25 Temmuz 2021 Pazar

Laiklik ve sekülarizm (Oğuz Oyan)+İşçi sınıfı laisizmi üzerine tezler(Aydemir Güler) / SOL

 I) Laiklik ve sekülarizm (Oğuz Oyan)

II) İşçi sınıfı laisizmi üzerine tezler(Aydemir Güler)

                                                                                                                                                

I) Laiklik ve sekülarizm (Oğuz Oyan)

"Artık tahribatın yüzeysel onarımları yetmeyecektir; kalıcı bir laiklik hedefine ulaşılması ancak emeğin Cumhuriyetinin hedeflenmesi ve işçi sınıfının laiklik mücadelesini sahiplenmesiyle mümkündür."

Laiklik ve sekülarizm kavramları kadar hem kendi içlerinde sürekli tartışılan hem de birbirine düşürülen kavram çifti bulmak oldukça zordur. Bunu yadırgamamak gerekir. Somut toplumsal oluşumlarda yüzlerce yıllık tarihsel gelişmenin sonucunda ortaya çıkmış olan bu kavramlara, benzer olduğu kadar farklı anlamlar da yüklenmiştir. Bugün bile, değişken siyasal gelişmelere göre, bu kavramlara ilişkin yeni tanımlamalar, yeni anlam yüklemeler, yeni yorumlama çabaları sürmekte, bazen siyasal konumlanmalar buna göre oluşmakta, hatta bitmeyen akademik tartışmalar da buna eklenmektedir.

Sonradan açmak üzere baştan belirtelim: Tarihsel oluşum sürecinde Türkiye'de benimsenmiş olan kavram "laiklik"tir ve bizim de farklı bir arayışımız olamaz. Ancak bunun anlamı, "sekülarizm" kavramının üzerini çizmek, kullanımdan kaldırmak değildir. Kendimizi bir kavram fakirleşmesine mahkum etmeden bu tarihsel kavramları yerinde kullanmaya devam etmeliyiz. Bunu yaparken ne dayanaksız bir "rakip kavramlar" tuzağına düşmeli, ne de bu kavramlar arasına yapay sınırlar çizmeliyiz. Türkiye'de Cumhuriyet'in kuruluş dönemlerindeki laiklik uygulamasına eleştiri getirmeye yönelen liberallerin ve İslamcıların, uydurma "katı laiklik-özgürlükçü laiklik" karşıtlığını, bilim dışı bir yöntemle "laiklik-sekülarizm" kavram çiftine taşımalarına da hoşgörüyle bakamayız.

Kavramlar üzerine

Her ülkede din-devlet ilişkileri özgül tarihsel koşullara göre şekillenmiştir. Ama bu bizi, laiklik kavramının her ülkeye özgü olarak ayrı ayrı tanımlanabileceği gibi partikülarist bir anlayışa götürmez.1

"Laik" terimi etimolojik olarak Yunanca "laos" yani "halk" teriminden türediği için, laiklik kavramı, inancı ne olursa olsun tüm halk katmanları/yurttaşlar bakımından eşitlikçi ve yansız bir uygulama alanı yaratma iddiasına daha yakındır. Latince soecularis (ki o da "seculum-yüzyıl"dan türemiştir ve "yüzyıla ait/ çağdaş/ dünyevî" de demektir) kökeninden gelen sekülerleşme (secularisation) kavramı, dini olanı dünyevileştirme anlamını içerir ve bu bağlamda dinin reforma tabi tutulması üzerinden bir uzlaşma arayışını içinde barındırır.

Bir ilk yaklaşım olarak, Katolik gelenekten gelen toplumlarda Kilisenin devletin alanına aşırı müdahaleciliğine karşı verilen laiklik mücadelesinin de daha keskin bir Kilise-devlet ayrımına yol açtığı kabul edilebilir. Ancak Katolik kökenlere sahip devletler laik-seküler ayırımı bakımından da türdeş olmaktan uzaktır. Bu ayırımın daha keskin olduğu Fransa ile daha melez yapıda olduğu İspanya, İtalya, Portekiz örnekleri birbirlerinden farklılaşırlar.2

Protestanlık geçmişi olan ülkelerde ise, "sekülerleşme", eskiden dini otoriteler tarafından yerine getirilen işlevlerin dindışı/laik otoritelere aktarılması anlamındadır.3 Ancak bu süreç, reforme edilen Kiliseleri toplumsal  örgütlenme ve politik kurumsallaşma içinde tuttuğu ölçüde sivil toplumda bir dini eksene yer açmıştır. Bu ülkelerde vicdani özgürlüğe saygı duyulmakla ve herkesin inancı kendine aittir denilmekle birlikte, bazen bu özgürlüğün gerici bir ahlakçılığa dönüşmesinin yolu da açıktır.4

H. Pena-Ruiz'e göre5, Avrupa'da din ile politika arasındaki ilişkiler dört tipik biçime göre düzenleniyor; bunlar, yakın dönemdeki gelişmeler nedeniyle bazen birbiri içine de geçebiliyor. Geleneksel olan birincisinde, devlet-din ayrılığı şeklen kurulmamıştır; İngiliz protestanlığı gibi devlet dinleri söz konusudur. İkincisi, egemen devletlerin -bazen Vatican veya diğer dini otoriteler aracılığıyla- din konusunda belirli kamusal baskılar kurdukları melez sistemlerdir (İspanya, İtalya ve Fransa'da Alsace-Moselle bölgesi gibi). Üçüncüsü ikincinin varyantıdır; bir dinî vergiyle finansman sağlamak (Almanya) veya bir dini eğitim vermek ve devlet okullarına müdahalenin yolunu açmak üzere dinlere çeşitli avantajlar sağlamak biçiminde görülebilir. (Slovenya, İspanya, İrlanda gibi örnekleri vardır). Dördüncüsü, gerek kamu otoritesinin Kiliselerin içişlerine gerekse Kiliselerin kamusal alana her türlü müdahalesini dışlayacak biçimde Kiliseler ile devletin laik kurallara göre ayrılmasıdır.

Bu sonuncu biçime en iyi örnek Fransa olmakla birlikte, bu ülkede özel okulların kamudan destek alması (ki bunların önemli bir bölümü dini okullardır) ve Alsace-Moselle bölgelerine ayrıcalıklar tanınması dikkate alındığında, Fransa bile "din-devlet arasında tam ayrılık" ilkesini kısmen çiğnemektedir. Fransa'da, Alsace-Moselle bölgelerinde 1905 tarihli laiklik yasasının uygulanmamasının nedeni, o tarihte bu bölgelerin Alman egemenliğinde olması ve yeniden Fransa'ya katıldığında ise toplumsal tepkilerle karşılaşmamak adına özel statülerinin korunması ihtiyacıydı.6

Burada bir parantez açalım: Bu dört "tipik" biçim açısından bakıldığında Türkiye nereye otururdu? Eğer 1940'ların ortasına kadar giden kuruluş dönemi seçilseydi, her ne kadar Hanefiliğin resmi mezhep olarak benimsenmesine bakılarak birinci tipe yakın gibi gözükse de, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın nominal varlığı dikkate alındığında7, devlet ile din işlerinin birbirinden ayrıldığı dördüncü tipe daha yakın bir yere de oturabilirdi. 1950'lerin arifesinden itibaren yazılan tarih ise bambaşka bir hikayedir. İlk üç tipin bir karmasına doğru yol alındıktan sonra, AKP döneminde bir din devletinin kurucu unsurları şekillenmeye başlamıştır. Bu bakımdan Türkiye'deki mevcut durum, artık hiçbir Avrupa ülkesiyle kıyaslanamayacak bir gerilik düzeyindedir. Avrupa ülkelerinin bazılarında siyasi ve eğitsel alanda bazı dini ritüeller/semboller görülüyor olmakla ve siyasi alanda yeni-dinselleşme akımları ortaya çakmakla birlikte, bütün Avrupa devletleri ve halkları sekülerleşme/laikleşme yolunda Türkiye ile kıyaslanmayacak bir düzeydedirler.

Bununla birlikte, yukarıda sayılan dört tipolojiden birine veya birkaçının ortalamasına yakın duran ülkeler açısından bakıldığında, hiçbir Avrupa ülkesinin laikliğin üç temel ilkesine ideal biçimde uymadığı da görülmektedir. Pena-Ruiz ve birçok araştırmacının altını çizdiği bu üç ilke, -vicdani özgürlük; -manevi tercihleri ne olursa olsun (hiçbir inancı olmayanlar, agnostik ve ateistler dahil) tüm yurttaşların eşitliği; -hiçbir dini/mezhepsel tercihe dayanmayan kamu alanının yansızlığı.8

Laikliğin Geniş ve Dar Tanımları9

Laikliği, geniş ve dar kavramlar olarak da iki düzlemde ele alabiliriz. Geniş kavrayışta, vicdan özgürlüğünün tamamen serbest olduğu ve bunun gereği olarak devletin toplumdaki belirli bir dinsel/mezhepsel grubu temsil etmediği ve inançlar (ve inançsızlıklar) arasında ayırım yapmadığı rejimler kastedilmektedir. Ama vicdan özgürlüğü dışındaki ilkeler aşındırıldığı ölçüde kavramın esnekleştirilmesi riski vardır. Dar kavrayışa göre ise, inanç/vicdan özgürlüğü yanında, devlet ile dinin (devlet ile dinlerin/mezheplerin) birbirinden radikal/keskin ayrılığının sağlanması esastır.10

Bize göre, din ile devletin birbirinden keskin şekilde ayrılması sağlanmadan (dar kavram), laiklik ilkesinin kalıcılaşması her zaman sorunlu olacaktır. Kuşkusuz burada en öncelikli olan, eğitim ve yargı başta olmak üzere kamu kurumlarının dinin tahakkümünden kurtarılmasıdır. Liberaller tarafından savunulan "özgürlükçü laiklik" diye bir kavram ise tamamen uydurmadır. Aslında burada kastedilmek istenen şey, devletin mutlak veya göreli yansızlığı temelinde "din/inanç/vicdan özgürlüğü" kavramıdır. Geniş laiklik kavrayışına yakın gibi durmakla birlikte, burada, egemen olan dinin veya mezhebin siyaseti kendisine tâbi kılacağı, dolayısıyla laiklik öncesine dönüşe kapı açacağı tehlikeli bir süreç söz konusu olabilecektir. Türkiye pratiği bunun adeta tarihi laboratuarı gibidir.

Laikliğin geniş ve dar olarak kavramlaştırmasını izleyebilecek ikinci saptama şudur: İster geniş (daha yaygın olanı budur ve sekülerlik olarak da okunabilir), ister dar (Fransa örneği gibi) kavramlardan, isterse ikisinin toplamından/ bireşiminden/ eklemlenmesinden yola çıkılsın, gelişmiş sanayi toplumlarında tarihsel yönelişler genelde birbirine yakınsamaktadır. Başka deyişle, ister uzlaşmacı isterse radikal bir yol izlesin, ister anayasal bir ilkeye dönüşmüş olsun veya olmasın (ki anayasalara girmesi istisnadır; Japonya'da girmesi ise II. Dünya Savaşı yenilgisinin tavizidir), Batı toplumlarında laiklik halka malolmuş durumdadır. Dolayısıyla Avrupa ülkeleri, bugünkü Türkiye gibi Anayasasına göre sözde laik, ama uygulamalara göre tamamen anti-laik bir ülkedeki duruma benzer tehditlerle henüz tanışmış değillerdir. Bununla birlikte, laikliğe saldırılar her yerde başlamıştır; kapitalist sömürü ilişkilerinin gereksinimlerine göre laikliğin yeniden tartışmaya açılmayacağının bir garantisi yoktur.

Üçüncü saptama, Batı'da laiklik ile sekülerlik arasında çok keskin uygulama farklılıkları varmış gibi sert karşıtlıklar yaratılmasından kaçınılmasının doğru olacağıdır. Aynı şey, ABD ile Avrupa ülkeleri ve özellikle Fransa arasında temel bir karşıtlık olduğu varsayımı için de geçerlidir. Oysa, ABD'de laiklik kavramı -bu kavram bilinmeden- Fransa'dan bile önce uygulamaya geçirilmiş, Federal Devlet ile Kiliselerin ayrılması güvenceye alınmıştı.11 ABD'de devletin laik, toplumun dindar olduğu saptaması boşuna yapılmamıştır. İlginç olan, Birleşik Krallık'ta Anglikan kilisesi ile devlet ayrılığı sağlanmamıştır ama kiliselerin müdavimleri sürekli azalmaktadır; buna karşılık ABD'de kiliseler dolup taşmaktadır!

Dördüncü saptama, dinin tarihsel olarak bazen bağımsızlık mücadelelerinin ideolojik bütünleştiricisi olarak ortaya çıkabilmesidir. Türkiye'nin Kurtuluş Savaşında bu rolün kısa ama yoğun bir tarih dilimi açısından geçerli olduğu biliniyor. Buna karşılık Yunanistan'ın Osmanlı'ya karşı bağımsızlık mücadelesinde Ortodoks Kilisesi'nin rolü yüzyıllık bir kalıcılığa sahip olmuştur. İrlanda'da da, İngiltere'ye karşı bağımsızlık mücadelesinde din bir araç olarak kullanmıştır. Bunların izleri bu ülkelerde halen görülmektedir. Afrika'da Hristiyanlığı bir kolonizasyon aracı olarak kullanan emperyalist ülkelere karşı bazı yerlerde İslamiyet bir ulusal kimlik geliştirme aracı olarak kullanılabilmiştir. Ancak bugünkü anti-emperyalist mücadelenin, Afrika ülkelerinde de, militan bir laiklik konumlanmasından geçtiği açıktır.

Türkiye'deki Yaklaşımlar

Türkiye'de İslamcı ve liberal anlayıştan gelen araştırmacıların laiklik-sekülerlik kavramlarına bakışları "sekülerleşme"den yana açık bir tercihi yansıtır. İslamcı entelijansiyadan gelen Durmuş Hocaoğlu'na göre12, "Laiklik, Latin-Katolik tarzı bir dünyeviliktir ve "laiklik"in ideolojikleştirilmiş ve baskıcı bir devlet politikası haline getirilmiş şekli olan "laisizm" ise, kendisine karşı rüştünü ispat etmek için çok didiştiği Katoliklik gibi sert ve az-müsamahalı ya da müsamahasızdır". Bu bağlamda laisizm, Hocaoğlu'na göre, "ateizme meyilli bir gayri-dinilik halini alabilen bir 'lâ-dinilik' olmuştur". Buna karşılık "Sekülerlik, esas hüviyet olarak bir 'Anglo-Sakson-German/Protestan dünyeviliğidir ve laisizme nazaran daha mûtedildir". Ancak yazar her iki kavrama karşı da ihtiyatlıdır: "Ancak yine de, bu iki terimin arasında önemli kesişme noktaları bulunduğuna ve zaman zaman birbirinin yerine kullanıldığına da dikkat etmek gerekir. Her iki kavramda da "din" reddedilmemiş, yani din tam karşıya alınarak ateizme gidilmemiştir; fakat (...) her ikisinde de din ile hayat arasındaki bağlar asgariye indirilmeye çalışılmıştır".

Liberal yaklaşıma sahip araştırmacılar ise, laikleşme-sekülerleşme süreçlerinin tarihsel farklılığını yok saymadan, Türkiye'de erken Cumhuriyet tarzı bir "militan laiklik" politikasını hedefe koyarlar. Bu konuda eser verenlerden biri olan Mustafa Erdoğan'a göre13 "Demokrasi olmak iddiasındaki bir devlet 'lâisizm'i vatandaşlarına 'dayatma' hakkını kendinde görüp bu doğrultuda politikalar uygulamaya başladığı anda, bu iddiasından vazgeçmiş demektir. Çünkü, bu durumda o, demokratik bir devlet olmaktan çıkarak otoriter nitelik kazanmış olur. Kısaca, militan bir lâiklik politikası demokrasiye ters düşer". Önceliğin demokraside mi yoksa hem aydınlanma hem sosyalist devrimin temel dinamiğini oluşturan laikliğin benimsenmesinde mi olduğu kuşkusuz bir başka siyasi tercihtir.

Sosyalist yaklaşıma sahip yazarlar açısından bu tercih konusunda herhangi bir kafa karışıklığı yaşanmaz. Kadir Cangızbay'a göre, "Sekülarizm bir olgu. Laiklik ise bir ilke; ama etik bir boyutu da var. Birinin, kültürel laikliğin etik bir boyutu var. Diyor ki, ben insanım ve bu dünya insanların dünyasıdır; o yüzden de tanrı olsa da olmasa da insan-üstü bir mercie dayanarak yasama yapılamaz. Laikliğin güzel olan yanı bu". (...)  "Oysa zoolojik boyutunun ötesinde beşerî bir varlık olarak insan, kendi yapıp ettikleriyle var, yapıp ettiklerinin ürünüdür; yani, emektir, çalışmadır, iştir ve de en basitinden en karmaşığına kadar her iş, mutlaka ve mutlaka aklın rehberliğinde başarılabilir. Aklın yerine inancın temel alınıp rehber edinilmesi ise, insanın kendi kendisini kendi dışından verilmiş belirleyiciliklere teslim etmesinden, yani özgürleşip özneleşmekten peşinen vaz geçmesinden başka bir şey değildir".14

Laiklik ve sol üzerine yazan Özgür Şen15 "tüm eksik ve yetersizliklerine rağmen, cumhuriyet laikleşme yoluna hiç girmedi denemez. Böyle denilirse, zaten bugün Türkiye'deki temel mücadele anlaşılamaz". (...) "Laiklik Türkiye'de cumhuriyeti cumhuriyet yapan en temel özelliklerdin birisidir ve laiklik yoksa aslında cumhuriyet de yoktur". (...) "Dinci gericilik, karşısına ilerici bir pozisyonla çıkılmadığı ve siyasete ilerici şekilde müdahale edilmediği sürece siyasete ve toplumsal ilişkilere doğru yayılma eğilimindedir. Bu, dinci gericiliğin doğal ve içkin bir karakteridir. Üstelik bu yalnızca kendilğinden gelişen bir süreç değildir; burjuvazi iktidarda olduğu düzenin sürekliliğini sağlamak amacıyla dinsel olanı her zaman teşvik edecek, dinden bir ideolojik olgu olarak azami ölçüde faydalanacaktır". Kaldı ki, "aydınlanmacılıkla antiemperyalizm arasındaki ideolojik alışverişin Türkiye için ne kadar hayati olduğu" da açıktır.

Orhan Gökdemir16 de farklı patikalardan aynı noktaya geliyor: "Cumhuriyet Devrimi, cemaatlerden yeni bir halk yaratma işiyse, karşı devrim de halkı yeniden cemaate dönüştürme işidir. Bir cumhuriyet gününde karşı karşıya olduğumuz şey tam da budur. (...) Artık burjuvaziyle Aydınlanma'nın bağı kopmuştur. Tam tersine bu sınıf iktidarını ancak karanlığa yaslanarak sürdürebileceğini görüyor. (...) Ezilenlerinse bu denklemden bir çıkarı yok. Onların çıkarı bilimin, sanatın, felsefenin, tarihin özgürleşmesinde. Yeni bir Aydınlanma da ancak ve ancak sadece onların eseri olacaktır".

Serdal Bahçe17 bir adım öne giderek "Sosyalist Aydınlanma"nın çerçevesini çizmeye yöneliyor: "Burjuvazinin devrimciliği çok erken bir dönemde sona ermiştir. Kapitalizm egemen üretim tarzı haline gelince radikal burjuva düşüncesinin tüm vaatleri ve tüm hayalleri ıskartaya çıkarılmıştır. Temel dinamiği sermayedar ile işçi sınıfı arasındaki asimetrik ilişki olan bu toplumsal sistem sosyo-ekonomik eşitsizlikleri önce dünyevi araçlarla olumlamaya çalıştı; olmadı. Çaresiz bir şekilde akıl dışılığa ve dinselliğe yöneldi. (...) Artık kapitalizmin moral ve fiziksel olarak insanlığa verecek bir şeyi kalmamıştır. Kapitalizm uzunca bir süredir sosyalist aydınlanmanın saldırısı altındadır. (...) Sosyalist aydınlanmanın olası birkaç ilkesine değinmek gerekmektedir. Öncelikle sosyalist aydınlanmacı aklın nesneyle kurduğu ilişkinin burjuva aydınlanmacı aklın deneyimle kurduğu ilişkiye göre daha içerikli ve daha toplumsal olması gerekmektedir. (...) Sosyalist aydınlanma kamusal ortak bilince sahip bireyleri birbiriyle benzeştirmekten imtina edecek ve bireyin doğa ve toplumla kurduğu ilişkiyi bitmeyecek bir maceraya ve sürekli yetkinleşmeye dönüştürecektir".

Korkut Boratav18 ile tamamlayalım: "Siyasî İslam, iktidar gücünü kullanarak, kendi din anlayışını, sadece devlet kurumlarına değil, toplumsal hayata da hâkim kılmak istemektedir. Bu koşullarda, yani siyasi İslam iktidardayken, laikliğin klasik tanımı ("din ve devlet işlerinin ayrımı"), yetersiz kalabilecektir. (Bugünün) Türkiye'sinde laiklik, bu nedenle de, 'din kurallarının ve normlarının, devlet kurumlarını, hukuku, kamu yönetimini ve toplumu biçimlendirmesini engelleme' olarak anlaşılmalıdır. Belki de gündem, sadece teolojik (devleti ve toplumuyla Türkiye'yi İslamcı bir düzene dönüştürmek) değildir. Yani ideolojik İslam'a göre tehlike, Türkiye halkının, laikliği pasif olarak sineye çekmesi, bu yüzden 'gerçek İslam'dan uzaklaşması değildir. Sınıfsal bir gündem de vardır: Türkiye işçi ve köylü sınıflarının Müslüman kimliği, bunların zaman zaman sosyalist, devrimci hareketlere katılımına engel olmamıştır. İdeolojik İslam, halk sınıflarını kapitalizm ve sömürü düzeniyle uzlaşmaya yönlendiriyorsa, sınıfsal bir işlev de üstlenmiş olacaktır".

Bu son saptama veriliyken, Türkiye'deki laiklik mücadelesinin bundan böyle mutlaka sınıf mücadelesiyle birleştirilmesi, bu bakımdan da militan bir nitelik taşıması kaçınılmazdır. Şunu da gözardı etmemek gerekir: Türkiye'de laiklik mücadelesi sıfır noktasından başlayacak değildir; Arap-Müslüman toplumlarına kıyasla laik yaşam tarzı geniş bir toplumsal tabana sahiptir ve iktidar ayağının tasfiyesinden itibaren dinciliğin tahribatı hızla geri çevrilebilecektir. Ama artık tahribatın yüzeysel onarımları yetmeyecektir; gerçek ve kalıcı bir laiklik hedefine ulaşılması ancak emeğin Cumhuriyetinin hedeflenmesi ve işçi sınıfının laiklik mücadelesini sahiplenmesiyle mümkün olacaktır.

Laiklik ve sekülarizm kavramları kadar hem kendi içlerinde sürekli tartışılan hem de birbirine düşürülen kavram çifti bulmak oldukça zordur. Bunu yadırgamamak gerekir. Somut toplumsal oluşumlarda yüzlerce yıllık tarihsel gelişmenin sonucunda ortaya çıkmış olan bu kavramlara, benzer olduğu kadar farklı anlamlar da yüklenmiştir. Bugün bile, değişken siyasal gelişmelere göre, bu kavramlara ilişkin yeni tanımlamalar, yeni anlam yüklemeler, yeni yorumlama çabaları sürmekte, bazen siyasal konumlanmalar buna göre oluşmakta, hatta bitmeyen akademik tartışmalar da buna eklenmektedir.

Sonradan açmak üzere baştan belirtelim: Tarihsel oluşum sürecinde Türkiye'de benimsenmiş olan kavram "laiklik"tir ve bizim de farklı bir arayışımız olamaz. Ancak bunun anlamı, "sekülarizm" kavramının üzerini çizmek, kullanımdan kaldırmak değildir. Kendimizi bir kavram fakirleşmesine mahkum etmeden bu tarihsel kavramları yerinde kullanmaya devam etmeliyiz. Bunu yaparken ne dayanaksız bir "rakip kavramlar" tuzağına düşmeli, ne de bu kavramlar arasına yapay sınırlar çizmeliyiz. Türkiye'de Cumhuriyet'in kuruluş dönemlerindeki laiklik uygulamasına eleştiri getirmeye yönelen liberallerin ve İslamcıların, uydurma "katı laiklik-özgürlükçü laiklik" karşıtlığını, bilim dışı bir yöntemle "laiklik-sekülarizm" kavram çiftine taşımalarına da hoşgörüyle bakamayız.

Kavramlar üzerine

Her ülkede din-devlet ilişkileri özgül tarihsel koşullara göre şekillenmiştir. Ama bu bizi, laiklik kavramının her ülkeye özgü olarak ayrı ayrı tanımlanabileceği gibi partikülarist bir anlayışa götürmez.1

"Laik" terimi etimolojik olarak Yunanca "laos" yani "halk" teriminden türediği için, laiklik kavramı, inancı ne olursa olsun tüm halk katmanları/yurttaşlar bakımından eşitlikçi ve yansız bir uygulama alanı yaratma iddiasına daha yakındır. Latince soecularis (ki o da "seculum-yüzyıl"dan türemiştir ve "yüzyıla ait/ çağdaş/ dünyevî" de demektir) kökeninden gelen sekülerleşme (secularisation) kavramı, dini olanı dünyevileştirme anlamını içerir ve bu bağlamda dinin reforma tabi tutulması üzerinden bir uzlaşma arayışını içinde barındırır.

Bir ilk yaklaşım olarak, Katolik gelenekten gelen toplumlarda Kilisenin devletin alanına aşırı müdahaleciliğine karşı verilen laiklik mücadelesinin de daha keskin bir Kilise-devlet ayrımına yol açtığı kabul edilebilir. Ancak Katolik kökenlere sahip devletler laik-seküler ayırımı bakımından da türdeş olmaktan uzaktır. Bu ayırımın daha keskin olduğu Fransa ile daha melez yapıda olduğu İspanya, İtalya, Portekiz örnekleri birbirlerinden farklılaşırlar.2

Protestanlık geçmişi olan ülkelerde ise, "sekülerleşme", eskiden dini otoriteler tarafından yerine getirilen işlevlerin dindışı/laik otoritelere aktarılması anlamındadır.3 Ancak bu süreç, reforme edilen Kiliseleri toplumsal  örgütlenme ve politik kurumsallaşma içinde tuttuğu ölçüde sivil toplumda bir dini eksene yer açmıştır. Bu ülkelerde vicdani özgürlüğe saygı duyulmakla ve herkesin inancı kendine aittir denilmekle birlikte, bazen bu özgürlüğün gerici bir ahlakçılığa dönüşmesinin yolu da açıktır.4

H. Pena-Ruiz'e göre5, Avrupa'da din ile politika arasındaki ilişkiler dört tipik biçime göre düzenleniyor; bunlar, yakın dönemdeki gelişmeler nedeniyle bazen birbiri içine de geçebiliyor. Geleneksel olan birincisinde, devlet-din ayrılığı şeklen kurulmamıştır; İngiliz protestanlığı gibi devlet dinleri söz konusudur. İkincisi, egemen devletlerin -bazen Vatican veya diğer dini otoriteler aracılığıyla- din konusunda belirli kamusal baskılar kurdukları melez sistemlerdir (İspanya, İtalya ve Fransa'da Alsace-Moselle bölgesi gibi). Üçüncüsü ikincinin varyantıdır; bir dinî vergiyle finansman sağlamak (Almanya) veya bir dini eğitim vermek ve devlet okullarına müdahalenin yolunu açmak üzere dinlere çeşitli avantajlar sağlamak biçiminde görülebilir. (Slovenya, İspanya, İrlanda gibi örnekleri vardır). Dördüncüsü, gerek kamu otoritesinin Kiliselerin içişlerine gerekse Kiliselerin kamusal alana her türlü müdahalesini dışlayacak biçimde Kiliseler ile devletin laik kurallara göre ayrılmasıdır.

Bu sonuncu biçime en iyi örnek Fransa olmakla birlikte, bu ülkede özel okulların kamudan destek alması (ki bunların önemli bir bölümü dini okullardır) ve Alsace-Moselle bölgelerine ayrıcalıklar tanınması dikkate alındığında, Fransa bile "din-devlet arasında tam ayrılık" ilkesini kısmen çiğnemektedir. Fransa'da, Alsace-Moselle bölgelerinde 1905 tarihli laiklik yasasının uygulanmamasının nedeni, o tarihte bu bölgelerin Alman egemenliğinde olması ve yeniden Fransa'ya katıldığında ise toplumsal tepkilerle karşılaşmamak adına özel statülerinin korunması ihtiyacıydı.6

Burada bir parantez açalım: Bu dört "tipik" biçim açısından bakıldığında Türkiye nereye otururdu? Eğer 1940'ların ortasına kadar giden kuruluş dönemi seçilseydi, her ne kadar Hanefiliğin resmi mezhep olarak benimsenmesine bakılarak birinci tipe yakın gibi gözükse de, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın nominal varlığı dikkate alındığında7, devlet ile din işlerinin birbirinden ayrıldığı dördüncü tipe daha yakın bir yere de oturabilirdi. 1950'lerin arifesinden itibaren yazılan tarih ise bambaşka bir hikayedir. İlk üç tipin bir karmasına doğru yol alındıktan sonra, AKP döneminde bir din devletinin kurucu unsurları şekillenmeye başlamıştır. Bu bakımdan Türkiye'deki mevcut durum, artık hiçbir Avrupa ülkesiyle kıyaslanamayacak bir gerilik düzeyindedir. Avrupa ülkelerinin bazılarında siyasi ve eğitsel alanda bazı dini ritüeller/semboller görülüyor olmakla ve siyasi alanda yeni-dinselleşme akımları ortaya çakmakla birlikte, bütün Avrupa devletleri ve halkları sekülerleşme/laikleşme yolunda Türkiye ile kıyaslanmayacak bir düzeydedirler.

Bununla birlikte, yukarıda sayılan dört tipolojiden birine veya birkaçının ortalamasına yakın duran ülkeler açısından bakıldığında, hiçbir Avrupa ülkesinin laikliğin üç temel ilkesine ideal biçimde uymadığı da görülmektedir. Pena-Ruiz ve birçok araştırmacının altını çizdiği bu üç ilke, -vicdani özgürlük; -manevi tercihleri ne olursa olsun (hiçbir inancı olmayanlar, agnostik ve ateistler dahil) tüm yurttaşların eşitliği; -hiçbir dini/mezhepsel tercihe dayanmayan kamu alanının yansızlığı.8

Laikliğin Geniş ve Dar Tanımları9

Laikliği, geniş ve dar kavramlar olarak da iki düzlemde ele alabiliriz. Geniş kavrayışta, vicdan özgürlüğünün tamamen serbest olduğu ve bunun gereği olarak devletin toplumdaki belirli bir dinsel/mezhepsel grubu temsil etmediği ve inançlar (ve inançsızlıklar) arasında ayırım yapmadığı rejimler kastedilmektedir. Ama vicdan özgürlüğü dışındaki ilkeler aşındırıldığı ölçüde kavramın esnekleştirilmesi riski vardır. Dar kavrayışa göre ise, inanç/vicdan özgürlüğü yanında, devlet ile dinin (devlet ile dinlerin/mezheplerin) birbirinden radikal/keskin ayrılığının sağlanması esastır.10

Bize göre, din ile devletin birbirinden keskin şekilde ayrılması sağlanmadan (dar kavram), laiklik ilkesinin kalıcılaşması her zaman sorunlu olacaktır. Kuşkusuz burada en öncelikli olan, eğitim ve yargı başta olmak üzere kamu kurumlarının dinin tahakkümünden kurtarılmasıdır. Liberaller tarafından savunulan "özgürlükçü laiklik" diye bir kavram ise tamamen uydurmadır. Aslında burada kastedilmek istenen şey, devletin mutlak veya göreli yansızlığı temelinde "din/inanç/vicdan özgürlüğü" kavramıdır. Geniş laiklik kavrayışına yakın gibi durmakla birlikte, burada, egemen olan dinin veya mezhebin siyaseti kendisine tâbi kılacağı, dolayısıyla laiklik öncesine dönüşe kapı açacağı tehlikeli bir süreç söz konusu olabilecektir. Türkiye pratiği bunun adeta tarihi laboratuarı gibidir.

Laikliğin geniş ve dar olarak kavramlaştırmasını izleyebilecek ikinci saptama şudur: İster geniş (daha yaygın olanı budur ve sekülerlik olarak da okunabilir), ister dar (Fransa örneği gibi) kavramlardan, isterse ikisinin toplamından/ bireşiminden/ eklemlenmesinden yola çıkılsın, gelişmiş sanayi toplumlarında tarihsel yönelişler genelde birbirine yakınsamaktadır. Başka deyişle, ister uzlaşmacı isterse radikal bir yol izlesin, ister anayasal bir ilkeye dönüşmüş olsun veya olmasın (ki anayasalara girmesi istisnadır; Japonya'da girmesi ise II. Dünya Savaşı yenilgisinin tavizidir), Batı toplumlarında laiklik halka malolmuş durumdadır. Dolayısıyla Avrupa ülkeleri, bugünkü Türkiye gibi Anayasasına göre sözde laik, ama uygulamalara göre tamamen anti-laik bir ülkedeki duruma benzer tehditlerle henüz tanışmış değillerdir. Bununla birlikte, laikliğe saldırılar her yerde başlamıştır; kapitalist sömürü ilişkilerinin gereksinimlerine göre laikliğin yeniden tartışmaya açılmayacağının bir garantisi yoktur.

Üçüncü saptama, Batı'da laiklik ile sekülerlik arasında çok keskin uygulama farklılıkları varmış gibi sert karşıtlıklar yaratılmasından kaçınılmasının doğru olacağıdır. Aynı şey, ABD ile Avrupa ülkeleri ve özellikle Fransa arasında temel bir karşıtlık olduğu varsayımı için de geçerlidir. Oysa, ABD'de laiklik kavramı -bu kavram bilinmeden- Fransa'dan bile önce uygulamaya geçirilmiş, Federal Devlet ile Kiliselerin ayrılması güvenceye alınmıştı.11 ABD'de devletin laik, toplumun dindar olduğu saptaması boşuna yapılmamıştır. İlginç olan, Birleşik Krallık'ta Anglikan kilisesi ile devlet ayrılığı sağlanmamıştır ama kiliselerin müdavimleri sürekli azalmaktadır; buna karşılık ABD'de kiliseler dolup taşmaktadır!

Dördüncü saptama, dinin tarihsel olarak bazen bağımsızlık mücadelelerinin ideolojik bütünleştiricisi olarak ortaya çıkabilmesidir. Türkiye'nin Kurtuluş Savaşında bu rolün kısa ama yoğun bir tarih dilimi açısından geçerli olduğu biliniyor. Buna karşılık Yunanistan'ın Osmanlı'ya karşı bağımsızlık mücadelesinde Ortodoks Kilisesi'nin rolü yüzyıllık bir kalıcılığa sahip olmuştur. İrlanda'da da, İngiltere'ye karşı bağımsızlık mücadelesinde din bir araç olarak kullanmıştır. Bunların izleri bu ülkelerde halen görülmektedir. Afrika'da Hristiyanlığı bir kolonizasyon aracı olarak kullanan emperyalist ülkelere karşı bazı yerlerde İslamiyet bir ulusal kimlik geliştirme aracı olarak kullanılabilmiştir. Ancak bugünkü anti-emperyalist mücadelenin, Afrika ülkelerinde de, militan bir laiklik konumlanmasından geçtiği açıktır.

Türkiye'deki Yaklaşımlar

Türkiye'de İslamcı ve liberal anlayıştan gelen araştırmacıların laiklik-sekülerlik kavramlarına bakışları "sekülerleşme"den yana açık bir tercihi yansıtır. İslamcı entelijansiyadan gelen Durmuş Hocaoğlu'na göre12, "Laiklik, Latin-Katolik tarzı bir dünyeviliktir ve "laiklik"in ideolojikleştirilmiş ve baskıcı bir devlet politikası haline getirilmiş şekli olan "laisizm" ise, kendisine karşı rüştünü ispat etmek için çok didiştiği Katoliklik gibi sert ve az-müsamahalı ya da müsamahasızdır". Bu bağlamda laisizm, Hocaoğlu'na göre, "ateizme meyilli bir gayri-dinilik halini alabilen bir 'lâ-dinilik' olmuştur". Buna karşılık "Sekülerlik, esas hüviyet olarak bir 'Anglo-Sakson-German/Protestan dünyeviliğidir ve laisizme nazaran daha mûtedildir". Ancak yazar her iki kavrama karşı da ihtiyatlıdır: "Ancak yine de, bu iki terimin arasında önemli kesişme noktaları bulunduğuna ve zaman zaman birbirinin yerine kullanıldığına da dikkat etmek gerekir. Her iki kavramda da "din" reddedilmemiş, yani din tam karşıya alınarak ateizme gidilmemiştir; fakat (...) her ikisinde de din ile hayat arasındaki bağlar asgariye indirilmeye çalışılmıştır".

Liberal yaklaşıma sahip araştırmacılar ise, laikleşme-sekülerleşme süreçlerinin tarihsel farklılığını yok saymadan, Türkiye'de erken Cumhuriyet tarzı bir "militan laiklik" politikasını hedefe koyarlar. Bu konuda eser verenlerden biri olan Mustafa Erdoğan'a göre13 "Demokrasi olmak iddiasındaki bir devlet 'lâisizm'i vatandaşlarına 'dayatma' hakkını kendinde görüp bu doğrultuda politikalar uygulamaya başladığı anda, bu iddiasından vazgeçmiş demektir. Çünkü, bu durumda o, demokratik bir devlet olmaktan çıkarak otoriter nitelik kazanmış olur. Kısaca, militan bir lâiklik politikası demokrasiye ters düşer". Önceliğin demokraside mi yoksa hem aydınlanma hem sosyalist devrimin temel dinamiğini oluşturan laikliğin benimsenmesinde mi olduğu kuşkusuz bir başka siyasi tercihtir.

Sosyalist yaklaşıma sahip yazarlar açısından bu tercih konusunda herhangi bir kafa karışıklığı yaşanmaz. Kadir Cangızbay'a göre, "Sekülarizm bir olgu. Laiklik ise bir ilke; ama etik bir boyutu da var. Birinin, kültürel laikliğin etik bir boyutu var. Diyor ki, ben insanım ve bu dünya insanların dünyasıdır; o yüzden de tanrı olsa da olmasa da insan-üstü bir mercie dayanarak yasama yapılamaz. Laikliğin güzel olan yanı bu". (...)  "Oysa zoolojik boyutunun ötesinde beşerî bir varlık olarak insan, kendi yapıp ettikleriyle var, yapıp ettiklerinin ürünüdür; yani, emektir, çalışmadır, iştir ve de en basitinden en karmaşığına kadar her iş, mutlaka ve mutlaka aklın rehberliğinde başarılabilir. Aklın yerine inancın temel alınıp rehber edinilmesi ise, insanın kendi kendisini kendi dışından verilmiş belirleyiciliklere teslim etmesinden, yani özgürleşip özneleşmekten peşinen vaz geçmesinden başka bir şey değildir".14

Laiklik ve sol üzerine yazan Özgür Şen15 "tüm eksik ve yetersizliklerine rağmen, cumhuriyet laikleşme yoluna hiç girmedi denemez. Böyle denilirse, zaten bugün Türkiye'deki temel mücadele anlaşılamaz". (...) "Laiklik Türkiye'de cumhuriyeti cumhuriyet yapan en temel özelliklerdin birisidir ve laiklik yoksa aslında cumhuriyet de yoktur". (...) "Dinci gericilik, karşısına ilerici bir pozisyonla çıkılmadığı ve siyasete ilerici şekilde müdahale edilmediği sürece siyasete ve toplumsal ilişkilere doğru yayılma eğilimindedir. Bu, dinci gericiliğin doğal ve içkin bir karakteridir. Üstelik bu yalnızca kendilğinden gelişen bir süreç değildir; burjuvazi iktidarda olduğu düzenin sürekliliğini sağlamak amacıyla dinsel olanı her zaman teşvik edecek, dinden bir ideolojik olgu olarak azami ölçüde faydalanacaktır". Kaldı ki, "aydınlanmacılıkla antiemperyalizm arasındaki ideolojik alışverişin Türkiye için ne kadar hayati olduğu" da açıktır.

Orhan Gökdemir16 de farklı patikalardan aynı noktaya geliyor: "Cumhuriyet Devrimi, cemaatlerden yeni bir halk yaratma işiyse, karşı devrim de halkı yeniden cemaate dönüştürme işidir. Bir cumhuriyet gününde karşı karşıya olduğumuz şey tam da budur. (...) Artık burjuvaziyle Aydınlanma'nın bağı kopmuştur. Tam tersine bu sınıf iktidarını ancak karanlığa yaslanarak sürdürebileceğini görüyor. (...) Ezilenlerinse bu denklemden bir çıkarı yok. Onların çıkarı bilimin, sanatın, felsefenin, tarihin özgürleşmesinde. Yeni bir Aydınlanma da ancak ve ancak sadece onların eseri olacaktır".

Serdal Bahçe17 bir adım öne giderek "Sosyalist Aydınlanma"nın çerçevesini çizmeye yöneliyor: "Burjuvazinin devrimciliği çok erken bir dönemde sona ermiştir. Kapitalizm egemen üretim tarzı haline gelince radikal burjuva düşüncesinin tüm vaatleri ve tüm hayalleri ıskartaya çıkarılmıştır. Temel dinamiği sermayedar ile işçi sınıfı arasındaki asimetrik ilişki olan bu toplumsal sistem sosyo-ekonomik eşitsizlikleri önce dünyevi araçlarla olumlamaya çalıştı; olmadı. Çaresiz bir şekilde akıl dışılığa ve dinselliğe yöneldi. (...) Artık kapitalizmin moral ve fiziksel olarak insanlığa verecek bir şeyi kalmamıştır. Kapitalizm uzunca bir süredir sosyalist aydınlanmanın saldırısı altındadır. (...) Sosyalist aydınlanmanın olası birkaç ilkesine değinmek gerekmektedir. Öncelikle sosyalist aydınlanmacı aklın nesneyle kurduğu ilişkinin burjuva aydınlanmacı aklın deneyimle kurduğu ilişkiye göre daha içerikli ve daha toplumsal olması gerekmektedir. (...) Sosyalist aydınlanma kamusal ortak bilince sahip bireyleri birbiriyle benzeştirmekten imtina edecek ve bireyin doğa ve toplumla kurduğu ilişkiyi bitmeyecek bir maceraya ve sürekli yetkinleşmeye dönüştürecektir".

Korkut Boratav18 ile tamamlayalım: "Siyasî İslam, iktidar gücünü kullanarak, kendi din anlayışını, sadece devlet kurumlarına değil, toplumsal hayata da hâkim kılmak istemektedir. Bu koşullarda, yani siyasi İslam iktidardayken, laikliğin klasik tanımı ("din ve devlet işlerinin ayrımı"), yetersiz kalabilecektir. (Bugünün) Türkiye'sinde laiklik, bu nedenle de, 'din kurallarının ve normlarının, devlet kurumlarını, hukuku, kamu yönetimini ve toplumu biçimlendirmesini engelleme' olarak anlaşılmalıdır. Belki de gündem, sadece teolojik (devleti ve toplumuyla Türkiye'yi İslamcı bir düzene dönüştürmek) değildir. Yani ideolojik İslam'a göre tehlike, Türkiye halkının, laikliği pasif olarak sineye çekmesi, bu yüzden 'gerçek İslam'dan uzaklaşması değildir. Sınıfsal bir gündem de vardır: Türkiye işçi ve köylü sınıflarının Müslüman kimliği, bunların zaman zaman sosyalist, devrimci hareketlere katılımına engel olmamıştır. İdeolojik İslam, halk sınıflarını kapitalizm ve sömürü düzeniyle uzlaşmaya yönlendiriyorsa, sınıfsal bir işlev de üstlenmiş olacaktır".

Bu son saptama veriliyken, Türkiye'deki laiklik mücadelesinin bundan böyle mutlaka sınıf mücadelesiyle birleştirilmesi, bu bakımdan da militan bir nitelik taşıması kaçınılmazdır. Şunu da gözardı etmemek gerekir: Türkiye'de laiklik mücadelesi sıfır noktasından başlayacak değildir; Arap-Müslüman toplumlarına kıyasla laik yaşam tarzı geniş bir toplumsal tabana sahiptir ve iktidar ayağının tasfiyesinden itibaren dinciliğin tahribatı hızla geri çevrilebilecektir. Ama artık tahribatın yüzeysel onarımları yetmeyecektir; gerçek ve kalıcı bir laiklik hedefine ulaşılması ancak emeğin Cumhuriyetinin hedeflenmesi ve işçi sınıfının laiklik mücadelesini sahiplenmesiyle mümkün olacaktır.

(Oğuz Oyan / SOL)

  • 1.O. Oyan (2017), "Türkiye'de İslamizasyonun Kökenleri ve Araçları Üzerine", (edit) O. Gökdemir, G. Erbil, Z. Ağdemir, Yeni Bir Aydınlanma İçin. Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz, içinde, Yazılama Yn., Ankara, s.175.
  • 2.Henri Pena-Ruiz (2003), Qu'est que la Laïcité?, Ed. Gallimard, Paris, s.244.
  • 3.Buradaki "dindışı" terimi, "dinsiz" anlamında değildir. Ortaçağ'da bile ruhban sınıf dışındaki herkes, dindar hatta sofu olsalar bile, "laik" olarak kodlanırdı. Ruhban-laik senyör ayırımı Rönesans'ın çok öncesine gider. Sekülerleşme ise, dini bir topluluktan/düzenlemeden seküler (dünyevî) veya laik bir yaşama geçişi içerdiği kadar, dini bir cemaate ait bir malın veya kurumun devlete veya bir kamu tüzel kişiliğine geçişini de içerir.
  • 4.Pena-Ruiz (2003), s.245.
  • 5.ibid, s.241-242.
  • 6.Guy Haarscher (2005), La Laïcité, PUF, 3. baskı, Paris, s.100; Oyan (2017), s. 177. Bu nedenle, AKP iktidarının Fransa'da bir "ilahiyat fakültesi/üniversitesi" kurmak için seçtiği kentin, bu bölgenin başkenti Strasbourg olması şaşırtıcı değildi.
  • 7.O. Oyan, "Laiklik: Bugünden Düne Bakış", Sol Gazete, 18 Mayıs 2021.
  • 8.Pena-Ruiz (2003), s.242; Haarscher (2005), s. 3 ve 99.
  • 9.Bu başlıkta, Oyan (2017), s.175-178'den geniş ölçüde yararlanıyoruz.
  • 10.Haarscher (2005), s.3-7.
  • 11.Haarscher (2005), s.102-105.
  • 12.D. Hocaoğlu (1995), Laisizm'den Milli Sekülarizm'e, Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlemesi, Selçuk Yn., Ankara, s. 48-49.
  • 13.M. Erdoğan (2000), Demokrasi Laiklik Resmi İdeoloji, Liberte Yn., 2. baskı, Ankara, s. 268.
  • 14.Kadir Cangızbay, "Laiklik Üzerine ", Eleştirel Pedagoji Dergisi, S.36, Kasım-Aralık 2014, s.29-36; veya aynı söyleşi için bkz. K. Cangızbay (2019), Post-Modern Pre-Modern'i Öpüyor: Siyasal İslam, Nika Yn., Ankara, s.140-155. C. Calhoun, J.VanAntwerpen, M. Juergensmeyer(der) (2017), Laikliği Yeniden Düşünmek, Nika Yn., Ankara, kitabının editörü Berk İlke Dündar da benzer yaklaşım sahipleri arasına yazılabilir: "Editörün Notu: Laiklik-Sekülerleşme Tartışması", s.7-10.
  • 15.Özgür Şen (2014), Türkiye'de Laiklik ve Sol, Yazılama Yn., Ankara, s. 120 ve 126-127.
  • 16.O. Gökdemir (2017), "Aydınlanma'dan Aydınlanmaya", (edit) O. Gökdemir, G. Erbil, Z. Ağdemir, Yeni Bir Aydınlanma İçin. Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz, içinde, Yazılama Yn., Ankara, s.89-90.
  • 17.S. Bahçe (2017), "Aydınlanma ve Toplumsal Sınıflar", (edit) O. Gökdemir, G. Erbil, Z. Ağdemir, Yeni Bir Aydınlanma İçin. Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz, içinde, Yazılama Yn., Ankara, s.236-238.
  • 18.K. Boratav (2017), "Aydınlanma, Laiklik ve Bilim", (edit) O. Gökdemir, G. Erbil, Z. Ağdemir, Yeni Bir Aydınlanma İçin. Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz, içinde, Yazılama Yn., Ankara, s.65. Korkut Hoca, aktardığımız bu pasajın sonunda, "Maden faciasından sonra Soma'ya niçin çok sayıda cemaat seferber oldu; din adamları tevekkül telkin ederek isyan, protesto, hak arama eylemlerini niçin frenlediler?" sorularını soruyor.
                                                                                          ***
II) İşçi sınıfı laisizmi üzerine tezler(Aydemir Güler)

"Laikliğin tasfiyesinin, dinselleşmeyi toplumsal, siyasal ve ideolojik bir kriz dinamiği olmaktan çıkartamadığını söyleyebiliriz."

Laiklik işçi sınıfı kimliğinin başlangıç noktalarından biridir








Emekçilerin hak arayışının başlangıç noktası insanların sorunlarının dünyevi düzlemde tanımlandığı, çözümün de toplumsal ilişkilerde arandığı, dolayısıyla “yurttaşlar arası” bir hukukun esas alındığı laikliktir. Emekçilerin tek tek dinsel inanç sahibi olmaları ve ibadet edip etmemeleri konunun özünü oluşturmaz. Düğüm noktası dinsel inanış, pratik ve örgütlenmenin sınıflar arası ekonomik ve politik ilişkilere müdahale edip etmediğidir. Laiklik bu anlamda dinin topluma müdahale etmeme durumudur.

Ancak burada “durumu” dondurulmuş bir moment değil, mücadele olarak anlamalıyız. Sömürü ve eşitsizliğin emekçilere kader olarak kabul ettirilmesi egemen güçlerin laikliği tasfiye etme veya geriletme uğraşının özünü oluşturur. Laiklik geriledikçe cemaat kimliği güçlenir, laiklik güçlendikçe, sözcüğün etimolojisine laos’a, halk’a yaklaşırız. Burada halk toplumsal yaşamda bir özne anlamı kazanmaktadır.

Burjuvazinin laisizmden kopuşu sınıfsaldır

Laikliğin burjuvaziye eşlik etmesi rastlantı değildir. Önceki mülk sahibi sınıflar iktidarlarını çoğunlukla toprak mülkiyetinden almışlardır. Toprağın belirli insanların malı olması dünyevi bir akıl yürütmeyle açıklanamazdı; toprak çalışarak kazanılmış olamazdı. Toprak, sahiplerine tanrısal bir güç tarafından bahşedilmiş, yalnızca onlar buna layık görülmüş olmalıdır. Toprak mülkiyetinin belirlediği üretim biçimleri ve toplumsal formasyonların temelleri üstünde insanların eşit doğma olasılığını, tek bir hukuku paylaşmalarını kökten reddeden, merkezinde dinin durduğu ideolojik ve siyasi üstyapılar yükselmiştir.

Öte yanda servetini ticari, finansal veya sınai etkinlikleri sayesinde edinen, dünya ötesi aristokratik iddiaları olmayan, hatta bunların karşısında çalışmayı yücelten bir sosyal sınıf, burjuvazi gelişmiştir. Bu sınıf, aristokratlara ve ruhbanlara göre tanım gereği halk sınıflarına daha yakın konumlanıyor, ancak seçme ve seçilme gibi hukuksal ve yönetsel haklarını para karşılığı satın alabiliyordu. Sözcük anlamı itibariyle kentli anlamına gelen bu sınıf gerçekten de giderek kentlerin ekonomik ve sosyal yaşamında belirleyici bir güç haline geldi. Ekonomik karakteri itibariyle laik, dindışı bir sınıf olan burjuvazi, egemenlik alanını, gücünü dinle tanımlayan eski sınıflarla mücadele ederek genişletebilirdi.

Sanayi devriminin kentli zengin sınıfın servetini ve dolayısıyla gücünü kısa bir zaman diliminde katlamasıyla bu güç mücadelesi siyasi iktidarın el değiştirmesine evrildi. Burjuvazi mülksüz halk kitlelerinin devrimci enerjisini, yurttaşların eşitliği ve tüm halkın siyasal karar mekanizmalarına katılımı hedefleriyle arkasına almayı başardı. Demokrasi ve laiklik kardeş kavramlardır. Yurttaşların eşitliği, temel insan hakları, halkın siyasal mekanizmalara katılımı ve dünyevi kaynaklarla tanımlanmamış bütün ayrıcalıkların reddi burjuva devriminin siyasal yüzünü oluşturmuştur.

Ancak bu demokratik ve laik devrimci ittifak, daha iktidarın el değiştirmesi sürecinde burjuvazi için bir yük haline gelmeye başlar. Herhangi bir sömürü ilişkisinin tam eşitlikçi, özgürlükçü, adaletçi bir ideolojiyle ve bu temelde bir halk hareketiyle uyumlu olması olanaksızdır. Halk sınıflarının ileri taleplerini frenlemeye, bu taleplerle harekete geçtiklerinde ise bastırmaya yönelen burjuvazi hızla ittifak sistemini değiştirmiştir. Aristokratik ayrıcalıklar, toprak mülkiyeti restore edilmiş, eski egemen sınıflar kapitalizme eklemlenirken din de siyasete geri dönmüştür. Yönetilen sınıflar yeniden kaderciliğe itilmek istenmiştir.

Kapitalizmin hüküm sürdüğü farklı coğrafya ve ülkelerde dinin siyasette işgal ettiği yer, özgün güç dengeleri, gelenekler, aydınlanma düşüncesinin ulaştığı mevziler ve emekçi sınıfların kazanımları gibi parametrelere bağlı olarak çeşitlilik gösterse de, dinselleşme sermaye egemenliğinin baskın eğilimidir.

İşçi sınıfı laisizmi bir statüko değil mücadele sürecidir

Emekçilerin dinsel inanışları egemen sınıfın halk içindeki en önemli dayanak noktalarından biridir. Dinin toplumsal yaşamda bir referans kaynağı oluşturmasına engel olan, bu anlamda dini bireyin vicdanında özgürleştiren bir tanım laiklik için yeterlidir. Ancak model tanımdan değil güç dengelerinden doğar ve biçimlenir. İşçi sınıfının hak arayışına ve giderek iktidar mücadelesine zemin sunan bir laiklik modeli için, işçi sınıfı aralıksız bir mücadele yürütmelidir. Bu mücadele bir kez elde edilmiş bir statükonun (modelin) savunulmasına indirgenemez. Sömürülen, ezilen, yönetilen emekçilerin mevcut durumu savunmaya çekilmesi mantıksal bir çelişki oluşturacaktır. Egemen güçler yürürlükteki modeli yeniden yorumlamalara tabi tutmak, uygulamayı etkilemek ve sonuçları farklılaştırmak açısından yönetilenlere göre çok daha avantajlıdır. İşçi sınıfının siyasal öncüsü veya emekçiler adına tutum alan siyasal akımlar, dinin tuttuğu alanı daraltmaya yönelik olarak kültür, sanat ve spor gibi alanlarda da aktif olmak durumundadırlar. İşçi sınıfı laisizmi tanım gereği statüko değil mücadeledir.

Burjuva laisizminin sınırları işçi sınıfını savunmasız bırakır

Laiklik kuşkusuz emekçilerin sınıf mücadelesine tarihsel bir zemin sunmanın dışında anlamlara da sahiptir. Burjuva modernizmi emekçileri temsil eden akımlar için gerisine düşülmesi düşünülemeyecek bir alt sınırdır. Mülk sahibi sınıflar, burjuva devriminin son bulması ve kapitalizmin bir bütün olarak gerici ideolojilere teslim olmasıyla birlikte laikliği de terk etme eğilimine girdiler. Bu eğilimin özü sınıfsaldır ve halk kitlelerinin sömürüyü değişmez bir kader olarak kabullenmeleri için dinin yardıma çağrılmasına dayanır. Uzun süredir devrimci dönemlerde laikliğin ilke sayıldığı, dini kurumların toplumsal rollerinin sınırlandığı kapitalist ülkeler açık bir geri dönüşe sahne olmuşlardır.

Bir yandan dinsellik bir egemenlik mekanizması olarak kapitalizmin içinde yerini alırken, laisizmin tarihte imza attığı toplumsal, ideolojik, kültürel atılımın kazanımları apolitik ve sınıf dışı bir ateizm olarak aydın kesimlerde yeni bir statü oluşturmuş ve bununla sınırlanmış görünmektedir.

Ancak burjuvazinin modernleşmenin bütün görüngülerini ve laikliği tümden terk etmesi de mümkün değildir. Gericilik burjuva toplumlarda bir iç gerilim kaynağı olmaktan çıkamaz, hatta Türkiye’de yaşandığı gibi, kimi zaman bir kriz dinamiği olarak boyutlanabilir. Bu düzen içi gerilimin laik kanadı olarak burjuva laisizmi dinsel simgelerin kamusal alanda kullanılması, eğitim sisteminde dinin sınırları gibi tartışma başlıklarına hapsolmakta ve konjonktürel dalgalanmalar yaşanmaktadır. İşçi sınıfı bilincinin burjuva laisizminin sınırları içinde hareket etmesi, emekçileri gericilik ve kadercilik karşısında savunmasız bırakmaktadır. İşçi sınıfının laikliğin devrimci bir yorumuna ihtiyacı vardır. İşçi sınıfının ihtiyacı olan, laikliğin bir yönetim rejimi olmanın ötesine taşınması ve aydınlanmacı bir halk hareketi olarak yeniden yapılandırılmasıdır.

Emekçilerin İslamlaştırılması sermaye ve devlet operasyonudur

Türkiye’de işçi sınıfının dinci akımlar tarafından kuşatılması ve kimi dönemlerde İslamcılığın emekçilerin dünyasını ele geçirmesinde başat faktör, İslam’ın yüzlerce yıllık birikimi değil egemen güçlerin operasyonel müdahalesidir. Emekçileri sınıf örgütlerine sahip olamadıkları ve sınıf bilincinden uzak oldukları ölçüde egemen güçlerin mezhepçi, milliyetçi vb. manipülasyonlarına açık bir kalabalık oluşturabilirler. Ancak burada kitlenin dinsel ideolojik güdülerle harekete geçmesinden değil devlet tarafından güdülmesinden söz edilmesi yerinde olur.

Sanayileşmeyle birlikte Orta Anadolu’dan büyük kentlere doğru yaşanan Sünni Müslüman yoksul göçü işçi sınıfı saflarında dinselleşmenin bir dinamiğini oluşturmuş olabilir. Ancak ideolojik yapılanma siyasi yönlendirmeden bağımsız bir gelişme değildir. Dinci hareket sol örgütlülüğün ve sınıf sendikalarının bastırıldığı dönemlerde emekçi semtlerine ciddi yatırım yapmıştır. Kuran kurslarının okul öncesi bir eğitim kurumu olarak sosyal işlevi, geleneksel Müslümanların çocuklarına dini öğretme isteklerinden önde gelmiştir. Bu gerici yuvalar emekçi ailesinin modern gereksinimi olan kreş ve anaokulunu ikame etmiştir. Cami merkezli cemaat örgütlenmesi modern toplumsal dayanışma örgütlenmelerinin yerini almıştır. İşçi sınıfı kültürünün devlet zoruyla baskılanmasıyla birlikte küçük ve orta sermaye merkezli (örneğin beyaz eşya bayileri, emlakçılık) bir dinci örgütlenme işçi sınıfını kuşatmıştır. Bu operasyon solun 1970’lerde topluma yayılan yükselişine alternatif olarak gerçekleştirilmiştir. Toplumsal işlev kazanan tarikatlar aynı dönemde holdingleşmeye başlamışlardır.

Türkiye’de laikliğin tasfiyesi tamamlanmıştır

Tek parti döneminde başlayan ve laikliğin frenlenmesi olarak adlandırabileceğimiz önlemler egemen güçlerin kimi temsilcilerinin açıkça ifade ettiği gibi emekçi köylü kitlelerinin ve dolayısıyla yeni kentli işçi sınıfının aydınlanmadan bağışık tutulmasını, geleneksel normların sürdürülmesini amaçlıyordu. Bu haliyle dincilik toprak sahiplerinin kapitalist cumhuriyete eklemlenmelerini yansıtmıştır.

Çok partili burjuva parlamenter sisteme geçişle birlikte dinci gericiliğin hızla yükselmesi bir rastlantı değildir. Bu dönemde geleneksel yapıların kapitalizme eklemlenme süreci tamamlanmıştır. Kore Savaşı gibi militarist, emperyalizm yanlısı açılımların dinsel göndermelerle gerekçelendirilmesi bu eklemlenmenin “modern” düzeni nasıl güçlendireceğinin örneklerini oluşturur. Seçmen kitlelerin sınıfsal çıkarlarının ayırdına varmalarını ve politik tercihlerini burada temellendirmelerini önlemenin başta gelen yolu, dinin siyasette bir referans noktası haline getirilmesi olmuştur.

Bu önlemlerin sınıfsal çelişkileri baskılayabilmesinin nesnel sınırları vardı. Toplumsal mücadelelerde sol, emekçi hareketlerinin alanı genişledikçe dinci gericilik vazgeçilmez karşıdevrimci bir yedek güç olarak ortaya çıkmış, 12 Eylül faşist darbesi ve neoliberalleşme sürecinde giderek yedek güç olmanın ötesine taşınmış, egemen ideolojinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu anlamda AKP’nin 2000’li yıllarda laikliği tasfiye etmesi bir çırpıda gerçekleşmemiştir ve bir tarihsel derinliği vardır.

Burjuva laisizmi bu noktada yaşanan karşıdevrimin üstünü örtme yoluna girmiştir. Laiklik tartışması biçimsel göstergelere indirgenmiş, halk aydınlanması karakteri unutturulmak istenmiş, gerici ideolojilerin demokratik bir tercihin konusu olduğu yolunda bir tez düzen içi laik akımlara egemen olmuştur. Türkiye’de burjuva laisizmini temsil ettiği sanılan muhalefet, siyasetin ve toplumsal yaşamın dini referanslardan arındırılması ilkesinin de gerisine düşmüş ve laik olmaktan çıkmıştır. Laikliğin tasfiyesi kavramlaştırması, yalnızca siyasi iktidarın anti-laik karakterini vurgulamamakta, aynı zamanda muhalefetin bu alanı boşalttığını da içermektedir.

Dinselleşme bir kriz dinamiği olmayı sürdürmektedir

Türkiye’de burjuva laisizminin tasfiye edilmiş olması toplumsal süreçlerin farklı düzlemlerine eşitsiz biçimde yansımaktadır. Düzen siyasetinde laikliğin esamesi okunmazken, hukuk alanında dinselleşmenin yazılı kural olarak formülasyonu tamamlanamamaktadır. Modern yaşamın dinselleştirilmesinin ve gelenekselleştirilmesinin mümkün olmamasının ötesinde, Türkiye’nin Alevilik gibi özgün kültürel dinamikleri, ülkenin Batısı ve kıyı kentleri gibi tarihsel ilerlemenin boy attığı belli başlı coğrafi bölgeler halkçı bir laisizme sahne olmaktadır. Kapitalistleşme ve buna bağlı süreçler kadınları toplumsal yaşama çekerken dinselleşmenin yine kadınları geleneksel aile içine geri itmesi çözümsüz bir çatışma halini almıştır. Hem Türkiye genç bir nüfusa sahiptir, hem de gençlik toplumsal süreçlerde her zaman önemli rol üstlene gelmiştir; niteliği düşük olsa bile eğitim sisteminin kapsamının düzenli biçimde genişlediği de göz önüne alınırsa gençlik kitleleri de dinselleşmenin itaatkâr kitlesini oluşturmamaktadır. Devletin dili ve ideolojisi, düzen muhalefetini de peşinden sürükleyerek alabildiğine dinselleşirken, toplumsal yaşama yön veren modern unsurların ağırlığı azalmamaktadır. Bu noktada sanat ve kültür, toplumsal dayanışma formları, spor gibi bir dizi alan egemen ideolojiden kopuş ve gericileşmeye direnç eğilimi göstermektedir. Hepsinden önemlisi, en yaygın ekonomik ilişki olarak ücretli emek-sermaye ilişkisinin kendisi, dinsel normlara sığdırılamamaktadır.

Burada yalnızca belli başlılarına değindiğimiz faktörlere dayanarak, laikliğin tasfiyesinin, dinselleşmeyi toplumsal, siyasal ve ideolojik bir kriz dinamiği olmaktan çıkartamadığını söyleyebiliriz. İşçi sınıfının laikliğe duyduğu ihtiyaç ve Türkiye toplumunun dinselleştirilmeye gösterdiği objektif direnç halk kitlelerini kucaklayan bir mücadele ve hareket olarak laikliğin yeniden örgütlenmesinin maddi zeminini oluşturmaktadır.

Aydemir Güler / SOL

Türkiye’deki altyapı artan internet ihtiyacına yetişemiyor - Serkan ÜSTÜN / SÖZCÜ

 Pandemi nedeniyle pek çok kuruluşun ve kullanıcının mecburi geçiş yaptığı online eğitim, uzaktan çalışma gibi sistemler internet hızlarına ve altyapıya olan ihtiyacı daha da artırdı. Hizmet sağlayıcılar her geçen yıl alt yapı hizmetlerini artırsa da Türkiye'nin hem internet hızı hem de altyapısı dünya ortalamasının altında seyretmeye devam ediyor.


Türkiye nüfusunun internet altyapısına olan ihtiyacı her geçen gün daha da artarken altyapı hizmetlerindeki artış hızı düşüyor. Ayrıca Türkiye’nin internet hızı da dünya ortalamasının oldukça gerisinde. Haziran 2021’de küresel sabit internet hızı ortalaması 106.61 megabit olarak hesaplanırken Türkiye’nin ortalaması 38 megabitte kaldı.

Ayrıca Türkiye’de fiber internet aboneliği yıldan yıla artarken Elektronik Haberleşme Sektörü’nün büyüme oranlarının ve fiber altyapıdaki artış hızının yıldan yıla düştüğü kaydedildi.

İNTERNET ABONELİĞİ SAYISI 84 MİLYONA YAKLAŞTI

Türkiye’de yılın ilk çeyreği itibarıyla geniş bant internet aboneliği sayısı 17,1 milyonu sabit ve 66,8 milyonu mobil olmak üzere toplam olarak 83,9 milyon oldu.

BTK’nın Haziran 2021’de açıkladığı İletişim Hizmetleri İstatistikleri’ne göre Türkiye’nin 2020 yılı birinci çeyrekte 7 milyon 316 bin 196 terabayt olan toplam geniş bant internet data trafiği, 2021 yılı birinci çeyrekte yüzde 61,2 artışla 11milyon 796 bin 211 terabayta çıktı. Geniş bant internet data trafiğinin dağılımına bakıldığında sabit trafik yüzde 66,8 artışla 5 milyon 918 bin 792 terabayttan 9 milyon 874 bin 708 terabayta, mobil trafik yüzde 37,5 artışla 1 milyon 397 bin 404 terabayttan 1 milyon 921 bin 503 terabayta yükseldi.

TELKODER: SEKTÖRDE DİKKATE DEĞER BÜYÜME YOK

Serbest Telekomünikasyon İşletmecileri Derneği (TELKODER) ‘2020 yılı sektör düzenlemelerine yönelik değerlendirmeler’  raporunda son açıkladığı rakamlara göre 2020 yılı büyüklüğü 77,08 Milyar TL olarak belirlenen haberleşme hizmetleri sektöründe dolar bazında 2008 yılından itibaren dikkat çekecek bir büyüme olmadığı tespiti yer aldı.

2019 ve 2020 yılında özellikle döviz kurlarında yaşanan artış nedeni ile Türkiye’de dolar bazında elektronik haberleşme gelirlerinde ciddi bir düşüş yaşandı. 2019’da 11,74 milyar dolar olan elektronik haberleşme sektörü ciroları 2020’de 11 milyar dolara geriledi.

Rapora göre TÜİK verilerini kullanarak sektör gelirlerinden enflasyon etkisinin arındırılması ile yapılan hesaplamalara göre, 2003 yılından itibaren sektörde dikkat çekecek seviyede bir büyüme olmadığı tespit edildi.

2003 yılında 14,98 Milyar TL olan enflasyondan arındırılmış elektronik haberleşme gelirleri, 2017 yılında 15,62 Milyar TL iken 2020 yılında 15,27 Milyar TL'ye düştü. Buna göre elektronik Haberleşme Sektörü, serbestleşmenin başladığı 2002 yılından itibaren reel olarak neredeyse hâlâ aynı büyüklükte.

FİBERDEKİ ARTIŞ HIZI YAVAŞLADI

Türkiye’de 2013 yılından sonra fiber abone sayısındaki artış hızı da ciddi ölçüde yavaşladı. 2012 yılından sonra Türk Telekom'un fiber kilometre artış oranının yavaşladığı, diğer işletmecilerin şebekelerinin büyüme hızlarının arttığı görüldü. 2009-2020 yılları arasında Türk Telekom fiber şebekesi yüzde 158,32 büyürken alternatif işletmecilerin fiber şebekelerinin yüzde 448,55 oranında arttığı gözlendi.

Türkiye’de 2012’de yüzde 141,5 olan fiber abone artış oranı, 2020’de yüzde 24,7 oldu. Ayrıca pandeminin etkisi ile 2020’de 2019’da yüzde 2,1 olan mobil internet aboneliği artış hızı da yüzde 5,6’ya yükseldi.

BTK raporuna göre ise 2021 ilk çeyrekte toplam internet aboneliğindeki yıllık artış yüzde 8,4 oldu. Burada en büyük büyüme Eve Kadar Fiber (FTTH) aboneliğinde gerçekleşti.

İNTERNET HIZINDA GERİLERDEYİZ

İnternet kullanıcılarının en çok şikayet ettiği konularından başında ise hız geliyor. Buna göre Türkiye, OECD’ye raporlarına göre internet hızları sıralamasında oldukça gerilerde yer alıyor.

OECD’nin açıkladığı 2020 internet hızı verilerine göre ise  Haziran 2020’de Türkiye’de her 100 kişiden 12’si 10-30 megabit arasında geniş bant internet kullanırken 30-100 megabit arasında sabit internet sahibi olanların oranı yalnızda yüzde 1,28 oldu. Ayrıca her yüz kişiden 4,69’u ise 10 megabitten düşük internet kullanıyor.


TÜRKİYE 99’UNCU OLDU

Speed Test adlı internet sitesinin Haziran 2021 verilerine göre ise Türkiye’nin ortalama sabit geniş bant internet hızı 38.03 megabit olarak hesaplandı. Türkiye sıralamaya giren 181 ülke arasında 99’uncu sırada yer aldı. Küresel internet hızı ortalaması ise 106.61 megabit olarak hesaplandı. 

En yüksek internet hızı 260.74 megabit ile Monaco’da görülürken, ikinci sırada 252.68 megabit ile Singapur, üçüncü sırada ise 148.94 megabit hızla Hong Kong yer alıyor.

En düşük internet hızı ise 4.49 megabit ile Türkmenistan’da kaydedildi.

Serkan ÜSTÜN / SÖZCÜ 



24 Temmuz 2021 Cumartesi

Turnuva bahane harcırah şahane - Evrensel Bilgin / Evrensel

 

Tarihimizde ilk defa beş sporcu ile Dünya Kupası’na katılıyoruz diye hava attılar.

İkinci turda tüm sporcularımız elendiğinde kabahati her zaman olduğu gibi sporculara attılar, üzerlerine hiç alınmadılar.

-“Maça iyi başlasa da oyun ortasında rakibine doğan ince bir taktik fikri sonucunda günü mağlubiyet ile kapattı”,

-“Beyaz taşların avantajını kullanmak için üç konum tekrarından kaçındı ve sonrasında ise günü puansız bir şekilde kapattı”,

-“Maç içerisinde güzel şanslar yakalasa da rakibinin oyun sonundaki aktif oyunu sonucunda maçı kaybetmekten kurtulamadı.”

İşte TSF’nin ikinci turdan sonra web sayfasında yayımladığı bahaneleri bunlardı. Beş sporcuyla katılırken ‘büyük başarı’ ama ikinci turu geçemeyince ‘şanssızlık işte’ diyorlar.

Oysa gerçek bu değil. Gerçeği Türkiye’nin en güçlü satranç oyuncusundan dinleyelim. “Plansızlık sadece satrançta değil diğer spor dallarında da başa bela”, “Beş defa Türkiye Şampiyonu olsak bir tane Polonya Kadınlar Şampiyonu etmiyor. Nasıl olacak bu işler?” Federasyonun yarattığı korku iklimine rağmen bu cesur çıkışları için Büyük Usta Mustafa Yılmaz’ı kutluyorum. Yazdıklarını buraya taşıdığım için federasyon tarafından kendisine yapılacak olan baskı ve uyarılar için üzgün olduğumu da belirtmek isterim.

Dünya kupasına giden ama spor psikoloğu, kaliteli bir antrenörü olmayan ekipte kaç yönetici yurt dışı harcırahı aldı acaba? Peki, satranç bilmeyen bu yöneticiler ne kadar harcırah alıyor olabilir? Asgari ücretlinin günlük 94 TL kazanabildiği bir ülkede kafile başkanının yurt dışı organizasyonda aldığı günlük ücret 90 avro yani 900 TL. Bu vatandaşlar konaklama ve seyahat ücretlerini federasyona ödettikten sonra 10 günlük bir turnuva için 9 bin TL ile evlerine dönüyorlar. Belki de bu yüzden dünya kupasına beş sporcu ile katılıyoruz diye çok seviniyorlardır. Peki ya yıllarca satranç çalışıp emek vermiş, masa başında saatlerce rakipleriyle mücadele ederek ter döken sporcularımız günlük ne kadar harcırah alıyor? Büyük usta 65, uluslararası usta 35, FIDE ustası 25 avro. Sistem sporcuya değil yöneticiye hizmet ediyor. Çürümüşlük, emek sömürüsü buradan başlıyor.

Dünya Kupası’ndaki başarısızlığını unutturmak isteyen federasyon yöneticileri seçimler yaklaşırken şapkadan yeni bir tavşan daha çıkardı.

“…Ülkemizi dünyada en çok satranç parkı olan ülke yapmak için ilk adımı hep birlikte atıyoruz” diye bir proje uydurdular. İnsan doğal olarak şaşırıyor, 1 milyon satranç oyuncusu olan ülkenin zaten dünyanın en çok satranç parkına sahip ülkesi olması gerekmez mi? Ama haksızlık yapıyorsunuz Evrensel Bey bir tane satranç parkımız var. Adı Nevzat Süer Satranç Parkı. Park şu an ne halde? Kaç kişi parkta satranç oynuyor? Parkın açılışına ilk uluslararası ustamız Nevzat Süer’in ailesi bile davet edilmemişken bu soruların cevabını tahmin etmek hiç zor değil. Satranç kültüründen bihaber olanların satranç kültürü inşa ediyor gibi görünmeleri, gören gözler için gerçekten çok acı.

Bir milyon sporcumuz var demek için mezardakileri lisanslı sporcu statüsüne koyarak kamuya yalan söyleyen bu zihniyetin gitmesi yetmez. Yeni yönetim bunların döneminde yapılan her yanlışın hesabını mutlaka sormalıdır.

Dünya Kupası bizim için geride kalmış olsa da yaşattığı güzellikleri anmadan olmaz. Dünya kupasının bence en güzel oyunu Andersen ile Salinas arasında oynandı.

Evrensel Bilgin / Evrensel


Mads Andersen (2579) - Pablo Herrera Salinas (2514)

























Güney Afrika’da ayaklanma nasıl yorumlanmalı? - Erhan Nalçacı / SOL

 İşsizliğin %32’lere vardığı Güney Afrika’nın dünyada toplumsal eşitsizliğin en yüksek olduğu ülkelerden biri olduğu bildiriliyor.


Toplumsal eşitsizliklerin sonucu gerçekleşen COVID-19 pandemisi bir kısır döngü yaratarak eşitsizlikleri çok daha gözükür ve dayanılmaz kıldı. Pandeminin yaşandığı son bir buçuk yılda birçok ayaklanma meydana geldi: ABD, Hindistan, Lübnan, Irak, Cezayir, Tunus, Kolombiya…

Şimdi de Güney Afrika Cumhuriyeti kaynıyor. Eski Cumhurbaşkanı Jacob Zuma’nın yolsuzluk nedeniyle tutuklanmasını protesto edenler yağmalama ve şiddet olaylarına yol açtı, üç yüze yakın insan market sahipleri ve güvenlik güçleri tarafından öldürüldü.

79 yaşındaki Zuma bir ulusal kahraman mı, yoksa çürümüş bir siyasi figür mü?

Aslında her ikisi de.

Bunun nasıl olabildiğini anlamak için Güney Afrika tarihine çok kısaca göz atmak gerekiyor.

17. yüzyılda Hollanda Hindistan yolu üzerindeki Güney Afrika burnunu sömürgeleştirir. 19. yüzyılın başında ise İngiliz egemenliğine geçer.

1800’lerin ikinci yarısında özellikle elmas ve altın madenlerinin bulunması Güney Afrika’ya göçü ve üzerindeki paylaşım savaşını şiddetlendirir.

1900’lerde “beyaz” sermaye sınıfını temsil eden Ulusal Parti ırkçı ve faşist siyasetiyle yerli halklar için Güney Afrika’yı bir cehenneme çevirir. Çoğunluk olan yerel halkların kendi köyünden dışına çıkması ve vatandaşlık hakları engellenir.

Afrika Ulusal Konseyi(ANC)’nin 1921’de kurulan Güney Afrika Komünist Partisi’ni de kapsayarak verdiği mücadele yükselir bu koşullarda. Güney Afrika’nın ilk siyahi avukatı olan Nelson Mandela her iki örgütün de üyesi olarak önceleri kitlesel sivil itaatsizlik eylemlerinden yanadır. 1960’arın başında ise silahlı mücadele kararı alınır ve “Ulusun Mızrağı” örgütü kurulur. Mandela mücadeleyi destek aramak üzere sosyalist devletlerle görüşmek için yurtdışına giderek temaslarda bulunur. 1962’de yakalanır ve devrimci bir ayaklanmayı örgütlediği için ömür boyu hapse mahkûm edilir.

İşte, geçen hafta tutuklanan eski Cumhurbaşkanı Zuma da Mandela ile birlikte ağır koşulların sürdüğü Robben Adası’nda hapsedilir. Eğilmeden bükülmeden tutsaklığı sürdürürler. Zuma’nın ulusal bir kahraman olarak kabul edilmesi bu çetin mücadele günlerinin sonucudur.

1980’lere gelindiğinde artık bütün el koyduğu zenginliklere rağmen ırkçı rejim sürdürülemez hale gelmiştir. Güney Afrika’nın dünyadan ticaret boykotlarıyla izole edilmesinin yanında kentlerde işçi sınıfının mücadelesi hızla yükselir.

Yine de bir uzlaşma için 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çözülmesini beklerler. ANC başta olmak üzere yasaklı partilerin legal faaliyete başlamasına izin verilir, Mandela ve diğer siyasi tutsaklar serbest kalır. 1994’teki ilk seçimde ANC parlamentoda çoğunluğu sağlayarak yürütmeyi ele geçirir.

Şimdi 30 yıl kadar sonra yaşananlara baktığımız zaman aslında ırkçı rejimin sonlanmasının büyük bir uzlaşmanın ürünü olduğunu anlıyoruz. Çünkü iktidara gelen ANC hemen hiçbir kamulaştırmaya gitmez, rejim değişmiştir ama üretim ilişkileri aynı kalmıştır.

1990’lardaki tekeller konumlarını sürdürüyorlar. Güney Afrika’daki servetin %95 kadarının nüfusun %10’unun elinde toplandığı söyleniyor.

Emperyalist barışın nişanelerinden olan Nobel Barış Ödülü devreye girmiş midir?

Evet, 1993’te Irkçı Ulusal Parti’den son Cumhurbaşkanı olan Willem de Klerk ile birlikte Mandela’ya Nobel Barış Ödülü verilir.

27 senesini mücadelesi uğruna hapiste geçiren bu çınar uzlaşmanın çirkinliğini ve sınıfsal içeriğini örtmek için çok iyi bir araçtır.

Aşağıdaki tablo Bloomberg’e göre Güney Afrikalı en zengin altı dolar milyarderini sıralıyor. Beşinci sıraya yükselen Motsepe dışında hepsi Güney Afrikalı “beyaz”lardır. Motsepe ise daha önce sendikacı olan, bu süreçte milyarder haline gelen ANC’den şu anki Cumhurbaşkanı Ramaphosa’nın kayınbiraderi ve listedeki tek “siyahi”dir.

Tablo1:Bloomberg’e göre Güney Afrika’nın servetine göre en zengin 6 sermayedarı.


İşsizliğin %32’lere vardığı Güney Afrika’nın dünyada toplumsal eşitsizliğin en yüksek olduğu ülkelerden biri olduğu bildiriliyor. Öyle ki bu durum emperyalist merkezleri bile endişelendiriyor.

Sağlığın piyasaya ve özel sağlık kuruluşlarına emanet edildiği Güney Afrika’nın COVID-19’a karşı ancak nüfusunun %9’unu aşılayabildiğini ve yüksek ölüm oranlarına sahip olduğunu belirtelim.

Aşağıdaki iki fotoğraf toplumsal eşitsizliği bize yansıtıyor. Biri golf sahasının duvarının hemen dibinde üremiş yoksul mahallesini gösteriyor, diğeri lüks konutların yanında barakaları. 

           Barakalardan oluşan yoksul mahallesi golf sahasının duvarına kadar gelmiş.                         
Güney Afrika’da yüzme havuzlu villaların hemen ötesinde derme çatma gecekondu mahallesi görülüyor.


                                                                                                                          Şimdi ulusal kahraman olan Zuma’nın neden bu kadar hızlı yozlaştığını anlayabiliriz. Burjuvazi iktidara geldikten sonra hızla çürür, ancak ulusal kurtuluş savaşlarının kahramanları genellikle ömürlerini pisliğe çok bulaşmadan tamamlarlar.

Bu örnekte ise, sosyalizmin geçici olarak dünya siyaset sahnesinden bir güç olarak çekildiği yıllarda gelen sermaye ile uzlaşma o kadar hızlı bir çürümeye neden olmuş ki ulusal kahramanlar bile kendini koruyamamış gözüküyor.

Güney Afrika’nın son 30 yılı bize bir kez daha günümüzde “demokrasi” mücadelesinin aslında sömürüyü aklamaktan başka işe yaramadığını ibret verici bir şekilde gösteriyor.

Erhan Nalçacı / SOL

                          





Işıklı kitaplar arasında - Orhan Gökdemir / SOL

 Dönemin “devrimci” düşünürlerinin havası da devrim kokmamaktadır. Kant münzevi bir hoca, Bruno ve Newton birer part-time büyücüdür bir bakıma.


Aydınlanma nedir? Gerçekten de ilk bakışta gerçekleştiği çağda yaşayanların hayatını değişikliğe uğratmış bir olgu değildir aydınlanma. 17. ve 18. yüzyılda, birkaç düşünürün temsil ettiği bu yeni düşünce akımının, en azından başlangıcında, aslında Avrupa için de ne ifade ettiği kuşkuludur. Şimdi bize büyük altüstlerin çağı gibi görünen çağ, olup bitenden pek habersizdir. Dönemin “devrimci” düşünürlerinin havası da devrim kokmamaktadır. Kant münzevi bir hoca, Bruno ve Newton birer part-time büyücüdür bir bakıma. Çağın sonunda, şimdi dünyayı sallamış gibi görünen Büyük Fransız Devrimi olmasa altüst oluşların kendisi de şüpheli bir hal alacaktır. Kaldı ki o da gerçekleştiği zamanda bir Fransız devriminden çok, bir Paris devrimi gibi görünmektedir.

Bir soru daha; Münzevi bir hocanın, ayaktakımı kalkışmasıyla ne ilişkisi olabilir ki? Kant’ın Fransız devrimine çok soğuk olduğunu biliyoruz. Newton ise hem erken gelmiştir hem de bugünkü aydınlanma tarifimize ters mistik bir kişiliktir.

Biz yine de bir bütün olarak bu iki yüzyılın düşünürlerini ve tilmizlerini aydınlanmışlar olarak tanımlamakta bir sorun görmüyoruz. Newton ve Kant, bu akımın öncülerindendir. Her ikisi de bir yandan içinden çıktıkları dönemin bütün eğilimlerinin temsilcisidir: yüzleri simyaya, metafiziğe, büyücülüğe dönüktür. Öte yandan her ikisi de yeni bir dönemin bütün işaretlerini içlerinde taşırlar; gerçeğe yeni bir yaklaşım, hayata yeni bir bakış, bütün geleneklerden kopma noktasında utangaç ve kararsız bir duruş. Biz bugünden baktığımız için Kant’ta yeni bir felsefe ve Newton’da yeni bir fizik görmeye eğilimliyiz. Kuşkusuz onların zamanında bakanlar, tutkulu, üretken, biraz uçuk ama her halükârda kendilerinden birilerini görüyorlardı. Bir fitili bilmeden tutuşturdular, bir bomba kimin tutuşturduğu bilinmeyen bir fitil tarafından ateşlenmiştir. Böyle bakabiliriz.

***

Sorularla devam edelim… Ne yaptı aydınlanma? İnsan ile doğa arasında tanrının, dolayısıyla dinin oynadığına inanılan düzenleyici ilişkiyi kaldırdı. İnsanla doğayı aracısız karşı karşıya bıraktı. İnsanın doğa karşısında bu yeni konumlanışı, ortaya çıkmış olan yeni sınıfın konumuna uygundu. Ve insanın doğa karşısındaki bu yeni konumlanışı kendine özgü bir felsefi ve siyasal devrim gerektiriyordu. Kant tanrının kellesini uçurunca, Robespierre’e kralın kafasını uçurmak kaldı. Kralın ve tanrının kafası giyotinin sepetine düştüğünde erdemli bir yaşam sürmek için hiçbir dini inanca gereksinim duymayan özerk ahlaksal insan kavramı için kapı aralanmıştı.

Işığı burada yakalayabiliriz. Rahiplikten kâfirliğe hızlı bir geçiş yapan Giordano Bruno zamanının en büyük ve en sıra dışı filozoflarının birisi olarak kabul görüyordu. Hermetizm’in erdemlerini anlatarak ve Hermetizm prensiplerine dayalı bir toplumsal devrimi vazederek Avrupa’yı dolaştı. Sanki gösterişli ve inatçı bir Mesih’ti. Çok yüksek bir egosu ve kendi mükemmelliğine kesin inancı vardı. Nasıl olabilir ki başka? Hermetik vecize “magnum miraculum est homo”u (insan büyük bir mucizedir) düstur edinmişti. İnsanı önemsiz ve değersiz bulanlara kızgındı. Kendisini, mucizevi insanın yaşayan bir kanıtı olarak görüyordu. Aydınlanmanın esasıdır.

Haliyle insan, bütün aydınlanma düşüncesinin anahtarıdır. Bu kavramın ayakları üstüne dikilebilmesi için piyasa toplumunun olgunlaşması gerekiyordu. Piyasa onu bütün eski bağlarından koparıyor, onun siyasal devrimi ise bütün eski ayrıcalıkları baştan başa yıkıyordu. Ama yerine yeni bir ayrıcalık, paranın ayrıcalığını ihdas edilmeseydi, özerk ahlaksal insanı ancak bir düşkün saymamız gerekebilirdi. İnsan, toplumun bütün sınıflarını sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından biri haline getiren piyasa aracılığıyla birbirine eşitleniyordu. Ve artık, varlıklılarla birlikte yoksullar da doğanın zorunluluklarından kurtulmuş olarak değil, bir para sahibi olarak özgür birer insan haline geliyordu. Aydınlanma böylece, Batı kapitalizminin felsefi düşüncesi, tarihsel ideolojisi oldu.

Kimlerdi aydınlanmışlar? Çoğu Masonik cemaatlerin üyeleriydi. Bu onların ilgisini Mısır’a ve dolayısıyla Hermetizm’e yöneltiyordu. Buna karşın Hıristiyan kilisesi kuruluşunda en sert savaşı Mısır bakiyesi Gnostik inançlarla yapmak zorunda kalmıştı. 

Martin Bernal’in deyişiyle, “Mısır dininin Helenik, putperest devamı olan Neo-Platonculuk ve onun Yahudi-Hıristiyan karşılığı olan Gnostisizm zorlamasından sonra, Hıristiyan düşünürler Mısır dinini bir felsefe haline getirerek evcilleştirdiler.” Aydınlanmışlar ise Mısır’ı dinin ve felsefenin kaynağı olarak gördüklerinden Kilise onları Gnostisizmin yeni saldırısı gibi algılamıştı. Çatışmanın dini içerikli bir savaş olarak tanımlanmasında da bir yanlışlık yoktur. Bruno, Mısır dinine, yani özgün ve doğal olana dönmeyi vaaz ediyordu. Engizisyon yoluna sadece fikirleri nedeniyle değil inançları nedeniyle düşmüştür. Yalnızca o değil, Dupuis, Hıristiyanlığı Mısır mitolojisinin yanlış anlaşılmış parçaları olarak tanımlayarak kiliseyi köşeye sıkıştırıyordu.

Evet, Bruno bir Hermetikti ve inançlarının kaynağı eski Mısır’dı. O bu eski inançlardan inançlardan bir devrim programı çıkarmıştı. Gerçek ve yozlaşmamış din olan eski Mısır dininin kendi yaşamı içinde geri döneceğine, Vatikan’ın egemenliğine son vereceğine inanıyordu. Bambaşka bir Hıristiyanlık yorumu vardı ayrıca. İsa’nın esas görevinin Museviliği Mısırlı köklerine geri döndürmek olduğunu düşünüyordu. Sonunda gerçekten de insanın bir mucize olduğunu ispat etti. Bruno bir mucizedir.

Bir saldırı varsa bir savunma da ortaya çıkacaktır. Kilisenin ilerleme ve Helenizm kefesine ağırlığını koyması bu savunma ihtiyacındandır. Fransız Devrimi’nin ardından gelen büyük restorasyonun argümanları da bunlardı.

Aydınlanma çağı, büyük alt üst oluşların çağıydı, sessizliği bizi yanıltmamalıdır. Zamanında gelmiştir ve açtığı yolda yürüyecek gönüllüler bulmuştur. Ricat ise Fransız Devriminden sonra her yerde ortaya çıkan bir ruh halidir. Aydınlanmanın ortaya çıkmasını bir sınıfa borçluyuz ama onu tarihin çöplüğüne fırlatan da aynı sınıftır.

***

Lynn Picknett ve Clive Prince’in onu ve takipçilerinin devrimini anlatan “Yasaklanmış Evren” adlı kitabını Omega Yayınları ile birlikte yayına hazırladık. Kitabın tartışması Bruno ile başlayan Aydınlanmacı gelenek üzerinedir. Çalışmanın asıl çarpıcı iddiası Bruno, Campenella ve diğer aydınlıkçıların bir gizli örgütün parçaları olduğudur. “Giordanisti”, kiliseye karşı Hermetik bir cumhuriyet kurma peşindedir. Güneş Ülkesi, Civitas Solis, cumhuriyetçi devrimden sonra kurulacak şehrin bir taslağıdır aslında. Devrim girişimi başarısız olmuştur. Campenalla tövbe ederek ve deli taklidi yaparak kurtulmuş, Bruno yakılmıştır. Işıklı tarihimizin zenginlikleridir.


Bütün bu çatışma Rönesans’a itici gücünü veren tek bir metne, Hermetica’ya dayanmaktadır. Bu metnin Mısır bilgesi olan Hermes Trismegistos tarafından yazıldığına kuşku duyulmamakta ve her satırında bir hikmet aranmaktadır. “Thrice-Great” (üç kez büyük) Hermes Trismegistus Mısırlı bir bilge ve öğretmendir. Tanrı Hermes’in ya da Roma eşdeğeri Merkür’ün soyundan geldiğini inanılmaktadır. Ortaçağ’da onun olduğuna inanılan yazıların garip parçalarından ve eski metinlerde ona ve çalışmalarına yapılan referanslarla tanınan, yarı tanrı yarı insan, tam anlamıyla bulanık ve efsanevi bir figürden söz ediyoruz. Hermetik metinler bir taraftan felsefi ve kozmolojik ilmin diğer taraftan da astroloji, simya ve büyünün bir karışımıdır. Kendisi de metinleri de felsefenin ve kozmolojinin büyülü bir dünya görüşünden ayrılamayacağının düşünüldüğü bir zaman aralığının bakiyeleridir.

“Giordanisti” geleneği devralmış ve eyleme de dökmüştür. Kavgada kırılmanın hikayesi ise Frances Yates’in “Giordano Bruno ve Hermetik Gelenek” adlı kitabında anlatılıyor. Birlikte çalıştığım zamanlarda Say Yayınları’na önermiştim, buldular ve şahane bir çeviriyle Türkçeye kazandırdılar.

Şöyle diyor Yates; “Düşünce tarihi için büyük önem taşıyan bazı keşifler sanki pek fazla fark edilmeden geçip gidiyormuş gibi görünüyor. Kimse ‘Casaubon-öncesi dönem’ veya ‘Casaubon-sonrası dönem’ diye bir şeyden bahsetmez. Oysa Isaac Casaubon’un 1614’te Hermetik külliyatın kadim bir Mısırlı rahip tarafından değil de Hristiyanlık-sonrası dönemde yazılmış bir yapıt olduğunu ortaya çıkarması, modern dünyayı Rönesans dünyasından keskin bir sınırla ayırmıştır.”

Casaubon nasıl yapıyor bunu? Çünkü Rönesans Hermes Trismegistos’a ait olduğuna inanılan bir metne dayalı ilahiyat üzerinde yükselmişti. Rönesans felsefesi, Yeni-Platonculuk, tamamen bu ilahiyattan ibaretti. Şimdi, Casaubon temelin bütünüyle çürük olduğunu tartışmasız bir biçimde gösteriyordu. Hermetica ayak altından çekilince, Hermes’le birlikte Mısır ve Hermetik-Kabalacı Rönesans Büyücülüğü de düşüşe geçecekti. Yates, bu gelişmeyle birlikte Bruno gibi bir aşırı Hermesçi’nin konumunun da parçalandığını söylüyor. Böylece Bruno’nun Mısır felsefesi ve dinine dayanarak kiliseyi dönüştürme iddiası da boşa çıkmıştı.

***

Isaac Casaubon’a gelince, tabii ki ilahiyatçıydı. On dokuz yaşına kadar babası tarafından eğitildi. 1581'de Yunanca profesörü olduğu Cenevre Akademisi'ne gönderildi. 1596'dan 1599'a kadar Montpellier Üniversitesi'nde ders verdi. 1600 yılında Paris'e çağrıldı ve burada Roma Katolik ve Protestan ilahiyatçılar arasında hayatının geri kalanına musallat olacak dini bir tartışmaya dahil oldu. Arada Corpus Hermeticum üzerine araştırmalar yaptı. Hermetica’nın varsayıldığı kadar eski olamayacağını iddia ediyordu. Metinlerde Phidas’tan, Piton oyunlarından söz edilmesi ve pek çok geç dönem Yunan yazarından alıntılar verilmesi gibi ayrıntılı kanıtlar göstermişti. Ayrıca metinler erken dönem Yunan üslubunda değil, geç dönem üslupta, geç dönemin söz dağarcığı kullanılarak yazılmıştı. Yani bu metinlerin Hermes tarafından yazıldığı yargısı doğru değildi. Bugün adı çok az duyulmuş bu adam, engin bilgisiyle Rönesans ve ilk dönem aydınlanmanın üzerinde durduğu toprağı çekip almıştı. İki kitapla ortaya çıkan yeni bir tarih önerisidir.

***

Aydınlığın peşindeyiz. Belki bir günde Zafer Toprak’ın ışıklı kitaplarını, özellikle “Atatürk-Kurucu Felsefenin Evrimi”ni yazarız. Unutmayın, iyi kitaplar okuyanı onurlandırır. Ayrıca her biri yolu kaybetmemek için de elzemdir.

Orhan Gökdemir / SOL