3 Ağustos 2021 Salı

Türkiye’de tiksindirici borç - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Borçların yeniden yapılandırılması süreci, “128 milyar nerede?” soruşturması ile paralel yürütülmeli. Sistem partilerinin cesur adımlar atmasının zorluğu göz önüne alınırsa sosyalistlere büyük sorumluluk düşüyor.

İsterseniz Türkiye ekonomisi bağlamında tiksindirici borç konusunu tartışmaya dış borçlara bir göz atarak başlayalım. 

2021 Mart sonu itibarıyla dış borçlar 448.4 milyar dolardır. 2017 sonundaki 454.4 milyar dolarla kıyaslayınca dış borç bakiyesinde hafif bir düşüş gözlenmekle birlikte, Türkiye ekonomisinin dolar bazında daralması sonucu dış borç yükü artmıştır. Dış borcun GSYH’ye oranı %61.5’tir.

Diğer dikkat çeken bir olgu, toplam dış borçlar içerisinde kamu kesiminin dış borçlarının ağırlığının artıyor olmasıdır. Merkez Bankası dış yükümlülükleri dâhil kamu kesiminin dış borçları 2021 Mart’ta rekor bir düzeye, 195.8 milyar dolara, toplam dış borçlar içerisindeki ağırlığı ise %43.6’ya ulaşmıştır. Bu oran, örneğin 2017 sonunda %30.3’tü.

Burada en dikkat çeken nokta, finansal kesim dışındaki firmaların, döviz kurlarının sıçraması ve uzun vadeli yatırım olanaklarının tıkanmasıyla yurt içinden sağladıkları döviz kredilerini azaltmalarıdır. 2018 Mart’ta 186.5 milyar dolar olan bakiye 2021 Nisan’da 147.5 milyar dolara inmiştir.

Buna karşın finansal kesimin dış borçlarında ıse düşüş gözleniyor. 2017 sonunda 115.1 milyar dolar olan bankaların uzun vadeli dış borcu, 2021 Mayıs’ta 68.2 milyar dolara gerilemiştir. Finansal kesimin 2014 sonunda 41.5 milyar dolar olan kısa vadeli dış borcu ise 2021 Mart’ta 9.1 milyar dolara kadar düşmüştür.

DÖVİZ CİNSİ İÇ BORÇLAR

Üzerinde konuşulması gereken başka bir gelişme, Türkiye’nin döviz cinsinden iç borçlarının artışıdır. Haziran 2021 Kamu Borç Yönetimi Raporuna göre daha 2018 sonunda 1.1 milyar dolar olan kamunun döviz cinsi iç borçları Mayıs 2021 itibarıyla 33.8 milyar dolardır. İktisat tarihçisi Barry Eichengreen’in “ilk günah” diye adlandırdığı döviz cinsi iç borçlanmanın bir yandan döviz kurlarının daha fazla artmasını engellerken, diğer yandan rezervlerin tamamen erimemesi amacıyla hızlandırılması ihtimali akla geliyor. 2017 sonunda kamu iç borç stokunun %17.7’si kamu bankaları, %17.8’i özel bankalar, %19.4’ü yurtdışında yerleşiklerin elinde bulunmaktaydı. 2021 Mayıs’a gelindiğinde bu oranlar %36.7, %18.7 ve %3.8’di. Diğer bir ifadeyle, yabancılar yerine kamu bankaları iç borçların 1 numaralı müşterisi haline gelmişlerdi. Böylelikle döviz cinsi iç borç kağıtlarını TL fonlarıyla satın alan kamu bankalarının bilançolarındaki döviz pozisyonları da makyajlanmış oluyordu.

HAZİNE GARANTİLİ DIŞ BORÇLAR

Devletin dış alem olan yükümlülüklerinin bir kısmı da Hazine garantileridir. Bu garantilerin üç türü vardır. 1) Hazine garantili dış borçlar, 2) Hazine garantisi kapsamında sağlanan kredileri, 3)Borç üstlenimine tabii kredi anlaşmaları.

1) Hazine garantili dış borçların 11.8 milyar doları ağırlıklı kamu bankaları olmak üzere kamu kesimine, 3.1 milyar doları ise özel kesime aittir.

2) Hazine garantisi kapsamında sağlanan krediler, hepsi kamu kesimine verilmiş 2.7 milyar dolardır.

3) Borç üstlenimine tabii kredi anlaşmaları, hepsi Kamu Özel İşbirliği kapsamında bulunan 7 Yap-İşlet-Devret projesine ait olup, 17.2 milyar dolar tutarındadır.































KAMU-ÖZEL-İŞBİRLİĞİ PROJELERİ

Hazine garantilerinin söz konusu olduğu diğer bir mecra da Kamu-Özel-İşbirliği projeleridir. Bu projelerde 4 farklı model kullanılıyor. 121 projeyle en yaygın rastlanan Yap-İşlet-Devret modelini,109 projeyle işletme hakkı devri, 18 projeyle Yap-Kirala-Devret ve 5 projeyle Yap-İşlet modelleri izliyor. KÖİ projelerinde 25.1 milyar dolarlık karayolu, 19.4 milyar dolarlık havaalanı inşaatı; 18,9 milyar dolarlık enerji sektörü yatırımı vardır. Yap-Kirala-Devret modeliyle ise 11 milyar dolarlık sağlık projesi finanse edılmiştir. İşletme hakkı devri modelinde ise, 54.9 milyar dolar havaalanı, 19.2 milyar dolar enerji, 2.7 milyar dolar liman, 926 milyon dolar yat limanı projesi yer alıyor. Daha küçük projelerin de katılmasıyla 159.4 milyar dolarlık KÖİ portföyü bulunduğu anlaşılıyor. Ancak bu toplamın ne kadarının dış krediye dayandığını bilemiyoruz. (Bu bilgiler Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, KÖİ Proje Göstergeleri, Nisan 2021’den alınmıştır.)

NE YAPMALI?

Şimdi 20 Temmuz 2021 tarihli “Şu Musibet Borçlar Konusu” yazımızdaki sınıflandırma çerçevesinde farklı borç kategorilerinin analizine geçebiliriz. Ancak bu değerlendirmelerin bir fikir verme, bir pozisyon belirleme anlamı taşıdığını; yoksa her bir kategori için tüm borç sözleşmelerini incelemeyi gerektiren çok daha ayrıntılı çalışmaların zorunlu olduğunu söylemeliyiz.

Kanal İstanbul: Bu projenin yol açacağı ekonomik, özellikle Montrö Anlaşması bağlantılı jeostratejik, ekolojik, sismik, şehirleşmeye ilişkin sakıncalar meslek kuruluşları, konunun uzmanları, araştırmacı gazeteciler tarafından ortaya kondu, konuyor. İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in Kanal İstanbul Projesini “tiksindirici borç” ilan etmesi gayet yerinde ve zamanında olmuştur. Toplumsal muhalefetin diğer unsurlarının da bir an önce bu yönde tavır almaları beklenir. Böylelikle bu projeyi fonlaması söz konusu olan kreditörler önceden uyarılmış, tiksindirici borç ilanının en önemli bir koşulu yerine getirilmiş olacaktır. Kaldı ki 2019 İstanbul yerel seçimlerinde bir anlamda Kanal İstanbul Projesi oylanmış ve projeye karşı duruşunu açıkça ortaya koyan Ekrem İmamoğlu’nun zaferiyle, halk tarafından reddedilmiştir.

Kanal İstanbul’un 1) Fener ve tahliyesi ücretleri, 2)Kılavuz hizmet ücretleri, 3)Römorkör hizmet ücretlerine ilişkin çok yönlü garantiler içerdiği, işletilmesi halinde de kamuya ciddi yükler getireceği ortaya kondu.(Çiğdem Toker, Kanal İstanbul Garantileri, Sözcü Gazetesi 12.04.2021.)

Kamu-Özel-İşbirliği Projeleri: Bu projeler içerisinde Zafer Havalimanı gibi baştan yanlış, hiçbir ekonomik gerekçesi bulunmayan örnekler de vardır. Diğer bazı projeler altyapı, sağlık, enerji üretimi gibi hizmetler sunuyorlar. Ancak tanınan fiyat ve miktar garantileri kamuyu zarara uğratıyor. Öncelikle kapitalizmin kendi mantığı içerisinde bile, “işletme riski veya ticari risk” adı verilen, üretilen mal ve hizmetlere talebin riskini ifade eden temel bir kavram vardır. Yatırımcıya “kârlar bana, zararlar kamuya” mantığıyla, iş hacmine ilişkin baştan teminat verilmesi tümden yanlıştır. Aynı şekilde döviz kuru oynaklığı bilinirken, döviz kurlarının artması halinde Hazine’nin gelirlerinde paralel bir artışın söz konusu olmayacağı ortadayken, verilen döviz cinsi fiyat garantileri de hepten yanlıştır. Üstelik Covid-19 salgınını mücbir sebep kabul ederek İstanbul Havalimanı’nın kira ödemelerinin faiziyle birlikte 2024’e kadar ertelenmesine karar verilirken; Avrasya Tüneli, Osmangazi Köprüsü benzerlerinde aynı uygulamanın yapılmayarak kamunun neden zarara uğratıldığının hesabı sorulmalıdır.

Bu projeler için proje sözleşmelerinin ayrıntısıyla incelenmesi, sözleşme şartlarının kamu çıkarı gözetilerek yeniden düzenlenmesi en doğru adım olacaktır. “Söke söke alırlar” beyanlarında bulunanlar da cevabını alacaktır.

Türkiye Varlık Fonu: Bir kere bu yapı, “ülke varlık fonu” uygulamalarına ters bir şekilde, ülkenin varlıklarının ve gelir kaynaklarının yönetilmesine yönelik bir pratiğe sahip değildir. Tam aksine, portföyüne Ziraat Bankası, THY, BOTAŞ benzeri kamu kuruluşlarını katarak, sorumsuz bir borçlanma mekanizması işlevi görmektedir. Örneğin, 2021 Mart’ında %95 hazine garantisiyle Citibank ve ICBD bank liderliğinde 1 milyar 250 milyon avro borçlanmaya gidilmiştir. Türkiye Varlık Fonu bünyesindeki 23 şirket ve 2 lisans hakkının çoğu Sayıştay denetimi dışındadır. Kuruluşlarından beri Türkiye Varlık Fonu’nun ne işlev gördüğü kamuoyu tarafından bilinmemekte, Cumhurbaşkanı sabit kalmak üzere yönetimi sürekli değişmektedir. Toplumsal muhalefetin, özellikle siyasi partilerin Türkiye Varlık Fonu’nun tasfiye edileceğini, tüm hesaplarının incelenerek kamuyu zarara uğratanlardan hesap sorulacağını bir an önce deklare etmeleri doğru olacaktır. Nasıl bugün Malezya hükümeti 1MBD ülke fonu yolsuzluluğu nedeniyle Deutsche Bank’ı, J.P. Morgan Bankası`nı dava ediyorsa, aynı akıbetin Citibank benzerlerini de beklediği bilinmelidir.

Kamunun Dış Borçları: Türkiye’nin dış borçlarının GSMH’ye oranı giderek yükselmekte, bu önümüzdeki yıllarda borç servislerinin giderek daha zorlaşacağını göstermektedir. Önümüzdeki 5 yılda 60.6 milyar dolar merkezi yönetim dış borç ödemesi yapılacaktır. Bunun 19.3 milyar doları faiz ödemesidir. ABD’nin 5 yıllık tahvil faizlerinin %0.72, Almanya’nın 5 yıllık faizlerinin -%0.72, İngiltere’nin 5 yıllık tahvil faizlerinin %0.28 olduğu bir konjonktürde bu aşırı bir borç yüküdür. Nitekim Türkiye’nin 5 yıllık tahvil faizleri %5.16’dır. 2021 yılında gerçekleşen 3.5 milyar dolarlık yurt dışı tahvil satışının 5 yıllık yarısı %4.75, 10 yıllık yarısı %5.875’ten satışa çıkarılmış ve yatırımcıyı %4.90 ve %5.95 getiri sağlayacak bir şekilde alıcı bulmuştur. Bunlar çok yüksek faiz yükleridir. Bir ülke zorlanarak da olsa bu borçları ödese, bu kendi yurttaşlarının refahı pahasına adil olmayan bir yükle gerçekleşecektir. Bu kadar faiz ödemenin hakkaniyetli olmadığı üzerinden harekete geçilmelidir.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, UNCTAD’ın hazırladığı çerçevede, bir hükümetin makroekonomik politikaları doğrultusunda borçlarını yeniden yapılandırma hakkını kabul etmiştir. (United Nations Resolutian Adapted by the General Assembly on 10 September 2015.) Burada “sürdürülemez borç” süreci de işletilebilir. Hatırlanırsa ilk yazımızda açıkladığımız bu kavram hükümetlerin sağlık, eğitim gibi temel insan hakları yükümlülüklerinin veya kamusal altyapı yatırımlarının yanısıra kalkınma için gerekli programlarını aksatmadan geri ödenemeyecek borçlar için devreye sokuluyordu. Muhalefet partilerinin bu doğrultuda pozisyonlarını açıklamaları, toplumsal muhalefet bileşenleri ve halk tarafından talep edilmelidir.

Borçların yeniden yapılandırılması süreci, “128 milyar nerede?” soruşturması ile paralel yürütülmelidir.Bu noktada sistem partilerinin cesur adımlar atmasının zorluğu göz önüne alınırsa, sosyalistlere büyük sorumluluk düşmektedr.

Dünya ortamı da özellikle GOÜ’lerin ağırlaşan borç yükleri, aksayan kalkınma projeleri düşünüldüğünde borç yeniden yapılandırmaları için çok elverişlidir. Bu konunun tartışılması ve borç denetim komitelerinin oluşumu ayrı bir yazının konusu olacaktır.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN


Siyasal İslamı faşizm ve felaket kapitalizmi ile buluşturan Cumhur İttifakı, ülkenin başına gelen en kötü beladır.- Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

 

Türkiye, cayır cayır yandı. Ormanlar, 

köyler yok oldu. 8 insan hayatını kaybetti. 

Hiçbir suçu olmayan binlerce hayvan, 

çığlık çığlığa diri diri kavruldu... 

İktidar, bir kez daha ülkeyi bir felaket 

karşısında çaresiz durumda bıraktı.

Kimin ne yaptığını ya da yapmadığını 

özetlersek...

Yangınların söndürülmesi için havadan müdahale şarttı ama  Erdoğan’ın  “teknolojileri eski”, Tarım ve Orman Bakanı   Pakdemirli’nin  “motorlarına kuş yuva yapmış” dediği uçaklar yıllarca bakımsızlıktan hangarda çürümeye terk edilmişti. 

Hükümet, acil durumlarda yangın söndürme görevini yapabilen askeri helikopterleri görevlendirmedi.

TSK’den yardım alınmadı. Deniz Kuvvetleri’nin gemilerinde yangınla mücadele için bulunan uzman personele görev verilmedi.

Her biri tonlarca su alabilen yüzlerce TOMA kullanılmadı.

Yurtdışından yardım çok geç istendi; sonunda AB’den 3 uçak geleceği açıklandı. Bu uçakların THK’deki iş görmez denilerek ihaleye sokulmayan uçaklar ile aynı marka olduğu anlaşıldı!

ERDOĞAN NE YAPTI?

Jet uçağına binip Marmaris’e gitti. Afet bölgesinde halka hitap etti, bez torbaların içindeki çay paketlerini vatandaşa fırlattı. Bununla yetinmedi; yol boyu otobüsten çay fırlatmaya devam etti.

Ormanları, bahçeleri ve traktörleri yanan, köyleri yok olan; evini, yakınını ve işini kaybeden insanlara yapılan bu muamelenin ne kadar aşağılayıcı olduğunu, çevresinde kimsenin düşünememesi de akıl alır gibi değil ama yaşananların hepsi akla aykırı zaten...

Erdoğan, Marmaris’te yangın söndürme ekiplerine su taşırken hayatını kaybeden Şahin Akdemir’in ailesiyle de görüştü. Bu AKP’nin Twitter hesabında  “Erdoğan’ın taziye ziyareti” olarak duyurulurken CHP Genel Başkan Yardımcısı  Gülizar Biçer Karaca, ailenin Erdoğan’ın ayağına getirildiğini, bunun bizzat tanığı olduğunu açıkladı. 

Nitekim AKP’nin paylaştığı fotoğraflarda da görüşmenin yapıldığı mekânda Cumhurbaşkanlığı forsunun bulunduğu bayrak görülüyordu...

2014’te Soma faciasından sonra Erdoğan’ın Başbakan olarak bölgeye yaptığı ziyarette olanları hatırlarsanız, Marmarisliler çay fırlatma ile ucuz atlattı denebilir...

PAKDEMİRLİ NE YAPTI?

“Orman teşkilatı yerleşim yerlerini korumaktan, birinci derecede aslında sorumluluk belediyelerdedir, ormanların yanmasına müsaade etmek zorunda kaldı” diyerek sorumluluktan kurtulmaya çalıştı. Sanki muhalefet büyükşehir belediyelerini kazanınca yetkilerini ellerinden almaya başlayan AKP değilmiş gibi!

2019’da İzmir yangınından sonra İzmir milletvekili Mehmet Ali Çelebi’nin soru önergesine yanıt verdiğinde, “Bakanlığımızca, orman yangınlarına müdahalede yeterli sayıda araç, görev alan personel, ekipman, helikopter ve arazöz sayısı bulunmaktadır” diyen Pakdemirli, geçen hafta, “Envanterimizde yangın söndürme uçağımız ve helikopterimiz yok; bu ezelden beri böyle” dedi.

TBMM NE YAPTI?

Bir de baktık ki Meclis, tatile girmeden önceki son günde Turizm Teşvik Kanunu çıkarmış. Erdoğan’ın imzasıyla ormanları yapılaşmaya açan o kanun, yangın sırasında 28 Temmuz’da yürürlüğe girdi.

Üstelik kanun oylanırken İYİ Partililer kabul oyu verirken CHP ve HDP milletvekilleri oylamaya çok büyük oranda katılmamış, 4 TİP milletvekili de Genel Kurul’da bulunmamış. TBMM daha ne yapsın değil mi!

VATANDAŞ NE YAPTI?

İktidarın beceriksizliğine dayanamayan bir adam, Marmaris’te yangına acilen 

müdahale edilmesi için kafasına silah dayadı.

İnsanlar bidonlarla yangın tankerinin deposuna su taşıdı...

Alevler köyleri yutarken havadan müdahale yapılması için yetkililere çağrı yaptı.

Hükümetin aczi karşısında umudunu kesenler, sosyal medya paylaşımlarıyla yurtdışından yardım istedi. 

İktidar ulusal seferberlik ilan etmese de yurttaşlar kendileri seferber oldu.

YANDAŞ MEDYA NE YAPTI?

Tek bir örnek yeterli. A Haber manşeti attı: “Dünya Türkiye’yi konuşuyor. Türkiye, yangınlara hızlı müdahalesiyle örnek oldu!” Dünya Türkiye’yi konuşuyordu ama kötü yönetimiyle ibretlik vaka olduğu için konuşuyordu. 

Telafisi olanaksız vahim kayıplar verilirken felaket kapitalizmi tüm vahşiliğiyle şaha kalktı. Yangın devam ederken TOKİ, yöresel mimariye uygun olarak köy evleri yapacaklarını, 1 yıl içinde tamamlayacaklarını duyurup ev modellerini paylaştı! Erdoğan, afet bölgesinde vatandaşlara kredi teklif etti. 

Son 20 yıldır depremlerin, maden faciasının, sel ve yangınların böylesine büyük zararlara yol açmasının sorumlusu, hak yiyen, hukuk tanımayan, doğayı peşkeş çeken AKP’dir. Anayasanın, felaketlerin büyümeden engellenmesi için kendilerine getirdiği kamusal yükümlülüklerini yerine getirmeyenler, bir kez daha suç işlemiştir. 

Siyasal İslamı faşizm ve felaket kapitalizmi ile buluşturan Cumhur İttifakı, bu ülkenin başına gelen en kötü beladır. İnsan, hayvan ve doğanın kurtuluşu için ilk hedef, ilk seçimde bu iktidardan kurtulmaktır.

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET 

Hesabı ödemeden nereye? - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

 

Arka Bahçe’de öğrendiniz: 

1- İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) kasasından AKP milletvekili Ravza Kavakçı Kan’a 155 bin dolar ve 59 bin lira verildi. 

2- İBB’nin ulaşım şirketinden maaş alan Kan’ın cüzdanı, “ABD’de siyaset bilimi okusun” diye bu parayla dolduruldu. 

3- Bugünkü İBB yönetimi, “eğitim bursu” adı altında 2008-2013 arasında hukuka aykırı şekilde akıtılan bu paranın faiziyle birlikte geri alınması için yargıya başvurdu. 

Şimdi... 

Soru şu: Ravza Kavakçı Kan, 

ABD’deki eğitimi bitince 

İBB’deki işine geri döndü mü? 

Yanıta geleceğim. Ama önce... 

Burs sözleşmesine göre Kan’ın ABD’deki eğitim süresi dört yıldı. Ancak o ABD’de yaklaşık bir yıl daha fazla kaldı. Peki, bu sürenin neden uzatıldığına dair İBB arşivinde bir belge var mıydı? Yok. 

Ne mi oldu? Şu: Kan, cebimizden çıkan parayla ABD’de daha fazla yaşasın diye dönemin İBB yönetimi devreye girdi. 1 Şubat 2013’ten sonra 6 ay süreyle ücretsiz izne çıkarıldı. Peki, kâğıt üstünde dahi Kan’ın bu yönde talebi olduğuna dair İBB arşivinde bir belge var mıydı? Yok. 

Kan, ABD’deki eğitimini 27 Temmuz 2013’te bitirdi. Yasaya göre, 15 gün içinde işine dönmek için İBB’ye müracaat etmeliydi. Yoksa, oluşan kamu zararının karşılanması için hukuki süreç başlayacaktı. Peki, Kan’ın ABD’deki eğitim bitince işine dönmek için başvuruda bulunduğuna dair İBB arşivinde bir belge var mıydı? Yok. 

Evet, ABD’deki tatlı hayat bitince Kan’ın İBB’de işbaşı yapması gerekiyordu. Belediyedeki mecburi hizmet sürecinde hiçbir şekilde başka yerde çalışamazdı. 

Ya o ne yaptı? İBB binasına karayolu ile 1140 kilometre uzakta olan Gaziantep’teki Hasan Kalyoncu Üniversitesi’nde dört aydan fazla çalıştı. 

Bitti mi? Bitmedi. 

Ravza Kavakçı Kan, 2015’te milletvekili seçildi. Bundan dolayı İBB ile iş sözleşmesi askıya alındı. Lakin ne zamanki milletvekilliği bitecek, o zaman borcu olan 4 yıl 2 ay zorunlu hizmet süresini İBB’de tamamlayacaktı. Yasa ve sözleşmeler bunu emrediyordu. 

Acaba, diyorum... 

Cebimizden çıkan paralarla hukuksuz bir şekilde ABD’de yıllarını geçiren AKP milletvekili Kan farklı mı düşünüyordu? 

Zira, SGK’nin Emeklilik Dairesi 17 Şubat 2021’de İBB’ye bir resmi yazı gönderdi. SGK, Kan’a “emekli ikramiyesi ödenebilmesi” için bilgiler istiyordu. 

İnsanın aklına geliyor: AKP milletvekili İBB’ye, daha doğrusu bize borcunu ödemeden emeklilik hayatına mı geçmek istiyordu? 

Ya da Tevfik Fikret’in şu satırlarını mı okudu: 

“Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak

Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak...”


DEPREM OLURSA BAŞIMIZA GELECEKLER

Tarım ve Orman Bakanı Bekir 

Pakdemirli yanına başka 

bakanları, önüne kameraları 

alıp şunu dedi: 

“Envanterimizde yangın söndürme uçağımız ve helikopterimiz yok.” 

Şunu merak ediyorum: Beklenen İstanbul depremi olursa aynı bakanlar ne diyecek? 

Öyle ya... 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Kandilli Rasathanesi’nin birlikte hazırladığı rapora göre; eğer İstanbul’da 7.5 büyüklüğünde deprem olursa... 

Kentteki binaların yüzde 43’ü hasar görecek. 25 milyon ton ağırlığında enkaz oluşacak. 14 bin 150 kişi ölecek. 

İBB Deprem Risk Yönetimi Kentsel İyileştirme Daire Başkanı Tayfun Kahraman ile konuştum. “Eğer İstanbul’da deprem olursa neyimiz eksik” diye sordum.   

Notlarımdan aktarıyorum... 

1- İstanbul ile Ankara arasında koordinasyon planlaması yok. Yani, merkezi yönetimle yerel yönetimler arasındaki ilişki sorunlu. İBB, İçişleri Bakanlığı’na bağlı AFAD dahil birçok kurumun kapısını aşındırmış ancak sonuç alamamış. Böylece olası bir depremde ortak bir çalışma yapılması bu aşamada güç. 

2- Yeterli tespit yok. Mesela, İstanbul’un 800 noktasında patlayıcı ya da yanıcı maddelerin depolandığı fabrikaların varlığı biliniyor. Ama merdiven altı denilen, kayıt dışı belki yüzlerce yerin olduğu düşünülüyor. Yani, olası bir depremde İstanbul’un neresinde nasıl bir tehlikenin bizi beklediğini bilmiyoruz. 

3- Eğitim yok. İstanbul’da büyük deprem olursa, maalesef ilk 72 saat insanların çoğu kendi başına kalacak. O halde ilkyardım ve kurtarma operasyonları sırasında nasıl hareket edeceklerini bilmeleri gerekiyor. Ancak İstanbullu bu konuda eğitimsiz. 

4- Telefon ve internet altyapısı yetersiz. 2019’daki 5.8 büyüklüğündeki İstanbul depremi bunu bir kez daha hatırlattı. İBB’nin 17 Ağustos’un yıldönümünde alternatif bir iletişim uygulamasını kamuoyuna duyuracağını öğrendim. Kaç kez söylendi; GSM firmalarının da elini taşın altına koyması şart. 


IŞIKÇILARIN DİYANET’LE SAVAŞI 

Işıkçılar cemaatinin yayın organı Türkiye gazetesinde ilginç şeyler oluyor. 

En bilinen yazarlarından   

Ahmet Şimşirgil Diyanet’e çok 

sert eleştiriler yöneltti. 

Kurumun zuhr-i âhir namazını 

kaldırdığını belirtip şunları 

yazdı:

“Diyanet’in dini bir meselede kafasına göre bir fetvası olamaz. Yoksa Diyanet kendisini bir mezhep yerine mi koymaktadır?” 

Yetmedi, bir yazı daha kaleme aldı Türkiye’de: 

“Diyanet camiası namazları, ibadetleri yok etmekle mi uğraşıyor? Neden asıl meselelere eğilmiyor ve niçin gençlerimizle ilgilenmiyor? 

Ne oldu, başınızı kuma mı gömdünüz? Ses verin! Fakat şunu söyleyeyim: Milletin sesi durmayacak daha güçlü bir şekilde ‘ne oluyor’ avazelerine muhatap olacaksınız.”

Sonra, gazetenin kim olduğu şüpheli “Ahmet Akışık” adlı yazarı topa girdi. Türkiye yazarı Diyanet’in “Batı patentli Ilımlı Islam ilkeleri doğrultusunda” yapay bir İslam ortaya koyduğunu iddia ediyordu. 

Peki, nedendi? Neden Türkiye gazetesi Diyanet’e karşı kılıcını yeniden çekti? Hatırlayalım, Diyanet’in gizli tarikatlar raporunda şöyle yazıyordu Işıkçılar cemaatine dair: 

- Yapı bir cemaatten daha çok bir şirkete dönüştü. 

- Kendi yayınlarını satmayı kaza namazının yerine sayıyorlar. 

- Bazı söylemleri din istismarına kapı aralıyor. 

Ama yeni bir gelişme daha olmalıydı. Acaba, Diyanet’in yeni yayımladığı “Din İstismarı İle Mücadelede Sahih Dini Bilginin Önemi” adlı kitap mı kızdırdı? 

Işıkçılar cemaati o kitaptaki “kavramları istismar”, “ibadetleri tahrif” gibi eleştirileri üzerine mi aldı? 

Ya da Diyanet’in şu tespiti mi ağırlarına gitti: 

“İstismarcı gruplar, elde ettikleri güç ve imkânları Müslümanların ortak yararı yerine sadece kendi mensuplarının çıkarları için kullanmaktadır.” 

Bakalım, kim geri adım atacak...  

Barış Pehlivan / CUMHURİYET

2 Ağustos 2021 Pazartesi

Hindistan ABD stratejisine eklemlenir mi? + ABD’nin, Çin’e karşı Hindistan ortaklığı arayışı / Mehmet Ali Güller-CUMHURİYET

 1) Hindistan ABD stratejisine eklemlenir mi? (02/08/2021)

 2) ABD’nin, Çin’e karşı Hindistan ortaklığı arayışı. (31/08/2021) 

                                                              ***

1) Önceki yazımızda ABD’nin Çin’e karşı Hindistan ortaklığı arayışını incelemiş, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in Yeni Delhi’de yaptığı görüşme sonunda iki ülkenin “Çin’in bölgede artan etkisine karşı aralarındaki bağların derinleştirilerek güvenlik ortaklıklarını genişletme sözü verdiği” üzerinde durmuştuk.

Peki, Hindistan, ABD’nin istediği türden bir Çin karşıtlığına yönelir mi? Bu amaçla ABD’nin stratejisine eklemlenir mi? Tamam, Hindistan ile Çin’in Asya’daki potansiyel çıkarları çatışıyor ve iki ülkenin çözemediği sorunları bulunuyor olabilir; ancak buna rağmen Hindistan ABD’nin stratejisine eklemlenir mi?

Bugün bu sorulara yanıt arayacağız.

BAŞKASININ PROJESİNE SIĞAMAYACAK BÜYÜKLÜKTE

1) Hindistan büyük bir ülke. Önceki yazıda da belirttiğim gibi küresel mücadelenin beşinci büyük merkezi. Nüfusu, hızla büyüyen ekonomisi, nükleer gücü, bilişim alanındaki önemli başarıları bu ülkeyi ABD, Çin, AB ve Rusya’nın ardından beşinci büyük güç merkezi haline getiriyor.

Bu çapta bir güç merkezinin, bir başka güç merkezinin stratejisine tamamen eklemlenmesi pek olası değil. Ortaklık, belli alanlarda işbirliği tamam ama stratejiye eklemlenmek, son tahlilde yörüngesinde olmak demek ve bu, Hindistan çapında bir ülkenin kabullenemeyeceği bir durum. Üstelik Hindistan, tarihi kökleri olan, uygarlık tarihi içinde çok önemli bir yeri olan ülke.

Yani Hindistan, başkasının projesine sığamayacak büyüklüktedir.

HİNDİSTAN’IN ‘BAĞLANTISIZ’ GELENEĞİ

2) Hindistan, ABD ile SSCB’nin Soğuk Savaş yılları boyunca bağımsız ve bağlantısız kaldı. Bu, Hindistan’ın bugünkü güç mücadelesinde de bir başka gücün stratejisine eklemlenmeyeceğine işaret eden siyasi gelenektir.

ABD, o yıllarda Hindistan’a baskı kurmuş ve iki taraftan birini seçmeye zorlamıştı; 1974’te nükleer deneme yapmasına karşı çıkmıştı. Hindistan baskılara rağmen bağlantısız kaldı.

3) 20. yüzyılın ikinci yarısındaki Çin-SSCB rekabetinin Hindistan-Pakistan sorununa yansıması, SSCB’nin Hindistan’ı, Çin’in Pakistan’ı desteklemesi şeklindeydi. ABD de “yeşil kuşak” stratejisi içerisinde önemli bir yer verdiği ve mücahit eğitim kampı olarak kullandığı Pakistan’ı destekliyordu.

İşte o yıllardan kalan bugünkü Moskova-Yeni Delhi işbirliği, Hindistan’ın ABD stratejisine eklemlenmesinin önünde duran bir başka engeldir.

4) Çin ve Rusya’nın Hindistan ve Pakistan’ı 2017 yılında “birlikte” Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye yapması, ABD’nin Hindistan’la Çin’e karşı ortaklık hedefinin önünde duran bir başka engeldir.

ÇİN-RUSYA-HİNDİSTAN İŞBİRLİĞİ

Özetle, ABD’nin Hindistan’ı Çin’e karşı stratejisine eklemleyebilmesi pek olası değil; hele de Rusya faktörü varken…

Hatta tersi bile olası. Yani Washington’ın Çin-Rusya’ya karşı inşa etmek istediği “ABD-AB-Hindistan bloku” yerine, “ABD-AB blokuna” karşı “Çin-Rusya-Hindistan işbirliği modeli” bile kurulabilir.

Rusya’nın ünlü dışişleri bakanı ve başbakanı Yevgeny Primakov, 1990’ların sonunda ABD’ye karşı Rusya-Çin-Hindistan blokunun oluşturulması gerektiğini savunmuştu.

Aslında bu adım, blok olarak değil ama işbirliği modeli olarak adım adım gerçekleşiyor: Hindistan hem Şanghay İşbirliği Örgütü içinde hem de BRICS içinde Çin ve Rusya’yla yan yana gelmiş durumda zaten.

ÇİN VE HİNDİSTAN’IN ORTAK YARARI

Özetle, Hindistan ABD projesine sığmayacak büyüklükte ve coğrafi konumundan siyasi geleneğine kadar pek çok etken, bu ülkenin son tahlilde Asya’da Asyalılarla birlikte hareket etmesini gerektiriyor.

Hindistan, Rusya’nın da aracılığıyla Çin’le olan sorunlarını mutlaka çözecektir. Çin ile Hindistan’ın iyi ilişkiler geliştirmesi, ABD’nin planlarına uymasa da iki ülkenin çok yararına zira…

                                                                        ***

2) Hegemonyası zayıflayan ABD’nin Çin’e karşı, hele de Çin-Rusya ortaklığına karşı Hindistan’sız bir seçeneği yok. Peki, Hindistan gerçekçi bir seçenek mi? O da oldukça soru işaretli Washington açısından…

BEŞ MERKEZLİ YENİ DÜNYA

Amerikan Hegemonyasının Sonu (Kırmızı Kedi Yayınevi - 2019) isimli kitabımda, hem ABD’nin hegemonyasının zayıflamasını hem de şekillenmekte olan “beş merkezli dünya”yı incelemiştim: Hegemonyası zayıflayan ABD’nin hâlâ en güçlü birinci merkez olduğunu, yükselen ekonomisi ve teknoloji makasını kapatmaya başlamasıyla Çin’in onu izleyen ikinci merkez olduğunu, ekonomik gücüyle AB’nin üçüncü, SSCB’den miras nükleer gücüyle Rusya’nın dördüncü, Hindistan’ın da potansiyeli nedeniyle beşinci merkez olduğunu yazmıştım.

21. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren, küresel güç mücadelesi bu beş merkez arasındaki mücadele olacak bir bakıma. Bu beş merkezin ikili ya da üçlü ittifakları da mücadeleyi belirleyecek en önemli etken durumunda.

‘GENİŞ BATI’ PUTİN’E TAKILDI

ABD’nin “Çin’e karşı geniş Batı” stratejisi içinde Rusya’yı Batı’ya eklemleme hedefi Putin engeline takıldı. Çünkü Kremlin bu eklemlenmenin SSCB alanlarının parçalanmasının ötesine geçip Rusya’nın federasyon halini de tehdit ettiğini gördü. Moskova’ya gittikçe yakınlaşan NATO varlığı, Kremlin’in yeni baştan strateji oluşturmasını sağladı. Kısacası ABD için Çin’e karşı Rusya’yı yanına çekme defteri çoktan kapandı.

Zaten Washington artık Çin ve Rusya’yı “birlikte” düşünerek strateji oluşturuyor. Ocak 2019’daki, CIA başta tüm istihbarat kurumlarının başkanlarının bulunduğu Senato İstihbarat Komisyonu oturumunda ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Dan Coats’ın yaptığı “Çin ve Rusya, hiç olmadığı kadar ABD’ye karşı birleşmiş durumda” saptaması ABD’nin resmi görüşüdür.

ABD AB’Yİ İKNA EDEMEDİ

Washington, bu gerçek nedeniyle sadece AB’yi değil, Hindistan’ı da yanına almaya çalışıyor. Hindistan’a geleceğiz ama öncelikle ABD’nin AB’yi bu mücadelede ne oranda yanına katabildiğine değinelim.

Hazirandaki sıralı ABD-İngiltere, G7, NATO ve ABD-AB zirvelerinin Biden yönetimi açısından temel hedefi, Çin ve Rusya’yı AB için “düşman” ilan ettirebilmekti. Washington bunu sağlayamadı; evet rakiplerdi, evet risklerdi ama düşman değillerdi. Çünkü Avrupa için kaçınılmaz ticari ortaklardı.

ABD yönetimi, Almanya’yı Rusya’yla yürüttüğü Kuzey Akım-2 projesinden bile koparamadı; onca tehdit sonunda Biden-Merkel görüşmesinde Washington Kuzey Akım-2’yi kabullenmek zorunda kaldı.

Evet, ABD AB’yi ikna edemedi ama İngiltere ABD’nin stratejisine eklemlendi. 15 gün önce ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin ile görüşen İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace, Hint-Pasifik bölgesine odaklanacaklarını duyurdu.

ORTAKLIK GENİŞLETME SÖZÜ

Peki, ABD, AB’yi bile “tam” ikna edememişken, Çin’e karşı Hindistan’ı ikna edebilecek mi? Washington yönetimi Hindistan ile Çin’in Asya’daki potansiyel çıkar çatışmalarını ve mevcut Çin-Hindistan sorunlarını zemin görerek bunu deniyor ve zorluyor. Pentagon bu amaçla “Asya-Pasifik” stratejisinin adını bile 2019 yılından itibaren “Hint-Pasifik” stratejisi diye güncelledi. Biden yönetimi de olanca ağırlığıyla Çin’e karşı Hindistan ortaklığı arayışında. Son olarak ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, bu amaçla Yeni Delhi’yi ziyaret etti ve Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar ile görüştü.

Bu görüşme sonucunda iki bakan “Çin’in bölgede artan etkisine karşı iki ülke arasındaki bağları derinleştirerek güvenlik ortaklıklarını genişletme sözü verdi.” Evet, resmi bir anlaşma yok ama verilen söz var; bir de “savunma sanayisi tedariki” konusunda imzalar...

Sözler içerisinde Blinken’in şu sözü ise ABD’nin Çin’e karşı Hindistan’la işbirliğini nasıl da önemsediğini ortaya koyuyor: “Dünyada ABD ile Hindistan arasındaki ilişkiden daha önemli çok az ilişki var.”

İKİLİ VE DÖRTLÜ MODEL

Özetle ABD bir yandan ikili ABD-Hindistan ortaklığı modeli içinde, bir yandan da dörtlü ABD-Hindistan-Japonya-Avustralya işbirliği modeli içinde Çin’e karşı Hindistan’ı yanına çekmeye çalışıyor.

Peki, Hindistan buna razı olur mu? Soğuk Savaş boyunca bağlantısızlığını sürdüren, üstelik Rusya’yla iyi ilişkileri olan, dahası artık Şanghay İşbirliği Örgütü üyesi de olan Hindistan ABD’nin stratejisine eklemlenir mi? Bunu da bir sonraki yazımızda inceleyeceğiz…

Mehmet Ali Güller-CUMHURİYET


İki yoldan biri… + Bir ‘kırılma’ anına doğru… / Ergin Yıldızoğlu-CUMHURİYET

1) İki yoldan biri…(02/08/2021)

2) Bir ‘kırılma’ anına doğru… (19/07/2021)

                                                                 ***

1) Yine paranoyak bir yazı. En son “Bir kırılma anına doğru” başlıklı yazımda vurgulamıştım, “Bir başka ülkeye bakıyor olsak ‘rejim iç savaşa hazırlanıyor’ demekten çekinmezdik. Söz konusu ülke Türkiye olunca, bu olasılığı düşünmek bile istemiyoruz.” Ancak ülke iki yolun kavşağına geldi. Bu yollardan, yakın tarihte birçok ülkede gidilmiş olan yol ne yazık ki bir iç savaşa çıkıyor. Daha az gidilmiş olan seçilirse belki başka bir menzile ulaşabilir.

YANGINLAR VE KATLİAMLAR

Yaygın orman yangınları karşısında, birileri hemen, hiçbir veriye dayanmadan, dünyanın her yerinde iklim krizinden kaynaklanan orman yangınlarını düşünmeden, “bunlar teröristlerin işi” demeye başladılar. Halbuki bu ülkede siyasi amaçlarla orman yakmak geleneği yoktur. Buna karşılık, ticari amaçlarla rant alanı yaratmak için orman yakmak, orman yok etmek geleneği özellikle son 20 yılda, asalak bir rantiye tabakanın iktidarı güçlendikçe, hızlanarak gelişti. Daha dün, ormanlar yanarken ormanlık arazide yapılaşma yetkisini Turizm Bakanlığı’na bırakan bir yasa çıkarıldı. Son 10 yılda, Ankara’da, Suruç’ta, Ortaköy-Reina’da gerçekleşen katliamlara bakınca da karşımıza İslamcı teröristler çıkıyor. 

Eğer iklim krizini, sıcak dalgasını bir kenara koyarak düşünmek istiyorsak, salt bu gözlemlerden hareketle, aklımıza ilk önce, bu asalak sınıfın, “süreç olarak faşizmin” gelmesi gerekmez mi? Hiçbir kanıt olmadan yapılan spekülasyonların siyasi-insani sonuçları çok ağır olabiliyor.

Örneğin, orman yangınlarıyla ve Kürtleri hedef alan suçlamalarla neredeyse eşzamanlı olarak Konya’da yedi kişilik Kürt asıllı bir aile hunharca katledildi. Marmaris’te HDP binasına bir saldırı düzenlendi. “Patlama sesi duyuldu”, başlığıyla ortalıkta dolaşmaya başlayan İHA kaynaklı bir videoda, çekenlerin daha patlama olmadan “kanı bozuklar” gibi açıkça ırkçı, faşist bir ifade ile yangının, sabotaj olduğunu ima etmeleri, Kasımpaşa’da gazetecileri hedef alan saldırılar, provokasyonların devam edeceğini düşündürüyor. Provokasyonlar tırmanmaya devam ederse, birinci yola girildiğini, “iç savaşa” giden yolun taşlarını döşenmeye başladığını düşünebiliriz.

İÇ SAVAŞ MI DEDİNİZ?

Gerçekten de “İç savaş tehlikesi” ifadesi, son haftalarda insanların aklına giderek daha sık gelmeye başladı. 

Bunun birkaç nedeni var: Birincisi, insanlar son yıllarda Libya ve Suriye iç savaşlarını anımsıyorlar; benzerlikler dikkatlerini çekiyor. İkincisi, siyasal İslamın partisi AKP’nin bir genel seçimlerde tek başına hükümet olacak ve liderini yeniden “Başkan” seçtirecek kadar oy alabileceğine hiç kimse inanmıyor. Üçüncüsü, insanlar siyasal İslamın egemen sınıfının, iktidarı terk edemeyecek kadar yolsuzluğa battığını, keyfi yönetim müptelası, güç sarhoşu olduğunu, liderliğinin, dozu artan biçimde kendini gösteren “yukardan” bakışını, muhalefeti yok sayma eğilimini görüyorlar. İnsanlar, parlamenter sistemin, “güçler ayrılığı” gibi kurumsal özellikleriyle birlikte ortadan kaldırıldığını, YSK’nin AKP aracı haline geldiğini, ülkenin OHAL ile yönetildiğini, bu “koşullarda” rejimin seçimlerle değişmesinin ne kadar zayıf bir olasılık haline geldiğini biliyorlar. Dördüncüsü, insanlar, ülkeye aileleriyle birlikte gelmiş, yaşamaya, çalışarak, iş kurarak entegre olmaya çalışan, sık sık da ırkçı faşist reflekslerin hedefi olan sığınmacılardan farklı yeni bir göçmen kategorisinin son haftalarda şekillenmeye başladığını görüyorlar. Bunlar, Afganistan’dan, İran üzerinden, kimi zaman üniformalarıyla gelen askerlik çağında erkeklerden oluşuyor. İnsanların da aklına, bir zamanlar rejimin Libya’ya taşıdığı cihatçı militanlar geliyor. İster istemez düşünüyorlar: Siyasal İslamın rejimi ülkedeki milyonlarca, güvencesiz, statüsüz, devlet desteğinden yoksun, büyük çoğunluğu perişan sığınmacı varken, ek olarak bunları niye getiriyor? Sonra kaybolmuş kayıtsız silahlar, rejimin temsilcilerinin, “Biz kaybedersek Türkiye batar”, “Bunlara ülke teslim edilmez” gibi ifadeleri de var. 

O çok gidilmiş yola girilmesini önlemek için o yolun, siyasal İslamın açısından yönetilemeyecek kadar yüksek bir risk ve maliyet anlamına geldiğini bir an evvel kanıtlamak gerekiyor. Bu, tarihin de gösterdiği gibi bir ortak direniş hattı yaratabilme cesaretinden ve başarısından geçiyor. 

                                                              ***

2) Bugün, etkin bir siyasi muhalefet geliştirebilmek için, en azından ülkenin içinde olduğu “durumu” ve rejimin doğasını doğru tanımlayabilmek gerekiyor. Böylece, rejimin kendini korumak için göze alabileceği riskler, yapmak isteyecekleri, yapabilecekleri ve yapamayacakları belki öngörülebilir.

DİKKAT! ÖNÜMÜZDE BİR ‘ÇÖZÜMSÜZ ÇELİŞKİ’ VAR

Daha önce iki gelişmeye dikkat çekmeye çalıştım. Birincisi “istikrarsızlıkların istikrarı bozuldu”, denetim altında tutulabilen istikrarsızlıkların oluşturduğu “durum” dağılıyor. Bu dağılan “durumun” ekonomik, siyasi krizleri, rejimin çözüm üretmedeki yetersizlikleri, buna karşılık, suç örgütleriyle ilişkileri, seçmen desteğindeki erime eğilimi, medyada yoğun biçimde tartışılıyor, sokaklarda kendini gösteriyor. 

İkincisi, genel kanı, “yönetemiyorlar, bu durum sürdürülemez” biçimde şekillendi. Ancak rejimin liderliği, iktidarı bırakmaya hiçbir koşulda niyetli olmadığını her fırsatta ifade ediyor. Çünkü, iktidarını terk ederse gidecek bir yerinin olmadığını biliyor. Bu nedenle karşımızda “sürdüremezler ve gidemezler” gibi “paralax” (senteze ulaştırılamaz) bir çelişki var. Bu çelişkinin iki tarafı arasındaki gerilimin bir “kırılma” anına kadar artmaya devam etmesi kaçınılmaz.

Bu saptama, “kopma noktasına” giderken denetlenmesi olanaksız yeni istikrarsızlıkların, belirsizliklerin şekillenmekte olduğunu söylüyor. “Kopuş” noktasından sonra şekillenecek yeni bir “durumun” olası özellikleri, rejimin ve muhalefetinin taktiklerine, harekete geçirebilecekleri güçlere, karşılıklı olarak almayı kabul edecekleri risklerin düzeyine bağlı olacak.

‘MEŞRUİYET KRİZİ’ DERİNLEŞİYOR

Ekonomik kriz, virüs kriziyle birlikte derinleşmeye devam ediyor. Ülke nüfusunun ezici çoğunluğu bu iki kriz altında eziliyor; insanlar, sokakta medyayla her karşılaştıklarında daha önce görülmemiş bir öfke patlamasıyla rejimi ve liderini suçluyorlar. Boğaziçi Üniversitesi’nin, Adıyaman tütüncülerinin direnişi, rejimin bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya olduğunu gösteren resmi tamamlıyor. Kamuoyu yoklamalarının sonuçları, yapanların siyasi eğilimlerinden bağımsız, AKP’nin oy tabanının 19 yılın en düşük düzeyine gerilediğini gösteriyor. İlginç olan şu ki ana muhalefet partisi CHP’nin tabanında da benzer bir süreç yaşanıyor. Siyasetin iki ana partisinin birden oy kaybediyor olması, meşruiyet krizinin salt AKP ile sınırlı olmadığını tüm “kurulu düzeni” kapsadığını düşündürüyor.

Bu koşullarda şekillenecek yeni bir “durumun” olası özellikleri, rejimin ve muhalefetinin taktiklerine, harekete geçirebileceği güçlere, karşılıklı olarak almayı kabul edecekleri risklere bağlı olacaksa; üç gelişme trendine baktıktan sonra, “Önümüzde çok tehlikeli bir süreç var” diye düşünmeden edemiyorum.

Birincisi, rejim ısrarla kendi “hakikat rejimini” en radikal biçimleriyle dayatmaya devam ediyor: İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldı, 4. Yargı Paketi çocuklara, yönelik cinsel tacizleri cezalandırmayı neredeyse olanaksızlaştırdı. 

İkincisi, olası bir genel seçimlere OHAL altında gidileceği anlaşılıyor. O koşullarda, dün “Aşı bizde bedava Avrupa’da parayla”“Memleketi bunlara teslim edemeyiz” diyebilen aklın, “Seçimleri ben kazandım” 

dediği, YSK de onaylattığı noktada, muhalefetin etkili bir direniş sergileyebilecek kapasitesi olup olmadığını bilmiyoruz.

ÜÇÜNCÜSÜ, REJİM TARAFTARLARININ 

sosyal medyada paylaştıkları fotoğraflar, silahlanmanın düzeyi ile ilgili bir fikir veriyordu. “OSG” lideri Peker’in video ve tweet’leri sonunda konuyu, Rejimin, kimsenin satın almadığı “kurucu mitosun” inşa sürecinde, taraftarlarına dağıttığı kayıtsız silahlara getirdi. Deneyimli gazeteci Uğur Dündar, 100 bin gibi bir sayıdan söz etti. 

Bir başka ülkeye bakıyor olsak “rejim iç savaşa hazırlanıyor” demekten çekinmezdik. Söz konusu ülke Türkiye olunca, bu olasılığı düşünmek bile istemiyoruz. Her önümüze geldiğinde, “Değildir değildir, bu kadar da olmaz” (Aziz Nesin’in ünlü öyküsüne atıfla) diyerek birbirimiz rahatlatıyor, önlem alma yükünden kurtarıyoruz.

Zaman rejimden yana işlemiyor ama muhalefetten yana işlediğine ilişkin göstergeler bulmak da zor.

Ergin Yıldızoğlu-CUMHURİYET

Unutmayacağım, unutmayacağız - Murat Ağırel / Yeniçağ

 Size bugün güzel ve anlamlı bir hikâye ile ulaşmak istedim…

Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen anılarında anlatıyor:

Bir gün, hiç unutmam, İsmet Paşa köşke hem çok yorgun, hem de çok sinirli gelmişti. Oysa, çoğu kez sinirlerine hâkim olmasını herkesten iyi bilirdi. Şöyle bir yorgunluk kahvesi aldıktan sonra Gazi:

"Hayır ola İsmet" dedi. "Sende bir fevkaladelik var bugün... Ne oldu? Neye sinirlendin?"

İnönü yumuşamıştı. Gülümsemeye çalışarak:

"Türk Hava Kurumu'nun Genel Yönetim Kurulu Toplantısı vardı da..." dedi.

Gazi üsteledi:

"Eee, ne olmuş varsa?"

"Fuat Bey'i epey terlettim... İstifaya filan kalktı."

"Çalışkan çocuktur Fuat... Cemiyeti de diğer milletvekili arkadaşları ile iyi yönetiyor..."

"Bunlara bir diyeceğim yok. Fakat canımı sıkan bir husus oldu.."

"Neymiş o?"

"Hesaplarda kırk para oynuyor!"

"Kırk para… Yani bir kuruş..."

"Evet... Toplantıya sabah onda girdik, saat on yediyi geçiyordu çıktık… Daha önceki toplantıda dikkatimi çekmişti. Bu bir kuruşun nereye gittiğini öğrensinler diye talimat vermiştim. Bulamamışlar... Bugünü de onunla geçirdik. Fuat Bey'in hassasiyetini anlıyorum ama milletimiz ondan daha hassastır. Verdiği paranın nereye gittiğini behemahal bilmek ister. İstifa bu gibi hallerde en kolay çıkar yoldur. Ama kimseyi rahatlatmaz. Hatta söylentilere bile neden olur. Yurttaş bu parayı Türk Hava Kurumu yükselsin diye veriyor."

Gazi Paşa gülümsedi:

"Demek mesele bu... Kırk paranın hesabı seni bu kadar yorup üzdü. Tam adamını bulup bunların başına getirmişim. Haklısın. Kırk para günün birinde kırk lira, kırk lira da dört yüz lira olur. Bu da giderek büyür halkın ağzında. Böyle kuruluşlara olan güveni sarsar. Biz Cumhuriyeti kurarken, böyle kırk paralara çok ihtiyacımız oldu. Peki, ne yaptın sonunda?"

"Muhasebeciyi çağırttım. Memurları seferber ettim. Ve kırk paranın yanlışlıkla bir başka hesaba geçirildiğini bulup çıkarttırdım. Bundan sonra da bu gibi hataları affetmeyeceğimi söyledim kendilerine. Bizim milletimiz gerçekten de elindekini avucundakini verir. Hiçbir ulus Türk ulusu kadar cömert değildir. Ama verdiğinin doğru dürüst yerlere sarf edildiğini görmek ister. Hem de buna inanmak ister. Türk Hava Kurumu'nun halktan toplanan paralarla uçaklar alıp askeriyeye hediye etmesinden duyulan memnuniyet büyüktür. Bu güzel havayı ne kırk para uğruna, ne de yüz para uğruna bozmaya kimsenin hakkı olmasa gerektir."

Türk Hava Kurumu'nun kırk parası uğruna harcanan emek ve zamanı belgeleyen kutsal bir olay...

Şayet ülke ve bazı müesseseler bugüne kadar sarsılmadan, alnının akıyla gelebilmişlerse hep bu "kırk para"nın hesabı sorulduğu, milletin parası üzerine titrendiği için gelinebilmiştir kanısındayım. Onlar bir başka devlet adamlarıydı.

Bir de şimdikilere bakıyorum…

İşte THK, bu zihniyet, devlet adamlığı ve bilinci üzerine inşa edildi. Bugün Türkiye'nin ne durumda olduğunu görmek istiyorsanız Türk Hava Kurumu'nun haline bakın. Bakın ve bizi yönetenlerin zihniyetini ve bilincini anlayın.

THK uçakları hangarda yatarken cayır cayır yanan yurdumun ormanlarına "Teşkilatım istemiyor" gibi saçma bir gerekçeyle uçakların kullanılmasına karşı olan tarım ve yetmezmiş gibi orman bakanı olan Sayın Pakdemirli…

Size sesleniyorum.

Biz Türk Milletinin çabuk unuttuğunu düşünüyorsunuz ancak unutmayacağız.

Çok net söylüyorum.

Orman yangınlarına her kim sebep oluyor ise, kimin ihmali var ise ve adı ne olursa olsun Tanrının laneti üzerlerinde olsun. Sorumlular bulunup en ağır cezayı almalıdırlar.

Orman işçileri, yurttaşlar canları pahasına orman yangınlarına müdahale etmeye çalışıyorlar. Tek ağaç için gözlerini kırpmadan can veriyorlar can…

Ya elinde her türlü imkân olmasına rağmen siyasi saikler ile ihmalleri bulunanlar?

Açıkça yazıyorum, siz Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca gelmiş geçmiş en kötü Tarım ve yetmezmiş gibi Orman Bakanısınız.

Türkiye'nin ciğerleri yanarken veyahut yakılırken hangarlarda uçakları çürümeye terk etmenizi unutmayacağız.

Kameralar karşısına geçip "motor yok" diye espri yapmanızı, yalan söylemenizi unutmayacağız.

Elinden tohum düştüğünde yeşeren toprakları kuraklığa terk etmenizi, halkı kandırmanızı unutmayacağız.

Denizleri müsilaja boğmanızı unutmayacağız.

Topraklarım, susuzluktan inim inim inlerken oturup izlemenizi unutmayacağız.

Çiftçi, bankalara boğdurulurken sizin yurt dışından "paramız var ki alıyoruz" alayınızı unutmayacağız.

Türkiye'nin her yerinde eş zamanlı yangınlar çıkmışken düğüne/nikaha giden kayyumları unutmayacağız.

Basiretsiz, beceriksiz olan, ne yazık ki yönetici olanları unutmayacağız.

Evi yanan Hamide Teyzenin feryadını, "Ev, araba, mal, mülk yerine konur. Torunumun geleceği yok oldu" diyen, orman işçilerine su taşırken can veren yiğit kardeşim Şahin Akdemir'i unutmayacağız.

Yanan hayvanları için gözyaşı döken Mehmet Amcayı unutmayacağız.

Yaralanan kolunu kendi sarıp tek bir ağaç kurtarma umudu ile görevine koşan Cihan Toşur'u unutmayacağız.

Sizi unutmayacağız ve unutulmamanız için de her şeyi yapacağız...

Murat Ağırel / Yeniçağ