18 Ağustos 2021 Çarşamba

Kaplumbağa üreme alanını piknik yeri yaptılar - SELİN İZMİRLİ / SOL

 Deniz kaplumbağası üreme kumsalı MHP’li belediyenin ve özel işletmelerin saldırısı altında. MHP’li Belediye Başkanı tepki gösteren çevrecilere 'lümpen, dış destekli, provokatör' dedi.

Türkiye’nin resmî olarak envanterine aldığı ve kabul ettiği 21 deniz kaplumbağası üreme kumsalından biri olup 2009/10 sayılı Genelge’nin yanı sıra Barcelona ve Avrupa Yaban Hayatını Koruma gibi uluslararası sözleşmeler gereğince özel koruma statüsünde olan Anamur Kumsalı, MHP’li belediyenin ve özel işletmelerin saldırısı altında. 

Mersin Çevre ve Doğa Derneği (MERÇED) temsilcilerinin verdiği bilgiye göre, 31 Mayıs 2019 tarihinde Anamur Belediyesi tarafından Karaağaç yuvalama kumsalına piknik alanı yapılmak üzere yaklaşık 7 dönümlük kum ve kumul alana toprak dökülerek, çim ve ağaç dikildi. Deniz kaplumbağalarının yuvalama kumsallarını korumaya dair kuralları belirleyen 2009/10 sayılı Genelge’yi ve Kıyı Kanunu’nu ihlal eden bu yasa dışı çalışma, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından durduruldu. Hatta Doğa Koruma ve Millî Parklar Mersin İl Müdürlüğünce Anamur Belediyesi'ne idari para cezası ve dökülen toprağın kaldırılıp sahanın rehabilite edilmesi için 15 Temmuz 2019 tarihine kadar süre verildi.

Ancak 2020 sonu, 2021 yılı başı itibarıyla, doğal habitatın bozulmasına neden olacak şekilde kumsala ve kumul alana dökülen toprak hâlâ kaldırılmadığı gibi, dökülen toprağın ve dikilen ağaçların bir kısmı, kış aylarında yükselen deniz dalgalarıyla sürüklendi. 

Doğa tahribatına neden olan Anamur Belediyesi'ne karşı çevre mücadelesi

Deniz kaplumbağalarının yuvalama kumsalına belediye tarafından toprak dökülmesi ile başlayan piknik alanı yapma girişimi, farklı habitat tahribatları ile devam etti. Anamur Belediyesi, iki farklı bakanlık tarafından verilen durdurma kararlarına uymayıp sahadan el çekmeyince, Anamurlu doğa korumacıların kurduğu Anamur Çevre Platformu ve MERÇED Anamur Temsilciliği tarafından çevre mücadelesi başlatıldı.

MHP’li Belediye Başkanı'ndan çevrecilere: Lümpen, dış destekli, provokatör…

Yaşadığı bölgenin doğasını korumaya çalışan vatandaşlar gerçekleştirdikleri eylemlerden sonra MHP’li Belediye Başkanı Hidayet Kılınç’ın suçlamalarıyla karşılaştı. Çevrecileri “edebiyat parçalama heveslisi” olarak nitelendiren Kılınç şunları söyledi:

"Son günlerde çevrecilik adına, ideolojik bakışla düşmanlık yapılmaktadır. Birtakım malum çevreler, şimdiye kadar ihmal edilmiş, halkımızın huzur içinde dinlenebileceği, piknik, mesire alanı, halk plajını engelleme gayreti içindedirler. Ben seçim öncesi vadettiğim sözlerimin arkasındayım. Polemik konusu bulamadığı zaman kendisiyle dövüşen 3-5 kişinin kendini tatmin için edebiyat parçalama heveslerine tabiatı kurban edemem.

Çevrecilik aynı zamanda yaşadığı mahallin çevresinin düzenli olmasını istemektir. Dokuyu bozmadan yapılan düzenlemeye karşı çıkmak lümpen çevreciliktir. Ülkemizin her yerinde Alman vakıflarının çevre istismarcılarının bazılarını destekledikleri, çeşitli eylemlerle provokatörler vasıtasıyla muhalif çevreleri harekete geçirmeye çalıştıkları tarafımızca bilinmektedir. Yüksek çevre hassasiyeti olan bizler ise ezelden çevreciyiz."

İşgalci belediye ve işletmecilere müdahale edilmedi

Bugüne kadar Karaağaç bölgesinde belediye tarafından, kumsalın diğer bölümlerinde ise özel işletmeciler tarafından gerçekleştirilen ihlallere karşı yetkililer tarafından hiçbir müdahalede bulunulmadı. Neredeyse tüm yuvalama kumsalı, caretta caretta deniz kaplumbağaları ile yumuşak kabuklu Nil kaplumbağalarına yuvalama alanı bırakılmayacak şekilde işgal ve tahrip edilmiş durumda.

İç hukuk yollarını tüketen MERÇED Bern Konseyine başvurmak zorunda kaldı

Belediyenin iki bakanlık tarafından verilen durdurma kararlarına uymadığını ve bakanlıklarca da bu işin ciddiye alınmadığını gördükten sonra durumu Uluslararası Akdeniz Deniz Kaplumbağaları Koruma Birliği (MEDASSET) aracılığıyla Bern Konseyi’ne iletmek zorunda kaldıklarını belirten MERÇED temsilcileri, ilerleyen aşamalarda, belediye ve kumsalın 1. koruma bölgesi (kıyıdan itibaren ilk 65 metre) içinde faaliyet gösteren işletmeler tarafından yuvalama kumsalına yapılan tüm saldırıları rapor ettiklerini ve mücadeleye ara vermediklerini vurguluyor. 

Gelinen son aşamada, hükümet yetkilileri olayın üstünden geçen iki kış boyunca deniz tarafından alınan toprağın kalanını gecikmeli olarak kaldırsa da saha rehabilite edilmediği için oldukça kötü durumda.

Eylül ayında Bern Konseyi'nde gerçekleştirilecek olan toplantıda durumun değerlendirmeye alınacağını bildiren MERÇED yetkilileri, konseye sunacakları raporda 2019’dan bu yana bölgede yaşanan usulsüzlükleri ve çevre tahribatını dile getireceklerini ve konunun takipçisi olacaklarını ifade ettiler. 

SELİN İZMİRLİ / SOL 

                                                                     ***

Marmaris ranta açıldı: Orman alanına otel ve konut projesine 'ÇED gerekli değildir' kararı.

(SOL)

Sinpaş GYO’nun Marmaris Kızılbük’teki otel ve devremülk projesi için, ‘ÇED gerekli değildir’ kararı verildi.


Muğla'da günler süren yangınların hemen ardından Sinpaş GYO'nun Marmaris ilçesine bağlı Kızılbük’teki otel ve devremülk projesi için "ÇED Gerekli Değildir" kararı çıktı.

Marmaris'in İçmeler Mahallesi Kızılkum Mevkiinde Emin Hattat tarafından 30 yıl önce inşaatı başlatılan otel, 2009'da Sinpaş Holding’e satılmıştı. 1988 yılında Hattat Ailesi tarafından Hema-Que Otel Yatırım A.Ş. adıyla, 150 dönümü ormandan tahsisli toplam 310 dönümlük denize sıfır araziye beş yıldızlı otel yapılması için inşaat başlandı. Ancak 550 oda, 1100 yatak kapasiteli otel bitirilemedi. Emin Hattat, 2006 yılında iflas edince de inşaat tamamen durdu.

Arazi 2009 yılı Aralık ayında yaptığı lüks konutlarla tanınan Sinpaş Holding’e satıldı. Sinpaş Holding, 2010 yılı başında iki koyu içine alan otel inşaatının bulunduğu bu araziye zengin yabancılar için 1400 lüks konut yapmak için o dönem belde olan İçmeler Belediyesi Fen İşleri Müdürlüğü’ne başvurdu. Ancak, belediye imar planında belirtilen hükümler çerçevesinde konut yapımına izin vermedi. Bunun üzerine Sinpaş, dev araziye devremülk usulü 4 mevsim yaşanacak bir termal tesis yapmaya karar verdi.

Yangın devam ederken karar alındı

Kızılbük’teki otel ve devremülk projesi için "ÇED Gerekli Değildir" kararı çıktı.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapıldığı belirtilen açıklamada, "Muğla ili Marmaris İlçesi, İçmeler Mah. Kızılküm Mevkiindeki (2518 Parsel) SİNPAŞ GAYRİMENKUL YATIRIM ORTAKLIĞI A.Ş. tarafından yapılması planlanan MARMARİS KIZILBÜK RESORT OTEL VE DEVREMÜLK (205 Odalı Otel ve 1407 Adet Devremülk) projesi ile ilgili olarak Bakanlığımıza sunulan PTD Dosyası incelenmiş ve değerlendirilmiştir. ÇED Yönetmeliği’nin 17. maddesi gereğince MARMARİS KIZILBÜK RESORT OTEL VE DEVREMÜLK projesine ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir’ kararı verilmiştir" denildi.

Sinpaş 4-5-6 Ağustos'ta henüz yangınlar kontrol altına bile alınamamışken Kızılbük’ü halka arz ettiğini açıkladı.

Marmaris Kent Konseyi ise konuyu yargıya taşımaya hazırlanıyor.

(SOL)

Ayancık’ta sel cinayeti! - VOLKAN ATILGAN EMEK / SOL

 


Ayancık’taki sel yüzlerce ihmal ve rant belediyeciliğin bir sonucu. AKP ya da CHP, söz konusu rant ise yok birbirlerinden farkları.

Sinop Ayancık’taki sel felaketinin sorumluluğu, ilçede onbeş yıl üç dönem görev yapmış, imar ve şehircilik politikasını belirlemiş, şehirde geri dönüşü olmayan tahribatlara neden olan, birçok yanlış karar ve uygulamaya imza atmış AKP’li eski Belediye Başkanı Ayhan Ergün’ün hanesine yazılmaya çalışılıyor. Dediklerine göre tek günah keçisi o. Oysa bu bir düzen sorunu. AKP’li Ayhan Ergün sorunların nedeni olan o düzenin önemsiz dişlilerinden biri sadece. Selin sorumluları kırk yıldır yaşadıkları hiçbir afetten ders almayan yüzlerce kamu görevlisi, müteahhit, göz yuman merkez yönetimi ve tabii olup biteni izleyen, sessizce onay veren Ayancıklılar. 

***

İşkence, faili meçhul cinayet ve kaybetme gibi devlet kaynaklı dikkat çekici ve gösterişli şiddet türlerini biliyorsunuz. Peki yok saymanın, üstünü örtmenin, ilgisizliğin ve mahrum bırakmanın sessiz ve görünmez birer şiddet türü olduğunu hiç düşündünüz mü?

Beş (5) koca gün geçti üzerinden. Yaşanan cinayetlerin suçu – evet, buna doğal afet diyenler de var- sadece AKP’li eski Ayancık Belediye Başkanına yüklenerek geri kalanlar aklanamaz. O zadece faillerden biri. Cevaplanması gereken sorular var. Pazarcık fidanlığının taşınması için kimler ve hangi kuruluşlar canhıraş çalışmıştır? Ayancık, Kumluk, Mustafa Kemal Paşa köylerine iki binli yılların başından itibaren yapılan hidroelektrik santrallerine kimler seyirci kalmış, kimler arsalarını satmış ya da müteahhitlerden para almıştır? O müteahhitler kimlerin otellerinde aylarca konaklamıştır?  Cevizli ve Beşiktaş mahallerinde son otuz yıldır kaç adet yasa ve yönetmeliklere aykırı imar ruhsatı verilmiştir? Ayancık Sanayi Sitesi, Ayancık Devlet Hastanesi, Ayancık pazar yeri, ki bir de altına otopark istiyordu hemşerilerim, toplu konutlar hangi bilimsel veriler dikkate alınarak inşa edilmiştir? 

2019’da seçilen Belediye Başkanı çay yatağına sermayedarlara arsa tahsisi yapıp, tekstil atölyesi açılışına katılarak “göç alan Ayancık” reklamı yapmamış mıdır daha dün? Belediye Meclisinde çay yatağındaki Aşağıköy imara açılmak istenmemiş midir?

Dahası, eski Ayancık Kaymakamı ve Bolu Vali Yardımcısı Çağlayan Kaya’ya kumpas kuran Orman İşletme Müdürü kimdir? Orman köylüsünün örgütlü olduğu OR-KOOP adlı kooperatif tüm bu hususlarda nasıl bir tavır takınmıştır? Babaçay Köyüne taşınan tomruk deposunun kaldırılması ile ilgili verilen dilekçelere hangi kamu kurum ve kuruluşlar, yöneticiler kör, sağır ve dilsiz kalmıştır? Tomruk deposunun Ayancık’tan Babaçay Köyüne taşınmasına hangi Kaymakam izin vermiştir?

Cinayet ortada, katiller belli. Daha önce pek çok kez yazdım, katili de cinayeti de işaret ettim. Gözlerinizi açma zamanı gelmedi mi a benim sevgili hemşerilerim!

VOLKAN ATILGAN EMEK / SOL

                                                          ***

Selin vurduğu Ayancık'ın eski kaymakamı: Tomruk deposunu kaldırmak istedim, tepki gösterdiler.(SOL)

Sinop'un Ayancık ilçesindeki selde yıkımın artıran tomruk deposunun eski kaymakam Çağlayan Kaya tarafından kaldırılmak istendiği ancak kendisine yöreden tepkiler geldiği ortaya çıktı.

Sinop'un Ayancık ilçesinde 9 kişinin yaşamını yitirdiği sel felaketinde izinsiz kurulan ve selin etkisiyle yerleşim yerlerine yağan "tomruk deposunu" kaldırmak isteyen eski kaymakam Çağlayan Kaya, Halk TV'de İsmail Saymaz'a konuştu.

Halk TV'den İsmail Saymaz'ın haberine göre, Kaya, beş yıl önce Orman İşletme Müdürlüğü’nün derenin kenarında izinsiz şekilde tomruk deposu kurduğunu tespit etti.

Kaya, selde yıkıcı etkiyi arttıracağı için depoyu dağ yamacına taşımak istedi. Muhtarlar ve köylüler “Kaymakam ekmeğimizle oynuyor” diye ayaklanınca Kaya, tayinini istedi. Dört yıl sonra bugün, Kaya’nın öngördüğü üzere, derenin kenarındaki tomruklar felakete yol açtı. 

Kaya, “Dediğim şekilde müdahale edilse üç köprü, pazar yeri ve sanayi sitesi yıkılmazdı. Tomruklar hasar vermezdi” dedi.

Sel raporu oluşturuldu

Kaya, Ayancık’ta göreve başladıktan sonra dere kenarları ve yatağına yapılmış 12-13 yapıyı tespit ettiğini ifade ederek, şunları söyledi:

“Ayancık’ta sel riski olan bölgeleri tespit ettim. Dönemin valisine rapor olarak götürdüm. 1963’te Ayancık tamamen bitmiş selden. Daha sonra 70’lerde, 81’de, 92’de ve 2012’de sel olmuş. ‘Binaların kaldırılması lazım. Risk içeriyor. Selde yıkıcı etkiyi arttıracak’ dedim. Burada tomruk deposu da geçiyor.”

'Tomruk deposu izinsiz koyuldu'

Kaya, valiye raporu sunduktan bir ay sonra Yenikonak’ta bulunan tomruk deposunda toplantı yaptığını vurgulayarak, şöyle dedi:

“Dedim ki siz dere yatağına tomruk deposu yapmışsınız. Neye göre yaptınız, belgesini çıkarın. Belge çıkaramadılar. Ne Devlet Su İşleri’nden izin almışlar, ne Acil Afet Durum Genel Müdürlüğü’nden, ne de valilikten… İzin yok. İşin tuhaf yanı: 2012’de sel geçiriyor Ayancık. Adamlar 2014’te tomruk deposunu izin almadan koymuşlar. Bunun üzerine ‘Dağ yamaçlarında ağaçların az olduğu yerler tespit edelim, depoyu taşıyalım’ dedim. Üç yer tespit ettim.”

'Muhtarlar karşı çıktı'

Bu toplantıdan sonra eve gidince art arda telefonunun çaldığını kaydeden Kaya, şöyle devam etti:

“Orman İşletme Müdürü; köylüleri, çalışanları ve muhtarlara ‘Kaymakam ekmeğinizle oynuyor, tomruk deposunu Boyabat’a taşıyacak' diyor. Her gelene anlatmak zorunda kaldım. Dayanamadım. İki gün sonra 71 muhtarı toplayıp görüntülü brifing verdim. 2012 yılının sel felaketi, 1963 yılının fotoğrafları… Dedim ki, tomruk deposunu Boyabat’a taşımayacağız. Yenikonak’ın göbeğine, selin olduğu yere izinsiz tomruk deposu yapılmış. Yerini de gösterdim. ‘Tam dağ yamacındaki bölgeye taşıyacağız' dedim. Ayancık’ın ekmeğiyle niye oynayalım? İkna edemedim. İyi bir linç kampanyası başladı. Tarih, 22 Aralık 2017. Toplantıyı bitirirken şöyle dedim muhtarlara: Eğer tomruk deposu taşınmazsa, umarım Ayancık felaketle daha karşı karşıya kalmaz. Yok eğer kalırsa da tomruklar köprüleri yıkıp Ayancık’ı bitirdiği zaman, bugünü not edin.” 

'Tayin istemek zorunda kaldım'

Kaya, Eylül 2018’de tayin istediğini, Bolu Vali Yardımcısı olduğunu anlatarak, şu bilgileri verdi:

“Tayin isteme sebeplerimden biri de bu tomruk deposu hadisesinde bana yapılanlardı. İkincisi, tomruk deposunun gerisinde kumluk yolu var, 8-9 köyün ilçeye gelmesini sağlayacak bir yerdi. Bunu da dere yatağına yapmak istediler. Muhtarlar siyasileri ve valiliği sıkıştırdı. ‘Yol istiyoruz’ dediler. Vali beye ‘Bu dere yatağına yapılırsa en küçük selde gider’ dedim. Depo meselesinden tavırlılardı. Bunu da söyleyince her şeye karşı çıkıyor gibi algı oluştu. Tayin istedim. Tayin istememin yüzde 80’i bu nedendendi.”

'Depo taşınsa felaket olmazdı'

Kaya, tomruk deposunun taşınması halinde bu facianın yaşanmayacağını savunarak, şöyle dedi:

“Dediğim şekilde müdahale edilse üç köprü yıkılmazdı. Derenin kenarındaki pazar yeri ve sanayi sitesi yıkılmazdı. İlçe merkezine tomruklar girip binalara hasar vermezdi. Bu çalışmalarımızın hepsi kaymakamlığın arşivinde mevcut. Tabi selin yıkıcı etkisi vardır. Tomruklar bu etkiyi iki üç katına çıkarır. Ayancık’ın Sinop merkezle bağlantısı kesildi. Bunu sağlayan üç köprü vardı. Üçü de yıkıldı.”

Ankesör aramalarından açığa alındı

Çağlayan Kaya, 2016 yılında Sinop Ayancık Kaymakamı olarak atandı. İki yıl bu görevde kalan Kaya, 2018’de Bolu Vali Yardımcılığına getirildi.

Kaya, Aralık 2020’de ankesörlü arama soruşturması kapsamında açığa alındı. 2008 ve 2011 yılında ankesörlü telefondan arandığı ileri sürülen Kaya’ya dava açılmadı. İhraç edilmeyen Kaya, bu yıl eylül ayında görevine dönmeyi bekliyor. 

(SOL)

'Depremin 22. yıl dönümünde ülkemiz afetlere karşı savunmasız durumda' - SOL

 TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası, 17 Ağustos depreminin yıl dönümü dolayısıyla yaptığı açıklamada, 'Ülkemiz doğa kaynaklı afetlere karşı savunmasız durumdadır​' dedi.


TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası, 17 Ağustos depreminin yıl dönümü dolayısıyla bir açıklama yaptı.

13 maddelik bir öneri listesi de açıklayan Jeoloji Mühendisleri Odası'nın açıklaması şöyle:

Bugün 17 Ağustos 1999 Marmara Depreminin 22'inci yıl dönümü; Kastamonu, Sinop, Bartın başta olmak üzere tüm Batı Karadeniz’de 10-11 Ağustos tarihleri arasında etkili olan yağış sonucunda meydana gelen sel baskını ve heyelan afeti nedeniyle bugün itibariyle 77 yurttaşımızın yaşamını yitirdiği, yüzlerce vatandaşımızın yaralandığı, binlerce yurttaşımızın evini, iş yerini kaybettiği, rakamları tam olarak açıklanmasa da çok sayıda vatandaşımızın kayıp olduğunun açıklandığı ve arama kurtarma çalışmaların devam ettiği acı bir tablo ile karşı karşıya kaldığımız günlere denk geldi. 

Ülkemiz, Ocak 2020 ile 17 Ağustos 2021 tarihleri arasında geçen yaklaşık bir buçuk yıllık zaman dilimi içinde; Elazığ-Sivrice, Bingöl-Karlıova, Van Başkale, Manisa-Akhisar, İzmir-Seferihisar depremleri, Van-Bahçesaray çığ düşmesi, Adana, Antalya, İstanbul, Giresun, Van, Bursa, Rize, Artvin, Samsun, Sinop, Kastamonu, Bartın’ da meydana gelen sel baskınları, Antalya, Muğla, Burdur, Aydın, Osmaniye, Maraş gibi birçok yerleşim biriminde meydana gelen yangınlar, Orta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde görülen kuraklık, Marmara’da yaşanan müsilaj sorunu gibi çok farklı afet türleri ile karşı karşıya kalmıştır. Meydana gelen bu doğa kaynaklı afetler nedeniyle 400’den fazla yurttaşımız yaşamını yitirmiş, binlerce vatandaşımız yaralanmış, 100.000’den fazla konut, işyeri gibi bina ve bina türü yapı başta olmak üzere çok sayıda sanat yapısı, nehir tipi HES ve altyapı tesisi zarar görmüş veya yıkılmıştır. Yaşanan bu afetlerden dolayı ülkemiz son bir buçuk yıllık sürede 50 milyar liranın üzerinde ekonomik kayıpla da karşı karşıya kalmıştır. 

İktidarlar tarafından yıllardır ülkemizde uygulana gelen yanlış politikalar deprem, yangın, sel baskını, heyelan, çığ düşmesi, kuraklık, müsilaj gibi doğa kaynaklı afetlere karşı hazırlıksız ve savunmasız durumdadır. Bu durum ülkemizde yıllardır iktidarların beton lobisinin etkisiyle uygulaya geldiği bütünleşik afet yönetim sisteminden uzak, insanı/ekosistemi odağına almayan, arsa ve arazi rantı politikalarına bağlı olarak doğa kaynaklı afet tehlike ve riskleri açısından sorunlu dere yatakları, fay zonlarının üstü, heyelanlı alanları plansız bir şekilde imara ve talana açmasının bir sonucu olduğu görülmektedir. Ülke insanımızın hala, “risk havuzuna” dönüşmüş yaşam alanlarında yaşamak zorunda bırakıldığı, toplumda afet güvenliği farkındalığı konusunda ilerleme sağlanamadığı, kurumlar arası yetki ve sorumluluk ile eşgüdüm ve koordinasyonun bulunmadığı, hazırlanan strateji ve  planların işe yaramadığı, afetlerle mücadele etmekle görevli kurumların altyapı, yetişmiş insan gücü ve donanımdan yoksun olduğu, yöneticilerin birçoğunun afet süreçlerinin yönetiminden bihaber ve liyakatten yoksun olduğu yaşanan son yangınlar ile Karadeniz bölgesindeki sel baskını ve heyelanlar sonrası açıkça görülmektedir. 

17 Ağustos depreminde görevde olan 57. Hükümetten sonra göreve gelen 9 Hükümet de aynı şeyi yaparak  deprem/afet gerçeğini unuttu, unutturdu. İktidarların “İmar Barışı”, “Fay Zonları, Dere Yatakları ile Heyelanlı Alanları Yapılaşmaya Açan Uygulamaları” gibi deprem/afet güvenliğini hiçe sayan uygulamaları ile afet bilincinin son kırıntıları da toplumsal bellekten silinmiş oldu. 

Afetlere karşı savunmasız durumda olan ülkemizde TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası olarak diyoruz ki; 
 
Son günlerde başta Antalya, Muğla, Aydın olmak üzere ülkenin birçok noktasında yaşanan orman yangınları, başta Karadeniz bölgemiz olmak üzere birçok kentimizde görülen sel baskını ve heyelanlar bizlere bir kez daha göstermektedir ki ülkemiz;  “depremler, sel, heyelan, çığ düşmesi, tsunami gibi jeolojik ve hidrolojik afetlerden, yeraltı ve yerüstü yangın afetine, covid-19, Marmara denizinde yaşanan müsilaj gibi biyolojik afetlerden, kuraklık, fırtına, aşırı sıcaklık gibi meteorolojik afetlere” kadar yani “Doğa Kaynaklı Afetlere” karşı savunmasız durumdadır.  

Afet; olayın kendisi değil sonucudur; deprem, heyelan, çığ düşmesi, taşkın vb. tehlikeler ile içerisinde yaşadığımız ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel ilişkilerin ve kırılganlıkların bir fonksiyonudur. Bu nedenle afet etkilerine karşı kırılganlıklarımızı azaltmayı hedefleyen, sadece teknik açıdan değil siyasal, ekonomik ve sosyal boyutları güçlendirilmiş politikalar ve planlar hayata geçirilmelidir. 

Bu bağlamda; 

  1. Ülkemizde yaşanabilecek afet ve acil durumlara yönelik tehlike ve risk faktörlerini belirleyerek öncesinde yapılması gereken koruyucu ve önleyici faaliyetler ile afet ve acil durum sırasında yapılması gereken müdahale ve sonrasında yapılması gereken iyileştirme veya yeniden çalışmalarının bütünlüklü olarak ele alınarak değerlendirileceği, güncel bilimsel ve teknik gelişmeler ve ihtiyaçlar ışığında, her görüşten ve kesimden insanın katılımı ile “AFET ŞURASI” ivedilikle toplanmalı; doğa ve insan kaynaklı afetlerin olumsuz etkilerine karşı,  afet risk azaltımı ve yönetimi sisteminin inşası için gerekli eylemleri, iş programı ve zaman cetvelini de içeren stratejik planlar oluşturulmalıdır. Bu planların izleme ve değerlendirmesi ilgili kamu kurumlarının yanı sıra meslek odalarının da yer aldığı bir grup tarafından gerçekleştirilmeli ve kamuoyuna belirli periyotlar da açıklamalar yapılmalıdır.
  2. Ülkemizdeki afet risk azaltımı ve yönetimi sisteminin kurulması ve işletilmesi için gerekli çalışmalar katılımcı ve çevreye duyarlılık temelinde sürdürülmelidir. Tüm yönetim düzeylerinde afet risklerinin azaltılması anlayışı ve yönetimi yaygınlaştırılmalı; afet risklerine karşı toplumun her kesiminde bilinç düzeyinin yükseltilmesi hedeflenmeli, bu amaçla ilköğretim düzeyinden başlayarak afetlere karşı bilinç, eğitim programlarının bir parçası haline getirilmelidir.
  3. Ülkelerin afet yönetim sistemlerinde, süreci en çok etkileyen unsur siyasi iktidarların tavrı ve kararlarıdır.  Bu konulardaki siyasi kararsızlıklar, afet güvenliği kültürüne kayıtsızlık veya süreci sekteye uğratabilecek karar ve uygulamalar geriye gidiş anlamına gelecek; afetlerin önlenebilir bir durum olduğuna dair algının topluma yerleşmesinin önünde engel olacaktır. Bu nedenle biryandan “İmar Barışı” ile “Fay Zonları, Dere Yatakları ile Heyelanlı Alanları Yapılaşmaya Açan Uygulamalar” gibi süreci bölen ve aksatan politikalardan vazgeçilmeli, bir yandan da afet risk azaltımı ve yönetimi sisteminin gerektirdiği yapısal düzenlemeler bir devlet politikası kararlılığında hayata geçirilmeli; sürekli ve sistematik olmalı ve toplumsal farkındalığı artırmalıdır.
  4. Kendisi bir yardım yasası olarak, afetlere müdahale hizmetlerini yönetmek amacıyla yaklaşık 62 yıl önce, o günün kentleşme, idari yapılanma, teknoloji ve yaşam koşullarına göre hazırlanmış olan 7269 sayılı  “Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun”un günümüz koşullarındaki afet yönetim sisteminin ihtiyaçlarına yanıt vermesi mümkün değildir. Bu yasanın tadilatı yerine risk azaltma odaklı bütünleşik bir afet yönetiminin ana hatlarını içerecek şekilde düzenlenecek bir çatı yasa altında afet mevzuatı yeniden yapılandırılmalı; diğer ülkelerde de örneğine rastlanan, deprem özelindeki çalışmalara referans olacak bir “FAY YASASI” kazandırılmalı; planlama ve yapılaşma açısından “Diri Fay Haritası”, “Yüzey Faylanması Tehlikesinin Değerlendirilmesi”, “Kuraklık”, “Taşkın Tehlike ve Risk Haritalarının” kullanımı gibi farklı afet türlerine ilişkin tedbirlerin alınmasını sağlayacak alt mevzuat düzenlemeleri acilen gerçekleştirilmelidir.
  5. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı başta olmak üzere ilgili Bakanlıkların toplumun ihtiyaçları yerine beton lobisinin istem ve çıkarları yönünde imar, planlama, yapı üretim ve denetim, kentsel dönüşüm, çevre, orman, tabiat varlıkları koruma gibi kanunlarda yaptıkları değişikliklerle, kentlerimiz doğa kaynaklı afetlere karşı korumasız hale getirilmiş, her depremde veya taşkında daha fazla insanımızı kaybeder hale gelinmiştir. Bu kapsamda Afet mevzuatı yeniden yapılandırılırken “İmar, Yapı Üretim ve Denetim, Çevre, Orman, Mera,Tabiat Varlıkları Koruma Kanunları” yeniden yapılandırılmalı;  imar, yapı üretim ve denetim ile afet mevzuatı arasındaki kopukluk giderilerek risk azaltma odaklı bütünleşik afet yönetim sistemi içerisinde birbirine entegre olarak çalışır hale getirilmelidir. Bu kapsamda DSİ Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan “Taşkın Tehlike ve Risk Haritaları” imar mevzuatının bir parçası haline getirilmeli, yüksek taşkın riski bulunan alanlar imar planlarına işlenerek bu alanlar yapı üretimine kapatılmalıdır.
  6. Mevcut afet yönetim yapısı içinde, afet yönetiminin her aşamasındaki (risk ve zarar azaltma, hazırlık, müdahale ve iyileştirme) görev, yetki ve sorumluluklar arasında akılcı dengeler, rol ve görev dağılımları oluşturulmalı; etkili ve verimli bir yönetim yapısı geliştirilmelidir. Bu nedenle risk azaltma odaklı afet yönetim sisteminin kurumsal yapılanması yeniden düzenlenmeli; halen bir bakanlığa bağlı başkanlık konumunda faaliyetlerini sürdüren Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığının“eşgüdüm merkezi” olması, Deprem Araştırma Daire Başkanlığının tüm gelişmiş ülkelerde olduğu gibi MTA Genel Müdürlüğü’ne bağlanması ile sağlanmalıdır.
    Yine bu kapsamda büyükşehir belediyeleri başta olmak üzere yerel idarelerin organizasyon yapısında acilen değişikliğe gidilerek bünyelerinde AFET DAİRE BAŞKANLIKLARI kurulmalı, İtfaiye Daire Başkanlıklarının görev, yetki ve sorumlukları genişletilerek yangınlar dahil tüm afet türlerine “müdahale” edebilecek kapasiteye ulaştırılmalıdır. Ayrıca yerel idarelerin afet sonrası yardım, iyileştirme ve yeniden inşa süreçlerinde ki sorumlukları artırılmalıdır.
  7. Deprem, taşkın, çığ düşmesi, heyelan vb. her afet durumunda ortaya çıkan tablo aynıdır; afeti meydana getiren koşulların bir parçası olan “kalitesiz yapı stoku” olduğu gerçeğidir. 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” kapsamında yapılan kentsel dönüşüm projeleri, ülkenin 24 kenti, 80’ni aşkın ilçesi, 502’i aşkın köyünün doğrudan fay hattı ve zonları üstüne oturduğu, taşkın riski yüksek alanlar ile heyelanlı alanlar üzerinde çok sayıda yerleşim biriminin bulunduğu gerçeğinden hareketle ülkenin afet/deprem öncelikleri dikkate alınarak hayata geçirilmesi sağlanmalı; ekonomik teşvikler dahil yapı stokunun afetlere karşı dayanıklılığını sağlamak üzere güçlendirilmesi ve yenilenmesi için tedbirler geliştirilmeli ve afetlere dayanıklı yapı stoku oluşturulmalıdır.
  8. Ülkemizde sadece deprem için değil heyelan, çığ düşmesi, su baskını, obruklar, tıbbi jeolojik riskler, yangınlar gibi tüm afet tehlike türlerine yönelik olarak tehlike ve risk haritası üretimi hızlandırılmalı; bu haritaların üretimi konusunda ilgili kurumlar ve üniversiteler teşvik edilmeli, ülke insanının kullanımına ücretsiz sunulmalı ve bu haritaların planlama ve uygulama süreçlerinin bir parçası haline getirilmesi sağlanmalıdır.
  9. Ülkemizde bütünleşik afet yönetim sisteminin gelişmesini esas alan “jeolojik ve hidrolojik, meteorolojik, biyolojik, yangın ve kozmik afet türlerine” ilişkin özel araştırmalar ve projeler teşvik edilmeli, bu konuda yetişmiş insan kaynağının geliştirilmesi çalışmalarına ağırlık verilmelidir. Bu amaçla TUBİTAK, üniversiteler ve ilgili kamu kurumları tarafından acilen ortak çalışma başlatılmalıdır.
  10. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın asıl amacından sapmış düzenleme ve uygulamaları sonucunda; vatandaştan ücretini peşin alan ancak karşılığında başta zemin ve temel etütleri olmak üzere “etüt ve projelerin” izleme, kontrol ve denetim faaliyetini yerine getiremeyen “yapı denetim sistemi” uygulamalarından vaz geçilmeli, etüt ve projelerin hazırlanması ile yapı üretim süreçlerinin tamamının fenni mesul yapı denetim firmaları tarafından yapıldığı bir sistem kurulmalıdır.
    Yine  Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca 4708 sayılı yasada değişiklik yapılarak aktif fay zonları, dere yatakları, taşkın, heyelan ve kaya düşmesi sınırları içinde yer alan alanlar içindeki yapılar için proje müellifliği, şantiye şefliği veya fenni mesuliyet üstelenen mühendis ve mimarlara yönelik caydırıcı işlemlerin tesis edilmesini sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır
  11. Belediyeler tarafından gelir kaynağı haline dönüştürülen yapı ruhsat harçları, amacına uygun olarak sağlıklı ve afet/depremlere karşı dirençli yapıların yapılmasını sağlayacak, etüt ve projelerin yerinde denetimini etkin şekilde yerine getirecek personel ve kurumsal altyapının geliştirilmesi amacıyla kullanılmalıdır.
  12. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu, 2644 sayılı Tapu Kanunu, 6305 sayılı Afet Sigortaları Kanunu, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda değişiklik yapılarak aktif fay hatlarının üstü, dere yatakları, taşkın alanları, heyelan ve kaya düşmesi tehlikesi bulunan alanda yapılacak yapıların alım ve satım işlemlerinin yapılamayacağına ilişkin düzenlemeler gerçekleştirilmelidir.
  13. Yaşanan her afetten sonra, barınma ve yaşam alanlarını, işyerlerini kaybeden ve afetten zarar gören yurttaşlarımızın TOKİ tarafından borçlandırılması suretiyle ev veya işyeri yapılması uygulamasından vazgeçilmeli, sağlıklı ve güvenli bir yaşam hakkı ve barınma sorunun temel bir insan hakkı olduğu gerçeğiyle konu yeniden ele alınmalı, afetten zarar gören yurttaşlarımıza ücretsiz barınma olanakları sağlayan düzenlemeler hayata geçirilmelidir. 

Sonuç olarak, deprem/afetler karşısında risk havuzu haline gelen yaşam alanlarımızın, afetlere karşı korunması, ülkemiz insanının can ve mal güvenliğinin sağlanması için gerekli çalışmalara acilen başlanılması gerektiğini belirtiyor ve hayata geçirmelerini bekliyoruz.

(SOL)

Risk haritasında 4 ilin durumu değişti - SÖZCÜ

 Coronayla mücadele kapsamında yürütülen aşılama çalışmasında 4 ilin daha rengi değişti. Ardahan, Çorum ve Mersin düşük riskli iller arasına girerek mavi renge döndü. Şırnak'ta ise en az bir doz aşı olanların oranı yüzde 65'in üzerine çıktı. Türkiye'de corona vakaları ise son günlerde artışta. Dünya sıralamasında ise Türkiye yedinci sırada bulunuyor.


Türkiye’de aşılama çalışmaları devam ediyor. Şimdiye kadar yapılan aşı sayısı 85 milyon doza ulaştı. Risk haritasında ise 4 ilin durumu değişti.

Yeni gelişmeyi Sağlık Bakanı Fahrettin Koca sosyal medya hesabından duyurdu. Bakan Koca, Ardahan, Çorum ve Mersin’in düşük riskli iller arasına girerek mavi renge döndüğünü belirtti. Koca açıklamasında şu ifadeleri kullandı;

MAVİ İL SAYISI 31’E YÜKSELDİ

“Ardahan, Çorum ve Mersin düşük riskli iller arasında yerini aldı. Salgın hastalığa karşı karar verip ilk doz aşıyı olma oranları %75'in üzerinde. Haritada üç şehrimiz daha Mavi. Düşük riskli il sayımız 31'e yükseldi.”

ŞIRNAK’A DİKKAT ÇEKTİ

Bakan Koca, Şırnak’la ilgili de, “Şırnak, 18 yaş ve üstü nüfusun en az bir doz aşı olma oranı %65'in üstüne çıktı. Covid-19 Risk Haritasında bu ilimizin rengi Turuncu yerine Sarı” ifadelerini kullandı.


AŞILAMADA SON DURUM

Sağlık Bakanlığı’nın güncel verilerine göre, birinci doz Türkiye ortalaması yüzde 72.04, ikinci doz ortalaması yüzde 54.42, birinci, ikinci ve üçüncü doz toplamı ise 85 milyon 564 bin 637 oldu.

VAKA SAYISI 21 BİNİN ÜZERİNDE

Bakanlığın açıkladığı güncel tabloya göre, son 24 saatte, 21 bin 692 yeni vaka tespit edildi. Corona nedeniyle bugün 183 kişi ise hayatını kaybetti. Öte yandan 14 bin 636 kişi sağlığına kavuştu.

DÜNYA’DA YEDİNCİ SIRADAYIZ

Türkiye corona vakalarında dünyada yedinci sırada bulunuyor. Ülkedeki toplam vaka sayısı 6 milyonun üzerinde. Coronadan hayatını kaybedenlerin sayısı 53 bin 507’ye yükseldi.

Vaka sıralamasında ilk sırada ise ABD bulunuyor. Ülkedeki toplam vaka sayısı 37 milyon 793 bin 944. Corona nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı ise 639 bin 461. ABD’yi sırasıyla Hindistan, Brezilya ve Rusya takip ediyor.(SÖZCÜ)

17 Ağustos 2021 Salı

Eğitim istediler Kur'an kursu önerildi - Hilal TOK - Berfin TÜRKMEN / EVRENSEL

 

Hürriyet Mahallesi'nde yaşayan Abdal kadınlar, çocuklarının eğitimden geri kalmaması için mahallelerinde eğitim istiyor, derneklerine öğretmen talep eden kadınlara öneri ise Kur’an kursuymuş.


Antep’te çoğunlukla Abdalların yaşadığı bir mahalle Hürriyet Mahallesi. Yoksulluğun en derini burada. Erkekler genellikle müzisyenlik, saya işçiliği, kağıt ve hurda toplayıcılığıyla geçiniyor. Kadınlar da dilenmeye ya da hurdaya çıkıyor. Mevsimine göre tarım işçiliği de yapıyor aileler. Mahallede uyuşturucu kullanımı yoğun, mahallelinin söylediğine göre 9 yaşa kadar inmiş. Okuma yazma oranı düşük. Özellikle kadınların okuma yazma öğrenecek eğitime erişim imkanı bile olmamış, pandemide ise bu kaderi çocukları da paylaşmış. Okuldan uzak, ne tablet ne bilgisayar ne internet… Eğitimden uzak kalan çocuklar, gelecek hayallerinden daha da uzaklaşmış. Abdallar eğitimden, kamusal alanda varlıklarına kadar her alanda ayrımcılığa maruz kalıyor, ötekinin de ötekisi durumunda yaşıyorlar. Mahallede savaştan kaçan Suriyeli Abdallar da yaşıyor. Bu mahallede çocuklar geleceksizliğe, aileler yokluğa yoksulluğa, güvencesizliğe, kadınlar dilenciliğe, şiddete mahkum. Ancak her konuştuğumuz kadın kendileri ve çocukları için başka bir yaşam hayal ediyor. Bunun için mahallede bir dernek çalışması da başlatmışlar, kısa sürede mahallede bir dönüşüm de sağlamışlar ancak pandemi sürecinde o da durmuş. Hürriyet Mahallesi’nden Abdal kadınlar ve çocuklar anlatıyor.

HAYALLER EĞİTİM, GERÇEKLER KUCAKTA ÇOCUK

Necla Buluter ilk önce Abdal halkının yaşadığı ayrımcılıklardan bahsediyor: “Biz düşündükleri gibi fikirsiz aptallar değiliz, biz Abdalız. Benim adım Pir Sultan Abdal’dan gelme, Hacı Bektaşi Veli’den gelme. ‘Sen Abdal mısın, o zaman sen kötüsün’ gibi görüyorlar. Bir de fakirlikten giyinmeyi bilmeyiz. Bizim de kültürümüz böyle. Beni ilk önce insan olarak gör. Okula giden çocuğumuz için veliler ‘Başında bit olur, Abdal çocukları çocuklarımızın içine koyma’ derler.  Abdallar davul, zurna çalar, köye gider çadır kurar, köylerde toprak sahiplerinin tarlalarını biçer karşılığında buğday alırdı. Eskiden öyleydi, şimdi o kalmadı. Şimdi, mahallede kadınlar hurdaya çıkar, dilenir. Ben okumayı kendi kendime öğrendim. Abilerim okula giderdi, kızları göndermezlerdi. Yaşıtım kızların bazıları okula, bazıları Kuran kursuna gidiyordu. Ben de okulu çok istedim, bir gün annemi ikna etmek için gün boyu kapının önünde ağladım, annem kafama vurup ‘Sanki öğretmen mi olacaksın’ deyip kucağıma çocuğu verdi. Bizim kızlar en fazla liseye kadar okur, o da çok nadir. Okutmuyorlar kızları, gelin ediyorlar, sonra da kızlar kocasına içki parası kazanmak için dileniyorlar, dayak yiyorlar. Bunların hepsi okumadıkları için.”

‘PANDEMİYLE DERNEK KAPANDI, ÇOCUKLAR SOKAKLARDA KALDI’

Necla çocukların bir geleceği olsun diyerek mahallede “Abdallarla Yardımlaşma, Kültür ve Spor Derneği” ve “İlk Umut Toplum Merkezi” adıyla çocukların eğitim alabileceği bir dernek açtıklarını söylüyor, “Kadınlar hurdaya gidince çocuklar sokaklarda kalıyor. Ben bu çocukların hepsini toplayıp derneğe götürüyordum. Onlara günlük yemek yapardım. İki öğretmenimiz vardı, bana da çocuklara da çok yardımları oldu. Çocuklar sokaklardan kurtuldu. Sonra pandemi çıktı, dernek kapandı, çocuklar yine sokaklarda kaldılar. Dernek hala kapalı, eğitim faaliyeti yok çünkü fon yok. Okuma yazma bilmeyen kadınlar da vardı gelen. Çok kişi okumayı öğrendi burada. Spor dersleri vardı. Mahallede uyuşturucuya düşen çok çocuk oluyordu. Anneleri babaları yok başlarında, hırsızlıktan hapse giren çok, saz çalsınlar diye aldık koyduk ama devlet hoca vermedi. Öğretmenlerin ücretini karşılamadılar. MEB’e başvurduk, ‘Kur’an kursu yapalım burayı, Kur’an hocası verelim’ dediler. Biz onlara ‘hocaya, Kur’an kursuna değil eğitime ihtiyacımız var’ dedik. ‘Ya Kur’an hocası verecekler, ya da başınızın çaresine bakacaksınız’ dediler.”

‘OKULLAR KAPANDI, UYUŞTURUCU KULLANIMI ARTTI’

Devlet okuluna giden çocukların yaşadıkları ayrımcılık ve dışlanma yüzünden okulu sevmediklerini ancak dernekte bunu aştıklarını anlatan Necla, “Dernekte çocuklar okulu öğrendi, tuvalete gitmeyi, kalem tutmayı, yemek yemeyi öğrendi. Çocuklar devlet okuluna gitmeye korkuyorlardı, ellerinden tutup biz zorla götürüyorduk. Dernekle bunu değiştirdik, okulu sevmeye başladılar, eğitim ilerlemişti. Ama dernek kapandı çocuklar okuldan uzaklaştılar” dedi. Pandemideki yasakların hurdayla geçinenleri nasıl aç bıraktığını şu sözlerle ifade etti: “Bizimkiler hurdaya gider günlük çalışır. Sokağa çıkmak yasaklanınca günlük 20 lirayı bile kazanamadılar. Bizimkiler düğünde davul zurna çalarak geçiniyorlardı. Onlar yasaklanınca düğünler bitince millet sokakta kaldı. Herkes aç kaldı. Fabrikada çalışanlar çok az. Sigortasız çalışıyor çoğunluğu, onlar da çıkarıldılar. Günlük çalışanlar çoğunlukta. Devletten gelen yardım da yetersizdi. Tablet alan olmadı, çoğunun evinde internet yok, kimisinde telefon bile yok. Evde, boşluğa düştü küçücük çocuklar, uyuşturucu kullanımı arttı. Ben çok uzun yıllar çocukların hayatları kurtulsun, bir yerlere gelsinler, uyuşturucudan uzak dursunlar, okuma yazma bilsinler, aynı sefaleti yaşamasınlar diye çabaladım ama pandemideki uygulamalar her şeyi geriletti.”

"FABRİKADA İŞ VERMEZLER, TARLADA AYRI YEMEK YERLER"

Antep’te birçok fabrika var ancak kendilerine çok az iş verildiğini söylüyor Necla: “Bizimkiler isteyerek işsiz kalmadılar. Bu Abdal çalışmaz, etmez, diyerek iş vermiyorlar. Fabrikalarda çalışanımız az. Tarlaya fıstığa çalışmaya gittiğimizde de dışlanırız. Diğerleri yemeğini bizden ayrı yer. Hacı Bektaş’ta ayrımcılık olmaması lazım hepimiz alevi toplumuyuz ama orada bile ayrımcılık var. Aynı kandan aynı candanız ama ayırıyorlar bizi. Burada Suriyelilere de ayrımcılık çok fazla. Biz Suriyelilere sahip çıktık. Savaştan sonra buraya gelen Suriyeli Abdallar var. Onlara ev vermediler. Parklarda çadırlarda kaldılar. Topladık mahallemize getirdik. Evlerimizin damlarında çadırlar kurduk, evi olanın evine yerleştirdik. Derneğe onların çocuklarından gelip eğitim gören çok vardı. Romanlar, Domlar az çok bilinir ama biz çok bilinmeyiz. Hepimiz dışlanıyoruz ama farklı toplumlarız.”

"DEVLET SORUMLU, BİR ŞEYLER YAPMALI"

Necla erken yaşta evlendirilmiş, mahallede çocuk evliliklerine karşı da bir mücadele yürütmeye çalışıyor, “Ben 14 yaşında evlenip 15 yaşında anne oldum, bunu başkaları yaşasın istemedim, ne kadar kötü olduğunu biliyorum. Çok toplantılar, görüşmeler yaptık, kocamla çok mücadele ettik, bazılarını şikâyet ettik polise. Bazılarını engelleyebildik ama bazılarına gücümüz yetmedi. Çocuk istiyormuş gibi gösteriyorlar bazen ama küçücük çocuk nasıl istesin o yaşta? Çocuğa altın küpe, bilezik takıyorlar, elbise veriyorlar çocuk ona seviniyor, evlenmek istiyor zannediyorlar. Devlet bu çocukların sorumluluğunu almalı. Bu çocuğun ne zamana kadar okuyacağını takip etmeli. Çocuk okula gitmeyince peşine düşmeli. Bu çocuklar ayrımcılığa uğrayınca okuma hevesleri kırılıyor. Ben doktor, öğretmen olacağım gibi bir hayalleri yok. Dilenen çocukları yakalayıp annelerinin babalarını yanına getiriyorlar. Gelir yok diye çocuğunu mecburen dilenmeye gönderen anneye sahip çıkmıyorlarsa burada devletin suçu var. Bu çocukların başka bir gelecekleri olabilir. Dilenmeye giden çocuk öyle büyür, kendi çocuğunu da öyle büyütür. Ben bu çocukların okula gitmesini eğitim görmesini istiyorum. Bizim mahallemize okul kursalar, çocuklarımız dışlanmadan eğitim görseler geleceğimiz değişir. Kadın sabahtan akşama kadar dileniyor ki kocasının içki parasını çıkarsın, dayak yemesin, kocanın kendine bir faydası yok ama yine de o olmadan olmaz diye, ‘naparım, nereye giderim, ne yer içerim?’ diye düşünüyorlar. Ama mahallede bir psikolog olsa bu kadınlar ‘ben bunu niye yapıyorum?’ diye düşünebilir. Bu insanların işe ihtiyacı var. Kadının ‘Ben mecbur muyum bunu çekmeye, ben kazanıp ben getiriyorum zaten’ deyip kendini kurtarması lazım, bu düşünceyi yerleştirmek için devletin bir şeyler yapması lazım.

Devletten bunları bekliyorum ben.”

"ABLA SİZ OKULU AÇMAYA MI GELDİNİZ?"

Necla’ın evinden derneğe doğru yürüyoruz, sokaklar çocuk dolu. Derneğe varana kadar kapı önlerinde oturup çocuklarını gözleyen kadınlarla sohbet ediyoruz.

Zeliha, 29 yaşında 4 çocuğu var, eşi asma tavan işçisi: “Anaokulumuz yok bu mahallede, ücretli var, gönderemiyoruz. Çocuğum bu dernekte kalem tutmayı, resim yapmayı öğrendi, tuvalet eğitimi, giyim, hijyen, yemek yemeyi bile burada öğrendi, biz öğretemedik. Bu pandemide uzaktan eğitim de alamadılar hiç, çok geride kaldılar. Tablet yok, internet yok. Okulların açılmasını çok istiyoruz. Sokağımızın hali ortada, bu sokakta oynayacağına okulun açılmasını isterim. Çocuklarımın geleceği için okullar açılsın.”

Dernekte okuma yazmayı öğrenen kadınlardan 27 yaşındaki Zeliha Yılmaz, “Hiç okula gidemedim. Okuma yazmayı öğrenmek hayatımı çok kolaylaştırdı, önce tek başıma yolculuk yapamıyordum, şimdi istediğim yere kendi başıma gidebiliyorum, çok iyi hissettim” diyor.

21 yaşında Suriyeli Zeynep de burada okuma yazma öğrenmiş: “2 çocuğum var, çok kötü zor bir yolculuk yaşadık. 11 yaşındaydım geldiğimde. Hiç gitmedim okula. Bu dernekte öğrendim okumayı. Şimdi bir yere gidince anlıyorum nerede ne var, ne oluyor, buradaki kadınlar için devam etmeli, çok okuma yazma bilmeyen kadın var.”

Ali Hüseyin Suriyeli Abdallardan, 8 yıldır saya işçisi: “4 çocuğumun 3’ü okul çağında. Önce derneğe gittiler eğitime. Başka çaremiz yoktu çünkü alışamadılar ilk devlet okuluna, buradaki eğitim sayesinde alıştılar.”

11 yaşındaki S. babaannesi ile dernek kapısı önünde oturuyor, “Ben burada okudum. Okulu çok seviyordum, her şeyi burada öğreniyordum, yemek veriyorlardı bize” diye anlatıyor sevinçle.  Babaanne K.Y., “Bir eğitim yeri yok, oyun yeri yok, o yüzden çocuklar hep sokakta, biz de buraya gönderdik çocuğu” diyor.

Babası uyuşturucudan ve S.’yi istismar etme suçundan hapiste. Babaanne dilenerek 4 toruna bakıyor: “Dernekte güvendeydi torunlarım, buraya bırakabiliyordum.” S.’nin bacağındaki alçıyı gösteriyor, “Yanıma gelirken araba çarpmış, bırakıp kaçmış, ayağı kırılmış. Bu mahallede çoluk çocuk sokakta rezil. Fakir fukaraya yardım edilsin. Bu sokakta 200 çocuk var neredeyse, burasının açılmasını çocuklarımızın geleceği için istiyoruz” diyerek derneği gösteriyor.

Derneğin kapısından girmemizle onlarca çocuğun içeri doluşması bir oluyor, dernek binasına girdiğimizde sıralara geçiyorlar hemen. Soruyorlar bize, “Abla siz okulu açmaya mı geldiniz?”

YOKSULLUĞUN İÇİNDEN BİR BAŞARI HİKAYESİ: MERVE ŞAMPİYON OLSUN!

Mahallede çocukların okuma isteği dışında da umut verici hikayeler var elbette. Merve İlgen bu umutlardan biri…

Merve’nin annesi Duygu İspir, 3 çocuğuna tek başına bakıyor, vefat eden eşinden kalan 1600 lira emekli maaşı ile geçiniyorlar: “Bir beni okuttular, üniversiteyi kazandım ama şehir dışına göndermedikleri için okuyamadım. Sonra evlendirdiler, İzmir’e akrabaların yanına gelin gittim. Çocuklarımın babası ölünce tek başıma orda kalmama izin vermediler, Antep’e ailemin yanına gelmek zorunda kaldım. Küçük bebeğim var, işe gidemiyorum. Kızım Merve umudum. Kızım hayallerini gerçekleştirsin, bir geleceği olsun diye çabalıyorum. Kick boks yapıyor, uluslararası maçlara çıkıyor, dereceleri var. Merve’nin hoca parasını zor da olsa karşılıyoruz ama maçları oluyor, gittiğinde kalacak yer, yol masrafı için para gerekiyor. Merve’nin maçları için sponsora ihtiyacımız var. Merve’nin Türkiye birinciliği ve Avrupa üçüncülüğü var. Önümüzde Nevşehir’de uluslararası Wushu şampiyonası var ama maddi olarak desteğe ihtiyacımız var gidebilmesi için. Ben yaşayamadım, çocuklarım yaşasın istiyorum. Yaşıtları gibi evlenmeye, uyuşturucuya özenmesinler diye elimden geleni yapıyorum onlar için.”

16 yaşındaki Kick boks şampiyonu Merve alıyor sözü, “Birinci sınıfta arkadaşım beni erkekler tuvaletine kaçırdı, çok korkmuştum, sonrasında tekvandoya yazıldım. Derecelerim oldu. Sonra kick boksa merak saldım. İlk maçıma bir haftalıkken çıktım, Ege bölge birinciliğim oldu. Yılda 9-10 tane maça çıkıyorum. Ama gelirimiz yok. Ancak babaannem para gönderirse emekli maaşından ya da sponsor bulursak maçlara gidebiliyorum. İleride bir sürü maç olacak, maçlara çıkamayacağım diye üzülüyorum, maça gidemeyince bir yanım eksik kalıyor. Etraftan çok ‘Sen kızsın, gitme ne işin var’ diyorlar. Şimdi Abdal grubumuzun gururu diyorlar. Buradaki derneğe hoca olmak istiyorum ileride, buradaki çocuklara örnek olmak…”

(Hilal TOK -  Berfin TÜRKMEN / EVRENSEL)

Fotoğraflar: Hilal Tok


Avrupa sınırlarını tamamen kapatıyor: Türkiye, kitlesel mülteci akınına hazır olmalı - Çağdaş Gökbel / SOL

 Türkiye AB karşısında artık keskin bir yol ayrımında ya Meksika duvarı olma onursuzluğunu kabul edecek ya da geri kabul anlaşmalarını iptal edeceğiz.

Altı AB üyesi ülke sığınmacılık başvurusu reddedilen Afganları geri göndermek istiyor. Hollanda, Danimarka, Avusturya, Almanya, Belçika ve Yunanistan AB komisyonuna başvurarak Afgan hükümeti ile temas kurmak ve emperyalist politikaları yüzünden kendi yarattıkları insani krizinden kurtulmak istiyorlar. Almanya başta olmak üzere Avrupa’da iktidarı zorlayabilecek güçlü bir devrimci hareket olmadığı için göçmen/mülteci meselesinde ırkçı çözümlere biraz daha yaklaşılıyor. Danimarka, AB içerisinde mültecilere yönelik ırkçı politikaların geliştirilmesinde başı çekiyor.

Peki, Avrupa’nın mülteciler hakkında politika geliştirebilmesi için yeterli tecrübesi var mı? Beş yıl önce euronews bu sorunun cevabını yine Danimarka örneği üzerinden arıyordu1. Mültecilerin Danimarka’daki masraflarının azaltılması ya da karşılanabilmesi için onların değerli eşyalarına el koyma fikrini geliştirdiler. Bu fikrin mucidi Nazilerdi ve maalesef ürettikleri çözümler bu faşist doktrine dayanıyor. Danimarka, oturum verdiği insanları bile sınır dışı etmeye çalışıyor ve AB ülkeleri içerisinde sıfır mülteci politikasını uyguluyor. Bir insan hakları ve demokrasi projesi olarak pazarlanan ‘AB’ tüm ilkeleriyle çatırdıyor. Çöküşe ve dağılmaya işarettir. Bir arada duruyormuş gibi görünmeleri hiçbir şey ifade etmiyor. Sıfır mülteci politikası, tüm AB üyesi ülkelerin gelecekteki politikalarına yön verecek. Siyasiler, patronlar ve olayları gerçekçi gözlemleyenlerin ortak fikri: ‘artık Avrupa’ya gelebilen geldi. Bundan sonra mülteci defteri uzun bir süre kapatılmış olacak’.

Kimin defterini kapatıyorlar? Daha önce bir Nazi toplama kampına benzettiğim Akdeniz’in mavi sularının insafına bıraktıkları insanların defterini kapatıyorlar. Burada önemli bir hatırlatma yapmakta fayda var. Fas ve İspanya arasında mülteci geçişleri nedeniyle ciddi gerilim ve krizler yaşanıyor. Hatta bu sınır bölgesinde maalesef trajik görüntüler ortaya çıktı. İspanya ordusu denizi yüzerek geçen ve sahile ulaşmayı başaran çocukların yüzüne otomatik silahlarını doğrulttu ve bu çaresiz çocukları tek tek yakaladı2. İspanya yakaladığı çocukları gerisin geri Fas’a sınır dışı etti. Adını koymaktan çekinmeyelim, doğrudan doğruya ırkçılığın sahadaki çirkin yüzüne kendi gözlerimizle tanıklık ediyoruz. Oysa Avrupa, kıyıya vuran göçmen bebeklerin cansız bedenleri için göz yaşı dökmüştü. AB, İspanya ve Fas sınırında yaşanan krizle ilgili Fas’ı uyarırken Türkiye’yi örnek gösterdi. Bu örneğin ne olduğunu ilerleyen satırlarda anlatmaya çalışacağım.3

Pek çok kötü haber var elimde. Bunlar, doğrudan Avrupa’daki göçmenlerin geleceğini etkiliyor. Bir kere yukarıdaki ülkeler ve buna İrlanda’da dahil ucuz iş gücü ya da köle emeği ihtiyacını fazlasıyla karşıladıklarını düşünüyorlar. Yani daha önce kabul ettikleri mültecileri, propaganda ettikleri gibi ‘insan haklarına ehemmiyet verdikleri’ için kabul etmediler. Ucuz iş gücüne ve bu gücü sömürmeye ihtiyaçları vardı ve artık bunu yapabilme kapasitelerini aştılar. AB üyesi ülkeler içerisinde göç politikaları konusunda daha ılımlı ve insan haklarına saygılı görünen İrlanda’nın göçmen konusunda kendi sınırlarına dayandığını söylüyor yetkililer. Elbette bazen doğrudan bazen de bana söyledikleri gibi ‘off the record’. Danimarka örneğinden devam edelim; göçmenlik hayaliyle yanıp tutuşan ama kendilerini göçmen ya da mülteci olarak görmeyen yüce Türk entelijansiyasının bu hayali gerçekleştirmek için fazla zamanı kalmamış gibi görünüyor. İnsanların dil okuluyla ya da üniversite aracılığıyla geldiklerinin ve ülkede kalmak için bu yöntemi kullandıklarının resmi makamlar farkında. Avrupa’nın yetişmiş elemana ihtiyacı var mı? Hem var, hem de yok. Çalışma alanınıza göre bu ihtiyaçlar belirleniyor ve dünyadaki dengesizliğin yarattığı kaos ortamını sonuna dek istismar ediyorlar. Haftalar öncesinde kaleme aldığım köşe yazımda İngiltere’nin yoksul ülkelerin sağlık sistemini nasıl sömürdüğünü anlatmıştım. Tıp doktoruna ve hemşirelere her daim ihtiyaç var. ‘Terk ettikleri ülkelerin insanları doktor bulamazlarsa bu bizim sorunumuz değil’. Önemli olan pahalı tıp eğitimi masraflarından kurtulmak ve kapitalizmin o altın kazan kazan kuralını kendi lehimize işletebilmek. Danimarka, eğitim amacıyla gelenlerin ülkede kalabilmelerinin önüne geçmek için her şeyi ama her şeyi yapıyor. Türkiye’nin bozulan ekonomisi ve artan döviz fiyatları AB’yi rahatsız etmiyor. Döviz kuru arttıkça onlara göre dil okuluyla veya başka yollarla ülkeye gelmeyi düşünenlerin hayalleri suya düşüyor.

İrlanda, 21 yıldır şirketlere net kâr getiren doğrudan hüküm merkezlerini ilerleyen yıllarda kapatmayı hedefliyor. Mültecilerin kaldıkları bu yerler kapitalistler için canlı birer darphane. Rakamları merak edenler için dipnotlar bölümüne Gelenek dergisinde kaleme aldığım makaleyi paylaşacağım, detaylara oradan ulaşabilirsiniz.4 Buradaki esas sorun merkezlerin nasıl kapatılacağına ilişkin. Yani hükümet, insani olmayan bu sistemden İrlanda işçi sınıfı rahatsız diye mi çıkıyor? Hayır, hükümet tepkileri dikkate almakla birlikte açıklamadığı gizli siyasi programını yürürlüğe koyuyor. Patronlar bu kârlı sistemden vazgeçmeye hazır olduklarını tek bir şartla kabul ediyorlar. İrlanda sıfır mülteci politikası uygularsa biz bu insancıl olmayan sistemde ısrar etmekten vazgeçeriz diyorlar. Oldukça mantıklı. Mülteci olmadığına göre onları barındırmaya da ihtiyaç olmayacak. Tüm bu sıraladığım şeyler gerçekten size bir çözümmüş gibi görünüyor mu? Avrupa, yoksul ülkelerdeki sömürü faaliyetlerini ve ABD’nin Ortadoğu’daki misyonunu sorguluyor mu? Zenginliğini kanlı bir ekonomiye borçlu bu yapının, dünyayı sürüklediği kaosun içerisinden çıkarması zor. Avrupa’nın mülteci sorununa bakışını en iyi özetleyen fotoğraf, Yunan sahil güvenlik ekiplerinin mızrakla mülteci botlarını patlatmasıdır. Avrupa’ya SoL bakış programında konuğum olan Emre Eren Korkmaz, sınırlarda mülteci geçişinin yüksek teknolojiyle kontrol altına alınmaya çalışıldığını ve göçmenlerin birer kobay olarak bu süreçte kullanıldıklarını söylemişti. Sınırlar sıkıca kapatılacak ve insanlar ölümü göze alarak Sisifos benzeri bir yolculuğa tutsak edilecekler.5 Tam bu noktada AB’nin mülteci politikalarının merkezini Türkiye oluşturuyor.

Avrupa siyaseti kapalı kapılar ardında Türkiye’ye yeni bir isim takmış durumda. Türkiye AB’nin Meksika duvarı olacak. Bu duvar onların düşüncelerine göre mültecileri durduracak. AB, Türkiye’nin mülteci taşıma kapasitesini zorluyor ve bu zorlamanın farkında. Almanya ve Avusturya başbakanlarının beklenen Afgan göçüyle alakalı yaklaşımları bu konuda net bir örnek sunuyor. Türkiye’ye daha fazla para verilecek ve Türkiye’nin kendi sınırlarında duvar örmesi desteklenecek. Yeni Gelen dergisindeki bir yazımda da belirttiğim gibi, Roma İmparatoru Hadrian’dan bu yana örülen duvarlar sistemin çaresizliğini sembolize etmiştir. Çaresizliğe düşen bir sistem varsa çürüyecek ve çökecektir. Neden örülen duvarlar bir çöküşe işaret ediyor? Yıllarca Berlin duvarını medeniyete, demokrasiye ve insanlığa bir saldırı olarak pazarlayanlar, bugün bir duvar histerisine tutulmuş durumdalar. Kendilerince sınır olarak belirledikleri her noktayı yüksek teknolojili devasa duvarlarla kuşatmak istiyorlar. İskoçya’daki Hadrian duvarı nasıl Roma’nın çöküşünü sembolize ediyorsa günümüzde inşa edilen duvarlar da kapitalizmin çöküşüne işaret ediyor olabilir. Ne dedi Yunanistan Göç Bakanı Mitarakis, “AB yeni bir sığınmacı krizini göğüsleyemez”. Bu sebeple Türkiye’ye AB her türlü yardımı yapmalı.6

Peki, Türkiye ekonomik krizin ortasında yeni bir sığınmacı krizini göğüsleyebilir mi? Bu pek mümkün görünmüyor. AB, oluk oluk para akıtsa bile sadece AKP rejiminin aç gözlü bürokratlarını dahi besleyemez. Bir kere öncelikle büyük palavra balonlarını patlatarak konuya eğilelim. Türkiye, fakir bir ülke. Türkiye, fakir bir ülke değil. Türkiye zengin yer üstü ve yer altı kaynaklarını bir avuç sömürgene teslim ettiği için fakirliği topluma kader olarak dayatan tipik bir kapitalist ülke. Bana inanmıyorsanız sağlamasını rahatlıkla yapabilirsiniz. Yangın söndürme uçakları yerine alınan kişisel lüks uçaklara, Yazlık ve kışlık saraylara ve hasta çocuklarına ücretsiz sağlık hizmeti taşıması gerekenlerin bozuk dezenfektan satarak zengin olduğu gibi gerçeklere bakarsanız Türkiye’nin dev bir kara delik tarafından yutulduğunu fark edeceksiniz. Bunlar sadece şu an su yüzünde olanlar; örnekleri sizler genişletebilirsiniz. Madalyonu Türkiye’den daha zengin bir ülke olan İrlanda’ya çevirecek olursak evsizlerin sokakta öldüklerini hatırlatmakta fayda var. İrlanda’nın ırkçıları ülkenin Afrikalı göçmenler tarafından işgal edildiğini söylüyor. Koronavirüs salgınında mültecilerin insani olmayan koşullarda yaşaması tüm bir toplumu saatli bombanın üzerinde oturtmak anlamına gelir dediğim için yine ırkçılar tarafından saldırıya uğradım. Irkçılar İrlandalıya ev yok, mültecilere nasıl yer yapalım, şükredin oturun oturduğunuz yerde diyor. Tüm bu söylemler size bir yerden tanıdık geliyor mu? Geliyor olmalı!7

Afganistan, Libya ve Suriye’deki savaşlar emperyalistler için yeni imkânlar ortaya çıkardı. Göç dalgasının negatif etkisini, biz alın teriyle para kazananlar hissediyoruz. Bizim dışımızdaki siyaseti yönlendirenler ya da mülteci köle emeğiyle zengin olanların keyifleri yerinde. Antep sanayisi mültecilerin köle emeği sayesinde dimdik ayakta. Hiçbir krizin gücü onları devirmeye yetmiyor. Mülteciler aracılığıyla hem AKP hem de AB toplumu bir pinpon topu gibi yönlendirebilecek imkânlara kavuşmuş durumda. 

İrlanda’da Libya göçmeni genç bir kadınla yüz yüze görüşüyorum. İnsanların arasında yaptığımız ilk görüşmede, batılıların onu aralarına kabul etmeleri için Kaddafi döneminin ‘anti demokratik’ uygulamalarını abartarak anlatıyor. Libyalı bu genç kadınla baş başa kaldığımızda kısa süre içerisinde güvenini kazanıyor ve gerçekleri anlatabilmesini sağlıyorum. Kocası hatırlayabildiğim kadarıyla kalifiye bir işçi. İrlanda’da mutlu olmadığını söyleyerek başlıyor konuşmasına. Nasıl olur? Daha birkaç dakika önce demokratik ve zengin ülkemizde mutluyduk oysa. Okuyucuya uyarım bu noktada lütfen Libyalı bu genç kadını olumsuz anlamda yargılamamaları olacak. Libyalı bu genç kadının İrlanda’da mutsuz olduğunu bir doğulu olarak daha o söylemeden hissedebilmiştim. Bu sebeple baş başa kalacağımız anı kollamış ve bu olanağı yaratabildiğim için mutlu olmuştum. Bu genç mülteci kadın, Kaddafi döneminde her şeyin mükemmel olmadığını ama İrlanda’dan daha insani çalışma koşullarına sahip olduklarını söyledi. O, İrlanda’da saatlerce çalışmak zorunda olduğu için kocasını artık daha az görüyordu. Kaddafi sonrası ülkeye çökenlerin yaşamlarını ve ülkenin zenginliğini yağma ettiğinin farkında. İlkokul çağlarında bir çocuğu olduğu için sadece onu düşünüyor ve alabildiğine mutsuz olmasına rağmen bu mutsuzluğa göğüs germeye çalışıyor. Bir anne ülkesinden uzakta, sıfırdan yeni bir dil öğrenmeye ve arkasında bıraktığı cehennemi unutmaya çalışıyor. Libya’yı cehenneme kim çevirdi? Irak, Suriye ve Afganistan tüm bu coğrafyayı yaşanamaz hale kim getirdi? Sosyal medyaya ve büyük resmi gören ultra zeki muhalif gazetecilere bakacak olursak hümanizm fetişisti sosyalistler tüm bu sorunların ana kaynağı. 

Benim takip edebildiğim Türkiye’deki sosyalist hareketlerin çoğu AKP rejiminin Suriye savaşındaki rolünün büyük bir felaketle sonuçlanacağını söylüyordu. Sadece kehanette mi bulundular? Hayır, raporlar hazırladılar ve eylemler yaptılar. O yılları çok net hatırlıyorum bu savaşın kanlı bir emperyalist operasyon olduğunu söyleyen aklı başında gazetecilere Beşşar Esad hayranı diyorlardı. O yıllarda da Sol yine diktatörlük hayranlığı yapmakla suçlanıyordu. Gel zaman, git zaman gerçekten emperyalist yağma dünyayı içerisinden çıkılması zor bir kaosa sürükledi. Coğrafi konumumuzdan ötürü Türkiye bu kaosun merkezinde yer aldı. Şimdi, sosyalistler Türkiye işçi sınıfının bu kaotik ortamdan nasıl çıkabileceğine kafa yoruyor. Televizyonlarda veya Twitter’da iddia edildiği gibi budalaca bir hümanizm savunulduğuna şahit olmadım. Şu an Türkiye’de kin ve nefreti körükleyerek AKP iktidarına payanda olanlar bunu yapabilmek için önce Sol’a tokat atmaya çalıştılar. Sözde gazeteciler bu konuda başı çekti. Tüm bu iddialar öne sürülürken kimse şunu sormadı. Değerli ve ulu gazeteci, sosyalist solun böyle bir politika geliştirdiğini iddia ediyorsun da bu iddianı hangi bildiri, program ya da bir gazete yazısına dayandırıyorsun denmedi. Gazete ve televizyonlarımız atış serbest twitter alemine benzedi. Takip edebildiğim kadarıyla bugüne kadar herhangi bir sol örgütün kapıları açalım, ülkeye insan aksın ve onlara vatandaşlık verilsin dediğini görmedim. Tam tersine emperyalist geri gönderme anlaşması iptal edilmeli, gelen insanlar tek tek kayıt altına alınmalı ve Avrupa’ya gitmek isteyenlerin yolu açılsın dendi. Avrupalı faşistler gibi insanları trenlere koyup, ziynet eşyalarını gasp edelim diyecek halimiz yok herhalde. Bunu demedikleri için insanlar hümanist ilan ediliyorsa hakikaten Taylan Kara’nın kitaplarında ve yazılarında ifade ettiği gibi aptallaştırma mekanizmalarının tutsağı olmuşuz demektir. 

  • Sonuç: İrlanda dahil olmak üzere (şu an yaşadığım ülke olduğu için buradan başladım) tüm AB üyesi ülkeler kademeli olarak sıfır mülteci politikasına geçiyor.
  • Bu göç politikası sadece savaştan, siyasi baskılardan ve ekonomik krizlerden ötürü ülkeyi gelenleri kapsamıyor. Dil okulu, çalışma ve diğer gerekçelerle AB ülkelerine gelenlerin işlemleri zorlaştırılacak ve ülkelerine geri dönmeleri sağlanacak.
  • Türkiye’nin transit geçiş noktası olmaktan çıkması AKP iktidarının dillere destan stratejik başarılarından biridir. İklim krizi, bölgesel savaşlar, salgın hastalıklar ve gıda krizinin yarattığı etkiyle Afrika, Ortadoğu ve Asya’dan binlerce göçmen ülkeye gelmeye devam edebilir. Buna hazır olmak zorundayız. Ayrıca bu kriz yüksek duvarlar yapmak, askeri önlemler almak, sokakta adam kovalamakla çözülemez.
  • Türkiye AB karşısında artık keskin bir yol ayrımında ya Meksika duvarı olma onursuzluğunu kabul edecek ya da geri kabul anlaşmalarını iptal edeceğiz. Emperyalist merkezler küresel ölçekte yarattıkları felaketin sorumluluğunu eşit ölçüde üstlenmek zorundalar. Bunlar en temel çözüm önerileri. Yazıyı uzatmamak adına detaylandırmıyorum.
  • Son bir söz, 6 AB üyesi ülke neden Afganları ülkeden sınır dışı etmek istiyor? Çünkü onlara sağlamaları gereken entegrasyon programının bütçesi bile onları fazlasıyla sıkıştırıyor. Şu an Afganistan’da iç savaş kızışırken ve Taliban bir bir şehirleri ele geçirirken gönderilmesi planlanan bu insanların orada yaşaması mümkün mü? Tüm bu insanlar hayatta kalabilmek için yeniden ülkelerinden ayrılacak ve ilk hedefleri muhtemelen Türkiye olacak. İyi bir sonuç yazacaksak eğer. Yoksul ve çaresiz insanlarla uğraşmayı bir kenara bırakıp Avusturya başbakanı Sebastian Kurz’un ‘Afganlar Türkiye’ye daha çok yakışır’ küstahlığının hesabını sormayı öğrenmek zorundayız.8
Çağdaş Gökbel / SOL