13 Kasım 2021 Cumartesi

Devlet mafyası - Orhan Gökdemir / SOL

 'AKP’nin katkısı devletle mafyayı birbirinden ayıran yasallığı bütünüyle ortadan kaldırmış olmasıdır. Mafya bir güç düzenidir. Artık tanık olduğunuz şey devlet mafyası veya mafya devletidir.'

Mafya nedir? Her şeyden önce bir devlet modelidir. Tıpkı devlet gibi büyük paralara hükmeder, silahlıdır, içine girip çıkmak kurallara bağlıdır, hiyerarşiktir, istediğini yaptırmak için zora başvurabilir, kendi hukuku vardır. “Cosa Nostra” (Sicilya mafyası) ile ilgili bir çalışmada bu şöyle ifade ediliyor: “Mafya bir güç düzenidir. Gücün ifadesini, gücün eğretilemesini, gücün patolojisini taşır. Mafya, ‘devlet’in trajik bir şekilde yeteriz kaldığı topraklarda, devletin yerine geçer. Onun işini görür. Mafya bir ekonomik düzendir. Öteden beri karanlık eylemlerle bağlantılıdır, düzenli bir verim ve kazanç sağlar. Mafya, bir suç örgütü olarak Sicilya değerlerini kullanır ve onları da aşar. Hemşerilik anlayışının erimeye yüz tuttuğu, bir topluluğa bağlı olma gereksiniminin güç kazandığı bir dünyada, mafya, gelecek umudu veren bir modeldir.” Demek mafya deyince basit bir suç organizasyonunda söz etmiyoruz, devlete yakın bir sosyal organizmadır. 

Tarihlerinde “iş birliği” de var. Amerikan ordusu ve donanması Sicilya çıkarmasına hazırlanmaktaydı. Stratejik Hizmetler Bürosu (OSS, CIA’nın babası) bölgede beşinci kolu oluşturmakla görevlendirildi. Bu kol çıkarma kuvvetlerini karşılayacak ve hedeflerine varmalarında rehberlik edecekti. 1943’te, savaşın ortasında, buluştular. OSS, başta Lucky Luciano olmak üzere New York’ta yerleşik Sicilya asıllı mafya babaları ile masaya oturdu, pazarlık yaptı. Sonuçta yerel mafyanın rehberliğinde adaya çıktılar, başarı kazandılar. Mafya sayesindedir. 

Tabii bu hizmetin karşılığı da vardı. Amerikan ordularını karşılayan mafyozlardan Sicilyalı “baba” çelimsiz Calogero Vizzini, komutana bu işte rol üstlenen “şerefli insanların” bir listesini verdi. Amerikan karargâhı listede adı geçen “mafioso”ları adanın çeşitli kent ve kasabalarına belediye başkanı olarak atadı. Hatta Don Calogero’ya Amerikan ordusunun “onursal albayı” rütbesi verildi. Haliyle İtalya’da “Birinci Cumhuriyet” döneminde Sicilya mafyası şaşırtıcı bir dokunulmazlığa sahipti. Komünizme şiddetle karşı olan babalar Roma yöneticileri tarafından gözetilmesi gereken kişiler olarak görülüyor ve sadık müttefikler olarak değerlendiriliyorlardı. Bu iş birliği siyasi olarak faydalıydı da. 1945’ten 1992’ye kadar ülkeyi yöneten Hıristiyan Demokratlar, babalarla olan yakınlıkları sonucunda, ülkenin güneyinden rahat çoğunluklar çıkarttı. Böylece devlet mafyalaşırken, mafya da devletleşmişti.

Örgütlenmede ikinci ayak kurumsal dindi. Kontrgerilla örgütlenmesi faaliyet gösterdiği bütün ülkelerde mafyanın yanı sıra dinsel gericiliği ve faşist paramiliter kuruluşları büyük bir dikkatle örgütlemiş, cepheye sürmüştür. İtalya bir laboratuvardı, mafya, sağcı paramiliter örgütler ve Vatikan aynı örgüt içinde bir araya getirilmişti. CIA marifetiyle Faşist Mussolini döneminin polis teşkilatını yeniden örgütleyerek yeni çeteler yarattılar. Bunları kontrgerilla konseptine göre eğittiler, birçok terörist eylemde kullandılar ve bütün bu eylemleri istinasız solun üstüne yıktılar. Sonradan Gladio diye ünlenen bu kuruluş ABD’ye bağlı bir “gölge hükümet”ti. Komünistlerin iktidara gelmesi durumunda mevcut hükümet devrilip ülke yönetimi onlara devredilecekti. Bu yüzden milyonlarca dolarlarla ifade edilen kara para Gladio ve P-2’nin emrine verildi. İtalya, Süper NATO için bir laboratuvar haline bu yöntemlerle getirildi. Aslı devlet mafyası veya mafya devletidir.

***

CIA, bu paralel örgütü İtalya’yı istikrarsızlaştırma ve terörize etmenin yanında dış operasyonlarda da kullanmıştı. Özellikle Vatikan aracılığıyla Polonya’da sosyalist rejimi yıkmak için operasyonlar yapılmış, bu amaçla "Dayanışma Sendikası”na milyonlarca dolar aktarılmıştı. Dayanışma’nın Semizdat’ı- yeraltı basını- Amerikan dolarlarıyla finanse edilmişti. Her şey Komünizmi engellemek içindir. 

Tabii karanlığa sığınmanın yan etkileri de vardı. Vatikan bu operasyon nedeniyle cinayet ve suikastlarla tanıştı. Operasyona karşı çıkan “sol eğilimli” Papa I. Paul bu makamda ancak 33 gün kalabildi ve “ani bir şekilde” öldü. Yerine gelen Papa II. Jean Paul Polonyalıydı, operasyonu destekledi. Skandal ortaya çıkınca çekimser kaldı ve vuruldu. Vuran bir başka Gladionun adamıydı, tetikçi Türkiye’den getirtilmişti. Devlet mafyası aynı zamanda uluslararası bir yapılanmadır.

***

Bizde mahalle arası kabadayılığı olarak başladı, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla büyüyüp serpildi. Sonra onların da yolu devletle kesişti. Mafya 12 Mart darbesinden bu yana yarı resmi bir organizasyondur. 

Bu organizasyonu devlete bulaştıranlar ve devletle buluşturanlar Şükrü Balcı, Hiram Abas, Mehmet Ağar ve Mehmet Eymür gibi devlet görevlileridir. Her biri MİT’in ve Emniyet’in etkili şahsiyetleriydi. Bir yandan mafyanın iş ve ilişkilerinden yararlandılar, öbür yandan tıpkı İtalya’da olduğu gibi Komünizm tehlikesine karşı fiili bir güç odağı olarak cepheye sürdüler.  

Haliyle İtalya’da veya Türkiye’de, bu tarihe değin ne varsa bir şekilde CIA ile bağlantılıdır. Bu bağlantıyı eski CIA Ajanı Philip Agee şöyle anlatıyor: “CIA uzun yıllardan beri Milli İstihbarat Teşkilatı ile çok yoğun bir işbirliği içindedir. Bu örgütün eğitimi; ilerlemesi ve donatılmasını CIA sağlar. CIA’nın Türkiye’deki görevi ‘Doğu Bloğu ülkelerinin misyon ve operasyonlarını’ kontrol etmek, bu ülkenin NATO ile bağlarını güçlendirmek ve ‘Amerika’nın kapitalist hegemonyasının’ devamını sağlamaktır. Tabi bu arada her yerde olduğu gibi ‘Komünizm ve aşırı sol hareketi kontrol ederek’ ABD çıkarları için tehlikeli hale gelmelerini önlemektir.” Sadece MİT değil, emniyet teşkilatı ve ordu da CIA’nın yakın ilgi alanındadır. İstihbaratçılar, generaller, polis şefleri onlar tarafından eğitilmekte ve yönlendirilmektedir. Bu yüzden her NATO ülkesinin bir P-2’si ve her NATO ülkenin bir Milli Güvenlik Komisyonu vardır. Ve elbette “paralel bir örgütlenme”dir bu, yasadışıdır, tek merkezden yönetilmektedir ve bilinmeyen bağlılıkları vardır. İtalya’daki karanlık eylemlerin içinde Mehmet Ali Ağca gibi bir şaşkına rastlamamız işte bundandır. 

***

Devletin ve onun silahlı güçlerinin halkla ilişkilendirilmesi Büyük Fransız Devrimi ile birlikte oldu. Bugün dünyanın ezilen ve sömürülen yoksul halkları o devletle değil, onun “modern” bir haliyle karşı karşıya. Düzenin bekasını sağlamak “karşı devrim”in ülke içinde ve dışında örgütlenmesini zorunlu kılıyor çünkü. Devletin “modern” haline damgasını vuran bu sınıfsal ihtiyaç, artık karşıdevrimci olan bir sınıfın varlığının sürdürülmesi ve korunmasıdır. Haliyle mafya ve kirli işleri devlet için zararlı bir faaliyet olmaktan çoktan çıkmıştır.

Düzenin mafyalaşmasının doruğuna ulaştığı bu “modern zamanlarda” dünya üzerinde istihbarat örgütlerinin bilgisi ve kontrolü dışında uyuşturucu ticareti yapılamayacağı tartışılmaz bir gerçek olarak kabul görüyor. Kapitalizmi yöneten kâr hırsının en çıplak biçimi olan “kirli işler” yeni ve verimli bir sektördür. Bu yüzden “Killerkapitalizmus” (katiller kapitalizmi) kavramı siyasal-iktisat literatüründe yerini aldı. Önüne çıkan kim olursa olsun öldürürler. CIA, artık şaka yollu olarak “Cocaine Import Agency” olarak anılıyor. Burjuva devletin modern halidir!

Ve en nihayet bütün dünyanın halkları, devlet şemsiyesi altında toplanmış organize suç şebekelerinin tahakkümü altındadır. Ulusal örgütlerde faaliyet gösteren şebekelerin uluslar ötesi bağlantıları vardır, kendi halkları ile mücadele içinde oluşları ile bu konumları birbirleriyle örtüşmektedir.

***

Yakın Türkiye tarihine bir de böyle bakmakta fayda vardır. “Siyasi bilincin ekonomik gelişmenin önüne geçmesinden” endişelenen darbeciler 12 Mart’ta arayıp mafyayı bulmuş, onlarla karanlık anlaşmalar yapmıştır. 12 Eylül’den sonra mafya devletin içindedir. 1. MİT Raporu, gerçekte devlet-mafya ilişkileri raporudur. Susurluk’ta ortaya çıkan devlet ile mafya arasındaki zina ilişkisidir. Türkiye’de devletten ayrı veya bağımsız bir mafya yoktur. Hepsi devletin himayesinde iş görür, ceplerinde devletin pasaportlarını taşır, devletin ihtiyacı olduğunda koşmaları ondandır. 


Geldik bugüne. Alaattin Çakıcı, Sedat Peker veya Kürşat Yılmaz da devletten ayrı varlıklar değildir. Yaygın tabirle “Ülkücü Mafya”, 1990’lı yıllarda Kürt kökenli mafya yerine, onlardan boşalan yerleri tutsunlar diye bu göreve devlet eliyle atanmışlardır. Köksüzdürler, atanmıştırlar. 

AKP’nin katkısı ise devletle mafyayı birbirinden ayıran yasallığı bütünüyle ortadan kaldırmış olmasıdır. Mafya bir güç düzenidir. Gücün ifadesini, gücün eğretilemesini, gücün patolojisini taşır. Mafya, “devlet”in trajik bir şekilde yeteriz kaldığı topraklarda, devletin yerine geçer. Onun işini görür. Mafya bir ekonomik düzendir… Hukukun yokluğunda devlet ile aralarında bir fark kalmaz, ayırmak imkansızlaşır. Artık mafya yoktur, tanık olduğunuz şey devlet mafyası veya mafya devletidir. 

Orhan Gökdemir / SOL

Donbass’ta kışkırtma - Erhan Nalçacı / SOL

'Büyük resme bakınca NATO ve ABD’nin Belarus ve Karadeniz kışkırtmaları ile Donbass’taki sürecin uyumlu olduğunu görüyoruz.' 


Batı emperyalizminin Rusya kuşatmasında Donbass bölgesindeki gerilimi arttıran kışkırtmaların tehlikeli bir boyut kazandığı görülüyor.

Halkların tarihinde duygusal yükü yüksek coğrafyalar oluşur ve bu tip mekanlarda gerilimi artırmak ve bir kışkırtma hazırlamak daha kolay hale gelir. Örnek olarak, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Verdun’un rolünden daha önce bahsetmiştik.

Donbass da özel ve duygu yüklü bir coğrafyadır. 

Lenin daha sosyalist kuruluşun başında “Donetsk olmasa sosyalizmin kuruluşu hayalden ibaret kalırdı” demişti. Gerçekten Don Kazaklarının yaşadığı bu kırsal bölge sosyalizmin hemen başında gelişkin bir sanayi bölgesi haline gelmiş ve Sovyetler Birliği’nin geri kalanının sanayileşmesinde kritik bir rol oynamıştır. Donbass’ta çıkarılan kaliteli kömürün ve çelik fabrikalarının etkisi her yerde hissedilmiştir.

Sosyalist kuruluşun unutulmaz öncüsü Stakhanov Donbass’ta maden işçisidir. Bir günde büyük bir yaşam disiplini ile 102 ton kömür çıkarınca Sovyetlerde Stakhanov Hareketi başlamış, Sovyetler Birliği Komünist Partisi 1935’te Öncü İşçiler Konferansı’nı toplamıştır.

Nazi işgali Ukraynalı faşist çeteleri de yedekleyerek Donbass’ı birkaç yıl için Sovyetlerden koparır, bütün maden ve sanayi tesisleri imha olur.

Ancak 1943’te Kızıl Ordu Donbass’ı geri alır. Hızla yeniden üretime dönmek için büyük irade gerekmektedir. Sadece eski ismi Stalino olan Donetsk’deki su basmış kömür madeninden 10 km uzunluğu, 7 km genişliği ve 10 m derinliği olan bir göl yaratacak şekilde su boşaltmak gerekecektir.

Aşağıdaki fotoğrafta “Donbass Kurtarıcılarına” isimli heykel görülüyor. Heykelde bir maden işçisi ve Kızıl Ordu askeri Donetsk’i selamlıyorlar. 

     Donetsk’teki 18 metre yüksekliğinde bakırdan yapılmış heykel 1984’te Zafer’in 39. yıl dönümünde açıldı.

Donbass bölgesinin iki önemli kenti Donetsk ve Luhansk gözde tam olarak canlanmıyor, kırsal kesim mi, kasaba mı, kent mi bu mesafeden ve malum medyanın etkisiyle anlaşılmıyor. Oysa Donetsk 2 milyon, Luhansk 400 bin civarındaki nüfusları, güçlü sendikaları, sanayisi ve üniversiteleri ile Sovyet mirasını koruyan kentler.  

Batı emperyalizminin eski Sovyet topraklarına yaptığı operasyonda Donbass bölgesinin bir gerilim odağı haline gelmesine şaşmamak gerekiyor. 

2014’teki faşist çetelerin hatta suikast timlerinin kullanıldığı darbe ile Ukrayna devleti Batı emperyalizminin bir aparatı haline getirildi. Faşist kavramı günümüzde yerli yersiz kullanılıyor, özellikle gericileşmiş ve her şeyi yutmak isteyen sermayenin hırsları doğrultusunda çalışan siyasilerine “faşist” demek adet oldu. Oysa Ukrayna gerçekten klasik anlamda faşist çetelere emanet edilmiş durumda.

Kiev’deki faşist darbenin yaşandığı mekân olan Meydan’da gösteriler sürerken, Donetsk’de Lenin alanında Anti-Meydan gösterileri kızıl bayraklar eşliğinde yapılıyordu. Sonuçta halk hareketi Donetsk ve eski adı Voroşilovgrad olan Luhansk’da devlet dairelerini bastı ve yönetimi üzerine aldı. Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyet’leri bu şekilde oluştu. 

Aşağıdaki haritada Donbass bölgesinde Ukrayna ordusunun bulunduğu alan ve Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetleri’nin sınırları görülüyor. Ayrıca 2014’ten bu yana devam eden çatışma sınırı da izleniyor.

2014’te Ukrayna’daki faşist darbe sonrasında kurulan ve Ukrayna’dan bağımsızlıklarını ilan eden Donbass bölgesindeki Donetsk Halk Cumhuriyeti ve Luhansk Halk Cumhuriyeti’nin sınırları görülüyor. 2014’ten bu yana kırmızı çizgiyle gösterilen çatışma alanı başlıca bir kışkırtma bölgesi haline geldi.

İki Halk Cumhuriyetinin fiilen kurulmasında Rus etkisi olmadığını düşünmek saflık olur. Öte yandan Donbass Ukrayna Komünist Partisi’nin en güçlü olduğu yerlerden biriydi. Rusya’daki komünist partileri de buradaki anti-faşist milis güçlerine destek verdiler. Uluslararası tugaylarda farklı ülkelerden çok sayıda devrimci savaşa katıldı.

Bütün bunlar iki Halk Cumhuriyeti’nin sosyalist karakterli olduğunu düşündürmesin. Bu süreçte komünistlerin Putin’in Rus milliyetçiliğinden ne kadar bağımsız bir mevzi elde edebildiğini de kestiremiyoruz. Zaten Putin dönemi Rus milliyetçiliği Sovyet tarihinin unsurlarını sınıflar üstü olarak büyük Rus tarihi içinde eritmeyi deniyor.

Ama sonuçta Ukrayna’da bütün Lenin heykelleri ve Zafer anıtları faşistler tarafından yıkılırken Halk Cumhuriyetleri’nde hepsi ayakta duruyor.

Kışkırtma ise bütün gücüyle sürüyor.

Minsk Anlaşmasına göre 30 km genişliğindeki gri bölgeye anlaşmayı ihlal eden Ukrayna ordusu son birkaç ay içinde giriş yaptı ve çatışmalar arttı.

Geçenlerde faşist çetelerin liderlerinden Yaroş’un Ukrayna Ordusu Baş Komutan danışmanlığına atandığına dair haberler geldi.

Ukrayna’nın her yerinde faşist çeteler gövde gösterileri yaparken Rusya ile şöyle ya da böyle arabuluculuk yapan ana muhalefet partisinin siyaset yasaklandı, Rusya ile hemen bütün bağlar kopmuş oldu.

ABD yetkilileri her türlü silahın Ukrayna’ya satılmasına izin verilmesini istemesi ayrıca kaydedilmeli.

Türkiye’den satın alınan SİHA’ların Minsk Anlaşması’na göre yasak olmasına rağmen Donbass’ta kullanılması gerilimi iyice arttırdı.

Çavuşoğlu’nun “bu silahlar artık Türkiye’ye ait değil, Ukrayna ne isterse onu yapar” demesi ise çok şansız oldu. Çünkü zaten bir ülkenin sermaye sınıfının silah üretmesi ve silah tüccarı haline gelmesi bölgesinde kışkırtıcı bir rol oynamaya başladığını gösterir.

Ayrıca ilkesel olarak faşistlere silah satılmaz.

Ama diyeceksiniz, ilkeli bir sermaye sınıfı mı kaldı? Sanırız son ilkeli burjuva siyasetçisi Robespierre’di. O da katledilince, her türlü ilkesizlik düzene hâkim oldu, İspanya İç Savaşı’nda Franko’ya, İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’e silah malzemesi satanlar unutulmadı.

Büyük resme bakınca NATO ve ABD’nin Belarus ve Karadeniz kışkırtmaları ile Donbass’taki sürecin uyumlu olduğunu görüyoruz. İzleyip nereye varacağını anlamaya çalışacağız.

Erhan Nalçacı / SOL



Tarihten kaçmakla olmuyor - Aydemir Güler / SOL

'Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü itibarsızlaştırmayı amaçlayan tezler solun içinde barınamaz. İlericilik ve gericilik arasında bir kavga sürmektedir ve solun yeri ilericiliğin merkezi, ön safıdır.' 

29 Ekim geçti. Sonra 10 Kasım… Takvim bu; döner ha döner ve her yıl Cumhuriyet’in ilanı ile Atatürk’ün yaşamını yitirmesinin yıldönümleri birbirini izler. Ve tartışırız…

Bir açıdan bakıldığında sanırsınız ki, “sol tartışıyor”. Bir izlenime göre solda bir tarafta Cumhuriyet’i hafife alanlar, hatta meşru bulmayanlar, Mustafa Kemal’i bir zalim olarak görenler, diğer taraftaysa tersine Cumhuriyet’i sahiplenen, hem ulusal kurtuluşa hem de ona imza atan lidere saygıyla yaklaşanlar vardır ve tartışma bunlar arasındadır… 

Aslında bu bir bakıma, kaynağı açısından “iyi” bir yanılsama sayılır. Solun sözü, her zaman fiziki olarak kapladığı alanın çok ötesine yayıldığı için tartışmanın aslında bir ilericilik-gericilik çatışması olduğu görülmeyebilmektedir. Gerçekten de sağın tartışmaya değer nasıl bir fikri olabilir ki! Doğru dürüst bir tartışmanın olsa olsa solda yapılacağı düşüncesi kulağa hiç de fena gelmemektedir. 

Ama “sol içi tartışma” yanılsamasının sonuçları bu örnekte hayırlı olmaz. Çünkü, bütün açıklığıyla söyleyeyim, 29 Ekim-10 Kasım başlığında tarihin gerçeklerinden kaçarak solcu olunamaz. Kimi solcular geçmişte çeşitli momentlerde yanlış yapmış olabilirler, bu başka. İlericilik-gericilik saflaşmasında gericilik yakasına yerleşenlerse, sola istifalarını vermiş olurlar. Yanlış anlaşılmasın, birilerinin başkalarını soldan ihraç etmesinden söz etmiyorum. Kast ettiğim, daha ağırı, tarihin hükmüdür.

Nedir tarihin hükmü? Kim bu istifacılarımız? Bu iki sorunun dışında bir üçüncü nokta olarak, TKP’nin yalnızca bugününe değil bütünsel tarihine yönelik ortaya atılan “Kemalistlik” suçlamasına da değinmek durumundayım. 

Tarihin hükmü nesnel ilerlemenin toplumsal bilince yansımasıyla oluşur. Karşıdevrim dalgaları bu bilinci topa tutar. Örnek Latin alfabesine geçiş olsun. “Bir gecede cahilleştik” zırvalığı, öncesinde Rus, Fransız, İngiliz edebiyatı gibi devasa bir birikim olsaydı, hani üstünde durmaya değebilirdi. Üstelik Türkiye’de okuryazarlık neredeyse ihmal edilebilir düzeyde düşüktü… Latin alfabesi ile zorunlu temel eğitimin organize edilmesi çakışmıştır ve ortaya böyle böyle bir toplumsal bilinç çıkmıştır. Bu bilince göre “yeni alfabe geniş halk kitlelerinin yararınadır.” Nokta! Nesnel ilerleme de gerçektir, bunun yansısı da çok sağlam ve doğrudur. Tarihin hükmü bu. Bunu yıkmak için ne 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezi, ne son yirmi yılın şeriatçılığı işe yaradı. 

Sömürge olmak mı ulusal kurtuluş mu; işte böyle bir hükmün konusu olmuştur, sonuç bellidir. Seçilmiş bir Meclise ve genel oya dayanan yönetim mi, yoksa hanedanlık, sultanlık mı sorusunun yanıtı, yine tarihen ve toplum tarafından verilmiştir. Cuntacılar eliyle, liberaller eliyle, emperyalistler eliyle dinsellik ortaya salınmış, laiklik delik deşik edilmiştir, ama tam becerdiklerini sandıklarında ortaya bir halk laisizmi çıkıvermiştir. 

Türkiye ilericiliği bu dirençli damarlardan beslenir. İlericiliğin içeriği büyük sınavdan geçerek oluşmuştur. Bize özgü de değildir bu mekanizma. Kimse Fransız Devrimi’nin “büyük” sıfatını elinden alamadı. Veya ilgili coğrafyalarda Jose Marti’siz, Simon Bolivar’sız bir ilericilik düşünülemiyor. Rusya’yı Stalin’siz düşünmek asla mümkün olmayacak, belli artık bu…

Sol içi bir tartışma bu zeminde, gayet belirgin sınırların içinde yapılabilir ancak. O yüzden başta değindiğim izlenim doğru değildir. Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü itibarsızlaştırmayı amaçlayan tezler solun içinde barınamaz. İlericilik ve gericilik arasında bir kavga sürmektedir ve solun yeri ilericiliğin merkezi, ön safıdır.

Yine de tarihsel ilerlemeyi itibarsızlaştırmaya hizmet eden tezlerin sahipleri kendilerini solcu sayıyorsa, bir umut onları tutmaya, düzeltmeye, sınanmış zemine çekmeye çalışırız. Yorulmadan, tekrar tekrar anlatırız. Ama emeğin, umudun ve sabrın da sınırı vardır. İdris Küçükömer’in her şeyi tersyüz eden Düzenin Yabancılaşması kitabının yansıttığı üzücü kafa karışıklığını, zamanında zihin açıcı tartışmalara vesile olduğu için, diyelim ki hoş gördük. Ama o kadar. O yoldan devam edip Erdoğan’ı demokratik devrimci ilan eden Birikimcileri ve Tarafçıları sol saymak ahmaklıktır. Yirmili yaşlarında burjuva düzeninin içinden halka yararlı bir şey çıkmayacağını keşfeden 68 kuşağının kimi unsurlarının kabına zarar öfkesini, diyelim o günlerin devrimci arayışı affettirdi. Ama gerçekten o kadar. İşi “zaten Kurtuluş Savaşı da yoktu”ya, “Cumhuriyet de halk düşmanıydı”ya, “laiklik özgürlükçü değildi, inananları ezdi”ye götürmek ilericilik zeminini terk etmek demektir. 

Bunlar tarihten kaçış tezleridir. Yalnızca duvara çarpmaya mahkûm değillerdir; bu kadarı hüzünlü olurdu… Bu görüşlerin arkasında bağımsızlık mücadelemizden intikam almaya yeminli emperyalizm vardır. Bu tezlerin arkasında emekçilerin yurttaşlık haklarını öteki dünya umuduyla değiş tokuş etmek isteyen sömürücü sermaye sınıfı vardır. Onlarla kavgalıyız. Bağımsızlığı, yurttaşlığı, laikliği eksik yapanlar ile bunların kanlı bıçaklı düşmanlarına eşit mesafede falan değiliz. Biz iyisini yapacağız. İyisini yaptığımızda tarihin hükmünü içinde hisseden büyük insan çoğunluğu bizimle beraber olacak, biliyoruz.  

Bir köşe yazısının sınırları içinde, artık son noktaya gelmek zorundayım. Türkiye Komünist Partisi’nin tarihin hükmünü esas aldığı doğru, Kemalist olduğu yalandır. TKP onlarca yıl boyunca bir burjuva devrimi olduğunu bildiği Cumhuriyet’in doğru devrimci eleştirisini aramış, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum yaratmak için, işçi sınıfının iktidarına sıçramak için, daha ileriye sıçramak için kanal açmaya çalışmıştır. Bu uğraşın çeşitli momentlerinde somut pozisyonlar formüle ederken soyut doğrunun kimi zaman sağına, bazen de soluna düştüğü(müz) olmuştur. Ama ne tarihsel ilerlemenin gerisine dönmeyi düşündük, ne mevcutla yetinmeyi kabullendik.

Bunları geçmişe ilişkin olarak ve geleceği daha eksiksiz örmek için biz tartışırız. “Solun içinde” tartışırız. Verimli olduğu sürece hep de devam ederiz…

Ama 2021’de kâh yüz kâh kırk yıl öncesine göndermelerle her yıl yeni baştan komünizme saldırılmasına pabuç bırakmayız. Kimse kusura bakmasın, Türkiye’nin komünistleri olarak, soyut doğrunun kimi zaman sağına, bazen de soluna düştüğümüz momentleri çoktan geçmişte bıraktık. Nereden geldiğimizi, ayaklarımızı nereye bastığımızı, nereye yürüdüğümüzü biliyoruz. 

Aydemir Güler / SOL

12 Kasım 2021 Cuma

Yerli savaş uçağı açıklamaları ne anlama geliyor? + Altay tankı için teknoloji transferine ABD engeli iddiası / SOL

Yerli savaş uçağı açıklamaları ne anlama geliyor? (OKAN ATAER-SOL/Görüş) 

TUSAŞ Türk Havacılık ve Uzay Sanayi AŞ Genel Müdürü Temel Kotil'in yerli savaş uçağı üretimi konusundaki açıklamaları tartışma yarattı. Peki bu açıklamalar gerçekçi mi?


TUSAŞ Türk Havacılık ve Uzay Sanayi AŞ Genel Müdürü Temel Kotil canlı yayına katıldığı bir televizyon kanalındaki açıklamalarıyla yeniden gündeme girmiş oldu. Son dönemde atmış olduğu tweet Ahmet Hakan tarafından bile pek anlaşılamadığından olsa gerek bu kez canlı yayında meramını anlatmaya çalıştı. Ancak iç siyasetin toz duman olduğu, ekonomik krizin dip noktasının hala gözükmediği bir yıkım içindeki ülkemizde savunma sanayiinin konuşulması/konuşturulmak istenmesinin çok manidar olduğu dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır. Bu bilgi notunu da ekleyerek Kotil’in açıklamalarına ve bunların bizde çağrıştırdıklarına geçelim…

Bir isimlendirme denemesi

Önce herhalde firmanın adıyla başlamak lazım. Bir ara TAİ (TUSAŞ Aerospace Industries kısaltması) denen kuruma neden artık bu isimle hitap edilmiyor? Kuruluşunun ardından şahlanma dönemini Özallı yıllarda yaşayan kurumun bu dönemde doğrudan Amerikan sermayesiyle tanıştığı biliniyor. Şirketin azımsanmayacak büyüklükteki bir ortağı olan kurum adıyla sanıyla Lockheed Martin. Bugün dünyadaki en kârlı silah şirketlerinden birisi olan Lockheed Martin’in hisseleri 2005 yılında tamamen satın alındı ve şirket günümüzdeki mali yapısına kavuştu. Herhalde bugün kamuoyuna tam anlamıyla yerli ve milli hissettirecek bir isimlendirme tercih ediliyor.

Ahmet Hakan’dan “yapıcı” eleştiriler

Temel Kotil tarafından geçtiğimiz günlerde atılan tweet anlaşılamadı demiştik. Düzen yanlısı kalemlerden Ahmet Hakan da konuya “yapıcı” bir şekilde yaklaşmış ve 5 Kasım 2021 tarihli yazısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’I övdükten sonra Kotil’I eleştirmişti:

Bu açıdan bakıldığında Temel Kotil’in yaptığı tam bir iletişim faciası.

*

Paylaştığı fotoğraftaki parça, milli muharip uçak iddiasıyla pek bağdaşmıyor gibi. Fotoğrafı paylaşılan teknik aksam, konuya vâkıf olmayanlara hiçbir şey anlatmıyor. Dahası “Biz yapamayız” anlayışına saplanıp kalmış olanlara, “Muharip uçakla bunun ne alakası var?” diyerek dudak bükecekleri bir malzeme verilmiş oluyor.

*

Doğru iletişim şu olmalıydı: O aksam, ne anlama geliyor? Önemi nerededir? Üretilmesi çok mu zor? Muharip uçağın hangi aksamıdır bu? Neden heyecanla paylaşılıyor?

Bütün bunların cevabı verilmeliydi.

Herhalde Kotil de Hakan’ın haklı eleştirisini okumuş ve gereğini yerine getirme ihtiyacı hissetmiş…

Kotil ne dedi?

Kotil’in söylediklerine biraz daha yakından bakalım:

"F-35'in 60 milyar dolar olduğunu söylüyorlar, böyle bir proje 10 milyar dolara çıkar."

Projenin bütçesi 2014 yılında 160 milyar dolar seviyesindeydi ve proje devam ettiği için bu rakamın üzerine çıkıldığı çok açıktır. F-35 savaş uçağı Lockheed Martin tarafından yapılıyor. Sanırız Kotil’in buradaki proje yöneticilerine aktarmak istediği bazı tecrübeler var, bilemiyoruz.

"Alt tarafında bomba kapağının olduğu yerdeki parçamız. Çok hassa milimetrik, mikron altı çalışmış bir parça."

Kotil, ilk paylaştığı tweet üzerine yapıyor açıklamayı. Talaşlı imalat hakkında güncel bilgisi olan herkes artık en temel imalatın bile milimetrenin altında mikron seviyesinde hassasiyetle yapıldığını bilir. Bunu söylemenin bir önemi yok. Marifet yurtdışında üretilmiş yazılımlarla tasarım yapıp, hammaddeyi yurtdışından alıp, bunu da son teknoloji 7 eksen Japon CNC tezgâhlarında üretmekte olmasa gerek.

"Bu uçak 2023 18 Mart'ta motorunu çalıştıracak. Bu uçak 2022'de bitecek demektir."

Daha önce TF-X (Turkish Fighter Experimental) projesi olarak adlandırılan projeye dair yorumlar bu siteden yayınlanmıştı. O yazıda savaş uçağı projelerinin genellikle uzun vadeli ve kullanıcı ülkenin özel ihtiyaçları gözönüne alınarak tasarlandığı, prototip sürelerinin uzun döneme yayılan silahlar olduğu belirtilmişti. Ayrıca savaş uçağını oluşturan bileşenlerin geliştirilmesi ve koordineli şekilde çalışmasının sağlanmasının üst düzey bir teknoloji ve bilgi birikimi gerektirdiği vurgulanmıştı. Astronomik rakamlara mal olan bu devasa silahların tasarımında oluşabilecek hata bile olmayan verimsizlikler veya en iyi olmayan uygulamalar ileride tüm projeyi etkileyebilecek maliyetler çıkartabileceği belirtilmiş ve ABD’deki benzer projenin 1997 yılında başladığı ve halen devam etmekte olduğu hatırlatılmıştı. Dolayısıyla bu tarihlerin tamamı anlamsız ve geçersizdir.

"F-16 tek motorlu, bu çift motorludur. Bombalar içinde saklı. Bu görünmez uçak. 1980 teknolojisi F-16. Bu 2020 teknoloji. F-35 tek motorlu. Bu ondan 1.5 kat daha güçlü motor gücü olarak. Bu F-22 ile F-35 arasında."

Yeni tasarlanan savaş uçakları doğası gereği kısa vadeli değil uzun vadeli projelerdir. Dolayısıyla ürünlerde son teknoloji kullanılması yetmez, gelecekte uçağın kullanım dışı kalmasını engelleyecek şekilde yeni teknolojilere uyumlu tasarlanması gereklidir. General Dynamics F-16 Fighting Falcon savaş uçağının tasarım anlamında başarısı burada saklıdır. İlk başarılı uçuşunu 1974 yılında tamamlayan uçak bugün halen üretilmekte ve gelişen teknoloji uyarınca geliştirilebilmektedir. F-35 projesi ise ABD Silahlı Kuvvetlerinin farklı taleplerini orta ve uzun vadede gerçekleştirebilecek yeni bir savaş uçağı projesidir. Lockheed Martin F-22 Raptor projesi ise 2012 yılında yüksek giderler ve operasyonel başarısızlıklardan dolayı rafa kaldırılmış olan bir projedir. İhraç edilmeksizin sadece ABD Silahlı Kuvvetleri için tasarlanan projenin yerine F-35 projesine ağırlık verilmesi kararı alınmıştır. TUSAŞ tarafından orta ve uzun vadede geliştirilebilecek olan uçağın en önemli bileşenlerinden birisi motorudur. TEİ tesislerinde motor üretimlerinin devam ettiği bilinmektedir. Ancak tam anlamıyla güvenilir bir motor ailesini üretebilmek sanıldığından çok zaman alan, çok karmaşık bir süreçtir. Motorun ötesinde savaş uçağının üstün teknoloji gerektiren avyonik sistemlerinin, silah sistemlerinin tasarlanması bugünden yarına tamamlanabilecek süreçler değildir.

"Önce düşük oranda başlanır. yılda 5-6 tane yapılır. Seri üretime 2028'de başlanır. 2030'da da yılda 24 tane yaparız."

Kotil, burada söylediğimize gelmiş durumda. F-35 gibi kapsamlı bir projenin son dönemlerinde bile düşen uçaklar olduğu için proje bir çok kez askıya alınmış ve inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir.

"4 binin üzerinden mühendisimiz var. Bin tanesi çalışıyor şu anda. Sıkışırsak hepsini çalıştırırız."

Temel Kotil 1959 Rize Araklı doğumlu. 1983 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak Mühendisliğinden mezun olmuş. O zorlu dönemlerde nasıl olmuş bilinmez eğitimine ABD’de Michigan’da devam etmiş. Ann Harbour’daki kampüsteki faaliyetlerini 19 Ocak 1990 tarihli üniversite gazetesinden öğreniyoruz. Gazetedeki haber Kotil’in bilimsel faaliyetleri veya geliştirdiği yeni bir yaklaşım hakkında değil. Başkanı olduğu “Müslüman Öğrenciler Birliği” faaliyetleri kapsamında Filistinli öğrenciler için bir barınak tamiratına ait. 

(OKAN ATAER-SOL/GÖRÜŞ) 

                                                                                         ***

Altay tankı için teknoloji transferine ABD engeli iddiası (SOL)

Altay tankının güç grubu için Güney Kore’den Türkiye’ye teknoloji transferi planlarının bozulduğu, bunda ABD’nin baskısının etkili olduğu ileri sürüldü. 

Altay tankı seri üretim projesindeki ana yüklenici BMC şirketinin, Güney Koreli Doosan ve S&T Dynamics şirketleriyle Altay tankının motor ve transmisyonu için sürdürdüğü görüşmelerde, Türkiye’de ortak üretim planlarının bozulduğu, bunda ABD’nin Türkiye’ye yaptırım sinyallerinin etkili olduğu belirtildi.

Defence News’un Türk sanayi ve tedarik kaynaklarına dayandırdığı haberine göre, BMC ile Güney Koreli iki şirket arasındaki görüşmelerde güç grubunun ortak üretimine dair planlar bozuldu. Bunun yerine görüşmelerde Altay tankının güç grubunun hazır olarak Güney Kore’den tedariki üzerinde durulduğu belirtildi.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 22 Ekim’de Güney Kore’yi ziyaretinde Altay tankı motoru tedarikine ilişkin niyet beyanının Güney Kore Savunma Tedarik Programından (DAPA) sorumlu Bakan Kang Eun-ho tarafından imzalandığını duyurmuştu.

Ortak üretim seçeneği devre dışı

Defense News’un haberine göre BMC, Güney Koreli Doosan ve S&T Dynamics şirketleriyle tankın motor ve transmisyonun mekanizmasının Türkiye’de ortak üretimini sağlayacak teknoloji transferi için stratejik anlaşmalar için görüşmeler yapıyordu. Ancak siteye konuşan kaynaklara göre müzakerelerde ortak üretim planları seçeneği devre dışı kaldı.

Adı açıklanmayan bir şirket kaynağı “Ortak-üretim seçeneği planlandığı gibi gitmedi. Yeni uzlaşma, Kore güç grubunun kullanıma hazır olarak alınması” dedi.

ABD'den Güney Kore'ye baskı iddiası

Türkiye’den adı açıklanmayan bir tedarik yetkilisi de, tanklar için güç grubunun Güney Kore’den hazır olarak alınacağını doğrularken, ortak üretim konusundaki planların ABD yönetiminin etkisiyle bozulduğuna ilişkin kaygısını dile getirdi.

Sözkonusu yetkili “ABD yönetiminin Türkiye’ye tank motoru teknolojisi transferinden kaçınması için Güney Kore'ye baskı yapabileceğinden korkuyoruz” dedi.

ABD Temsilciler Meclisi’nin 41 üyesi bu ayın başında ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’e bir mektup göndererek Türkiye’ye F-16 savaş uçaklarının satılmamasını istemişti. Türkiye’ye Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi aldığı için ABD’nin CAATSA yaptırımları uyguladığını hatırlatan Cumhuriyetçi ve Demokrat Partili ABD Temsilciler Meclisi üyeleri Türkiye’nin bu nedenle F-35 programından çıkarıldığını da mektupta belirtmişti.

Defense News’un haberine göre yeni Altay anlaşmasına göre Güney Koreli şirketler güç grubunu tedarik edecek, tankla entegrasyonu ve test sürecinde yardım edecek.

Bu süreçte her şey yolunda giderse Doosan ve S&T Dynamics’in güç grubunun Altay tanklarına entegrasyonu 18 ay içinde tamamlanacak.

(SOL)

11 Kasım 2021 Perşembe

4 köyün dört yanı madenle sarıldı - Özer AKDEMİR / EVRENSEL

 

    

Örencik, Dağardı, Kavaklı, Evciler köylerinde yapılmak istenen siyanürle altın işletmeciliği köylülerde tedirginlik yarattı.

Kütahya’nın Tavşanlı ve Simav ilçeleri arasında işletilmek istenen altın madeni yöre halkını tedirgin ediyor. Siyanürle kullanılacak altın madeninin köylere çok yakın olduğu ve geçim kapıları olan tarım ve hayvancılığı yok edeceği endişesini dile getiren köylüleri susuzluk korkusu da sarmış.

CUMHURBAŞKANI, ALTIN MADENİ İÇİN ACELE KAMULAŞTIRMA KARARI ÇIKARDI

Geçtiğimiz ekim ayının 28’inde yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararında Kütahya’nın Simav ve Tavşanlı ilçelerine bağlı köylerdeki birçok arazinin Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü tarafından acele kamulaştırıldığı duyuruldu. Kamulaştırılan bu taşınmazlar Tavşanlı ve Simav ilçelerinin Örencik, Dağardı, Kavaklı, Evciler köyleri yakınlarında Zenit Madencilik tarafından işletilmek istenen altın madenine tahsis edilecek. Köylüler iki yılı aşkın süredir bölgede altın madenciliği için hazırlık çalışmalarını sürdüren şirkete Cumhurbaşkanlığı kararıyla destek verilmesine tepki gösterdiler.

"MADEN KÖYÜN DÖRT TARAFINI SARACAK"

Altın madenine karşı mücadele için kurulan Örencik Eğrigöz Dağı Çevre Koruma ve Dayanışma Derneği Başkanı Uğur Korkunç, Zenit Madencilik’in açmayı düşündüğü açık maden ocağının 2 bin 185.25 hektarlık ruhsat alanının 668.85 hektarlık kısmında; altın-gümüş madeni açık ocak işletmesi kapasite artırımı ve yığın liçi yapımının planlandığını dile getirdi. Patlatmalı açık ocak yöntemiyle yapılacak madenin bölgedeki 40 köyün içme suyunun bulunduğu bir alanda olduğunu belirterek, “Madenin büyük rezervli olan alanı köye kuş uçumu 150 ila 200 metre mesafede. Köylülerin ise tarım arazilerinin ve hayvancılık faaliyetlerini yaptıkları alanın çoğunluğu maden bölgesinde yer alıyor. Açılacak olan tesis ile beraber köyün etrafı tamamen çevrelenecek ve insanlara tarım, hayvancılık ve yaşam alanı kısıtlaması getirilecektir. Köylüler ‘Arazim ve hayvancılık yapacak olduğum yerler elimden alındıktan sonra, sadece dört duvar evimi mi bekleyeceğim?’ diyorlar. Doğal olarak tarım alanlarım yok olunca bu ablukada nasıl yaşam sürerim diye düşünmeye başladılar” dedi.

40 KÖY SUYUNU BURADAN ALIYOR

Madenin açılmak istendiği Eğrigöz Dağı’ndan 40 üzeri köye su dağıtımı yapıldığını ifade eden Korkunç; “Maden ocağının açılması demek yeraltı ve yer üstü su kaynaklarının yok olması ve dağıtımı sağlanan bu köylerin su sıkıntısı çekmesine yol açacak. Altın madeninin sadece bizim bölgemize değil Susurluk havzası, Manyas Kuş Cenneti hatta Bursa ve ilçelerini de olumsuz yönde etkisi olacağını düşünüyoruz” dedi.

ŞİRKETİN TEHDİTLE ARAZİLERİ TOPLADIĞI İDDİASI

Köylüler madene karşı hukuki yollardan haklarını aramaya çalıştıklarını belirten Örencik Eğrigöz Dağı Çevre Koruma ve Dayanışma Derneği Başkanı Uğur Korkunç, “Buna karşı şirket, sürekli olarak halkı korkutarak ve kamulaştırma ile tehdit ederek çoğu kişinin tarlasını elinden aldı” diye konuştu. Şirketin ÇED başvuru dosyasında bölgede 2 bin 143 ağacın kesileceğinin yazdığını belirten Korkunç, bu sayının çok daha fazla olacağını söyledi.

Korkunç, karaçam, meşe, kara ardıç, kızıl ardıç, çitlembik, yabani kavak, murt, ıhlamur, kızılçam, pıynar gibi ağaçların bulunduğu ormanların yöre halkının önemli geçim kaynaklarından olduğunu söyledi. Örencik ve civar köylerinde yetiştirilmekte olan büyükbaş hayvan sayısının 3 ila 5 bin arasında olduğunu ifade eden Korkunç, madenciliğin hayvancılığa da çok olumsuz etkileri olacağı görüşünde. Bölgenin turizm olarak da önemli bir potansiyeli olduğunu ifade eden Korkunç, Simav ilçe merkezine 65 km mesafede bulunan Kocain ve İnçal Mağaralarının on milyon yıllık olduğunu ayrıca Eğrigöz Dağı’nda 2 bin 72 metre yükseklikte yer alan doğal krater gölünün de sığ suyu ile tam bir doğa harikası olduğunu söyledi.

MADEN, KONUTLARA 250 METRE YAKINLIKTA

Zenit Madencilik Sanayi Ve Ticaret AŞ adlı şirket 2010 Yılında Proje-A İnşaat Ltd. Şti. ile Galata Madencilik Ltd. Şti. firmalarının ortaklığı ile kuruldu. Sındırgı-Kızıltepe’de 2017 yılında altın işletmeciliği yapmaya başlayan şirket şimdi de Kütahya Tavşanlı-Simav ilçeleri arasında altın madeni işletmek istiyor. Siyanür kullanılarak yığın liçi yöntemiyle işletilmek istenen altın madenine 1450 metre mesafede Örencik, 1000 metre uzaklıkta Avcılar ve 2 bin 690 metre uzaklıkta Kavaklı köyleri bulunuyor. Ocak alanı Örencik köyündeki konutlara 250 metre kadar yakınlıkta. Maden işletmesinin 2010 yılında “ÇED gerekli değildir” kararı bulunuyor. Altın-gümüş maden ocağının 668.85 hektarlık ÇED alanında toplam 6 yıllık üretim planlanıyor. Maden alanının büyük bölümü tarla ve ormanlardan oluşuyor. Maden işletmesi sürecinde dinamit ve ANFO kullanılarak ayda 16 patlatma yapılacak. Maden alanının 1. derece deprem bölgesinde olduğunu da ekleyelim.



Özer AKDEMİR / EVRENSEL

Fotoğraflar: Örencik Eğrigöz Dağı Çevre Koruma ve Dayanışma Derneği




21. yy'ın kavimler göçü: Yeryüzünün Lanetlileri - İBRAHİM VARLI / BİRGÜN

 Polonya-Belarus sınırında yaşanan sığınmacı trajedisi tekil değil. Dünyanın dört bir tarafında benzer sahneler yaşanıyor. Daha iyi bir yaşam umuduyla Doğu’dan Batı’ya, Güney’den Kuzey’e doğru yaşanan göçü hiçbir bariyer durduramıyor. Kavimler göçünü aratmayan bu durum kapitalist-emperyalist sistemin eseri. Kapitalist sömürünün, emperyalist saldırganlığı ve despot rejimlerin hükmü sürdükçe, ‘yeryüzünün lanetlileri’nin göçü de devam edecek.


Kapitalist-emperyalist dünya sisteminin açlığa, savaşlara, çatışmalara mahkûm ettiği milyonların daha iyi bir yaşam umuduyla yaptığı yolculuk devam ediyor. Kapitalist-emperyalist sistemin kriziyle birlikte bu göç akını son yıllarda daha da artmış durumda. Yoksulluğun girdabında debelenen güney yarımküreden kuzeye, doğudan batıya doğru yaşanan göç akını adeta ‘kavimler göçünü’ andırıyor.

Her yıl on milyonlarca kişi savaştan, çatışmadan, açlık ve yoksulluktan dolayı yerini, yurdunu terk ederek gelişmiş ülkelere gitmeye çalışıyor. Daha fazla kâr, daha fazla sömürü uğruna eşitsizliği, adaletsizliği her geçen gün daha da derinleştiren egemenler, ‘yeryüzünün lanetlileri’nin bu akınını durdurmak için seferber olmuş durumda.

BATI’NIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

Sermayenin serbest dolaşımı için sınırları kaldıran Batılı emperyalist ülkeler, söz konusu yoksullar olunca sınırlara duvarlar örüyor, tel örgüler çekiyor, muhafız güçlerine milyar dolarlar akıtıyor. Yeter ki kendi müreffeh adalarına ‘baldırı çıplaklar’ gelmesin.

Avrupasından Amerikasına, Avustralyasından Kanada’ına küresel köyün efendisi güç merkezleri göçmen dalgasını kırmak, engellemek için bayraktarlığını yaptığı ‘insan hakları’, ‘sebest dolaşım’, ‘özgürlükler’ gibi her türlü değeri ayaklar altına alabiliyor. Sınır boylarında muhafız alayları, para militer milisler, ırkçı-faşist gruplar duvarları aşmaya çalışanlara saldırıyor, dövüyor, öldürüyor.

Bugün kitlesel şekilde yollara düşmek zorunda kalarak mülteci durumuna düşen Iraklılar, Filistinliler, Afganistanlılar, Suriyeliler, Somalililer, Yemenliler, Sudanlılar, Malililer hepsi emperyalist yıkım politikalarının sonucu. Egemenler ülkelerini ateşe attıkları milyonları, ülkelerine sokmak istemiyorlar.

EN BÜYÜK KRİZLERDEN BİRİ

Birleşmiş Milletler verilerine göre İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yanaki en büyük mülteci/göçmen krizi yaşanıyor. Haziranda yayımlanan raporda savaş ve zulüm nedeniyle küresel çapta yerinden edilenlerin sayısının 82 milyonun üzerine çıktığı kaydedildi. Dünyadaki mültecilerin üçte ikisinden fazlası şu beş ülkeden geliyor: Suriye, Venezuela, Afganistan, Güney Sudan ve Myanmar. Rapor, Suriye, Afganistan, Somali ve Yemen’deki gibi uzun süreli krizlerin insanları kaçmaya zorladığını, Etiyopya ve Mozambik gibi yerlerdeki şiddet olaylarının ise yerinden edilmeyi hızlandırdığını vurguluyor.

UTANÇ DUVARLARI

Soğuk Savaş’ın simgesi Berlin Duvarı’nın 9 Kasım 1989’da yıkılışının üzerinden 32 yıl geçerken bugün dünyanın dört bir tarafında ‘utanç duvarları’ yükselmeye devam ediyor. İsrail’den ABD’ye, Türkiye’den Bulgaristan’a, Yunanistan’dan İspanya’ya her tarafta ülkeleri, kentleri birbirinden ayıran beton duvarlar yükseliyor.

Donald Trump tarafından Amerika-Meksika sınırına yapılan duvar en bilineni. Bostvana-Zimbabve, Burunei-Malezya, Hindistan-Bangladeş, Güney Afrika-Mozambik arasındaki duvarlar göçmen akımına karşı inşa edilmiş durumda. Kıbrıs’ın her iki yakası arasındaki ‘yeşil hat’tan Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast’taki duvara, Litvanya ve Polonya’nın Belarus, Macaristan’ın Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan’ın Türkiye sınırlarına ördükleri dikeli teller ve beton duvarları yenileri izliyor.

                                                                     ***

BELARUS- POLONYA SINIRINDA TRAJEDİ

Belarus'tan Polonya'ya geçmek isteyen binlerce göçmenin sınırdaki bekleyişi devam ederken kriz derinleşiyor. Asker sayısını yirmi bine çıkaran Varşova, geçişlere izin vermiyor. Irak, Suriye ve Afganistan'dan giden göçmenler sınır hattında günlerdir insanlık dışı muamelelere maruz kalırken Polonya, Belarus ve Rusya’yı; her iki ülke de Varşova’yı suçlamayı sürdürüyor.

Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki, Belarus Cumhurbaşkanı Aleksandr Lukaşenko'nun, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in talimatlarını yerine getirdiğini öne sürdü. Avrupa Komisyonu da Belarus'un göçmenleri yaptırımlar karşısında araç olarak kullandığını iddia ediyor. Brüksel, Belaruslu yetkililere uyguladığı vize kolaylığını askıya aldığını duyurdu, "Yeni yaptırımlar yolda" açıklaması yaptı. Litvanya da Belarus sınırında göçmen kamplarında 1 ay süreyle olağanüstü hal ilan etti.

Polonya İçişleri Bakanı Mariusz Kaminski halihazırda Belarus-Polonya sınırında 2-4 bin arası sığınmacının bulunduğunu söyledi. Minsk ise tüm iddiaları yalanlıyor.

MOSKOVA’DAN SERT TEPKİ

Rusya suçlamalara sert tepki gösterdi. Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Belarus-Polonya sınırındaki durumdan derin endişe duyduklarını belirterek "Avrupalıların, kendi Avrupai değerlerine bağlılık gösterme konusundaki isteksizliklerinin karşısında yaklaşan insani bir felaket var" dedi.
Durumun giderek daha gergin bir hale büründüğüne işaret eden Peskov, "Derin endişe duyuyoruz. Durumun karmaşıklığını anlıyoruz ancak burada asıl sorun Belarus’ta kalmak istemeyen ve Avrupa ülkelerine sığınma talebinde bulunan göçmenlerin durumu" dedi. Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova da göçmen krizinin ardında Rusya’nın olduğu yönündeki suçlamalara ilişkin, ‘bu suçlamalar ile olabilecek tüm sınırların aşıldığını’ söyledi.
Öte yandan Rusya merkezli RIA haber ajansının aktardığına göre, Rusya Savunma Bakanlığı, göçmen krizi nedeniyle Minsk ve Varşova arasında artan gerilime müdahale etmek için harekete geçti. Habere göre, Rusya’ya ait iki bombardıman uçağı çarşamba günü Belarus üzerinde uçuşlar gerçekleştirdi.

                                                                         ***

ORTA AMERİKA'DA YENİ GÖÇ DALGASI

Meksika üzerinden ABD sınırına gitmek isteyen Orta Amerikalı göçmenler, güvenlik güçlerinin saldırılarına rağmen farklı bölgelerden yürüyüşlerini sürdürüyor. Haiti, Kolombiya, Benin, Honduras, El Salvador, Nikaragua’dan yola çıkan Güney Amerikalı göçmenler Meksika’da buluşarak Amerika’ya gitmeye çalışıyor. Meksika basınında çıkan habere göre, ülkelerindeki şiddet, işsizlik ve yoksulluk gibi sorunlar nedeniyle daha iyi bir hayat kurmak için ABD'ye ulaşmaya çalışan göçmenler, Ulusal Muhafızlar’ın engellemeleri nedeniyle rotasını değiştirdi.

Ülkenin doğusundaki Veracruz ve kuzeybatısındaki Oaxaca eyaletlerinde toplanan göçmen kafileleri, ABD'ye ulaşmak için yeniden yürüyüşe geçti. Ulusal Göç Enstitüsü (INM), göçmenlerin sayılarının azalmakla birlikte ülkeye girişlerinin devam ettiğini bildirdi.

Meksika'nın güneydoğusundan 5 Kasım'da ABD sınırına yürümek isteyen Orta Amerikalı göçmenler ile Ulusal Muhafızlar arasında çıkan olaylarda 30 göçmen gözaltına alınmıştı.

KITALARI AŞIYORLAR

İlk etapta Meksika'nın Chiapas eyaletinin Villa Comaltitlan kasabasına ulaşmayı amaçlayan göçmenler, sonra başkent Meksiko üzerinden ABD sınırına vararak bir şekilde bu ülkeye geçmeyi hedefliyor. Uzun yıllardan bu yana Orta Amerika ülkelerinden yola çıkan çok sayıda göçmen, Guatemala ve Meksika üzerinden ABD'ye ulaşmaya çalışıyor.

Joe Biden yönetimi tüm tepkilere rağmen Meksika sınırındaki Del Rio’da beklemede olan Haitili göçmenleri geçen ay sınırdışı etmişti. Binlerce Haitili insanlık dışı muameleye maruz kalarak zorla uçaklara bindirilerek ülkelerine gönderilmişti.

Önceki Başkan Donald Trump, Meksika üzerinden gelen göçmen akınına karşı sınır hattı boyunca kilometrelerce uzunluğunda beton duvar örmüştü.

***

DOÇ. DR. POLAT S. ALPMAN: EŞİTSİZLİK SÜRDÜKÇE GÖÇ DURMAZ

Göç Araştırmaları Derneği kurucularından akademisyen Doç. Dr. Polat S. Alpman göçmen akışını değerlendirdi. Aplman, “Birden bire dünyada niye göç dalgası başladı dersek en temel nedeni eşitsizlik ve ayrımcılık politikasının sürdürülemez hale gelmesi. Kapitalizmin ‘altın çağı’ bitti ve cehennem eşiğine geldik. Bu eşiğin en ağır faturasını en yoksul ve en ezilen halklar ödüyor. Bu onların tek başına taşıyabileceği yük değil” ifadelerini kullandı.

Uygulanan politikalara dikkat çeken Alpman, “Dünya sürekli hareket etmeye uygun değil fakat bu eşitsizliğin de giderilmesi lazım. Onarıcı politikalar geliştirmeden sadece göçü önlemeye yönelik politikalar geliştirmeye çalışmak sonuç üretmez” dedi.

EŞİTSİZLİK ARTIYOR

Göç dalgasına karşın devletlerin sınırları yükseltmesinin çatışmayı artıracağına vurgu yapan Alpman şu ifadeleri kullandı: “Dünyadaki eşitsizlik giderek artıyor. Radikal ayrımlar var. Mesela bir taraf marsa giderken bir tarafta da onların yağmur suyunu almaya çalışan şirketler var. Giderek yoksullaşan en temel sağlık ihtiyaçlarını girdiremeyen geniş yığınlar ve kalabalıklara var. Savaşlara, ekolojik afetlere temas etmeden sadece bu ekonomik eşitsizlik bile çok ciddi bir tablo çıkarıyor karşımıza. Bunu çözmenin yolu sınırları güçlendirmek, sınırları yükseltmek değil. Bu politika sadece çatışmayı arttırır ve dünyanın gittiği yer de bu. Polonya sınırında yaşanan da bunun bir örneği. Devletler göçmenleri koz olarak kullanıyor.”

                                                                           ***

DOÇ. DR. ŞENOL SERT: PASAPORTLAR ARTIK BİRER YENİ DUVAR

Özyeğin Üniversitesi’nde uluslararası göç çalışan Doç. Dr. Deniz Şenol Sert de yaşananlara dair şunları söyledi: “Dünyanın yüzde 4’ü göç ediyor. Küreselleşmeyle aslında bir yerden bir yere gitmek daha da zorlaştı. Pasaport yepyeni bir duvar. Örneğin Afgan pasaportu dünyada hiçbir yere gidemiyor. Hâlbuki Almanya’da doğsanız pek çok ülkeye gidebilirsiniz. Dünyadaki eşitsizlik kurumsallaşmış durumda. Örülen duvarlar kalıcı göçü daha da artırıyor. Sistem insanların hareket etmemesi üzerine kuruluyor. Bu güvenlik söylemi kökten değişmeli. İnsanların hareketliliğini durduramazsınız. Döngüsel göç mekanizmalarını aktif hale getirmek çözüm olabilir. Ne düzensiz göç sayısı ne de göç azalıyor. Çok daha farklı bir yol izlenmeli. Göç kolaylaştırılsa kalıcı göçün bu kadar kalıcı olacağını düşünmüyorum.”

İBRAHİM VARLI / BİRGÜN



Küresel ekonomide büyük ayrışma (mı?) - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Dünyada Soğuk Savaş benzeri bir Büyük Ayrışma yaşanıp yaşanmayacağı tartışmasına bugünden net bir teşhis koymak kolay değil. Dünya ekonomisinin konumlanışına göz atmakta; ABD, Çin, Japonya gibi stratejik güçlerin iç dengelerini mercek altına almakta yarar var.

2007-2008 finansal krizi sonrası Çin-Hindistan gibi “yükselen” ülkelerin kapitalist metropollerdeki durgunluğa rağmen yüksek büyüme tempolarını sürdürebilecekleri öngörüsüyle ayrışma (decoupling) tezi ortaya atılmıştı. Ancak Brezilya ekonomisinin tökezlemesi, Çin ve Hindistan’ın ivme kaybetmesiyle bu kavram rafa kaldırıldı. Küresel ekonomi senkronize bir yavaş büyüme ritmine teslim oldu.

Trump’ın Çin’e açtığı ticaret savaşı; korumacı, söylemleri yer yer faşizme göz kırpan sağ popülist bir başkanın aşırılıkları gibi algılandı. Gelgelelim Biden’ın görevi devralmasıyla ABD-Çin arasındaki çatışma durulmak şöyle dursun ivme kazandı ve ayrışma kavramı yeni bir bağlamda gündeme geldi.

9-10 Aralık tarihlerinde düzenlenecek Demokrasi Zirvesi demokrasi ve insan haklarının tehdit altında olduğu gerekçesiyle, Washington eksenindeki ülkeleri bir araya getirme mesajıyla toplanıyor. Erdoğan’ın davet edilmediği bu zirve Çin’i tecrit etme stratejisinin en önemli adımı kabul edilebilir. Zaten 31 Ekim’deki Erdoğan-Biden görüşmesi sonrası Beyaz Saray’dan yapılan açıklamanın demokratik kurumlar, insan hakları ve kanun hakimiyeti vurgusuyla bitirmesi Türkiye’nin “demokrasi” cephesinde görülmediğinin vesikasıydı.

ABD daha önce Çin’in yükselen ekonomik ve askeri gücüne karşı, Pasifik bölgesinin kontrol amaçlı Japonya, Hindistan ve Avustralya’yı içeren Quad (Dörtlü) inisiyatifini oluşturmuştu. Daha sonra 2021 Eylül’ünde bu kez ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya’dan oluşan Aukus Askeri Anlaşması ilan edildi. Bu Pakt Avustralya’yı nükleer yakıtlı denizaltılar ile donatarak Çin’i doğrudan vurma kapasitesi kazanmayı amaçlıyordu. Nitekim Çin makamları tarafından, “Soğuk Savaş zihniyeti ve ideolojik ön yargı” mesajıyla hemen kınandı.

Glasgow’da süren COP26 zirvesinde Biden’ın Xi Jinping’i etkinliğe katılmadığı için eleştirmesi gerginliği iyice tırmandırdı. Haliyle, dünyada Soğuk Savaş benzeri bir Büyük Ayrışma yaşanıp yaşanmayacağı tartışmasına bugünden net bir teşhis koymak kolay değil. Bu yazıda önce dünya ekonomisinin konumlanışına bir göz atacağız; sonra ABD, Çin, Japonya gibi stratejik güçlerin iç dengelerini mercek altına alacağız. Son olarak yakın dönem senaryosu üzerine kısa bir fikir jimnastiği yapacağız.

Çin Üretimde ABD Finans ve Teknolojide Lider

ABD hala piyasa ölçütleriyle dünyanın 1 numaralı ekonomisi. Ne var ki artık, imalat sanayi liderliği ve dış ticaret hacmi göz önüne alındığında Çin’in gerisinde kalıyor. 2020 yılında ABD’nin mal ticareti yüzde 8.8 gerileyerek 3.84 trilyon dolar olurken, Çin’inki 4.65 trilyon dolara yükseldi.

Buna karşın ABD dünyanın önde gelen finansal, askeri ve teknolojik gücü olmaya devam ediyor. Dünya hizmetler ticaretinde ön sırada yer aldığı gibi, imalat sanayi tedarik zincirinin yenilikçilik, Ar-Ge, tasarım gibi yüksek katma değerli kademelerinde liderliğini koruyor.

Çin ise bir yandan teknolojik atılımını sürdürüp değer zincirinin üst halkalarındaki pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor. Bir yandan da orta ve düşük halklardaki konumuyla dünyanın üretim ve istihdam üssü olmaya devam ediyor.

En bilinen örnek, Apple’ın üretiminin bir kısmını Vietnam’a kaydırsa bile hala birçok yedek parça ve aksesuarı Çin’den tedarik etmek zorunda olması. Bu iş bölümü kabataslak tüm Doğu Asya bölgesi için geçerli. Çin’in üretim zincirinde yer almadığı gelişkin bir örnek bulmak imkansız gibi. O nedenle üretim ve tüketimin tamamen birbirinden kopuk, ayrı bloklarda gerçekleştiği Soğuk Savaş dönemi bir yapıya dönüş gerçekçi görünmüyor.

Ayrıca ekonomisinde giderek iç pazara ağırlık veren Çin bu eğilim sürerse çok geçmeden dünyanın 1 numaralı tüketici ülkesi haline de gelecek. Bu nedenle ABD’nin ne kendi şirketlerini, ne de başta AB müttefiklerini Çin’i dışlayan bir tasarıma ikna etmesi kolay görünmüyor. Buna karşın ABD ticaret temsilcisi Katherine Tai’ın, ABD’nin tedarik zincirinde güçlü ve belirleyici bir konumda olması halinde Çin’e izin verebileceği, yoksa göz kırpmadan ayrışmadan kaçınmayacağı yaklaşımı Washington’un emperyal emellerini ve tepeden bakan ruh halini açıkça ortaya koyuyor.

MSCI Yükselen Ülke endeksinde de Çin’in ağırlığı %40’a kadar çıktı. Yani Çinli şirketlerin performansına bel bağlayan hatırı sayılır bir Batı sermayesi bulunuyor. Aynı endekste Türkiye’nin ağırlığının %2’den %0.27’ye düştüğünü ve bir alt lige (frontier markets) indirme olasılığını hatırlatalım yeri gelmişken.

Çin kademeli olarak azalmakla birlikte aynı zamanda 1047 milyar dolar ABD hazine kağıdını rezervlerinde tutuyor. Özetle ABD ile Çin arasında her iki ülkeyi de kırılgan hale getiren bir dehşet dengesi var. O nedenle Büyük Ayrışma senaryosunun gerçekleşmesinin karşılıklı devasa maliyetleri olur.

Japonya’da Yeni Kapitalizm

Tüm dünyada kapitalist küreselleşmenin çok ciddi gelir ve servet dağılımı uçurumları yarattığı herkesin malumu. Bütün ülkelerde, pandemi ortamında da düşük faiz ve bol likidite ortamının etkisiyle yükselen borsalarda servetine servet katan, durduğu yerde gayrimenkullerinin de değeri sıçrama gösteren, teknolojisinin sunduğu olanaklarla evinden işini yürütmeye devam eden ayrıcalıklı bir azınlık var. Öte yandan nüfusun büyük çoğunluğu eğitim ve sağlık olanaklarından yoksun kalmış, geliri giderek gerilemiş, yaşam standartları düşmüş, morali dip yapmış durumda. O nedenle hemen her ülkede toplumsal huzursuzluğu teskin edici, pansuman niteliğinde adımlar atılmaya çalışılıyor.

Xi Jinping’in başlattığı ''ortak refah'' programı bu eğilimin Çin’deki yansıması. Bir yandan başta Alibaba, Tencent gibi servetleri çok göze batan teknoloji şirketleri hizaya getirilmeye çalışılırken; bir yandan da taksi şoförü, ülke içi göçmen işçiler, yemek dağıtım çalışanı gibi kent yoksullarının ağzına bir parmak bal çalma gayreti sürüyor. Xi Jinping bu manevradan mutlak bir eşitlikçilik beklenmemesi gerektiğini söylerken, vergi politikaları ve yeniden bölüşüm programlarıyla servet adaletsizliğinin törpüleneceğini vaat ediyor. 2022’deki Çin Komünist Partisi kongresinden önce somut adımlar atarak görev süresinin 3. döneme uzatılmasını bekliyor.

Biden da, Trump’ın yükselen desteğine karşı ortalama Amerikalıyı mutlu edecek hamleler yapma gereğinin farkında. 15 dolar saatlik asgari ücret vaadini Kongre’den onay alamadığı için henüz hayata uygulamaya koyamamış durumda. 1 trilyon dolarlık altyapı yatırım bütçesini de bin bir güçlükle geçen hafta Temsilciler Meclisi’nden geçirdi. Hemen arkasından 1.75 trilyon dolarlık sosyal harcama paketinin arkasında olduğunu tekrarladı.

Japonya’da da geçtiğimiz hafta büyük bir seçim başarısı kazanan Fumio Kishida, “yeni kapitalizm” diye adlandırdığı bir kurguyla ekonomiyi canlandırma sözü ile halktan destek aldı. En azından sözde neoliberalizmi reddeden, eşitsizlikleri azaltan, küçük işletmelere sahip çıkan Kishida zengini daha zengin yapan Abenomics diye adlandırılan önceki başbakan Shinzo Abe anlayışına son vereceğini ilan etti.

***

Ayrışma da çözüm değil

Tüm bu gelişmeler dörtnala bir finansallaşma eşliğinde yoluna devam eden kapitalist küreselleşmenin ideolojik hegemonyasını yitirdiğini, geniş halk kitleleri nezdinde inandırıcılığını kaybettiğini kanıtlıyor. Büyük Ayrışma tartışmaları işte böyle bir ideolojik arka planda yürütülmek zorunda.

Çok gerilere gitmeye gerek yok, küresel elitlerin genel kurulu 2017 Davos toplantısında Xi Jinping küreselleşmenin ve liberal ekonomik düzenin baş savunucu olarak ortaya çıkmıştı. Şimdi acaba ABD’nin Çin’i tecrit planı restini görüyor, hodri meydan bakalım kim bu işten zararlı çıkacak diye, meydan mı okuyor? Yoksa fırsatı ganimet bilen Xi böylelikle ülkesini daha kolay zapturapt altına alabilecek, Çinlilerin çok duyarlı olduğu “dış saldırı argümanını” da daha etkili kullanabilecek bir imkanı mı değerlendiriyor? İkili dolaşım (dual circulation) adı verilen iç tüketime öncelik veren, dış ticaret ve yatırımları da ihmal etmeyen stratejiye de böylelikle hız kazandırabileceğini mi düşünüyor? gibi sorular akla geliyor.

Geçtiğimiz hafta Xi, Şahghay’da toplanan bir ticaret fuarına online katılarak, “Ekonomik küreselleşme trendinin öncü ülkesi olmaya devam etmeliyiz ve tek taraflılığı ve korumacılığı reddeden ülkeleri desteklemeliyiz” mesajı verdi. Transpasifik Ortaklık adı verilen Serbest Ticaret Anlaşması’na katılma isteğini de yeniledi.

Açıkçası, ABD ve Çin arasında satranca benzer, iyi düşünülmüş hamlelerin yapıldığı bir strateji savaşına doğru sürüklendiğimiz izlenimi uyanıyor. Çin’in de 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne katılarak bir parçası olduğu kapitalist küreselleşme insanlığa mutluluk getirmediği gibi eşitsizlikleri, adaletsizlikleri derinleştirdi; ırkçı, reaksiyoner sağ akımların güç kazanmasına yol açtı. Büyük Ayrışma senaryosu da geniş kitlelere daha parlak bir gelecek vaad etmiyor.
Böyle bölünmüş bir dünya yerine insanlığın kaderini ortak gören, enternasyonalist, büyük güç ve tahakküm ilişkilerini reddeden, emekten, doğa insan uyumundan, toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana bir dünya özlemini canlı tutmak sorumluluğu hala dünya halklarının önünde duruyor.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN