1 Kasım 2021 Pazartesi

Özelleştirme: Devletin çözülmesi - Kadir Sev / SOL

 'Kendimizi sermayeye yem edecek değiliz. Nasıl ele geçirdilerse biz de aynı yöntemlerle geri alacağız. Ülkemizin zenginliklerine sahip çıkacağız.'

Özelleştirme İdaresi eliyle (ÖİB), 1986-2021/Haziran ayına değin yaklaşık 70,4 milyar dolar tutarında kamu varlığı satılmış; 50,2 milyar doları bütçeye aktarılmıştır. Satılan 275 kamu işletmesinin 269’unda hiç kamu payı kalmamıştır.

İşletmelerin satılmasından 64,6 milyar dolar; otel, sosyal tesis, arsa/arazi satışlarından 5,4 milyar dolar gelir elde edilmiştir. Kamu taşınmazlarının bir bölümü de 1,5 milyar dolar değer biçilerek çoğu özelleştirme kapsamında olan başka kamu kurumlarına ve TOKİ’ye devredilmiştir. Daha açık deyişle; Devlet kendi malını Özelleştirme İdaresine vermiş, 1,5 milyar dolara geri almıştır.

Portföyünde, hemen hepsi kentlerin merkezlerinde olmak üzere henüz satılmamış milyonlarca m² taşınmaz bulunmaktadır.

ÖİB’ye yasalarla imar planı yapma yetkisi tanınmıştır. Devredilen taşınmazları, ticaret+konut alanına dönüştürmekte, nüfus yoğunluğunu artırıp satmaktadır. Planlar üzerinde belediyelerin söz hakkı yoktur. İtirazlar yalnızca ÖİB’na yapılabilmektedir. Böylelikle kentler özelleştirme mantığıyla biçimlendirilmektedir.

Özelleştirme Kapsamına alınmakla birlikte henüz satılmamış işletmelere, alıcıların daha çok kâr etmesini sağlamak amacıyla yüz milyarlarca lira tutarında yatırım harcaması yapılmaktadır. 2021 yılı yatırım programında, BOTAŞ; EÜAŞ; TEDAŞ; TEİAŞ ve TCDD’nin toplam 342,5 milyar TL yatırım proje stoku bulunmaktadır. 106,7 milyar lirası harcanmıştır. 2021-2023 arasındaki üç yılda 112,1 milyar lira harcanacaktır. Bu tutarları kabaca bir hesapla (dolar kuru 8,50 TL varsayımıyla) dövize çevirdiğimizde, proje stokunun 40,3 milyar dolar; 2020 sonuna değin ödenenlerin 12,5 milyar dolar; 2021-2023 arasında ödenmesi öngörülenlerin 13,2 milyar dolar olduğu ortaya çıkmaktadır.

Özelleştirme öykülerine bakıldığında, kimi durumlarda gabin kavramıyla (kişinin bilmezliğinden, zor durumundan, akılsızlığından yararlanıp aşırı çıkar sağlama) anlatılabilecek örneklerle karşılaşılmaktadır. Kamu kaynakları sermayenin belirli kesimlerine yağmalatılmaktadır. Ancak öylesine bir düzen kurulmuştur ki ucuz ya da değerine satılmasının hiçbir önemi yoktur. Özelleştirme karşılığında tahsil edilen paralar bütçeye aktarılmaktadır. Ve yine sermayenin isterleri/çıkarları doğrultusunda harcanmaktadır. Bütçe giderlerinin karşılanmasında özelleştirme gelirleri, vergilerin yerini almıştır. 

Otoyol, köprü ve tüneller “tek kuruş vermeden” aldatmacasıyla, Yap-İşlet-Devret ya da benzeri modellerle yaptırılmış; ulaşım özelleştirilmiştir. Bütçe ödenekleriyle yapılan Boğaziçi, Fatih Sultan Mehmet köprüleri ile içlerinde Edirne-Ankara-İstanbul otoyolunun olduğu 5 otoyolun satılması amacıyla 2014 yılında Karayolları Yasasının 29.maddesine bir ek yapılmıştır. Maddede, otoyol ve köprüleri yönetmek üzere ÖİB’nin bir Anonim Şirket kurması; gelirinin %25’ini bakım ve onarım karşılığında Karayolları Genel Müdürlüğüne (KGM) vermesi öngörülmektedir.

Yol ve köprülerin bakım ve onarımlarını zaten KGM yapmakta; gelirlerin tamamı bütçeye aktarılmaktadır. 2000-2020 arasında 2021 fiyatlarıyla 40,1 milyar TL gelir elde edilmiştir. Şirket kurulduğunda elde edilecek gelirin %75’i bütçenin değil, bir süre sonra hisse satışı yöntemiyle özelleştirileceği anlaşılan Şirketin olacaktır.

Sermayeye sağlanan çıkarların sonu gelmemektedir. Şehir hastanelerinde devlet, vergi; bağışıklıkları; toprak tahsisi; istihdam destekleri gibi teşvikler vererek binalar yaptırmakta ve bunları kiralayıp kullanmaktadır.

Devletin satış ofisi olarak çalışan kurumu yalnızca ÖİB değildir. Mülk edinebilen kamu kurumları, taşınmazlarını satma yarışına girişmişlerdir. Resmi Gazetede hemen her gün Hazinenin, İl Özel İdarelerinin, belediyelerin onlarca, kimi günlerde yüzlerce milyon lira tutarında taşınmaz satış ilanlarına rastlamak olağanlaşmıştır.

Okul yapmaları karşılığında müteahhitlere para yerine kamu taşınmazları verilmektedir. Takas olarak değerlendirilmekte ve bu yüzden de yapının fenne uygunluğu denetlenememektedir.

Taşeronluk kaldırılmıştır ama belirli süreli işleri, işçi simsarlarının sağladığı işçiler eliyle gördüren kamu işletmelerine rastlanmaktadır. İşçi çalıştırılması işi bile özelleştirilmiştir.

Devlet, kuralsızlığı koruyan bir anlayışla ve gizlilik içinde yönetilmektedir. Bütün kaynaklar, sermayenin çok sevdiği deyişle; “ekonominin hizmetine” sunulmuştur. Kamu hizmeti kavramı tarihte kalmıştır.

2001 yılında çıkarılan Elektrik Piyasası Yasasıyla Devletin yeni santral kurması yasaklanmıştır. Elektrik üretimi patronlara bırakılmış, onlar da derelerin, jeotermal sahalarının üzerine üşüşmüşlerdir. Ruhsatı kapan, elektrik üreteceğim diye bir derenin başına çökmektedir. Yaşamlarını, geçimlerini, derelerini korumaya çalışan köylülerin üzerine jandarma destekleri ile saldırılmaktadır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında sermaye birikim sürecine katkı vermek amacıyla kurulan işletmeler satılmış, devletin tarıma, sanayie, ekonomiye müdahale edecek aracı kalmamıştır. Elde kalanlar Makine Kimya Endüstrisi Kurumu (MKE) gibi Anonim Şirkete dönüştürülmekte satılmaya hazırlanmaktadır. Birçoğu da Türkiye Varlık Fonu (TVF) adlı bir örgüte devredilmiştir. Milyarlarca dolar değerindeki varlıkların nasıl kullandığı sır gibi saklanmaktadır.

Dahası, varlıkların devredilmesinin öngörüldüğü CB kararlarının bundan böyle Resmi Gazetede yayımlanmayacağını gösteren belirtiler bulunmaktadır. Türkşeker’in henüz satılmamış 15’i şeker işleme olmak üzere 23 fabrikasının Varlık Fonuna devredilmesinin kararı yayımlanmamıştır. TVF İnternet sitesinde önce yayımlanan kararlara da artık ulaşılamamaktadır. 

Tank Palet Fabrikasının başına neler geldiğini kimse öğrenememektedir.

Yukarıda özetlenen vahim sonuçların alınabilmesi için Uluslararası sermayenin Dünya Bankası; IMF; OECD, gibi mali kuruluşları ile içerideki uzantıları TOBB, TÜSİAD ve benzerleri, 1970’lerden bu yana var güçleriyle çalışmışlardır. Halk, moral olarak hazırlanmış; özelleştirmenin yasal çerçevesi kurulmuş; bürokrasi eğitilmiş ve sonunda “kürek çeken değil dümen tutan devlet” özlemlerine kavuşmuşlardır.

Devlet çözülmüştür. Emperyalizmin yasaları yürürlüktedir. Devlet anonim şirket gibi yönetilmektedir. Ama Tayyip Erdoğan istedi diye değil; sermayenin çıkarı öyle gerektirdiği için öyle yönetilmektedir.

Bu yazıda “Özelleştirmenin sefaleti” kısa değinmelerle açılmaya çalışılmaktadır.

Kamu işletmelerinin kurulma süreci 

Türkiye Cumhuriyeti’ni, beş büyük devletin kurduğu Düyun-u Umumiye adlı bir şirketin 40 yıldan uzun süredir yönetmekte olduğu, çökmüş bir imparatorluktan, bağımsız devlet çıkarma çabasında olanlar kurmuştur. Kadroları, ekonomik egemenlik olmadan bağımsız olunamayacağını yaşayarak öğrenmiştir.

Ülke ekonomisini kapitalist dünyayla eşit koşullarda bütünleşebilmek için ulusal sermayenin güçlendirilmesi gerektiği düşüncesinden yola çıkmışlar ve sermaye birikim sürecine katkı vermek üzere çok sayıda kamu işletmesi kurmuşlar; var olanları millileştirmişlerdir.

Tam bağımsızlık; çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma; sanayileşme, gibi kavramlar o yılların anahtar sözcükleridir.

Başta demir çelik, bakır, tekstil, şeker olmak üzere gıda, cam, seramik, kimya gibi sektörlerde üretim yapan işletmeler sayesinde sermayeye ucuz girdi ve yetişmiş işgücü sağlanmış; üretimin pazara ulaştırılabilmesi için demiryolu yatırımlarına girişilmiştir. Bunun yanısıra eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim kolaylaştırılmış; ucuz geçim seçenekleri sunularak, sermaye üzerindeki ücret baskısı hafifletilmiştir. Yapılanlar geniş toplum kesimlerine, ekonominin canlanması; refah düzeyinin yükselmesi; ücretsiz kamu hizmeti olarak yansımış, benimsenmiştir.

'Bizim devletçiliğimiz…'

Çok sayıda kamu işletmesi kurulması, iç ve dış kapitalist dünyada kaygılara yol açmış olmalıdır. Bu yüzden de “yanlış anlaşılmaktan” çekinmişler ve sosyalizme yönelmek gibi gizli amaçlarının olmadığını her fırsatta vurgulamışlardır.

“… Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılamadığını göz önünde tutarak memleket iktisadiyatını devletin eline almak…” (Atatürk’ün 1935 İzmir Fuarı açılışına gönderdiği metinden)

Oysa çekinmelerini gerektiren bir neden yoktur. İşletmelerin kuruluş yasalarında özel girişimi desteklemek amacı açıkça belirtilmektedir. Üstelik Anonim Şirket statüsündedirler. Tüzel kişilikleri vardır; özel hukuk kurallarına göre yönetilmeleri öngörülmektedir. Kamu kurumlarının uymakla yükümlü olduğu kuralların çoğundan bağışık tutulmuşlardır. Dahası, pay senetleri hamiline (taşıyana) yazılıdır. Bunun anlamı, “devretme zamanı geldiğinde” yerli ya da yabancı şirketler arasında fark gözetilmeyecek demektir.

1970’li yılların ikinci yarısına değin, KİT’lerin yukarıda sıralanan işlevlerine olan gereksinme, azalarak da olsa sürmüştür.

Karadelik ilan edilmeleri

Sermaye sınıfı geliştikçe, kamu işletmelerini rakip olarak görmeye başladı. Kamunun pazar payına göz dikti. Devlet bez mi üretir? Otel mi işletir? gibi sözler işitir olduk.

1970’lerde “karadelik” ilan edildiler. Ülke kaynaklarını savurganca kullandıkları; gerekenin üzerinde işçi çalıştırdıkları; zarar ettikleri; kalkınmanın önünde engel oluşturdukları gibi savlar, neredeyse Ülkenin ana gündem malzemesi yapıldı.

Oysa verimli çalışmadıkları savı doğru değildi. Verimlilik, teknolojinin gelişkinliğiyle ilişkili bir kavramdır. Kamu işletmeleri birçok sektörde henüz özel sektörden daha gelişkin bir teknolojiye sahipti. Yenilenmediği için köhneleştiler, zaman içinde sözleri gerçek oldu.

Zarar ettikleri savlarını ise ihtiyatla karşılamalıyız. Kamu kuruluşlarının asıl amacı kâr etmek değil, kamu hizmetidir. Üstelik çoğu zarar etmiyordu. Dönemin İktidarları, verdikleri görevlerden kaynaklanan ve teknik adı “görev zararı” olan bu durumu kötü yönetilmeleriyle ilişkilendirip toplumu aldatıyorlardı.

Gerekenin üzerinde işçi çalıştırdıkları savı belki doğruydu. Ama işsizlik sorununun çözümüne olan katkılarını ihmal etmek doğru değildi. Üstelik kamuda çalışanların sendikaları, toplu iş sözleşmeleri vardı ve insanca yaşama mücadelesi verebiliyorlardı. Sendikal mücadele özel sektöre de yansıyordu ve patronlar ayaklarını denk almak zorunda kalıyordu. Bu durumdan sermaye rahatsızlık duymaya başlamıştı.

Söylemler farklı eylem aynı

Emperyalizmin çıkarları söz konusu olduğunda düzen partileri aynı siyaseti güderler. Tavırları duruma göre biraz değişebilir ama hepsi o kadardır.

Bu sözleri birkaç örnekle destekleyelim: Özelleştirme uygulamalarını düzenleyen 4046 sayılı yasa 1994 yılında DYP- SHP koalisyon döneminde çıkarılmıştır.

Özelleştirme, 1999 yılında DSP İktidarında Anayasal güvenceye kavuşturulmuştur.

DSP’nin iktidar olduğu Aralık 2001’de Resmi Gazetede yayımlanmayan “gizli” bir bakanlar kurulu kararıyla Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) adını taşıyan ve yasal dayanağı olmayan bir kurul oluşturulmuştur. Kurulda TOBB; YASED; TÜSİAD gibi patron örgütlerinin üst düzey yöneticileri; ekonomiden sorumlu bakanlıkların bakan-müsteşar düzeyindeki yetkililerine yer verilmiştir. Kararnameye göre ve uluslararası şirketlerin CEO’ları bile bulunabilecektir. Komiteler kurulmuş, sermaye çıkarına olacak mevzuat hazırlamakla görevlendirilmiştir.

Komitelerin hazırladığı raporlarda önerilenlerin çoğu, zaman içinde yasa ya da Bakanlar Kurulu Kararlarına dönüştürülerek uygulanmaya başlanmıştır. YOİKK’in önerileri özetle şunlardır: Kamu hizmeti zihniyeti ve kamu görevlileri tavrı değişmelidir… madencilik lisans verme süreci gözden geçirilmelidir… kamu arazilerinin satışı teşvik edilmelidir… Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası Türkiye’deki yatırım ortamının liberal niteliğini yansıtacak daha uygun bir yasa ile değiştirilmelidir… reform politikaları, özel sektör kaygılarını yansıtabilmeli, onlara çözüm sunabilmelidir…

Devletin şirket gibi yönetilmesi

Devletin anonim şirket gibi yönetilmesi özlemi, Tayyip Erdoğan’ın düşüyle açıklanacak basitlikte bir olay değildir. Dünya Bankası; IMF; OECD gibi örgütler ile ABD ve AB kaynaklarından beslenen fonların hemen hepsi özelleştirmelerin ve devletin şirket gibi yönetilmesinin yararlarını anlatmak uğruna, milyarlarca dolar/avro harcamaktadırlar.

AKP, Devletin şirketleştirilmesi sürecini yönetebildiği için iktidar olmuştur. Ve iktidarı, gücünü yitirinceye değin sürecektir.

Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşların çabalarına yabancı değiliz. Gizlide kalmış, saygınlığını yitirmemiş OECD’nin katkılarına bakalım. 

OECD, konumuzu ilgilendiren 3 önemli rapor yayımladı. Haziran/2000’de “Uluslararası Yatırımlar ve Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) Deklarasyonu” 2002’de “Türkiye’de Düzenleyici Reformlar” 2005’te “Kamu İşletmeleri İçin Kurumsal Yönetim Rehberi”

Raporlardaki şu öğütler dikkat çekiyor: Reformların dışarıdan empoze edildiği yolundaki yaygın inancın giderilmesi için sendikalar ve STK’larla ortak çalışmalar yapılmalıdır; Çok Uluslu Şirketlere uygun ortamlar hazırlanmalı, yerli şirketler lehine korumacılık yapılmamalıdır. Kamu işletmeleri hiçbir kamusal yetki kullanmamalı, özel sektör işletmeleriyle eşit koşullarda rekabet etmelidir. Kamu işletmelerinden alacaklı olanlar iflas süreci başlatabilmelidir. Özelleştirilmelerinden önce, daha çok kâr edecekleri koşullar hazırlanmamışsa özel sektörün ilgi duymayacağı dikkate alınmalıdır. 

AKP’nin bu işlerin üstesinden geleceğine olan inancı OECD’nin “Türkiye’de Düzenleyici Reformlar” adlı raporda şu sözlerle dile getiriliyor; “…yapısal, kurumsal ve düzenleyici reformlarda da güçlü atılımlar yapmaktadır ve söz konusu reformlar şimdiye kadar kimsenin yapmaya teşebbüs etmediği reformlardır.”

Değerine mi satıldılar? Gabin gölgesi var…

İşletmeler gabin kavramını çağrıştıran ihalelerle satıldı; yağmalandılar demek daha doğru olur. 

Garip gelebilir ama şu gerçeğin özellikle vurgulanması gerekiyor. Bizden çaldıklarını satıyorlar; ederine satılsaydı “ucuza gitmedi” diye sevinecek miydik?

Gabin, hukuk kitaplarında; “İki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde karşılıklı edimler arasında, taraflardan birinin müzayaka (darda kalma) halinden, tecrübesizliğinden ya da düşüncesizliğinden istifade edilerek oluşturulan açık oransızlığa denir.” sözleriyle tanımlanıyor.

Denetim raporlarına ve yargıya yansıyan birkaç örnek verelim:

Tahmin edilen bedeli hesaplarken çarpma yerine bölme işlemi yapmışlar; bir ihalede 96 milyon dolar teklif, tahmin edilen bedelin altında olduğu gerekçesiyle reddedilmiş, bir yıl sonra 83 milyon dolara satılmış.

Neyi sattıklarının bile farkında olmadıklarını gösteren örnekler var: Sattıkları şirketin yanında bir arsasının olduğunu bilmiyorlarmış, arada o da gitmiş. Olayın ortaya çıkması üzerine “biz onu satmamıştık” deyip yargıya başvurdular. Bir başka ihalede şirketin kasasında para olduğunu unutmuşlar; satın alanlar kasadaki parayı ve iki yıllık kârını verip işletmenin sahibi olmuş. Öyle bir fiyat belirlemişler ki; alanlar hemen iki katına başkasına satmış. Abonelerin sayaçlarını okumayıp satılmadan önce gerçekleşmiş olan alacaklarını işletmenin yeni sahiplerine armağan etmişler.

Bu tür örnekleri sayfalarca uzatabiliriz.

TEDAŞ ihalelerinde nedeni anlaşılamayan garip şeyler oldu. 2010 yılındaki 7 ayrı dağıtım şirketi ihalesini kazanan yükleniciler, söz birliği etmişçesine toplam 342 milyon dolar tutarındaki teminatlarını yakma bahasına sözleşmelerinden caydılar. 2013 yılında yeniden yapılan ihalelerde bir bölümü çok daha ucuz bedellerle satıldı.

Akdeniz Dağıtım Şirketi için 2010 yılında 1 milyar 165 milyon dolar teklif verilmişti: 2013 yılında yarı bedeline, 546 milyon dolara satıldı. İstanbul Anadolu Yakası için 1 milyar 813 milyon dolar teklif verilmişti; 2013’de 585 milyon dolar eksiğiyle 1 milyar 227 milyon dolara satıldı.

Üste para mı verdik?

Kamu işletmelerini belki de üste para verip sattık: Çok belirti var. 2021 yılı Bütçe gerekçesindeki bilgilere göre, 1986-2020 arasında 70,4 milyar dolar tutarında satış yapılmış; 69,3 milyarı tahsil edilmiş; 49 milyar dolar Hazineye aktarılmıştır. 7 milyar doları, üç bankanın kredi alacaklarını kurtarabilmek uğruna devir almak zorunda kaldığı Telekom’dur.

Fon Kullanım Çizelgelerinde, ÖİB’ne devredilen işletmelerin 1986-2019 arasında yasal yükümlülüklerini karşılamak için 7,7 milyar dolar; sermaye artırımlarına katılmak için 8,6 milyar dolar olmak üzere toplam 16,3 milyar dolar harcandığı yazılıdır. Daha açık ifade edelim: 2020 yılına değin Hazineye 49 milyar dolar aktarılmış ama satılan işletmelere 16,3 milyar dolar harcanmıştır. Bunu düştüğümüzde net tutarın 32 milyar 700 milyon dolar olduğunu görürüz.

Acele etmeyelim: gerçekte bu tutarda gelir elde edilmedi. Alınan paralardan belki daha çoğu yatırım harcaması olarak özelleştirilecek işletmelere harcanıyor. Yalnızca enerji ve ulaşım sektöründeki 5 KİT için Bütçe kaynaklarından karşılanan 342,5 milyar lira tutarında yatırım projeleri yürütülüyor. 106,7 milyar lirası 2020 sonuna değin harcandı. Kabaca da olsa karşılaştırma yapabilmek için dolar kurunu 8,50 TL varsayıp bir hesap yapalım: 40,3 milyar dolar proje stoku var ve bunun 12,5 milyar doları harcandı.

Çizelgede ayrıntısı görülüyor:






Bu işletmeler için KİT Yatırım Programında 2021-2023 arasında 112,1 milyar lira yatırım harcaması öngörülüyor. Yukarıdaki yöntemi uygulayarak dövize dönüştürdüğümüzde önümüzdeki üç yıl içinde toplam 13,2 milyar dolar ödenek kullandırılacağı anlaşılıyor.

Harcanan 12,5 milyar dolar ile 2023 değin harcanacak 13,2 milyar doları topladığımızda 25,7 milyar ediyor. Bu hesabın yıllar önce özelleştirilmiş kurumlara yapılan harcamaları içermediğini unutmayalım. Bu paralar, 7 milyar dolara satılan otel-sosyal tesisler ile kamu taşınmazlarına değil işletmeler için harcanıyor; bunu da hesaba katalım. 

Özelleştirmeden bekledikleri gerçekleşti mi?

Sermayenin beklentileri gerçekleşti. Daha da iyileştirilmesi için Cumhurbaşkanlığı Ofisleri, özellikle de YOİKK’in görevini devir alan Yatırım Ofisi, Ülkeyi yerli/yabancı tekellere pazarlama işlevi görüyor.

Bize söyledikleri ise bir aldatmacaydı.

Özelleştirildiğinde, kaynaklar verimli işletilecek; maliyetler düşecek; hizmet kalitesi artacak; rekabet ortamında sağlanan yarar tüketiciye yansıyacak…toplum refahının yükselmesine katkıda bulunulacak…gibi bir dizi söz ediliyordu. Hiç biri gerçekleşmedi. Üstelik tam tersi oldu. 

Elektrik dağıtım şirketlerinden örnekler verelim: faturalar el yakıyor. Tüketiciden haksız olarak kayıp kaçak bedeli tahsil ettikleri ortaya çıkmasın diye faturalardaki borç bileşenlerini bile gizliyorlar.

Devlet, elektrik dağıtım şirketlerinin alacağının peşine düştü. Borcunu ödemediği gerekçesiyle çiftçinin tarlasını suladığı pompanın elektriğini kestiler. 2013 yılında kaçak elektrik trafolarını belirlemek üzere asker ve tanklar eşliğinde köylere operasyonlar düzenlendi; jandarma helikopterleri havadan destek verdi.

2014 yılından sonra tahsildarlık görevini Devlet üslendi. Yeni buldukları yöntemde tanklar-helikopterler görünmüyor. Bu yüzden daha çağdaş bile sayılabilir. Tahsildarlığın kuralları önceleri Bakanlar Kurul Kararlarıyla belirleniyordu yeni düzende Cumhurbaşkanı kararları çıkarılıyor. Bu yöntemde şirketler, alacaklı oldukları çiftçilerin adlarını Ziraat Bankası şubelerine bildiriyor; Banka tarımsal destek ödemelerinden kesip şirketlere ödüyor. Ve temel görevi çiftçiyi ve tarımı gözetmek olan Tarım Bakanlığı bu işten hiç sıkılmıyor; tebliğler çıkarıp uygulamayı yönetiyor.

Sermayeninse halkın değildir

Ülke kaynaklarını, özelleştirmelerle; Anonim Şirkete dönüştürüp hisse satışlarıyla; Kamu Özel İşbirliği (KOİ), Yap İşlet Devret (YİD) ya da türevleriyle; maden ruhsatlarıyla, ne yolla olursa olsun bir biçimde ele geçirenler, bütün canlılarını ve halkını da satın almış sayıyorlar kendilerini. Yaşamlarının, bedenlerinin, sağlıklarının da sahibi olduklarını düşünüyorlar. Zehirlemekte bile hiç beis görmüyorlar. Direnmelerle karşılaştıklarında kolluk güçlerinden önlenmesini talep ediyorlar. İstekleri derhal yerine getiriliyor. Yaşam güdüleri böyle; başka türlü yaşayamazlar.

Ne yapmalı?

Kendimizi sermayeye yem edecek değiliz. Nasıl ele geçirdilerse biz de aynı yöntemlerle geri alacağız. Ülkemizin zenginliklerine sahip çıkacağız.

Kadir Sev / SOL



Ulaştırma Bakanlığı tur firması gibi olmuş! - Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

Kanunlara uymamak memlekette kanun haline geldi.

Bakın bir kanun var. Sayısı maddesi önemli değil.

Diyor ki:

"Aralarında kabul edilebilir doğal bir bağlantı olmadığı sürece mal alımı, hizmet alımı ve yapım işlerinin bir arada ihale edilemez."

Çok net değil mi?

Bu netliğe rağmen yetmemiş bir yönetmelik yayınlanmış, "böyle yapacaksınız" diye.

Ancak buna rağmen kanun, amacından saptırılmış ve farklı amaçlar ile kullanılmış.

Anlatayım…

Ulaştırma Bakanlığının gerçekleştirdiği, "yapım işi ve mal alımı sözleşmelerinde" yer alan "Diğer Hususlar" bölümünde düzenlemeler yapılmış. Yapılan düzenlemelerle, Bakanlığın "ihale konusu işle ilgisi olmayan genel ve sürekli ihtiyaçları" söz konusu ihaleler kapsamında karşılanmış.

Önce şu tabloya bakın:

Çeşitli ihalelerde şartnameye eklenen "ihtiyaç" diye sözleşme maddelerine de eklenen Bakanlığın istedikleri bunlar.

"Evrak imha makinesi" nedir yahu!

Tablodan görüleceği üzere, sözleşmeye bağlanan işler kapsamında çok sayıda otomobil, ofis araç ve gerecinin temin edilmesi istenilmiş.

Temin edilen otomobil, araç ve gereçlerin büyük bir bölümünün (lüks araçların tamamı) Bakanlık merkez teşkilatınca kullanıldığı da tespit edilmiş.

Dolayısıyla, temin edilen araç ve gereçler sözleşmesi yapılan işin ifasından ziyade idarenin merkez teşkilatının genel ve sürekli ihtiyaçlarının teminine yönelik olduğu anlaşılıyor.

Oysaki kamu idarelerinin genel ve sürekli ihtiyaçlarının nasıl temin edileceği mevzuatta açık şekilde düzenlenmiş.

Devam edelim…

Bir tabloyu daha dikkatlerinize sunuyorum.

Lütfen inceleyin:

Bakanlık, Ulaştırma Bakanlığı değil mübarek Turizm Bakanlığı.

Personelinin yurt dışı gezisini organize ediyor. Sadece yukarıdaki üç konuda "teknik inceleme gezileri" olduğunu sanmayın.

Bakın bir tablo daha sunayım:

Yukarıdaki tablodan görüleceği üzere, yurt içi ve yurt dışı birçok gezilerin sözleşmeler kapsamında yüklenici tarafından karşılanması öngörülmüş.

Yani denmiş ki; bu ihaleyi alırsın ama bizi gezdir.

Bu uygulamanın kamu görevlilerince imzalanan Etik Sözleşmesi'ne ve etik davranış ilkeleri ile ilgili mevzuata uygun mudur?

Çünkü personelin uçak, konaklama, iaşe, ulaşım vs. giderinin karşılanması istenilmiş.

Bakın açık açık ilgili yönetmeliği yazmak zorundayım.

Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri ile Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Yönetmeliğin "Hediye Alma ve Menfaat Sağlama Yasağı" başlıklı 15'inci maddesinde ne diyor?

"Kamu görevlisinin tarafsızlığını, performansını, kararını veya görevini yapmasını etkileyen veya etkileme ihtimali bulunan, ekonomik değeri olan ya da olmayan, doğrudan ya da dolaylı olarak kabul edilen her türlü eşya ve menfaatin hediye kapsamında yer aldığı, kamu görevlilerinin hediye almamasının, kamu görevlisine hediye verilmemesinin ve görev sebebiyle çıkar sağlanmaması temel ilkedir."

Aynı maddede; görev yapılan kurumla iş, hizmet veya çıkar ilişkisi içinde bulunanlardan alınan karşılama, veda ve kutlama hediyeleri, burs, seyahat, ücretsiz konaklama ve hediye çeklerinin hediye alma yasağı kapsamında yer aldığı vurgulanmış.

Akıl alır gibi değil.

Birkaç kalem ihale karşılığında devletin imkânlarıyla böylesine seyahatlerin yapılmasını aklım almıyor.

Ama anında kafamda da bir soru beliriyor.

Acaba geçen yıl tartışma konusu olan gri pasaport skandalının bir benzeri de burada yaşanmış mıdır?

İncelemeye devam edelim…

Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

31 Ekim 2021 Pazar

Üç dünya ve Üçüncü Sinema(I-II-III-IV) - Mesut Kara / Evrensel


 

Üç dünya ve Üçüncü Sinema(I)

İkinci dünya savaşı sonrası büyük güçler konumuna gelen ABD ve SSCB’nin gelişimi ve bloklaşmasıyla (NATO ve VARŞOVA) oluşan iki kutuplu dünyanın soğuk savaş yıllarında, bağımsızlığını kazanan devletlerle bu iki blokun dışında kalan ülkelerin “üçüncü dünya”yı oluşturduğu kabul gördü. Hindistan ve Pakistan 1947’de, Endonezya, 1949’da bağımsız oldu ve üçüncü dünya ülkeleri içinde yerlerini aldı. Onları Afrika’daki Fas, Tunus, Gana, gibi sömürgelerin bağımsızlaşması izledi.

Afrika’daki bu sürecin başlamasından kısa bir süre önce 1955’te toplanan “Bandung Konferansı” Doğu ve Batı bloklarının dışında “Bağlantısızlar” adıyla yeni bir gruplaşmanın öncülüğünü yaptı. 1955 yılı nisan ayında Endonezya’nın Bandung kentinde düzenlenen, Endonezya, Burma, Sri Lanka, Hindistan ve Pakistan’ın organizasyonunu üstlendiği ve 29 devletin katılımıyla gerçekleşen konferansın amacı Afrika ve Asya ülkeleri arasındaki ekonomik ve kültürel iş birliğini artırmak ve bütün emperyalist devletlerin sömürgeci politikalarına karşı çıkmaktı. Konferans, üçüncü dünya ülkelerinin emperyalist ülkelerle olan bağımlılık ilişkilerinin zayıflatılması için birtakım projeler ortaya koydu.

Bütün bu gelişmeler süreç içinde “Üçüncü Sinema”nın da yolunu açtı. Toplumların ilgilendiren temel problemler üzerine eğilen. Üçüncü Sinema, 1960’larda,1970’lerde hak eşitsizliğine başkaldırının, kültürel ve toplumsal “uyanışın”, görünür olmanın, sorunları kitlelere aktarmanın sineması olarak gelişti.

Üçüncü Sinema’ya geçmeden önce bizim kuşak sosyalistlerin, sola yakın insanların iyi bildiği, solda bölünmelere yol açan Mao Zedung’un geliştirdiği (Savunucularınca dünyada ABD emperyalizmiyle yakınlaşmaya, ülkelerde sınıf iş birliğine kadar götürülen) “Üç Dünya Teorisi”nden de söz etmek gerekir… 

Bu teoriye göre; 1. Dünya, emperyalist ABD ile sosyal-emperyalist SSCB’den oluşur. (Rekabet halindeki iki süper güç olan ABD ve SSCB) Çin’e göre SSCB “sosyal emperyalist” süper güçtü ve ABD emperyalizminden tehlikeliydi çünkü ABD emperyalizmi gerilemişti. SSCB tehlikesine karşı ABD ile ittifaka girilebilirdi. 

2. dünya da onların tahakkümündeki Avrupa ülkeleri, Kanada, Japonya, Avustralya gibi ülkelerden oluşur. 3. dünya ise Çin Halk Cumhuriyeti’nin de dahil olduğu bağlantısız ülkelerdir.

Arnavutluk’un, Enver Hoca’nın teoriyi kabullenmeyip Çin’i revizyonist ilan etmesinin ardından teorinin dünyadaki savunucuları Çin’e, Mao’ya bağlı “Mao’cularla” sınırlı kaldı.

Türkiye’de de dönemin “resmi Maocularından” Doğu Perinçek ve partisi dışında savunanı olmadı. Dönemin sosyalist yapılanmalarından, Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği, TKP(ML) gibi gruplar ise üç dünya teorisini modern revizyonist, karşıdevrimci bir sapma olarak tanımlayıp reddettiler ve Maoizm saflarından da koparak doğru bir çizgide yer aldılar.

ÜÇÜNCÜ SİNEMA’YA DOĞRU

                                  'Çirkin Kral Efsanesi' belgeseli basın görseli 


Politik sinemanın bir alt dalı olarak ve militan sinema, gerilla sineması ya da direniş sineması olarak da tanımlanan bu sinema akımının yelpazesi oldukça geniştir. Başlarda Türkiye’den Yılmaz Güney’in de içinde sayıldığı (Sonrasında başka birçok isim de eklendi) Üçüncü Sinema akımında, pek çok ülkeden (Brezilya’dan Glauber Rocha, Bolivya’dan Jorge Sanjines, Senegal’den Ousmane Sembêne, Şili’den Miguel Littin gibi) yönetmenler yer alır.

Hollywood sinemasının egemenliğine karşı ve Avrupa’da ortaya çıkan sinema hareketlerinin dışında yeni-farklı bir şeyler yapma isteği diğer ülke sinemalarında yapımcıları, yönetmenleri yeni arayışlara yöneltir.

1960’larda yükselen toplumsal mücadeleler hayatın birçok alanı gibi, sinemayı da etkiler, yeni yönelimlere, yeni oluşumlara, yapılanmalara yol açar. Yeni sinema ve sinemacıların ortaya çıktığı, manifestolar yayımladığı bir süreçtir bu.

“Latin Amerika’da toplumsal alanda devrimler sürerken, sinemacılar da devrimci bir sinema önermekteydiler. Kübalı Yönetmen Julio García Espinosa “Kusurlu Sinema” (Imperfecto Cine) kavramını öne atar; “Kusurlu Sinema”nın, ticari sinemanın aksine teknik ve estetik mükemmellikten ziyade seyirciyi filmin aktif bir parçası haline getirmesi gerektiğinden bahseder ve Kusurlu Sinema’yı şöyle tanımlar: “Kusurlu Sinema, belgesel ya da kurgusal tarzları ya da her ikisini beraber kullanabilir.” (*)

Espinosa’nın ardından Fernando Solanas ve Octavio Getino, “Üçüncü Sinema’ya Doğru” başlıklı bir manifesto yayımlar; Birinci Sinema, Amerikan film endüstrisi tarafından empoze edilen modeli uygulayan filmleri içerir, İkinci Sinema, sanat ya da auteur sinemasıdır ve politik olarak reformist olmasına karşın büyük dönüşümler yaratma kapasitesine sahip değildir, ‘kurtuluş sineması’ olarak tanımladıkları Üçüncü Sinema ise sistemin asimile edici niteliklerine karşın mukavemet etmeyi hedefleyen sinema dili oluşturma niyetindedir. Yönetmenlerin manifestolarındaki heyecan film diline etki edebilecek politik geçişliliği ve diriliği hedeflemekteydi. (a.g.y)

“Bu sinema, devrimci olmalıdır, aynı zamanda yeni bir sinematografik dili icat etmelidir, çünkü yeni bir bilinçliliği ve yeni bir toplumsal gerçekliği yaratmak zorundadır”

Manifestonun öncüsü Solanas ve Getino’nun kurucusu olduğu Cine Liberación grubu 1969 yılı Ekimi’nde Paris’te basılan Tricontinental dergisinde manifestoyu “Üçüncü Sinemaya Doğru: Üçüncü Dünyada Özgürleşen Sinemanın Gelişmesi Üzerine Notlar ve Deneyimler” başlığıyla yayımladılar.

Üçüncü Sinema kavramı, 1966’da ülkelerinde gerçekleşen darbeye karşı, Arjantinli bir grup sinemacının Kızgın Fırınların Saati filmiyle ve ardından Fernando Solanas ve Octavia Getino’nun kaleme aldıkları manifesto ile simgeleşmiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak “Üçüncü Sinema Kuramı” doğmuştur. 1969 yılında “Towards a Third Cinema” (Üçüncü Sinemaya Doğru) adlı bir filmle birlikte bir manifesto yayımlamışlardır. Bu manifestoda Üçüncü Sinema tanımı verilmiş ve böylelikle kurumsallaşması dünya sinemalarının gündemine girmiştir.(10/10/2021)

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

(*) Yusuf Ziya Gökçek, Üçüncü Sinema’ya Fernando Solanas sineması üzerinden bakış, (Doktora Tezi)

                                                                                  ***

                              Fotoğraf: 1968 yapımı “La hora de Los Hornos” filminden bir sahne 

Üç dünya ve Üçüncü Sinema(II)

Glauber Rocha’nın, 1965 denemesi “Açlığın Estetiği” (şiddetin estetiği) Birçok kişi tarafından 3.sinema manifestolarını başlatan kişi olarak görülür. Rocha’ya göre film geleneksel kalıpların dışına çıkmalıdır. Açlık ve şiddet sinemaya yansıtılmalıdır. Bunun için ihtiyaç duyulan tek şey “elde bir kamera ve kafada bir fikirdir”.

Üçüncü sinema terimi ilk defa Solanas ve Getino’nun “üçüncü sinemaya doğru” manifestolarında kullanılır. Manifestoda Kızgın Fırınların Saati filminin (La hora de Los Hornos,1968) gösterim sürecinden yola çıkmışlardır.

Bu film Peronist muhalefetin desteğiyle Grupo Cine Liberacion tarafından gizlilik içinde çekilmiş ve gösterilmiştir. Solanas, Octavio Getino ve Gerardo Vallejo, 60 yılların sonunda kurdukları “Grupo Cine Liberacion” (Sine Özgürlük Grubu) ile Latin Amerika’da politik sinemanın koşulların, gereksinimini, amacını, içeriğini ve bunların yanı sıra üretimini, dağıtımını ve gösterimini teorik ve pratik olarak açıklamış olurlar.

“Bu grubun ilk üretimi olan ve 1966 askeri darbesinin koşulları altında iki yılda gizli olarak çekilen ve Peronistlerin iktidara geldiği 1973 yılına kadar yine gizli olarak gösterime giren 1968 tarihli (16 mm.lik) Kızgın Fırınların Saati üretimi, dağıtımı ve gösterimi açısından, daha sonra yayınladıkları “Üçüncü Sinemaya Doğru” adlı manifestoya da örnek oluşturur.

4 saat 20 dakika uzunluğundaki Kızgın Fırınların Saati üç bölümden oluşur: Birinci bölüm, “Şiddet ve Özgürlük” adı altında, Arjantin’in toplumsal, tarihsel, coğrafik ve kültürel değişik yönlerini anlatır. Bu bölüm Che Guevera’ya ve Latin Amerika’nın kurtuluşu için ölenlere ithaf edilir. “Devrim için Eylem” adlı ikinci bölüm, Juan Peron’un ilk on yılını (1945-1955) anlatan “Peronizmin Tarihi” (20 dakika) ve Peronizm sonrası dönemi anlatan “Direniş” (100 dakika) olmak üzere iki alt bölümden oluşur. Son bölüm ise, birinci bölümle aynı adı taşır, “Şiddet ve Özgürlük”, ve 45 dakika sürer. Bu son bölümde, iki röportaj gösterilir ve birkaç mektup okunur. Devrim gerçekleşmedikçe, bu filmin sonunun olmadığı, olamayacağı vurgulanır. (1)

Yazarlar, emperyalist güçlerin bilimi, sanatı, kültürü, sinemayı kendi ideolojilerini yaymak için kullandıklarını bunun karşısında 3.dünya uluslarının devrimci bilim sanat kültür sineması olması gerektiğini savunmuşlardır.

Solanas ve Getino militan sinemalarını gerilla sineması olarak adlandırırlar ve üretim, dağıtım şekliyle ticari sinemadan tamamen ayrılırlar. Üretim ve dağıtım koşulları sıkı bir şekilde tanımlanırken filmin estetik boyutu devrimci amaçlar doğrultusunda olmak dışında bir koşula bağlanmamıştır. Anlatım serbesttir, yalnızca seyirci aktif hale getirilmelidir.

 Solanas ve Getino manifestolarında düşüncelerin ateşleyici fitili ve mücadelenin direkt bir politik aracı ve zaman mekân yaratıcısı olarak film anlayışını geliştirirler. Kaynak çalışma olarak Kızgın fırınların Saati 4 saat 20 dakikalık 3 bölümden ve 95 dakikalık birinci bölüm ise 13 bölümden oluşur. Ve bu bölümler filmi herhangi bir noktada, bölümde durdurup filmde ortaya atılan sorunların üzerine tartışılabilmesini de kolaylaştırır.

‘Üçüncü Sinema Manifestosu’, Arjantin’in, diğer Latin Amerika ülkelerinin ve genel olarak bütün Üçüncü Dünya ülkelerinin, sömürgeciliği atlatmış olsalar dahi, kültürel ve ekonomik olarak yeni-sömürgeciliğin etkisi altında olduğunu savunur. Dünya çapında bir özgürleşme hareketi Üçüncü Dünya’da şekillenecek, kültürün sömürgecilikten kurtulması ‘Ernesto Che Guevara’nın sembolü olduğu yeni insanın’ mücadele içerisinde oluşması sayesinde olacaktır.

“Üçüncü Sinema bir benzetmeyle; Tekelci Kapitalist Endüstriyel Sinemanın –Ben-, bağımsızlaşmaya çalışan ya da bağımsız olduğunu iddia eden ve tema olarak da örneğin; sıradan insanın sıradan hayatlarını resmeden Orta Sınıf aydının Sanat Sinemasının –Sen- olarak tabir edilebileceği koşullarda -O-’dur. ‘Ben’ ile ‘Sen’in ise her zaman aralarında bir ilişki diyalektiği vardır. Kimlikleri, kültürleri, düşünce yapıları farklılıklar bile gösterse aralarında bir ilişki vardır. Ve Üçüncü Sinema tam da bu noktada daha uzakta, bir nevi ‘öteki’ konumunda olan ve toplamda –Onlar-’ı ifade eden yoksul sınıfların, ezilen, sömürge, yarı sömürge veya yeni-sömürge ulusların, proletaryanın Sineması’dır.” (2)

Üçüncü Sinema Üçüncü Dünya ülkelerinde ortaya çıkmakla beraber, Üçüncü Dünya Sineması olarak da düşünülmemelidir. Çünkü onların sineması olarak, proletaryanın ve ezilen ulusların sineması olarak tüm dünyayı kapsayıcıdır.

“Üçüncü Sinema ezilen, sömürülen halkların ve proletaryanın yanında saf tutmuş, yaşam koşullarını, açlığını ve tokluğunu onlarla birleştirmiş ve bizzat kendisi bir silah haline gelmiş olan kamerasıyla, yalnızca onları resmetmek, gözlemek, izlemek değil, aynı zamanda onlarla beraber kolektif üretimle, anın içinde, eylemin mücadelenin içinde beraber var olan ve bununla da yetinmeyip ortaya çıkan ve bir mermiye dönüşen filmin erişilebilir, görülebilir, sunulabilir koşullarını bizzat yaratarak, gösterimin kendisini de yeni bir eylem ve mücadele aracı haline getiren orta sınıf entelektüelinin de politik sinemasıdır.” (a.g.y.)

Üçüncü Sinema’da amaç “Yalnızca dünyayı yorumlamak değil, onu değiştirmektir.”

“Üçüncü Sinema tam anlamıyla sağduyulu bir hassasiyetle tanımlanmamasına rağmen, onun iki özelliği özellikle faydalıdır ve bunların değerleri kalıcıdır. İlk özelliği esnek oluşu ve araştırma ve deneysellik halinde ısrarcı olmasıdır ki; bu da toplumsal mücadeledeki değişen dinamiklerin bu sinemaya uyarlanmasının daima söz konusu olmasını gerektirir. Sürekli değişen toplumsal süreçlerin bir parçası olması nedeniyle bu sinema bu süreçlerle birlikte değişmek zorundadır; bu da tüm toplumu kapsayan bir tanımı imkânsız kılar, hatta bu tanım yapılmak istenmez. İkinci faydalı yönü, bu temel esnekliği takip eder: Üçüncü Sinema’yla ilgili olan yegâne sabit şey onun hem anaakım hem de auteur sinemaların anlamlandırma sistemlerinin dışında tutulan toplumsal açıdan geçerli olan söylemi konuşmak isteme teşebbüsüdür.” (3)(17/10/2021)

------------------------------------------------------------------------------------------------

1) Kızgın Fırınların Saati ve üçüncü Sinema, (http://feymag.com/Haberler/Detay/Sinema/Kizgin-firinlarin-saati-ve-ucuncu-Sinema)

2) Üçüncü Sinema Üzerine, Tahsin Başkavak

(3) Üçüncü Sinema Meselesi: Notlar ve Düşünceler, Paul Willemen. Çeviri: Sinem Aydınlı, Damla Okay Yıldırım. (Sinecine 2015> 6 (1) Bahar)

                                                                                ***

    Fotoğraf: Gecelerin Ötesi filminden bir sahne 

Üç dünya ve Üçüncü Sinema(III)

Geçtiğimiz iki hafta 3. Sinema’nın başlangıç yıllarından günümüze yolculuğunu yazdık. Ek bilgilerle serüvenini anlatmayı tamamlayıp, Türkiye’de 3. Sinema konusuna geçelim.

1954’te Fransızlara karşı Vietnamlıların zaferi, 1959’daki Küba Devrimi ve 1962’de Cezayir’in bağımsızlığından hemen sonra Üçüncü Sinema ideolojisi ortaya çıkmıştır. “Üçüncü Sinema” kavramının orta çıkması 1960’ların sonunda ortaya çıkan manifestolarla, yazılarla olmuştur. Garcia Espinoza, Fernando Solanas, Octavio Getino gibi yönetmenler “Üçüncü Sinema” tanımının oluşmasındaki başlıca temsilcilerdi. 3. Sinema’nın ne olduğu, neleri gerektirdiği ve hangi filmlerin 3. Sinema kapsamında ele alınması gerektiği başlangıcından itibaren hep tartışıldı.

Glauber Rocha’nın “Açlığın Estetiği” (1969), Solanas ve Getino’nun “Üçüncü Sinema’ya Doğru” (1969) ve Julio Garcia Espinosa’nın “Mükemmel Olmayan Bir Sinema İçin” (1969) gibi manifestolar sinema anlayışında, anlatımında bir dönüşüm çağrısıdır. Farklı uluslardan, kültürlerden, sinemalardan olsa da manifestoların itirazı, kaygısı, önermesi ortaktır.

Manifestolarla oluşan bu sinema, ’60’ların diğer sinema hareketlerine göre politik açıdan çok daha solda, alternatif, bağımsız ve antiemperyalist bir sinemadır. Üçüncü Sinema genellikle ekonomik ve sosyal statü olarak toplumun alt kesimlerinin öykülerini beyaz perdeye aktarmaktadır.

Solanas ve Getino’nun militan sinema tanımına bağlı kalan Mike Wayne’ e göre 3. Sinema toplumsal ve kültürel özgürleştirmenin sinemasıdır. Emperyalizmin bir kolu olarak gelişen Hollywood’un, kapitalizmin propagandasını yapan filmleri, mücadelenin entelektüel alanda da yürütülmesi gerektiğini düşünen devrimcileri düzen sınırlarını aşan filmler yapmak üzere bir araya getirmiştir.

SOLANAS’DAN YILMAZ GÜNEY’E

“Arjantinli Yönetmen Fernando Solanas, sadece ülkesinin değil, tüm Latin Amerika’nın yüzlerce yıllık ezilmişlik tarihinin sinemadaki haykırışı olmuştur. Askeri diktatörlüğün ülke yönetimini ele geçirmesiyle, o çok sevdiği vatanından ayrılmak zorunda kalırken bile, “Ülkemden kopmuyorum ben, asla sessiz kalmayacağım” demiştir. Sinemadaki idolü, Luis Bunuel’di.

Solanas, diktatörlük sonrası ülkesine dönme şansı elde etse de yolculuğunun yeni bir dönemin başlangıcı olan filmini Fransa’da gerçekleştirir. Buraya ilk geldiğinde ona kucak açan yapımcı Patrick Lemarie’ye ve aynı yerde tanışıp arkadaş olduğu kendisi gibi sürgün Yılmaz Güney’e adadığı Tangolar’da Paris’e sığınmış bir grup Arjantinli sanatçı, tangonun efsanevi yıldızı Carlos Gardel’e ithafen bir gösteri hazırlamaya çalışır. Bir yandan gösterinin provalarını izlerken bir yandan da bu insanların geçicilik üzerine kurulu hayatlarına, ülkeleriyle bağlarını koruma çabasına, yabanda, sevdiklerinden uzak olmanın acısına ve diri tutmaya çalıştıkları umuda tanıklık ederiz. Sonrasında Latin Amerika sinemasının başyapıtlarından birine imza atar, Güney, “kendi yurdunda sürgün” olanlara, ülkede kalıp hayatları kökten değişen, yıllarını hapiste geçiren muhaliflere odaklanır.” (*)

Solanas’ın “Tangolar / Tangos, El exilio de Gardel” filmi, jeneriğindeki Yılmaz Güney’e ithaf yazısı yüzünden 1986’da Sinema Günleri’nde sansür kurulu tarafından yasaklanmıştı.

Solanas ve Getino’nun manifestoda tanımlamaya çalıştığı Üçüncü Sinema, sömürgeciliğe karşı mücadelede bir rol oynayacak, halkı aydınlatmakla kalmayıp harekete geçirecek devrimci sinemayı ifade etmektedir.

Teshome Gabriel’e göre de “Üçüncü Sinema coğrafyayla tanımlanan bir sinema değildir; bu öncelikle kendi sosyalist bakış açısıyla tanımlanan bir sinemadır.” Üçüncü Sinema, toplumsal ve kültürel özgürleşmeyi savunan bir sinemadır ve bu özgürleşmelerin sadece devlet politikasıyla başarılamayacağına vurgu yapar. Bahsedilen türdeki özgürleşmeler çok daha radikal bir dönüşümü gerektirmektedir. Sinema bu duruma, bir katkıda bulunma amacındaysa, bu sadece filmler aracılığıyla değil; yapım ve algılamada da bu dönüşümün etkinliği duyumsanmalıdır.

TÜRKİYE VE ÜÇÜNCÜ SİNEMA

Giderek birçok ülkede etkisini göstermeye başlayan Üçüncü Sinema hareketi, özellikle 1968’den itibaren Türkiye’de de etkisini göstermeye başlamıştır.

Türkiye’de Üçüncü Sinema 1960’ların ilk aylarına kadar gitmektedir. 1960-65 yılları arasında çekilen çok sayıdaki toplumsal gerçekçi filmde Üçüncü Sinema’nın izlerini görürüz.

Metin Erksan’ın “Gecelerin Ötesi’’ adlı filmi Demokrat Parti iktidarının henüz devrilmediği bir dönemde Menderes hükümetini ve onun programını eleştiren cesur bir eser olmuştur.

Toplumsal gerçekçi filmlerin ilk örneği, Metin Erksan’ın yönettiği Gecelerin Ötesi (1960), yaşanan toplumsal/bireysel dönüşümü yalın gerçekçi bir dille anlatan önemli bir filmdi. Filmde ideallerini gerçekleştirebilmek için ‘çete’leşen altı gencin öyküsü anlatılır. Farklı düşleri olan bu insanlar, ‘Kısa yoldan köşeyi dönme’ tohumlarının atıldığı, her mahallede bir milyoner yaratma söylemlerinin insanları etkilemeye başladığı günlerde, kendilerine mutluluk getireceğine inandıkları, ideallerini gerçekleştirmek için sahip olmaları gerektiğini düşündükleri parayı ‘çete’ kurup soygunlar yaparak elde etmeye çalışırlar.

Üçüncü Sinema’nın izlerini de gördüğümüz, “Yılanların Öcü”, “Otobüs Yolcuları”, “Şehirdeki Yabancı”, “Susuz Yaz”, “Kızgın Delikanlı, “Karanlıkta Uyananlar”, “Hızlı Yaşayanlar” ve “Bitmeyen Yol” filmlerini ’60’ların ilk yarısında yapılan toplumsal gerçekçi filmlerin önemli örnekleri olarak sıralayabiliriz.(24/10/2021)

-------------------------------------------------------------

(*) Yönetmen PortreleriFernando E. Solanas: Sürgünler, Güneyliler, Lanetliler Necati, Sönmez; (altyazi.net)

Üçüncü Sinema üzerine yazarken yararlandığım kaynaklar:

Politik Film: Üçüncü Sinema’nın Diyalektiği- Mike Wayne. Yordam Kitap, İstanbul: 2011, Çeviren: Ertan Yılmaz

Mert Kaplan; Üçüncü Sinemada Devrimci Kimliğin Sunumu: Türk sinemasından Örnekler

Gökhan Bak; Üçüncü Sinema ve Türkiye’deki Örneklerinden “Press” Filminin İncelenmesi

Mehmet Ali Sevimli; Üçüncü Sinema’ya Erden Kıral Filmleri Üzerinden Bir Bakış. Konya Sanat Dergisi, 2019; Sayı 2: 15-32 

                                                                                ***

   Ekran görüntüsü Umut filminden alınmıştır.

Üç dünya ve Üçüncü Sinema(IV)

Geçen hafta Üçüncü Sinema’nın Türkiye’deki yolculuğu için şu notu düşmüştük: “Türkiye’de Üçüncü Sinema 1960’ların ilk aylarına kadar gitmektedir. 1960-65 yılları arasında çekilen çok sayıdaki toplumsal gerçekçi filmde Üçüncü Sinema’nın izlerini görürüz. Metin Erksan’ın ‘Gecelerin Ötesi’ adlı filmi Demokrat Parti iktidarının henüz devrilmediği bir dönemde Menderes hükümetini ve onun programını eleştiren cesur bir eser olmuştur. Toplumsal gerçekçi filmlerin ilk örneği, Metin Erksan’ın yönettiği Gecelerin Ötesi (1960), yaşanan toplumsal/bireysel dönüşümü yalın gerçekçi bir dille anlatan önemli bir filmdi.

Üçüncü Sinema’nın izlerini de gördüğümüz, ‘Yılanların Öcü’, ‘Otobüs Yolcuları’, ‘Şehirdeki Yabancı’, ‘Susuz Yaz’, ‘Kızgın Delikanlı’, ‘Karanlıkta Uyananlar’, “Hızlı Yaşayanlar’ ve ‘Bitmeyen Yol’ filmlerini 60’ların ilk yarısında yapılan toplumsal gerçekçi filmlerin önemli örnekleri olarak sıralayabiliriz.”

Türkiye’de talepleri, itirazları, önermeleri ve manifestolarıyla Üçüncü Sinema’ya en yakın grup Genç “Sinema Hareketi” diyebiliriz.

GENÇ SİNEMA HAREKETİ

Onat Kutlar’ın öncülüğünde kurulan Türk Sinematek Derneği’nden ayrılan devrimci/sosyalist genç sinemacılar, 1968 yılında Genç Sinema hareketi adıyla anılan bir oluşum başlatırlar, aynı adla bir de dergi yayınlanmaya başlar.

Sinematek içinde yer alıp etkinliklere katılan, dünya sinemasının önemli filmlerini izleyen sinemayla ilgili gençler, edinebildikleri kameralarla kısa filmler çekmeye başlarlar. Çektikleri filmleri gösterebilme isteği Robert Koleji Sinema Kulübü’nün düzenlediği Hisar Kısa Film Yarışması’nın oluşmasını sağlar.

Genç Sinema’cılar Onat Kutlar’ın da desteğiyle Sinematek’te toplantılar yapar, sinema anlayışlarını, “Sinemaya yeni bir estetik getirmek ve ideolojik dönüşümü sağlamak için ne yapılabilir?”i tartışırlar.

1968 Baharı’nın sol/devrimci rüzgârı içinde de yer alan bu gençler farklı bir sinemanın adımlarını atabilmek için örgütlenmeye karar verirler ve bir bildiri yayınlayarak Genç Sinema adını verdikleri bir dergi yayınlamaya başlarlar. Dergi adının altında “Devrimci Sinema Dergisi” yazısı yer alır. Dergide Onat Kutlar, Ece Ayhan, Jak Şalom, Üstün Barışta ve Artun Yeres’in kaleme aldığı Genç Sinema Hareketi’nin sinema anlayışını oluşturan bildiri yayınlanır.

Bildiride yer alan maddelerden birkaçı şöyledir:

“Genç Sinema, elli yıllık bir deneyden sonra Türkiye’de sinema olayının yeniden ve kökten ele alınması gerektiği kanısındadır. Bu hesaplaşmanın tek amacı devrimci, halka dönük ve bağımsız bir sinemanın yaratılmasıdır. Bu amaçla aşağıdaki temel sorunları göz önünde tutarak, bilinçlenen halkın ve devrimci eylemin paralelinde bir sinemanın gerçekleştirilmesi ve halka ulaştırılması yolunda çaba göstereceğimizi bildiririz. (…)

2) Genç Sinema, var olan bu sinema düzenine karşı çıkar. Onun içinde bulunduğu toplumsal düzene karşı çıktığı gibi. Çünkü her iki düzen de insanı açıklamaktan, insanı amaçlamaktan uzak düşmüştür. Halkı hem maddi hem de manevi yanıyla sömürmekten öte bir amacı yoktur. Genç Sinema bu yüzden bağımsız olmalı, hiçbir koşul ve nedenle temel ilkelerinden ödün vermemelidir. (…)

4) Genç sinema yeryüzündeki bütün Yeşilçamlara kesinlikle karşıdır. Yeryüzünün neresinde olunursa olunsun gerçekte bir tek düşman vardır. Bu anlamdaki evrensellik ulusallık düşüncesiyle el eledir. Genç Sinema sağlam, yerine oturmuş ve gerçek sanat değerleri taşıyan bir ulusal yapıtın kendiliğinden evrensel boyutlar kazanacağına inanır.

Genç Sinemacılar” 

Dünyayı ve sinemayı dönüştürme isteklerini bildirileriyle açıklayan, bağımsız ve özgür sinema yapabilme isteğiyle yola çıkan Genç Sinemacılar, sokağı sinemaya yansıtabilmek için ellerinde bulabildikleri kameralarla sokağa çıkarlar. İmkânsızlıklar içinde dönemin koşullarını, gerçekliğini belgelemeye çalışırlar.

Devletin güvenlik güçleri de boş durmuyor, eylemleri filme alan polis kameraları Genç Sinemacılar’ı da ‘belgeliyordur’.

Bütün baskılara ve imkânsızlıklara karşın Kanlı Pazar, Anayasa Yürüyüşü, Gerze Tütün Mitingi, grev, boykot, toprak işgali gibi eylemleri, devrimci tiyatroların, sivil toplum kuruluşlarının sokak tiyatrosu gibi etkinliklerini, dayanışma gösterilerini kameraya alır, belgelerler. 12 Mart 1971 darbesinden Genç Sinema da payına düşeni alır. Derginin Galatasaray’daki merkezi basılır, filmlere el konur. Genç Sinema hareketi fiili olarak son bulur. Sonrasında Gerçek Sinema, Çağdaş Sinema gibi dergilerle Genç Sinema hareketi sürdürülmeye çalışılsa da başarılı olunamaz. 25 Şubat 1978 ‘de ellerindeki bütün cihazları ve çektikleri filmleri DİSK’e teslim etmeleriyle Genç Sinema hareketi tamamen son bulur.

YILMAZ GÜNEY SİNEMASI

Sinemamızda oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen yer alan ve bir döneme damgasını vurarak tarih yazarken, sinemamızı da dünyaya tanıtan Yılmaz Güney, 1970 yılında çektiği, başrolünde oynadığı “Üçüncü Sinema örneği olan “Umut” filmiyle yeni bir sinemanın ve izini sürecek genç yönetmenlerin de yolunu açmıştır.

Yılmaz Güney’in Yılmaz Pütün olarak öyküsü 1930’ların hemen başında, Adana’nın Yenice köyünde başlar. Yılmaz Pütün, lisedeyken And Film ve Kemal Film’de çalışmaya başlar. Bir yandan da öyküler yazıyordur. İktisat Fakültesi’nde okumak için İstanbul’a geldiğinde Yeşilçam’la da tanışır.

İstanbul’a geldikten sonra Atıf Yılmaz’la tanışan Yılmaz Güney sinemayla, sinema çevreleriyle daha sıkı ilişkiler kurar. İlk kez Atıf Yılmaz’ın yönettiği (Yılmaz Güney’in de asistanlık yaptığı ve senaryo çalışmalarına katıldığı) “Bu Vatanın Çocukları” ve “Alageyik” filmlerinde oyuncu olarak kamera karşısına çıkar, ilk yönetmenlik denemesini “At Avrat Silah” filmiyle yapar.

Ö. Lütfi Akad’ın yönettiği “Hudutların Kanunu”, Yılmaz Güney’in hem oyuncu olarak hem senaryo alanında önemli bir çıkış yaptığı film olur. Yönetmen olarak kamera arkasındaki önemli çıkışını da “Seyit Han” filmiyle yapar.

1970 yılında yönettiği, gerçeği yalın ve çarpıcı biçimde anlattığı “Umut” hem kendi sinemasında hem Türkiye sinemasında dönüm noktasını oluşturan bir başyapıt film olarak geçer tarihe. Filmde oyuncu olarak önceki filmlerindekinin aksine kahraman ya da kabadayı değil, bir anti-kahramandır.(31/10/2021)

Mesut Kara / Evrensel

Bütün zamanlar için: Ben bir barışseverim! - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

 

Ben bir barışseverim; çünkü bilirim ki savaşta en çok yoksullar ölür. 

Bilirim ki en çok çocukların hayalleri ölür. 

Bilirim ki kadınların ırzına geçilir. 

Bilirim ki sadece ve sadece zenginler (silah sanayisi ve ilaç sanayisi) öyle çok para kazanırlar ki onlar bu paraları harcasınlar diye yepyeni yat modelleri, uçak modelleri oluşturulur. 

Bilirim ki Tanrı’nın sevgili kulları sadece zenginlerdir ve onlar özel uçaklarıyla binlerce insanın öldüğü arazileri paylaşmak için uçaklarını son gaz uçururlar! 

Ben bir barışseverim; çünkü bilirim ki savaş binlerce yıllık dünya kültür mirasını acımasızca yok eder, yok edemediklerini de yağmalar; bir Sümer tanrısı bir silah tüccarının odasını süsler; bir Afrodit heykeli, metreslerinin sayısını bilmeyen bir ilaç zengininin kapı girişinde durur. Bazen yağmalanan heykellerin, eski paraların, tapınakların bana seslendiğini duyarım. Mutsuzdurlar çünkü geldikleri yerlerde küçücük çocuklar onların ayaklarına sarılıp “ölmemek için” dua etmişlerdir, bir mucize beklemişlerdir ama heykeller ağlayarak anlatırlar, ellerinden hiçbir şey gelmemiştir, giysilerine bulaşan kan, bütün yıkamalara rağmen silinmemiştir ve her gece bir küçük kız çocuğunun sesiyle uyanırlar: “Anne neredesin?

Ben bir barışseverim; çünkü bitkilerin, ağaçların dillerinden anlarım, bombalar onları yakar, özsularını yitirerek usul usul ölürler. Ölürken sessizce ağlarlar; çünkü artık kimseler onların bereketli yapraklarından faydalanmayacaktır. Kimseler onları toplayıp çocuklarına leziz yemekler yapmayacaktır. Kimseler artık kolu bacağı kırılan çocukların kırılan yerlerine soğan, sarmısak sarmayacaktır. Ve toprak usul usul ölecektir. 

Ben bir barışseverim; çünkü yaşamı severim. Karın hem tipi halini hem de lapa lapa yağmasını severim. Çocukların neşe çığlıkları atarak kaymalarını severim. Yaşlı genç insanların kartopu oynamalarını, kardan adamlar, kadınlar ve bin bir çeşit hayvan heykelleri yapmalarını severim. Karı pekmezle karıştırıp kaşıklamayı severim.

Ben bir barışseverim; çünkü mavi denizlerde yunuslarla yüzmeyi severim. Denizin büyük dalgalarla sahile vurmasını, doğanın bu inanılmaz gücünü severim. Uzun yol gemilerinin dalgalar arasında kahramanca yol almasını severim, bir de güneşin batışını sakin bir kıyıda yudum yudum içmeyi severim. 

Ben bir barışseverim; çünkü sonbaharda sararıp yere düşmüş yaprakların üstünde yuvarlanmayı severim. Hep birlikte yuvarlandığımız çocukların yaprakların hışırtılarına karışan seslerini severim. Yağmurda usul usul yürümeyi severim. Dostlarımın eylüldeki doğum günümü kutlamalarını severim. Yaş almayı severim de yaşlanmayı sevmem. Ve yeryüzü bana öylesine güzellikler sunar ki gökyüzüne bakıp minnetle mırıldanırım.

Ben bir barışseverim; çünkü mesaiden çıkmış işçilerin mutlu gülümsemelerini severim. Evine ekmek götüren bir babanın sevincini kırk metre uzaktan hissederim. Sevgilisiyle buluşacak bir tamirci çırağının heyecanını, saçına jöle sürmesini ve en yeni ayakkabılarını giyerken yüzümde beliren çapkın gülümsemeyi izlemeyi severim. Trikotaj işçisi kızların kıkırdayarak gizli gizli sevgililerinden söz etmesine bayılırım. 

Ben bir barışseverim; çünkü nehirlerin türküsünü severim. O nehirler ki savaşların görgü tanıklarıdır. Sularının günlerce kan akıttığını yürekleri sızlayarak görmüşlerdir. Bu nedenle nehirler kırmızıyı hiç sevmez. Onlar sularına atlayan çocukların neşe dolu seslerini severler, bir de sessizliği; çünkü top sesleri, bomba sesleri onların sakin akışlarına bir ok gibi saplanır. O anda akmamak isterler, o anda yeryüzü tanrılarına dua etmek isterler, suları kan akmasın diye.

Ben bir barışseverim; çünkü evimi severim. Yeryüzünün her yerinden getirdiğim kuşlarımla, heykellerimle sabah vakti, konuşmayı severim. Hele de kuşlarımın sırtına binip Peru’nun sarp dağlarına, Moğolistan’ın çöllerine gitmek, en sevdiğim işlerden biridir. Evim bir bombayla yıkılsın istemem! Çünkü bombalar evleri yıkar ve anılarımızı yok eder. İşte bu saydığım nedenlerden ötürü ben bir barışseverim ve yeryüzünün her yerinde dostlarım olduğunu bilirim ve hep birlikte, her zaman haykırırız: 

Savaşa HAYIR! 

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET