümetini bastırmak amacıyla yüzde 85’i kolonyal güvenlik teşkilatında çalışmış Korelilerden oluşan bir polis gücü de yaratmıştı. İtalya’da Mussolini’nin devrilmesinden sonra, Amerikalılar burada Mussolini’nin uygulamalarını aratmayan işler çeviren bir işbirlikçi sınıf yaratmıştı. İtalyanlar, Amerikalıların kurdukları bu rejime Mussolini’siz faşizm adını veriyorlardı. Aynı şekilde, Kore yarımadasının güneyine Amerikalılar Japonların yokluğunda Japon sömürgeciliğini getirdiler.

Güneyde isyan

Kayda değer bir gerilla hareketliliğinin eşlik ettiği geniş çaplı bir isyan takip etti tüm bu olanları. 1948’e gelindiğinde iç kesimlerdeki birçok köy halk tarafından büyük oranda desteklenen gerillalar tarafından kontrol ediliyordu. 1948 Ekiminde gerillalar Yosu kentini özgürleştirdi ve böylelikle isyan diğer kentlere de sıçramış oldu. Halk komiteleri yeniden kuruldu, Kuzey Kore bayrakları yükseltildi ve kuzeye bağlılık yeminleri edildi. İsyancıların gazetelerinden biri toprağın yeniden dağıtımı, Japon işbirlikçilerinin memuriyetlerinden alınması ve birleşik bir Kore çağrısı yapıyordu. ABD askeri hükümeti sol örgütlenmelere üyeliğe sözde izin veriyordu, ancak polis isyancıları ve solcuları hain olarak görüyor ve onları en iyi ihtimalle tutukluyor ya da kurşuna diziyordu.

1948 yılı içerisinde kuzeye ve komünizme sempatiyle bakan yaklaşık 200.000 Koreli, Ulusal Güvenlik Kanunu’nun gaddar hükümleri uyarınca yakalandı. 1949 yılına gelindiğinde 30.000 kadar komünist hapishanelerdeydi ve 70.000 kadarı da toplama kamplarına tıkılmıştı edebi kelam uyarınca bunlara rehberlik kampları adı veriliyordu. Solculara uygulanan baskı düşünüldüğünde, yarımadanın güneyi 20’lerin İtalya’sını ve 30’ların Almanya’sını hatırlatıyordu benzerlik her geçen gün büyüyordu. İsyana yönelik sıkı tedbirler ABD tarafından organize ediliyordu. Güney Kore askeri birimlerinin resmi kontrolünü ABD o zaman için bırakmış dahi olsa, gizli bir anlaşma uyarınca askeri birliklerin komutası hala ABD’nin elindeydi. Bugün bile Kore Cumhuriyeti ordusu bir savaş durumunda ABD ile hareket etmek durumundadır. Japon istilasına destek vermiş toprak sahibi azınlık ile nüfusun büyük bölümünü oluşturan yoksul köylülerden oluşan Kore ciddi bir şekilde sınıflara bölünmüş bir toplumdu.

ABD bölgeye toplumun çoğunluğunu karşısına alarak, toprak sahibi azınlığın çıkarlarını sürdürmek adına müdahale etmişti. 1948 tarihli CİA raporuna göre Güney Kore, taban tarafından desteklenen ve Japonlara direnişlerinden ötürü büyük saygınlık kazanan komünistlerce kurulan halk komitelerinin kuruluşuyla kendisini ifade eden bağımsızlık hareketi ile Japonlarla işbirliğine gitmiş, ülkenin zenginliklerini tekeline almış ve ABD tarafından desteklenen sağ bir azınlık arasındaki çatışmanın ürünü olarak ikiye bölünmüş durumdaydı. Sağ kanatın herhangi bir popülerliğinin bulunmamasından ötürü, bu grubun temsilcilerini seçimlerde öne sürmek imkânsızdı. Bu sebeple ABD, ülkede uzun süredir bulunmamalarından ötürü işbirlikçilik lekesini üzerinde taşımayan ve komünist fikirlere uzak sürgünlere yüzünü döndü. En sonunda ateşli bir antikomünist olan Syngman Rhee iktidara getirildi. 40 yıl boyunca ABD'de yaşamış Rhee, burada Princeton Üniversitesi’nden doktora derecesi elde etmiş ve bir Amerikalı kadınla evlenmiş biriydi. Bu bağlamda, 30’lu yıllardan bu yana Japonlara karşı direnişin öncüsü olan Kuzey Kore’nin kurucusu Kim İl-sung’la taban tabana zıt biriydi. Cuming’e göre, Güney Kore neredeyse 40 yıldır Kim ve arkadaşlarının 30’lardan itibaren on yılı aşkın bir zaman boyunca savaştıkları Japon efendilere hizmet etmiş askeri görevliler ve bürokratlarca yönetiliyor. [5]

Büyük gerilla lideri Kim Kore’nin dış bir güce direnişteki yetersizliklerine aldırmadı. Japonlar onu son derece yetenekli ve tehlikeli bir gerilla lideri olarak görüyordu, hatta onu yakalamak için özel bir anti-Kim siyan birimi dahi kurmuşlardı. Gerillalar Kore yarımadasının Korelilere ait olduğu şiarıyla hareket eden bağımsız bir güçtü ne Sovyetler ne de Çin tarafından kontrol ediliyorlardı. Japonların isyan karşıtı güçlerden kurtulmak için sık sık Sovyet topraklarına girseler de, Sovyetlerden büyük bir destek aldıkları söylenemezdi. Bölgede askeri bir hükümet kuran ve halk komitelerini baskı altında tutan Amerikalıların aksine Sovyetler, kendi işgal bölgelerinde daha adil bir yönetim sergiliyor, milliyetçilerden ve komünistlerden oluşan direniş koalisyonunun yaptıklarına ses etmiyordu. Böylelikle şeş ay içerisinde halk komitelerine dayanan ilk merkezi hükümet kurulmuş oldu. Söylenenin aksine, Kim Sovyetlerin özellikle seçtiği ve başa geçirdiği biri değildi. Gerilla lideri olarak geçirdiği yılların ve ulusal özgürlüğe bağlılığının sonucu olarak büyük bir saygınlığı vardı ve arkasındaki destek büyüktü. Aslında Sovyetler hiçbir zaman ona güvenmedi. İşgalin başlangıcından bu yana 8 ay dahi geçmemişti ki, toprak reformu programı uygulanmaya başlandı herhangi bir tazminat olmaksızın toprak ağalarının topraklarına el konuldu ve bu insanlara güneye göç etme veyahut diğer köylüler gibi eşit büyüklükteki tarlalarda çalışma seçeneklerinden birini tercih etme şansı tanındı.

Bir yıl geçtiğinde, Kim’in İşçi Partisi ülkedeki en büyük siyasal güç haline gelmişti. Japonlardan kalan büyük sanayi işletmeleri kamulaştırıldı, Japon işbirlikçilerinin memuriyetliklerine son verildi. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Kore Cumhuriyeti’nin kuruluşunun üç hafta sonrasında, 9 Eylül 1948 tarihinde ilan edildi ve aynı yılın sonunda Sovyet birlikleri ülkeden çekildi. Bir karşılaştırma yapılacak olursa, 1945 yılından bu yana kimi zaman danışman sıfatıyla kimi zaman da askeri birlikler formunda ABD ordusu bölgededir. Bugün bile 30.000 ABD askeri Kore toprakları üzerindedir.

Bölgedeki Sovyet etkisi hiçbir zaman güçlü olmadı ve her daim Çin etkisince dengelendi. 1947 yılında kuzeydeki bulunan Sovyet danışmanlarının sayısının 30’u aşmadığı tahmin ediliyor. Ve Kore gerillalarının Çin İç Savaşı sırasında Mao’nun köylü ordusuna katılması kuzey ile Çin arasındaki önemli bağlantıların kurulmasının önünü açtı. Bu duruma tezat oluşturacak şekilde, Kore Cumhuriyeti Japon işbirlikçisi komprador bir elit tarafından yönetildi ve ülkenin 40 yıl boyunca ülkeyle tek bir bağlantısı dahi olmayan başkanı şaşmaz antikomünizminden ötürü doğrudan Washington tarafından seçildi. Rhee’nin ABD'nin ilgisini çekmesinin iki sebebi vardı: (1) İşbirlikçilikle lekelenmemişti ve bu yüzden diğer sağ adayların aksine Kore halkınca daha kabul edilebilir biriydi (2) Tescilli bir antikomünistti. Aslında ABD Japonya’dan bir derebeyi atayabilirdi, Rhee’yi de yanına yerleştirebilirdi. Sonuçta ikisi de ABD emperyalizminin herhangi bir bölgede yerel elitler üzerinden kontrolü ele geçirmesinin yolları olagelmiştir.

----------------------------------------

[1] Bruce Cuming, “Korea’s Place in the Sun: A Modern History (yenilenmiş baskı),” W.W.Norton & Company, 2005 s. 404. Cumings’ten aktarılan tüm alıntı ve tarihsel referanslar ya yukarıdaki eserden ya da buradan alınmıştır Bruce Cumings, “North Korea: Another Country,” The New Press, 2004. 

[2] Cuming Chicago Üniversitesi’nde tarih profesörüdür. 

[3] Anna Loise Strong, “In North Korea: First Eye-Witness Report,” Soviet Russia Today, New York, 1949. 

[4] “Absent from the Korea Talks: Bush’s Hard-Liner,” New York Times, 2 Eylül 2003. 

[5] Bruce Cumings, “We look at it and see ourselves,” London Review of Books, 15 Aralık 2005.

                                                                                       ***

(II)-İlk kısmını yayımladığımız, Stephen Gowans imzalı "Kuzey Kore'yi Anlamak" başlıklı makalenin ikinci kısmını bugün soL okurlarıyla paylaşıyoruz. Gowans bu bölümde Kore Savaşı sonrasında yarımadadaki gelişmeleri, KDHC'nin "ekonomik mucizesini", açmazlarını, "nükleer krizi" ve süregiden ABD tacizlerini tartışıyor.(27/12/2011)



Kore Savaşı: 1945 – 1953

Klasik anlatımda Kore Savaşı’nın başlangıcı olarak 1950 yılı işaret edilir. Fakat Hugh Deane bu savaşı anlattığı kitabına “Kore Savaşı, 1945–1953 (The Korean War, 1945–1953)” adını verdi. Deane’in kitabının hemen başında alıntıladığı Cumings’in dediği gibi Amerikalılara göre savaş 1950’de ani bir gök gürültüsü ile başladı. Korelilere göre savaş 1945 yılında, Amerikalıların geldiği ve henüz kurulmuş yerel hükümeti baskı altına adlığı yıl başladı.(6) 

İki taraf da savaşı istedi, ancak farklı sebeplerden ötürü. Kuzey için savaş, yabancı hâkimiyetinden bağımsızlık ve özgürlük için verilen mücadelede atılan bir diğer adımdı. Savaş 1945 yılında ABD İnchon’a yerleştiği ve burada yeni kurulmuş Kore Halk Cumhuriyeti’ne zulmetmeye başladığı sırada patlak verdi. Ya da, başka türlü söyleyecek olursak, savaş Japonların 1910’da başlattıkları sömürgeci dönemde başladı. 1945 momenti sadece bu sömürgeci döneme önderlik eden işgalci rejimin değişimini getirmiş oldu. Güney için savaşın nedeni, Kim’in İşçi Partisi’nin el uzattığı geleneksel elite ait hakları bu gruba geri vermek ve tüm yarımadanın hâkimiyetini ABD himayesine geçirmekti (geçmişi savaş öncesi dönemde Japonya ve ABD arasında Pasifik bölgesindeki çıkar çatışmasına dayanan proje.)

İki taraf da Amerikalıların çizdiği ve Sovyetlerin kabul ettiği 38.paralel üzerinden birbirlerine saldırılar gerçekleştirdi. Fakat uluslararası arenada tanınmış bu sınırların ihlali garip bir durumu da beraberinde getiriyordu. Koreliler Kore’yi mi işgal ediyordu?

Britanya Çalışma Bakanı Richard Stokes bu garipliği Ernest Bevan’a yazdığı bir mektupta dile getiriyor.

“Amerikan İç Savaşı sırasında Amerikalılar kuzeyle güney arasına hayali bir sınır çekilmesine bir saniye olsun tolerans göstermezdi ve eğer İngilizler güney güçlerinin yanında bu savaşa müdahil olmaya kalksaydı Amerikalıların vereceği tepki belliydi. Benzerlik bir hayli büyük, çünkü ABD'deki savaş sadece iki Amerikalı grup arasında değildi, birbiriyle çatışan iki farklı ekonomik sistem arasındaydı tıpkı Kore’de olduğu gibi.”

Birbiriyle çatışan ekonomik sistemlerden güneydeki, küçük bir azınlık olan toprak ağalarının, kompradorların ve Japon işbirlikçilerinin refahını ve gücünü sürdürmeye yönelik bir sistem, kuzeydeki ise, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturanların yararına olan reformları gerçekleştirmeye yönelen bir sistemdi. Ancak, çatışmayı sadece birbiriyle çatışan iki ekonomik sisteme indirgemek, hikâyenin diğer kısmını unutmak anlamına geliyor. Çünkü çatışma aynı zamanda ulusal kurtuluş ile yeni sömürgecilik arasındaydı.

Kuzey güçlerinin güneye girmesiyle savaş 1950’de yeni bir evreye girdi ve Kim İl-sung halk komitelerinin yeniden kurulmaları çağrısında bulundu. Kuzeyin güçleri halk tarafından hiçbir direnişle karşılaşmadı. Seoul düştüğünde, buranın sakinleri halk komitelerini hızla yeniden örgütledi. Beş yıl önce olduğu gibi halk komiteleri her yerde mantar gibi bitmeye başladılar ve radikal toprak reformunun uygulanması için çalışmalara başladılar.

Güneyin özgürlüğü çok kısa bir zaman için sürebildi. Sovyetler Birliği, Birleşmiş Milletler’in Çin’e ait Güvenlik Konseyi koltuğunu komünist Çin’e vermemesi üzerine Birleşmiş Milletler’i boykot ettiği sırada ABD, bu organizasyonu askeri pisliklerine destek olması hususunda ikna etti. 1953’e gelindiğinde yaklaşık üç milyon Koreli savaşta hayatını kaybetmiş, tek kattan büyük tüm yapılar Amerikan bombaları tarafından paramparça edilmişti. Hayatta kalanlar ancak mağaralarda yaşayabildiler.

Önemli olmasına rağmen üzerinde az durulan bir mesele şu ki, sivillerin havadan bombalanması emperyalist güçlerin savaşlarının karakteristik bir özelliği olmuştur, İkinci Dünya Savaşı’ndan beridir de ABD'nin. Bu türde bir hava saldırısının ilk ciddi örneği İşçi Partisi’nin hükümet ettiği İngiltere’nin 1924 yılında Irak köylerini bombalamasıydı.(7) İspanya İç Savaşı sırasında Nazilerin Guernica’yı bombalaması, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın, İngiltere’nin ve ABD'nin büyük çaplı bombalı saldırılarının adeta habercisi olmuştur. Ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD, sivillerin yaşadıkları bölgelerin üzerine tonlarca patlayıcı atmış durumda. Kore Savaşı sırasında ABD bölgeye, İkinci Dünya Savaşı Avrupa’sında her iki taraf tarafından atılmış bomba sayısından daha fazla bomba atmıştır. Ve Amerikan savaş uçakları Korelilerin üzerine daha sonra Vietnamlılara attıklarından daha fazla napalm bombası atmıştır.

Savaş en sonunda 38. paralel civarında çıkmaza girdi ve ateşkese varıldı, fakat bu ateşkes ABD'nin kuzeyin tarımsal üretiminin yüzde 75’ini sağlayan sulama kanallarını yok etmesinden önce gerçekleşmedi bu apaçık bir savaş suçuydu. Yine de resmi olarak savaş hala sona ermedi, yani teknik olarak ABD ile kuzey hala savaş halindeler. Pyongyang birçok seferde ilişkilerin normalleşmesi için Washington’un başının etini yedi, ancak barış önerileri ya ABD tarafından şiddetle geri çevrildi (ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel 2003 yılında Kuzey Kore’ye yönelik “Biz saldırmazlık paktı, barış anlaşması ya da buna benzer şeyler imzalamayacağız,”(8) açıklamasında bulundu.) ya da onaylanmasına rağmen sonrasında göz ardı edildi. Yine Washington 1994 yılında ilişkileri normalleştirmeye dönük bir adımı elinin tersiyle itti tersi yöndeki taahhütlerine rağmen, Kuzey Kore’de bir elçilik açmaya yanaşmadı ve iki ülke arasındaki resmi savaş halini sona erdirmeyi reddetti.

Kuzey Kore Ekonomisi Güçleniyor

Savaş yıllarını ve onun ardından gelen üç yıllık toparlanma dönemini bir kenara bırakırsak, Kuzey Kore 1940’lardan 60’ların ortalarına kadar güneyden daha hızlı büyüdü. Bu sayede Pyongyang’ı ziyaret eden Che Guevara durumdan çok etkilendi ve Kuzey Kore’nin Küba’nın takip etmesi gereken bir model olduğunu ilan etti.

Kore Savaşı’nın ardından geçen on yıllık sürede sanayi yılda yüzde 25’lik büyüme rakamlarını yakaladı, bu oran 1965 ile 1978 arasında yüzde 14 seviyesinde seyretti. Amerikalı yetkililer bir hayli geride kalan Güney Kore ekonomisi konusunda son derece endişeliydiler, çünkü bu durum Washington’un Kore’deki sağcı, kapitalist, yeni sömürgeci projesinin erdemleri üzerine soru işaretleri uyandırıyordu. 1980’e gelindiğinde Kuzey Kore’nin başkenti Pyongyang Asya’nın en iyi ve en verimli idare edilen kentlerinden biriydi. Diğer taraftan Seoul, büyük çoğunluğu evsiz olan nüfusunu Dante ya da Engels’in dudaklarını uçuklatacak kadar kötü çalışma koşullarının bulunduğu fabrikalara doldurmuştu.

Güneyin ekonomik sisteminin kuzeyinkinden daha üstün olduğunu göstermeye hevesli Washington Güney Kore’nin teşviklerin ve gümrük duvarlarının arkasına saklanmış planlı dinamik bir sanayileşme hamlesi gerçekleştirmesine ve aynı zamanda Güney Kore endüstrisinin dünya pazarlarına kolaylıkla girişine izin verdi. Sorunları çözmek için ülkeye yığınlar halinde yardım aktarıldı. Güney Kore’nin ihracatının sadece 200 milyon doları bulduğu bir zamanda, Japonya 35 yıllık kolonyal hâkimiyetinin faturası olarak ülkeye bağışlar ve borçlar halinde 800 milyon dolar aktardı. ABD 50.000 Kore askerinin Vietnam’da kendi yanlarında savaşması karşılığında Güney Kore’ye 1965 ve 1970 yılları arasında 1 milyar dolarlık bir ödeme yaptı bu para güneyin GSMH’ sının yüzde sekizine denk düşüyordu. Güney Koreli şirketlerle Amerikan ordusu arasında çeşitli sözleşmeler imzalandı ve Vietnam güneyin çelik ihracatının neredeyse tümünü sünger gibi çekti (üretimin yapıldığı çelik fabrikası da Japonya tarafından yapılan 800 milyon dolarlık yardım sayesinde kuruldu.)

Tam da bu zamanda kuzey yanlış hesaplamalar neticesinde duraksamaya girmişti. Pyongyang’ın Çin-Sovyet ayrışmasında Çin tarafında yer alması Sovyetleri kızdırdı ve Moskova intikam olarak ülkeye yaptığı yardımları kesmeye karar verdi. Her ne kadar Sovyet yardımı hiçbir zaman Amerikan ve Japon yardımları kadar cömert olmadıysa da, bu durum işleri değiştirdi ve yardımın kesilmesi (sonrasında yeniden başladı) kuzeyin ekonomik büyümesini yavaşlattı. Sonrasında, 70’lerde, Pyongyang Batıdan komple fabrika sistemleri satın almaya başladığı sırada borç krizinin içine düştü.

Güneyin planlı sanayi hamlesi, ithal ikameci modeli, yüksek gümrük vergileri, ABD ve Japonya’dan gelen yardımların sayesinde, Güney Kore ekonomisi 80’lerin ortalarından itibaren kuzeyin önüne geçti. Büyüme kuzeyde yavaşlamasına rağmen, ortalama bir kuzeyli ile ortalama bir güneylinin yaşam standartları arasındaki fark hiçbir zaman Güney Kore’nin sponsorunun sizi inandırmaya çalıştığı kadar büyük olmadı. Tüketici ürünleri az bulunsa bile, günlük ihtiyaçlar destekleyici fiyatların varlığında fazlasıyla mevcuttu. Cumings kuzeyin çeşitli başarılarından söz eden (elbette gönülsüzce) bir CİA raporundan bahsediyor: “genel olarak çocuklara, özel olarak da savaş yetimlerine şefkatli bakım, kadının toplumdaki konumda yaşanan radikal değişim, ücretsiz iskân, ücretsiz sağlık ve koruyucu hekimlik (önleyici tıp), son kıtlığa değin gelişmiş devletlerle yarışır düzeyde olan çocuk ölüm oranları ve ortalama yaşam süresi.”

Güney Kore: Güçlü (Faşist?) Devlet
Güney tıpkı kuzey gibi güçlü bir sol, sömürge karşıtı ve antiemperyalist geleneğe sahipti. Aradaki tek fark, Sovyetlerin işgali zamanında bu geleneğin gelişimine ve devlet formuna kavuşmasına izin verilmesi, ABD'nin ise kuklalarını Seoul’e yerleştirerek bu hareketi ezmesiydi. Aslında güney siyasetinin savaş sonrası tarihi Mussolini’nin 20’lerde, Hitler’in 30’larda ülkesindeki soldan yana esen rüzgârı tersine çevirmelerinin tarihiyle eşdeğerdir.

1960 yılında üniversite öğrencileri ve profesörler ayağa kalktığında Syngman Rhee ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Onun ardından ülkede ilk kez Batı tarzı seçimler örgütlendi. Bu sırada kuzeyin ekonomisi güneyinkinin çok çok önündeydi ve Kim İl-sung konfederal yapıda bir Kore çağrısı yapıyordu. Önerisi halk tarafından büyük bir destekle karşılanırken, sol Rhee’nin baskılarının ardından bir kez daha yükselişteydi ve işbirlikçi, Amerikan yandaşı yeni sömürgeci rejimi tehdit ediyordu.

Bir yıl sonra Park Chung Hee solu geri püskürtmek için bir askeri darbe düzenledi bu aynı zamanda güneyi Amerikan tarafında tutan ve komprador sınıfın varlığını güvence altına alan otuz yıllık askeri diktatörlüğün açılış merasimiydi. Seçilmiş hükümet darbeyi durdurması için ABD’ye yalvardı, ancak çığlıkları sağır bir kulağın içine düşüyordu. Müdahale etmek yerine Washington hızla bu yeni askeri rejimi tanıdığını ilan etti, ardından da rejimi yardım yağmuruna tuttu.

Park her türlü siyasal aktiviteyi yasakladı, parlamentoyu kapattı, resmi ve vahşi bir antikomünizmi uygulamaya soktu. Antikomünist bir yasa resmen ilan edildi ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyet başta olmak üzere tüm sosyalist ülkeler resmi düşman ilan edildi. Bu durum Nazi Almanyası’nın, faşist İtalya’nın ve militarist Japonya’nın oluşturduğu anti-Komintern paktı hatırlatıyordu. Rejimin antikomünist niteliği o kadar yoğundu ki, Time dergisinin uluslararası yayınında çıktığı takdirde Kuzey Kore liderinin fotoğrafları sansürleniyordu. Aynı zamanda, gelecek nesilleri komünizme karşı aşılamak ve kuzey sempatisini yok etmek amacıyla okullarda antikomünist beyin yıkama faaliyetleri başlatıldı. Kuzeyin kendisi, lideri ve siyasal sistemi şeytanlaştırıldı. 2005 yılında Güney Kore’ye ait Kaesong’daki fabrikada kuzeylilerle birlikte çalışan güneylilerle görüşmeler gerçekleştiren New York Times aktarıyor: “Bazı güneyliler kuzeylilerle çalışırken büyük zorluklar çektiklerinden bahsediyorlar… Çünkü Güney Kore’nin aşırı antikomünist eğitimi onyıllardır onlara Kuzey Korelilerin tehlikeli ve şeytani olduğunu öğretmiş. Buna karşıt olarak, Kuzey Kore’de hükümetin eğitim programları insanlara, Güney Kore hükümetinin Amerikan kuklası olmasına rağmen oranın insanlarının kardeşleri olduğu öğretiyor.”(9) 

Kuzeyde sadece ücretsiz iskâna, ücretsiz sağlığa, kadınlar için eşit haklara değil, aynı zamanda güneydeki hemşerilere dönük bir sosyal dayanışmaya büyük önem veriliyordu. Güneyde ise, sağlık sigortası dahi mevcut değildi, sosyal güvenliğe dönük herhangi bir adım atılmamış durumdaydı, endüstriyel bir dünyada bitmek bilmeyen çalışma süreleri de cabasıydı, maaşlar acınası düzeydeydi ve bunlara eşlik eden kuzeyli hemşerilere dönük korku ve nefreti körükleyen bir beyin yıkama faaliyeti uygulanmaktaydı. Kuzeyde toprak ağaları ve Japon işbirlikçileri çoktan beridir güçlü mevkilerden uzaklaştırılmış durumdayken güneyde ise, Japonlara destek veren işbirlikçi sınıf hala en tepedeydi. 2005 yılının Ocak ayında Güney Kore başkanı Roh Moo Hyun, ulusun bağımsızlığı için savaşan ailelerin üç kuşaktır yoksulluktan kırıldıkları halde, emperyalist Japonlarla işbirliği içinde olan aileleri ise üç kuşaktır her türlü başarının mimari olmasının bir tarihsel utancı olduğunu belirtiyor ve bu durumu ortadan kaldıramadıklarından yakınıyordu.(10) 

Kuzeyin Ekonomik Açmazları

Sosyalist bloğun çökmesiyle beraber kuzeyin ihraç pazarlarının çökmesi, doğal felaketler silsilesi, Washington’un durmak bilmeyen engellemeleri ve kısıtlı kaynakların askeri harcamalara aktarılması Berlin Duvarı’nın yıkılmasından bu yana Kuzey Kore ekonomisini büyük ölçüde zayıflattı.

Gorbaçev döneminde, Sovyetler ABD'lilerle uyum yakalamayı öngören bir dış politika izlemeye başladı. Bu uyum politikasının bir ayağını da eski müttefikleri terk etme gerekliliği oluşturuyordu. Sovyetlerle Kuzey Kore arasındaki ticaret 1988 ile 1992 yılları arasında yarı yarıya düşerken, deniz yoluyla yürütülen petrol nakliyatında 1991 yılında kesintiye gidildi.

Gorbaçev’in uygulamaları sosyalist devletlerin ekonomilerine büyük zararlar verdiğinde, sosyalist blok kendisini büyük bir kargaşanın içerisinde buldu. Kuzeyin ihraç pazarları kurudu ve Pyongyang kömür ve petrol ithali için gerekli olan döviz rezervlerinden mahrum kaldı. Yetersiz petrol sebebiyle makineli tarım durdu ve ülkenin kimya sanayisi büyük zarar gördü. Kimya sanayi düşüşe geçtiğinden, gübre üretimi de aynı şekilde büyük zarar gördü. Bu durum tarımsal üretimi çok derinden etkiledi ve besin kıtlığı büyük bir problem haline geldi 90’ların ortalarında gerçekleşen çok sayıda sel felaketi ve kuraklık nedeniyle problem giderek büyüdü.

İhraç pazarlarının kapanması sonrasında – Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yaptırımları ve Washington’un Kuzey Kore’yi küresel finans sisteminin dışına çekmek için gösterdiği gayret sebebiyle büyüyen bir problem bu - Kuzey Kore hayati ihtiyaçların ithalatına kaynak yaratmak doğrultusunda kendisini büyük bir balistik füze ihracatçısı haline dönüştürdü. 

Makineli tarımda yaşanan güçlükler ve fabrikaların kapasitelerinin altında üretim yapması, Pyongyang’ın ülkesinin ihtiyaçlarını karşılamasını ve ABD'nin durmak bilmeyen tehditlerine karşı kendisini savunmasını sağlamasını oldukça güçleştirdi. Pentagon Kore çatışmasının alevlenmesi durumunda kullanılması amacıyla 1953’ten sonra güneyde bir nükleer silah stoku oluşturmaya başlamıştı. Kore yarımadasında onbinlerce Amerikan askeri bulunuyor, yine onbinlercesi de hemen Japonya’da kuzeyle herhangi bir savaş durumda hemen karaya çıkacak bir şekilde mevzilenmiş durumdaydı. Amerikan savaş gemileri Kuzey Kore kara sularının hemen yanı başında devriye geziyor ve burada nükleer silah denemeleri ve casus uçaklarının uçuşlarıyla Kore’yi sürekli tehdit ediyordu.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle tehditler daha da arttı. Sonrasında ABD’nin bir numaralı askeri görevlisi olacak olan Colin Powell, uğraşmak durumunda olduğu iblislerin sayısının azalmasından yakınıyor, Castro ve Kim İl-sung’a razı kaldığından söz ediyordu. Bu sebeple ABD'nin daimi tehdidi altındaki Pyongyang bütçesinin yüzde 30’luk gibi büyük bir bölümünü savunma harcamalarına ayırıyor.

1993’teki Nükleer Kriz

1987 yılında kuzey tarafı Yongbyon’da 30 megavat gücünde bir nükleer reaktör kurdu. Bunun ardında yatan fikir ise, ülkenin yeterli miktardaki uranyum rezervlerine güvenerek ithal edilen kömür ve petrolü nükleer güçle ikame etmekti. Güney tarafı da Japonya da nükleer reaktörler kuruyorlardı ve petrol ithalatına olan bağımlılıklarını azaltma çabasındaydılar. Sovyetler Birliği’nin sahneden çekilmesiyle beraber Küba ve Kuzey Kore’nin Powell’la baş başa kalmasının ardından gelen beş yıl boyunca Wahington’dan konuyla ilgili tek bir açıklama gelmedi. Ancak bu iki ülkenin Amerikan savaş makinesinin bitmek bilmeyen savaş ihtiyacının karşılanması ihtiyacının yeni bahaneleri olarak öne çıkmaları uzun sürmedi.

Cumings’in aktardığına göre, Amerikalılar için Kore yarımadasındaki nükleer kriz 1993 yılının Mart ayında Pyongyang’ın Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’ndan (NPT) çekilmesiyle başladı. Fakat Kuzey Korelilere göre kriz 1993 Şubatında, Amerikan stratejik kumandanı (STRATCOM) General Lee Butler’ın önceden Sovyetler Birliği’ni hedef almış olan silahların artık Kuzey Kore’yi menziline aldığını açıklamasıyla başladı. CİA’in başı James Woolsey’in Washington’un bütün ilgisini Kuzey Kore’ye çevirdiğini açıklamasının ardından Pyongyang büyük bir paniğe kapıldı. Mart ayında Kuzey Kore sınırının hemen yanında, onbinleri bulan Amerikan birliklerinin B-1’lerle, B-52’lerle ve güdümlü nükleer füze (kruz füzeleri) taşıyan savaş gemileriyle bir savaş tatbikatı düzenlemesiyle iş iyice ciddiye bindi. Washington’un yeni dış politikasının nefret objesi kendileri olduğuna göre, Pyongyang NPT’den çekilmenin en iyi karar olduğunu düşündü böylelikle ABD’yi kendilerine nükleer bir saldırı gerçekleşmekten caydıracak önlemleri düşünmeye başlayabilirlerdi.

Washington Pyongyang’ın planlarını suya düşürmek için hemen çalışmalara başladı. Nasıl ki İsrail nükleer silah geliştirmeye çabalayan Saddam Hüseyin rejimini engellemek için 1981 yılında Osirak nükleer reaktörünü bombalayarak yok ettiyse, ABD de Yongbyon tesisleri için aynı şeyi yapabilirdi. Bu durumda kuzeyin nükleer araçlar için gerekli olan tüketilmiş yakıt sağlamasının önüne geçilmekle kalınmayacak, aynı zamanda Pyongyang’ın enerji üretimi hususundaki zayıflıklarını nükleer enerji üreterek kapatması planı da işlemez hala getirilecekti. Yani bir taşla iki kuş vurulacaktı: (1) Kuzey Kore ekonomik olarak zayıflatılacaktı (2) Pyongyang kendini savunacak etkili araçlardan mahrum bırakılacaktı.

Problem şuydu ki, kuzeyin nükleer tesislerinin yok edilmesinin kuzey tarafında sükûnetle karşılanmasının ihtimali yoktu. Kuzey tarafı hızla yanıt verebilirdi. 38.paralelde konuşlanmış çok sayıdaki ağır topçu birlikleri sadece Seoul’ü yerle bir etmekle kalmaz, aynı zamanda güneyde bulunan 40.000 Amerikan askerinden oluşan birlikleri de yok edebilirdi ve bu tolere edilemeyecek kadar büyük bir rakamdı.

Eski ABD Başkanı Jimmy Carter’ın Pyongyang’a uçması ve Kim İl-sung ile anlaşma çabalarına girişmesiyle kriz bir süreliğine sona erdi. Uzlaşma metni uyarınca kuzey tarafı NPT anlaşmasına yeniden girecek ve Yongbyon tesisini kapatacaktı bunun karşılığında ABD de ilişkileri normalleştirme söz vererek iki adet proliferasyona uygun hafif su reaktörü inşa edecek ve kuzeyin enerji ihtiyacını bir ölçüde karşılamak adına geçici bir süre için ülkeye gemiler aracılığıyla petrol tedarik edecekti. Uzun vadede sürecek bir barışın habercisi olarak gözükse de, anlaşma sadece infazın gecikmesi anlamını taşıyordu. Washington’un, Kuzey Kore’yle geçici bir anlaşma (modus vivendi) durumunda olmak işine gelmiyordu. Amerikan yetkililerine göre bu birkaç yıl sürecek bir durumdu ve kısa bir süre sonra ekonomik yaptırımlar etkisini gösterecek, Pyongyang’ın bütçesini felce uğratan savunma harcamalarıyla beraber ihraç pazarlarının çöküşü kuzeyin antiemperyalist kendine yeterlilik konumunu yerle bir edecekti. CİA’in planlamalarına göre Kuzey Kore 2002 yılında paramparça olacaktı.(11) ABD'nin geri vitese geçmesi, anlaşmanın hükümlerine sadık kalacağı anlamına gelmiyordu.

Washington’un çevirdiği dolaplar New York Times’da ortaya kondu. Kuzey Kore ekonomisinin çökeceği inancı, Beyaz Saray’ın 1994’te aldığı Pyongyang’ın NPT’ye yeniden girişi karşılığında Kuzey Kore’ye 2003 yılında hafif su reaktörleri vermesi kararında büyük etkiye sahipti. Clinton yönetiminde görevli kişilerle yapılan özel görüşmelerde aktarılanlara göre, ABD taahhütlerini gerçekleştireceği tarihe kadar Kim hükümetinin ayakta kalacağın ummuyordu.(12) Ancak reaktörlerin tamamlanma tarihi giderek yaklaşıyor ve tüm tahminlere rağmen Kim’in İşçi Partisi hala iktidarda ve ortada yakın zamanda bir çöküşün gerçekleşeceğini gösteren hiçbir şey yok. Kuzeyde bir yıkımın gerçekleşmeyeceğini fark eden Washington, yıkımı getirecek uydurma problemler yaratma yoluna gitti. Amerikan yetkililerine göre, Pyongyang gizli bir şekilde nükleer silah geliştirme programı üzerinde çalışıyor ve böylelikle anlaşma hükümlerini dikkate almıyor bu durumda anlaşmanın iptal edilmesi gerekiyordu. Sonuç olarak, bu zamana kadar ABD’nin pratikte yerine getirdiği petrol tedariki yükümlülüğü iptal etmesi Kuzey Kore’yi yeni bir enerji krizinin içine düşürdü ve Pyongyang’taki reaktörün yeniden faaliyete sokulmasını gerekli kıldı.

Amerikan Politikası Aynen Sürüyor
Herhangi bir çöküş alameti ortaya çıkmayınca, Washington gerilimi tırmandırdı ve Soğuk Savaş sırasında kullandığı oyun kartlarından birini öne sürdü. Ford Motor Company’nın başkanı olan, sırasıyla Kennedy ve Johnson’un başkanlıkları döneminde savunma bakanlığı görevinde bulunmuş Robert McNamara, Washington’un Sovyetlerin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde uygulayabileceği tercihlere dair analizini açıkladı. Buna göre Moskova’nın üç hedefi vardı en önemliden itibaren sıralanacaksa eğer: (1) savaş sırasında büyük yıkıma uğramış ekonomisini düzeltmek (2) büyük oranda harap olan ordusunu güçlendirmek ve sinsice yaklaşan kapitalist dünyadan kendisini korumak (3) kendisini Doğu Avrupa’dan ve Üçüncü Dünya’dan arkadaşlar edinmek. Eğer Washington Sovyetlerin ikinci tercihini birincinin önüne koymasını zorlayabilirse, Sovyetlerin komünizme doğru yürüyüşü engellenebilirdi. Ekonomik gelişim yavaşlayabilir, Sovyet insanı güçten düşebilir ve Marksizm-Leninizm’e olan bağlılık Kremlin’den dahi zayıflayabilirdi. Askeri tehditleri artırmak kilit öneme sahipti. Böylelikle Sovyetler bir silahlanma yarışının içine sokulacaktı en iyi ihtimalle Sovyet ekonomisi büyük hasar görecekti ve sonunda Sovyet deneyimi yerle bir olacaktı.(13)

11 Eylül’ün ardından ABD Irak, İran ve Kuzey Kore’den oluşan şer eksenine savaş ilan etti. Başkan Bush’un konuşma metinlerini hazırlayan David Frum’un aktardığına göre, Kuzey Kore bu eksenin içine son anda eklendi, böylelikle Kuzey Kore kendini iyice sıkışmış hissedecekti.(14) Yaratılan baskının iyice hissedilmesi için Pentagon nükleer güce sahip olmayan ülkeleri de kapsayan ve önleyici saldırı konseptinin önünü açan yeni bir nükleer savaş stratejisi geliştirdi. Burada Kuzey Kore özellikle seçildi. Ardından, dönemin Amerikan Dışişleri Müsteşarı John Bolton ABD'nin Irak işgalini bir uyarı mahiyetinde kullanarak Kuzey Kore’nin (aynı zamanda Suriye ve İran’ın da) gerekli dersleri çıkarması gerektiğini belirtti.(15) ABD yenilenmiş, küstah ve askeri bir emperyalizmi hayata geçiriyordu ve Kuzey Kore ya teslim olmalıydı ya da kendine dikkat etmeliydi. Felix Green ABD'nin kamuya duyurduğu bu siyasetinin temel hedefinin devrimci hükümetleri yok etmek olduğunu belirtiyor. ABD bunu ambargolar uygulayarak ve diğer ülkelerin de buna ses çıkarmaması için baskı uygulayarak gerçekleştiriyor. Komünist devletlerin düşmanlarına mali ve askeri destek veriyor, sınırlarını sürekli taciz ediyor, onları nükleer savaş olasılığıyla tehdit ediyor ve bu ülkelerin halklarına sosyalist düşmanlığı ve kapitalizm propagandası yapıyor. ABD bu ülkelerin sömürüye yer tanımayan, refah içinde ve bağımsız bir düzen kurma çabalarına sürekli köstek olarak, olmazsa olmaz ihtiyaçların buralara ulaşmasının önüne türlü engeller koyarak, bu ülkelerin inanılmaz boyutlarda savunma harcamalarının altında ezilmesini sağlayarak gerçekten de kaçınılmaz ekonomik güçlükler yaratıyor buna da devrimci sosyalizmin yetersizliği ve ekonominin yanlış yönetimi adını veriyor.(16)

Tarihin Getirdikleri

Kuzey Kore’yi buraya getiren kendi tarihidir Japon istilasıdır, 30’ların gerilla savaşlarıdır, bu savaşımla ülkeyi birleştirmek ve savaş sonrası dönemde güneye çöreklenen işgal rejimini yurttan atma çabasıdır, ABD'nin Birleşmiş Milletler bayrağı altında 50’lerde ülkeye getirdiği holokosttur ve ayakta kalabilmek için Amerikalılara karşı gün be gün verilen mücadeledir. Ve bu mücadele Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Washington’un dünya hâkimiyeti çabası göz önüne alındığında iyice güçleşmiştir.

Kuzey Kore solun değerleri için savaşıyor: ekonomik adalet, eşitlik, kadın hakları, dış güçlerin hâkimiyetinden kurtuluş. Fakat bu mücadelesinin her adımında ABD'nin direnişiyle karşılaşmak zorunda. Mücadelesini de kimseden destek almadan ve hatta gelişmiş ülkelerdeki solun büyük bir kısmının düşmanlığını üzerine çekerek sürdürüyor.

Solda duranların çoğuna göre, Kuzey Kore itibarı olmayan iğrenç bir rejim. Gerçek ya da uydurma olan tüm kusurları, etrafımızı kuşatan olaylardan kopartılarak ülkenin ekonomik ve politik sistemiyle ilişkilendiriyor. Ülkeye yağdırılan hakaretler uzun süredir var olan önyargılarla büyük bir uyum sergiliyor. Pyongyang’a dönük uyuşturucu kaçakçılığı ve taklitçilik suçlamaları, Batı medyasının önümüze koyduğu günahkâr Kore imajıyla birebir örtüşüyor. Ancak bu suçlamaların doğru olup olmadığı ise tam bir muamma. Doğru da olabilir, ancak tüm bunlar bağlamı bir kenara fırlatılarak ve bu bilgilerin kaynağının (Amerikan hükümeti) inandırıcılığı sorgulanmadan hemen kabul ediliyor.

Şartları düşünün. Eğer bir insanın meşru bir şekilde hayatını kazanmasına engel olursanız, hiçbir seçeneği kalmayan bu insan yaşamak için meşru olmayan araçlara dönecektir. ABD'nin Kuzey Kore’nin dünyanın geri kalanıyla ticaret yapmasını engellemesi belki de yaşamak için Pyongyang’ı uyuşturucu kaçakçılığı ve taklitçilik yapmaya sürüklemiştir. Diğer yandan, dışarıdan destek almayan bir ülkeyi yalnızlaştırmak ve türlü yanlış suçlamalara maruz bırakmak oldukça kolay görünüyor. Beyaz Saray’ın lanet suçlamalarının derhal kitle iletişim araçlarıyla tüm dünyaya davulla zurnayla duyurulmasının önünde tek bir engel dahi yok. Hak edilmemiş inandırıcılığını da düşündüğünüzde, tüm bunlar kısa bir sürede kabul edilmiş doğrular haline geliyor. Washington onlarca yıllık teftiş rejimine rağmen, Irak’ta yetkililere bildirilmemiş kitle imha silahlarının olduğunu gibi saçma bir iddiayı dile getirebildi ve Irak’ın işgaline kadar olan sürede sağdan ve soldan tüm yorumcular bu iddiaların ne kadar da ciddi olduğu üzerine dil döktü. Sonradan bunun doğru olmadığının öğrenilmesinin hiçbir önemi yoktu, zaten çok geçti. Kuzey Kore’nin çirkin, korkunç bir ülke olduğuna dair inanç, tek bir aklı başında insanın bu ülke hakkında aklına iyi bir şey gelmiyor oluşu, tüm bunlar Washington’un propaganda ustalarının kabiliyetiyle açıklanabilir. Kapitalizme ya da emperyalizme ciddi bir şekilde karşı koymanın karşılığının “güvenilir” kaynaklar ve “son derece ciddi” yorumcular tarafından sürdürülen ve bitmek bilmeyen bir karalama kampanyası olduğunu fark edememek kişiyi bu türden manipülasyonlara karşı korumasız bırakmaktadır.

Ortak Çıkarlar

Hâkim sınıfların domine ettiği Amerikan dış politikasının, Kuzey Kore’nin bağımsızlık ve ekonomik özgürlük için savaşımına karşı oluşu anlaşılır bir şey. İkisinin çıkarları elbette ki çatışıyor. Ancak Kuzey Kore ile gelişmiş kapitalist ülkelerdeki yığınla insanın çıkarları arasında bir çatışma olduğunu söylemek son derece güç. Direkt düşmanlık değilse bile bu ülkelerdeki solun büyük çoğunluğunun bu konuya ilgisizliği ciddi bir açıklama gerektiriyor. Milliyetçi zehirlenme ve sınıf bilincinden yoksunluk – ülkemizin dış politikasını domine eden hâkim sınıflarla olan ortak paydamız, güney ve ya kuzey fark etmez, Kore’de bağımsızlık ve ekonomik özgürlük için savaşanlarla olanlardan daha fazla daha - bunun bir parçası. Yumuşak başlı solun liderlerinin bir yasaymışçasına oy ve saygınlık için prensiplerini feda etmeleri, çabuk kazançlar için temel hedefleri kurban etme eğilimleri, Kuzey Kore’ye olan ve kendilerini de bitiren ilgisizliklerinin bir nedeni.

Kuzeyin tarihi ve hükümetinin niteliği konusundaki bilgisizlik söz konusu açıklamanın bir diğer parçası tabi bunda ABD'nin Kuzey Kore’nin sonunu getirmek için uyguladığı ekonomik baskı politikalarının, tehditlerin, savaş politikalarının getirdiği bozucu, nahoş ve felaket etkilerinin payı da büyük. Temel besin gıdalarından gerekli ölçüde faydalanamamak, hayatınızın uzunca bir süresini askerde geçirmek, Demokles’in nükleer kılıcı altında bir ömür sürmek memnuniyet verici şeyler değil tabi ancak bunlar Kuzey Korelilerin kendi özgür iradeleriyle seçtikleri koşullar değildir. Tüm bunların sebebi sömürgecilikten, kapitalizmden ve emperyalizmden daha iyi şeyler önerdikleri için dış bir güç tarafından cezalandırılıyor oluşlarıdır. 

Başka başka yerlerde aynı amaç uğruna mücadele edenlerin en azından Kuzey Kore’yi anlama yükümlülükleri vardır. Che Guevara’nın ve diğer devrimcilerin 60’ların, 70’lerin ve hatta 80’lerin Kuzey Koresi’ni ilham kaynağı olarak görmelerinin nedeni açık. 30’lu yılların gerilla mücadelesinden çıkan kuzey, iki tür emperyalizme karşı savaş verdi. Japonlara karşı zafer kazanırken, Amerikalıların ilerleyişini de durdurma başarısı gösterdi. Kuzey, ABD'nin durmak bilmeyen öfkesinin yanı başında komünizme doğru yükselen sosyalist bir toplumu kurmaya çabalıyordu. Ülke ücretsiz sağlık, ücretsiz eğitim, neredeyse ücretsiz iskân, radikal bir toprak reformu, kadınlar için eşit haklar öneriyordu ve sanayisi güneydekinden çok daha ilerideydi. Buna tezat oluşturacak şekilde, 38.paralelin güneyine konuşlanan ABD burayı İngiltere’deki Sanayi Devrimi dönemini anımsatan yoğun sömürünün yaşandığı fabrikalarla doldurdu. İnsanlar, Avrupa’daki savaş öncesi faşist rejimleri rahatsızlık verici şekilde hatırlatan, ABD destekli bir askeri diktatörlüğün baskısı altında zor, acınası ve yarını belli olmayan hayatları yaşamaya mahkûm edildiler.

Bugün Che Kuzey Kore’den, fakirleşen ve besin kıtlığıyla mücadele eden bu ülkeden, ilham alır mıydı? Belki. Sadece şartlar değişti, ilham kaynağı olmasına vesile olan sebepler değil. Kuzey Kore’nin önüne koyduğu hedef – bağımsızlık, eşitlik, sosyalizm - çok daha zor, çok daha acı verici, Sovyetler Birliği’nin, Doğu Avrupa’nın ve kapitalizme dönük hızlı bir dönüşüm gerçekleştiren Çin’in boşalttığı alanın karşıdevrim tarafından doldurulduğu bir dünyada gerçekleşmesi çok daha zor bir hale gelmiş durumda. 

Acaba Che zorlukları on kat artan Kuzey Kore’ye sırt çevirir miydi? Son derece şüpheli. Bir devrimcinin dizleri üzerine çökerek yaşamaktansa ayakta ölmeyi tercih edeceği söylenir. Kuzey Kore hiçbir zaman dizleri üzerine çökmedi. Bana göre bu, Che’yi mutlu ederdi.

---------------------

(6) Hugh Deane, “The Korean War: 1945-1953,” China Books & Periodicals, San Francisco, 1999.
(7) R.Palme Dutt, “Problems of Contemporary History,” International Publishers, New York.
(8) New York Times, 13 Ağustos 2003.
(9) New York Times, 8 Şubat 2005.
(10) New York Times, 5 Ocak 2005.
(11) “In ’97, U.S. Panel Predicted a North Korea Collapse in 5 Years,” New York Times, 27 Ekim 2006.
(12) age.
(13) Bahman Azad, “Heroic Struggle, Bitter Defeat: Factors Contributing to the Dismantling of the Socialist State in the USSR,” International Publishers, New York, 2000, p. 138.
(14) David Frum, “The Right Man: An Inside Account of the Bush White House,” National Post’tan alındı, 8 Ocak 2003.
(15) Workers World’de aktarılmıştır, 9 Ekim 2006.
(16) Felix Greene, “The Enemy: What Every American Should Know About Imperialism,” Vintage Books, New York, 1971.

(SOL)


Tuz Gölü’ne giden kanalların kapatılması binlerce flamingo yavrusunun ölümüne neden oldu - CAN KUYUMCUOĞLU / SOL

 1)Tuz Gölü’ne giden kanalların kapatılması binlerce flamingo yavrusunun ölümüne neden oldu.

2)'Tuz Gölü’nde yaşanan katliam sizin yoz kafalarınızın ve doymak bilmez kâr hırsınızın sonucu'

                                                                                    ***

 


1)Tuz Gölü’ne giden kanalların kapatılması binlerce flamingo yavrusunun ölümüne neden oldu.

Tuz Gölü'ne giden su kanallarına vahşi sulamalar için bent çekilmesi sonucunda bölgede binlerce flamingo yavrusunun yaşamını yitirdiği belirtildi.

Doğa fotoğrafçısı Fahri Tunç, flamingoların bölgede yaşamını yitirdiğini görüntüledi. soL'a konuşan Tunç, kanallara bent çekilmesine ilişkin yetkililere defalarca başvuru yaptığını ancak hiçbir sonuç alamadığını söyleyerek yaşananlara tepki gösterdi.

Tunç, yaşananlara ilişkin şöyle konuştu:

"Tuz Gölü'ne giden 3-4 tane kanal var. Bu kanalların tamamı vahşi sulamalar için kapatıldı. Bu sene zaten az miktarda olan flamingo yavrularının binlercesi öldü. Bölgede şu anda bir tane flamingo yavrusu yok.

'Yetkililerle görüştüm, hiçbir sonuç elde edemedim'

Buna dair hiçbir yaptırım uygulanmıyor. Konuyla ilgili DSİ'yle görüştüm, bir sürü merciyle görüştüm. 'Burada vahşi sulama yapılıyor, bentlerle suların önü kesiliyor' dedim, ancak hiçbir sonuç elde edemedim. Dokunmuyorlar. Artık oy kaygısı mı, köylülerden korktukları için mi bilemiyorum.

'Yakalanan avcılar salıveriliyor'

Burada Doğa Koruma görevlileri avcıları yakalamak için mücadele veriyorlar, avcıları yakalıyorlar. Sonra bir telefon geliyor yukarıdan, diyorlar ki 'Bırakın, ceza kesmeyin'. Bu işlerin çivisi çıktı artık."

Bakanlık sözde koruyordu

AA'da geçtiğimiz ay yer alan haberde, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğünce yürütülen proje kapsamında, Tuz Gölü ve çevresinde, "flamingo nüfusunun tespiti, izlenmesi, popülasyonlarının araştırılması, bu canlılara yönelik tehditler ve koruma tedbirlerinin belirlenmesi" çalışmalarının sürdüğü belirtiliyordu.

CAN KUYUMCUOĞLU / SOL

                                                              ***

2)'Tuz Gölü’nde yaşanan katliam sizin yoz kafalarınızın ve doymak bilmez kâr hırsınızın sonucu'


TKP'den dün Tuz Gölü'nde yaşanan flamingo ölümlerine ilişkin 'Gericilik ve piyasacılık sadece insana değil, memlekete ve doğaya da düşman' açıklaması geldi.

Tuz Gölü binlerce flamingo yavrusunun ölümüne ilişkin TKP'den açıklama geldi.

"Gericilik ve piyasacılık sadece insana değil, memlekete ve doğaya da düşman" denilen açıklamada, "Konya kapalı su havzasında akla ve bilime aykırı olarak özendirilen sulu tarım ve Tuz Gölü başta su kaynaklarının plansız ve aşırı kullanımı flamingo yavrularının kitlesel katliamına yol açmış bulunuyor" ifadesi kullanıldı.

Açıklamada şöyle denildi:

"Biliyoruz ki DSİ başta olmak üzere AKP’li yetkililer kuraklık ve iklim değişikliğinin yarattığı kuraklıktan dem vuracaklar. Tüm bu sıraladığınız gerekçeler ve bugün Tuz Gölü’nde yaşanan katliam sizin yoz kafalarınızın, siyasi popülizminizin ve doymak bilmez kâr hırsınızın sonucu.

Çözüm basit: Akla, bilime dayalı, eşitlikçi bir düzen. İnsan ve doğal yaşamın refah ve devamını esas alarak toplumsal yaşamın planlanması. Sosyalist Türkiye sadece biz yurttaşların hayatı için değil, memleketimizin tüm doğal yaşamının devamı için acil bir ihtiyaç."

(SOL)

13 Temmuz 2021 Salı

Büyüyen sınıf çelişkileri - Oğuz Oyan / SOL

İktidara ve liderine verilen körü körüne destekte gedikler açılmaya, daha önce görülmeyen sınıf karakteri görülmeye ve ciddi güven aşınmaları belirmeye başlamıştır. 

Çelişkilerden çelişki beğenin:

Görmemişlerin saraylar sevdası ve bugünlerde öne çıkan "Yazlık Saray" şatafatı ile toplumun -özellikle de AKP'ye yoğun oy veren düşük gelirli toplum kesimlerinin- önemli bir bölümünün tatil olanaklarının neredeyse hiç olmaması.

Yazlık Saray'a 640 milyon TL (ki bu söylenen rakam) harcanırken, 18 kamu kuruluşunun yazlık sosyal tesislerinin daha özelleştirme kapsamına alınması... Belki de toplamda 640 milyon liradan daha az bir tutara iktidara yakın/iktidarın içinden kişilere peşkeş çekilmesi hesaplarının yapılması. Örneğin onlarca yıldır Seferihisar-Gümüldür'de tatil olanağı bulan Karayolları GM, Devlet Su İşleri elemanlarının bundan yoksun bırakılması; Ankara Üniversitesi öğrencilerinin de yararlanabildiği Manavgat kampının Üniversiteden koparılması; Dokuz Eylül Üniversitesi Seferihisar kampının satışa hazırlanması... Aydın-Didim'de Altınkum sahilinde kamu emlaki yağmacılarının iştahını kabartıp duran mücevher değerindeki 27 dönüm arsanın satış listesine alınması. SGK'nın Kuşadası'nda ve Beşiktaş'ta, Adalet Bakanlığı'nın Gökçeada'da, Jandarma Genel Komutanlığı'nın Manavgat'ta, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün Tekirdağ Süleymanpaşa'da, Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın Kocaeli-Kandıra'da, Muğla Ula'da ve Marmaris'te, Ordu-Perşembe'deki nefes alma mekanlarının, har vurup harman savrulan Hazine kaynaklarının kısmi telafisi için gözden çıkarılması.

Bir başka çelişki olarak, kamu kurumlarının tepelerinde üçer-beşer maaş/ücretle yağma düzeninin sürmesine çıkar bağlarıyla ortak edilenler dünyasında, bu kurumların tek maaşlı orta ve orta-alt düzey elemanlarına sunulan ücret-dışı bazı olanaklara (tatil olanağı gibi) göz dikilmesi. Yukarıdaki saltanatın ve yağmanın sürdürülebilmesi için artık orta düzey elemanların sosyal tesisler sayesinde yararlanabildikleri tatil haklarına da el uzatılması. İktidarın, büyük bölümünü kendi getirdiği orta düzey bürokratları dahi hiçe sayma noktasına gelmesi.

***

Soma katliamının sorumlularından, cinayet gibi tren kazalarının sorumlularından doğru dürüst hesap sorulmazken, Somalı işçilerin/ sendikacıların ödenmeyen tazminatlarının hesabını sormak üzere çıktıkları yeni bir nafile Ankara seferinden (beş temsilci dışında Ankara'ya girişleri bile engellenerek) elleri boş dönerken uğradıkları trafik kazasında iki yiğit temsilcilerini yitirmeleri: Bağımsız Maden-İş Sendikası Başkanı Tahir Çetin ile maden işçileri önderlerinden Ali Faik İnter'in dönüş yolunda Kırkağaç'ta bir trafik kazasına kurban gitmeleriyle, AKP rejiminin neden olduğu iş cinayetlerine yenilerinin eklenmesi.

İktidarın sınıf kimliğinin, AKP Grup Başkan Vekili ile Somalı sendikacılar arasındaki görüşmelerde bir kez daha vurgulanması. Aynı kimliğin, iktidarın grev erteleme-yasaklama ve grev kırıcılığı rekorunun önceki tüm sermaye iktidarlarını aşacak bir düzeye taşımasıyla perçinlenmiş olması.

Kendi geldiği sınıfsal konuma tamamen yabancılaşarak, yani "soylu" feodallerin Marie-Antoinette'iyle bir ilgisi olmadığı halde bilmeden ona öykünerek, yoksulluk ve açlıkla boğuşan halk kesimlerine "porsiyonları küçültsünler" öğüdünü verebilen bir Cumhurbaşkanı eşinin başedilemez kibiriyle topluma bir rol modeli olma sevdasını sürdürebilmesi.

Anlamlı olabilecek bir siyasi etik yasası çıkarılmasına iktidarı boyunca direnen AKP anlayışının, Cumhurbaşkanı Kararnamesiyle "Kamu Görevlileri Etik Kurulu Başkanlığı" adıyla yeni bir kurul oluşturması, Kurul üyeliklerine iktidarın taleplerine kayıtsız şartsız hizmet etmekten başka özelliği bulunmayan yani bir etik kurulda olmaması gereken isimleri bulup buluşturup ataması, böylece birden çok maaşlılar arasına yeni simaları "terfi" ettirmesi, dolayısıyla asli görevleri Cumhurbaşkanlığının etik olarak aklanmasından ibaret olması beklenebilecek yeni bir Kurulun arz-ı endam etmesi, rejimin karakteriyle fevkalade uyumlu olmuştur.

***

İktidar bloku, kendi sınıf karakterini açıkça teşhir etmekten bugüne kadar hiçbir endişe duymamıştır. Çünkü geçmiş hiçbir dönemde görülmemiş düzeydeki sistematik din sömürüsünün ve iktidarın lideri etrafında örülen kişiye tapınma çemberinin, şimdiye kadar iktidara yeterli desteği verdiği görülmüştür. 

Ama şimdilerde işin rengi değişmiştir. İktidar halkın en temel sorunlarına çözüm bulamamış, son üç yıldır ülke ve hanehalkı ekonomisinin kötüye gitmesine engel olamamış, giderek de sorunun asıl kaynağı olarak görülmeye başlanmıştır. Bu durumda iktidara ve liderine verilen körü körüne destekte gedikler açılmaya, daha önce görülmeyen sınıf karakteri görülmeye ve ciddi güven aşınmaları belirmeye başlamıştır. Dolayısıyla artık "Yazlık Saray" ve benzeri haberler, açlık ve işsizlikle boğuşan eski AKP seçmeninde de yankı bulmaktadır. 

Bu nedenle ben "Yazlık Saray" ve "porsiyonları küçültün" gibi haberleri kızgınlıkla değil keyifle izliyorum.

Oğuz Oyan / SOL