7 Ocak 2022 Cuma

Burjuvaziyle ittifak: Hep oyaladı ama hiç bitmedi!-Tolga Binbay / SOL-Gelenek

 Sınıflar mücadelesinde koordinatlar bir kez daha işçi sınıfından yana değişirken solda da farklı görünümleriyle sermaye ile iş birliğinin yolları yeniden ve yeniden 


Aslında tam tersi düşünülür değil mi? Yani burjuvazinin şu ya da bu bölümü ile (ya da hatta bütünüyle) ittifak kurulamadığı, kurulsa bile dağıldığı... Tarih, solun tarihi, ama örtük ama açıktan, burjuvazi ile ittifak kurulması tartışmalarıyla dolu. Sanırsınız ki burjuvazi ile ittifak hiç kurulmamış; onca utangaç tartışmaya rağmen aranan ittifak bir türlü oluşmamış. Ama bu yazıda tam tersini göstermeye çalışacağım: solun tarihi burjuvaziden kopamamanın (ve aynı zamanda da kopmaya çalışmanın) tarihidir. Ve ne yazık ki sosyalizm mücadelesinin son 150 yıllık kesitinde “kopamayış” çoğunlukta olmuş. Bu anlamda, burjuvazi ile bir türlü “kurulamayan ittifak” aslında hiç bitmemiş. Bizlere, bugünlere “devrim” diye kalanlar ise aslında bu ittifak arayışlarını işçi sınıfı cephesinden bozan müdahaleler ve arayışlar olmuş. Gerisi ise hep beyhude, nafile çırpınışlar olarak kalmış.

Aslında geniş anlamda solun kendisini de çeşitli siyasi görüş ve konumların koalisyonu olarak tanımlayabiliriz. Marx ve Engels’in kopuş gerçekleştirdiği 1830’lar dünyasından itibaren sosyalizmin zaman zaman bir araya gelen zaman zaman da dağılan bir tür düşünceler, tutumlar ve stratejiler toplamı olduğu söylenebilir. Ancak bir siyasi strateji olarak ittifakların ya da buna benzer arayışların (parti, cephe, koalisyon) gündeme gelmesi II. Enternasyonal sonrasına denk geliyor. Yani, Ekim Devrimi ile komünistlerin sosyalistlerden ve diğer soldan ayrı, bağımsız bir güç olarak (nihayet) ortaya çıkmasına. 1917 öncesinde ise komünizm heterojen bir toplamın içindeki renklerden bir tanesidir ve devrim, siyasal ve toplumsal anlamlarıyla oldukça bulanıktır. Bolşeviklerin sınıflar mücadelesine müdahalesi, yani devrim hem bu heterojen ve bulanık dönemi bitirir hem de yeni tartışmalara kapı aralar. Bazıları için heterojenliğin dağılması, solun bir aradalığının bitmesi bir kabustur.1 Ama örneğin I. Enternasyonal’de komünizm, o dönemin adıyla söylersek bilimsel sosyalizm, görece küçük bir grubun siyasi konumunu tarif eder; çoğunluğun değil. Aradan neredeyse 50 yıl geçer ve II. Enternasyonal döneminde de durum çok farklı değildir: Evet, Paris Komünü sonrasında Marksizm’in etkisi giderek artmıştır ama Avrupa solunun ağırlığı programatik olarak açık ve net bir perspektife sahip olmamıştır; özellikle de sermaye düzeninden ve siyasetinden kopuş anlamında.2 Ayrışma ve netleşmenin sağlanması için devrimci bir dönemin hakkının verilmesi gerekmektedir: bu ise Ekim Devrimi ile mümkün olacaktır.

Ekim Devrimi sonrasında komünizm, Bolşeviklerin bitip tükenmez bilmeyen (ve büyük bedeller ödeten) enerjisiyle tüm dünyada solu yeniden şekillendirir. Komünist partilerin isimlerini, tarihlerini Ekim Devrimi sonrasına borçlu olmaları tesadüf değildir. Ekim, komünizme yarım yüzyıldan daha uzun zamandır sol içinde saklamak, gizlemek ya da “sosyal-demokrasi” adıyla geçirmek zorunda kaldığı dönemi bitirme ve kendi kimliğine kavuşma olanağı sağlamıştır.

Ekim Devrimi sonrasında ise komünizm, yani işçi sınıf devrimciliği sol içinde hızla ilgi ve odaklanma merkezi haline gelir ama hem kimin ne anladığı belirsizdir hem de modern sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı coğrafyalarda (örn. Almanya) etkisi sınırlıdır.3 Devrim ise siyasi iktidar ve toplumsal kurtuluşa giden yolda yeni formüllerin aranmasını, bulunmasını, yaratılmasını gerektirmektedir. Tüm bu formüller, o dönemde, bir yandan da dünya devrimi arayışının bileşenidir; gündelik seçim hesaplarının ya da kaba formüllerin değil. Her birinin ardında, şimdi bizlere uzak görünse de belli bir teorik dayanak, canlı tartışmalar ve belki de en önemlisi umutlu bir irade vardır. Vardır ama işçi sınıfının siyasette nasıl temsil edileceği, siyasi iktidarın nasıl elde edileceği tartışmalıdır; hem de Ekim Devrimi’nin ve Bolşevik (Leninist) modelin prestijine, ikna ediciliğine rağmen.4

Özellikle iki ülke tipi için sorun tartışmalıdır ve devrimci strateji de tam olarak bu ülkeler için tartışmalıdır: Birincisi, güçlü işçi sınıfı hareketleri barındırsalar bile burjuvazinin siyasette, ideolojide ve ekonomide güçlü olduğu ülkeler; ikincisi, “burjuva devriminin” geciktiği, işçi sınıfının da burjuvazinin de toplumsal anlamda görece “az” geliştiği ve kırsal nüfusun daha baskın olduğu, “sömürgemsi” ülkeler. Böylece bu ülkeler için yani bir anlamda “Ekim Devrimi’nin Batısı ve Doğusu” için çeşitli formüller ve tartışmalar gündeme girer. İttifaklar, cepheler, aşamalar ve ipin ucunun kaçırıldığı destekler, iş birlikleri işte buradan çıkar ve yayılır.

Ulusal burjuvazi: Sol siyasette hep var!

Devrimci arayışlar için oluşturulan formüllerin başında devrim mücadelesi sırasında işçi sınıfının ittifak yapabileceği diğer toplumsal kesimlerin açık ve net olarak tarif edilmesi gelir. Küçük üreticiler, topraksız köylüler kadar burjuvazinin içinden de siyasi ittifak yapılabilecek kesimler aranır. Rusya topraklarında süren ve Ekim Devrimi’ne giden mücadele boyunca Bolşevikler içinde de temel tartışmalardan birisi işçi sınıfının hangi toplumsal kesimlerle ittifak yapacağıdır. Ancak Bolşeviklerin arayışı (o dönem için) hem oldukça yenilikçidir hem de dinamiktir: yani sınıflar mücadelesinin seyrine göre şekillenen siyasetin ihtiyaçları ittifak tartışmalarını sabit bir formül etrafında tutmamaktadır. Ancak arayış hızla sabit bir formüle dönüşür: Ulusal burjuvazi de böylece devrim için ittifak yapılacak sınıflardan birisi olarak sivrilir.

Örneğin Komünist Parti Manifestosu’nda “ulusal burjuvazi” kavramının yer almaması ilginçtir. Marx ve Engels, gençliklerinde henüz işçi sınıfının, üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun olanların burjuvazi ile geçici de olsa ittifak yapabileceğini düşünmemektedir. İşin ilginci hayatlarının ilerleyen dönemlerinde de her ikisinden bu tür bir ittifak önerisi çıkmayacaktır. Hatta yönünü sık sık kaybetme sinyali veren Alman Sosyal Demokrasi’sine burjuvazinin siyasal (ve ideolojik) becerileri konusunda uyarılarda bulunurlar.5

Buraya kadar “doğal” bulunabilir; yani kavramın Marx ve Engels’de yer almaması. Çünkü “ulusal burjuvazi” kavramı, sol içinde devrim ve devrim stratejisi tartışmaları belirginlik kazandıktan sonra devreye giriyor. Kavramı bu nedenle emperyalizm çözümlemelerinin, eşitsiz gelişim yasasının ve işçi sınıfı devrimciliğinin henüz netleşmediği 19. yüzyılda aramak biraz beyhude kalıyor. Ama dikkatli bir okuma durumun pek öyle olmadığını da ortaya koyabilir: Marx da Engels de özellikle sınıflar mücadelesinin hızlandığı kesitlerde burjuvazinin o ya da bu eğilimine karşı solu sürekli toparlayacak ve (deyim yerindeyse) solun sermaye yatkınlığına sürekli müdahale edeceklerdir. Bu müdahalelerin izleri Paris Komünü sırasında ve sonrasında, Alman sosyal demokrasisinin biçimlenme aşamalarında bulunabilir. Hatta tüm bu tartışmalar ve müdahaleler boyunca ulusal burjuvazi kavramına dair kimi önemli ön saptamalar da bulunabilir; özellikle de Paris Komünü tartışmaları etrafında.6

Ama yine de siyasi bir stratejinin parçası olarak ulusal burjuvazi kavramı, burjuvazi tarihsel anlamda ilericiliğini, devrimciliğini yitirdikten sonra ortaya çıkıyor. Bu yetmiyor; ulusal burjuvazinin devrimci tartışmaların bir parçası olarak tedavüle girmesi için bir koşul daha gerekiyor: işçi sınıfının devrimi nasıl yapacağı (ya da yapamayacağı) tartışmalarının hız kazanması. Bu tartışmalar ise Bolşeviklerin 1917’de (ve hatta öncesinde) tarihe müdahalesi ile yeni bir boyut kazanıyor. İşte “ulusal burjuvazi” bu tarihten sonra siyasi stratejide yer kaplamaya başlıyor.

Ancak burada çok önemli bir fark var: Özellikle Lenin için “ulusal burjuvazi” ve bu kategoriyi çağrıştıran her tür siyasi kategorizasyon (üç dünya teorisi, eşitsiz ve bileşik gelişim, burjuva demokratik devrim, ulusal devrimin proletarya tarafından tamamlanması) sabit değil. Tüm bu kavramlar sosyalist devrim arayışı içinde, ülke içindeki ve Avrupa kıtasındaki sınıflar mücadelesinin dinamiklerine bağlı olarak, zaman zaman öne çıkan zaman zaman da geriye çekilen ve hatta geçersizleşen kavramlar. Sorun ise buradan sonra başlıyor: Lenin için dinamik ve değişken olan daha sonraki dönemde komünist hareketin ve solun büyük bölümü için sabit ve genel geçerli hale geliyor. Ulusal burjuvazi de II. Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde, biraz da solun sınırlarını da aşarak, baskın bir terim, kavram, strateji olarak gündeme giriyor.

Peki nedir “ulusal burjuvazi” stratejisi? Klasik yaklaşım az çok şu şekilde özetlenebilir: “Serbest rekabet çağındaki kapitalizmin tekelci aşamaya ulaşması ve emperyalistleşmesine bağlı olarak çıkarları emperyalizme bağımlılık durumuyla çelişen kesimler ortaya çıkmıştır. Ve bu kesimler içinde ulusal burjuvazi de yer alır. Öte yandan işçi sınıfı iktidarı tek başına alacak güçte ve donanımda değildir. Emperyalist ülkelerde tekelci sermaye işçi sınıfını hem ekonomik olanaklar hem de ideolojik kuşatma ile etksizleştirmiştir. Emperyalizmin boyunduruğu altındaki halklarda ise ittifaklara gereksinim vardır. [Milli demokratik] devrim için anti-emperyalist mücadelenin temel stratejisi, çıkarları emperyalizmle çatışan sermayedarlar dahil en geniş kesimlerle birlikte mevcut sistemden kopuştur. Bu anlamda ulusal burjuvazi hem emperyalist burjuvaziden hem de onların yerli işbirlikçilerinden farklıdır.”7

Burada işaret edilen genel hat, siyasi bir strateji olarak çok da yabana atılmayacak bir formülasyon olarak görülebilir. Ayrıca işçi sınıfının ittifak yapacağı ve kapitalizmin işleyişinden etkilenen bir kesim olarak ulusal burjuvazi kavramının arkasındaki daha genel çerçeveye de dikkat etmek gerekiyor. Bu çerçeve, Lenin ve Bolşevikler için kapitalizmin aşılması arayışlarının bir uğrağıdır. Genel bir dünya, kapitalizm ve emperyalizm çözümlemesine dayanır. Ayrıca Lenin için “ittifak sınıfları temsil eden örgütlerin birbiri ile anlaşmalarından çok, bir statüko ve durgunluğa oturmayan bir sürecin, doğrudan sınıfların aktif eylemlerinin ifadesidir.”8 Örneğin Lenin’in siyasi stratejisi ile aynı dönemde gündeme gelen Amerikan emperyalizminin biçimlenmesini, Avrupa’ya önderlik yapar konuma yerleşmeye başlamasını ve “milliyetçilikleri” besleyen politikasını da hesaba katmak gerekir.

Gerekir ama “ulusal burjuvazi” stratejisi 1950’lerden itibaren orjinal bağlamından koparılır ve kapitalist sisteme dair güncellenmiş bir değerlendirmeden ayrı olarak, genel geçer bir siyasi argüman olarak kullanılır: Kapitalizmin görece az geliştiği her yerde devrim güncel değil ancak basamaklı olarak ulaşılacak bir hedef olarak güncellenir. Yani bu bağlamsal koparılma sırasında eşitsiz gelişim de göz ardı edilir.

Öte yandan ulusal burjuvaziye dair stratejinin bir yanıyla Marksizm içindeki teorik boşluklara oturduğu da söylenebilir.9 Her ne kadar Marx ve Engels yukarıda dikkat çektiğim gibi işçi sınıfı-kapitalizm-sosyalist devrim ilişkisine dair sürekli bir netlik sergileseler de (ya da en azından bunu özellikle burjuvazi karşısında sıkı bir biçimde gözetseler de) siyasal devrim sürecine dair çok net bir görüş oluşturmamışlardır. Bu görüşün ancak işlenerek ve güncellenerek ortaya çıkarılması gerekmiştir. Yeniden işleme sürecinde ise deyim yerindeyse işin kolayına kaçma ne yazık ki II. Dünya Savaşı sonrası dönemde ağırlık kazanmıştır. Bu haliyle, Türkiye'nin de dahil olduğu ve Afrika’dan Asya’ya, Latin Amerika’dan Orta Doğu’ya uzanan bir hat boyunca ulusal burjuvazi “ayakları yere basan devrimci bir stratejinin” ana parçası haline gelmiştir. Tabii ki sosyalist devrimin güncelliği ise bir kez daha ertelenmiştir. “Gelişmiş kapitalist ülkelere” layık görülen sosyalist devrim (ki oralarda da “sosyalizme demokratik yollardan geçiş” stratejisi ağırlık kazanacaktır) dünyanın geri kalanı için fazla görülmüştür. Ulusal burjuvazi de bu fazla görmenin teorik parçası olmuştur.

Hâlbuki Marx ve Engels’ten başlayarak bilimsel sosyalizm, burjuvazinin uluslararasılaşma eğilimini, siyasi iktidar konusundaki netliğini sürekli ve yeniden vurgulamıştır. Ama ulusal burjuvazi uzunca bir süre solun masasında kalmıştır. Sosyolojik ya da ekonomik anlamda bir “ulusal burjuvazi” aranacaksa şu nokta da rahatlıkla söylenebilir: sermayenin bu kesimi hiçbir zaman düşünüldüğü kadar “ulusal” olmamıştır; ulusun başlangıcında bile!10 Ve zaman içinde de hep daha kozmopolit, akışkan ve sinsi bir kimliğe doğru evrilmiştir. Ama ulusal burjuvazi, solda (ve hatta gerici düşünce dünyasında dahi) rağbet görmeye uzunca süre devam etmiştir. Lenin’de devrimci arayışın bir parçası olan teori, tarihsel bağlamından koparılınca devrimi ertelemenin bir özrü haline gelmiştir. Bu özrün ve dayandığı teorik tercihin Türkiye ve benzeri ülkeler için bir diğer yansıması da farklı biçimleriyle Halk Cephesi çağrıları olmuştur.

Faşizme Karşı Birleşik Cephe’nin öğretemedikleri

Bu yazıda Faşizme Karşı Birleşik Cephe’nin ve sosyalizm mücadelesinde yer alan diğer cephelerin tarihine, komünist hareket içindeki uzun ve gelgitli tarihine girmeyeceğim. Başka kaynakların yanı sıra Gelenek’in 35 yılı geride bırakan arşivindeki makalelere göz atmak da yerinde olacaktır.11 Ama genel bir hatırlatma olarak belirtmeliyim ki meselemiz 1930’lar dünyasında geçmektedir. Birleşik Cephe’yi anlamlandırabilmek için 1930’lar dünyasını tanımlayan beş özellik özellikle vurgulanmalıdır: Birincisi, 1910’lar gibi başlayan ve Avrupa’da yoğunlaşan devrimci dönem Rusya dışındaki tüm devrimlerin (örn. Almanya, Macaristan, Finlandiya, İrlanda) bastırılması ile kapanmıştır. Bu kapanma sırasında komünizm ve işçi sınıfı siyaseti Ekim Devrimi’nin enerjisiyle büyük bir atılım yapmıştır ama özellikle Batı Avrupa’da özgün bir kimlik olarak kök salmakta zorluk çekmiştir. Sınıf mücadelelerinin daha karmaşık olduğu bu coğrafyalarda egemen sınıfın çeşitli ideolojileri ile bulaşık kalmıştır.

İkincisi, sermaye sınıfı Avrupa’da iç anlaşmazlıklarına karşın işçi sınıfına ve herhangi bir devrimci arayışa karşı giderek yoğunlaşan bir saldırı çerçevesinde hareket etmeye başlamıştır. Bu saldırı sadece Ekim Devrimi’ni yıpratmak, ortadan kaldırmak ya da geri püskürtmek amacını taşımamıştır. Bir bütün olarak kıta Avrupası’nda devrimci her tür arayışın kökünün kazınması ve işçi sınıfının ekonomik, ideolojik ve siyasal açıdan etkisizleştirilmesi amacını taşımıştır. Sovyetlerin ortadan kaldırılması, tabii ki bu hedefin çok önemli bir bileşenidir ama sermayenin amacının kapsamını, şiddetini ve netliğini anlamak açısından yeterli değildir. Örneğin Almanya’da sosyal demokratlar eliyle 1910 sonlarından itibaren devlet aygıtının polisiye bir saldırı aracı haline sokulması ve çeşitli cinayetlerin meşrulaştırılması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bu model, sonrasında, Yunanistan'dan Türkiye’ye, Şili’den Endonezya'ya, tüm dünyada sermaye tarafından benimsenecek ve 1990’lara kadar uygulanacaktır.

Üçüncüsü, sermayenin işçi sınıfına saldırısı Avrupa’da “faşizm” biçimini almıştır. Ancak biçim içeriği örtmemelidir. Saldırı sermaye sınıfının saldırısıdır. Bu süreçte bir tek Almanya’ya ya da İtalya’ya ya da Nazizm’e, Hitler’e ya da Mussolini’ye odaklanmak yanıltıcıdır. Sermaye sınıfı batısından doğusuna tüm Avrupa’da kimi farklara rağmen yeni bir ideoloji etrafında kenetlenmiş ve açık hedefler doğrultusunda harekete geçmiştir. Bu ideolojinin sermaye siyasetindeki karşılığı kitlelerin en ilkel duygularına hitap eden, sermaye için olağanüstü olanaklar tanıyan faşizm ya da buna benzer tarzlar olmuştur.

Dördüncüsü, onca prestijine ve yaygın etkisine rağmen komünizmin gelişkin bir işçi sınıfı ideolojisi olarak özellikle Batı Avrupa’da sol üzerinde hegemonya kurması sınırlı kalmıştır. Birçok etkili komünist parti, yayın, kurum, kuruluş ve düşünür ortaya çıkmıştır ama bu toplamın Avrupa solunun uzun süreli özellikleri ile sermayenin 1920 sonlarından itibaren belirginleşen stratejisi karşısındaki ağırlığı yetersiz kalmıştır. Komünist hareket özellikle Almanya ve Fransa’da solun önceki halinden kopmakta ya geç kalmış ya da onca kitleselliğine rağmen gerekli yaratıcılığı gösterememiştir. Ve bu konuda mutlaka not edilmelidir: Burada en önemli engel sosyal-demokrasiden gelmiştir: Sosyal demokrasi kıta Avrupası’ndaki farklı görünümleri ile komünizmin gelişkin bir seçenek ve ideoloji olarak alternatif haline gelmesine sistematik olarak engel olmuştur.12 Yani örneğin Troçki’nin 1920 sonlarından itibaren uzun süre ısrarla uydurduğu biçimiyle solun birliğine engel olan ana etken komünistler değil Avrupa solu olmuştur. Kimi önemli farklılıklara rağmen Avrupa işçi sınıfı da düzenin önemli köşelerini tutan sosyal demokrasiden ve kimi sosyalistlerden kopmayı göze alamamıştır.13

Beşincisi, Sovyetler Birliği’nin tek başına kalacağı ve devrimin Avrupa’ya (aynı zamanda Doğu’ya da) yayılmayacağı açıklık kazanmıştır. Bu anlamda bir sonraki devrimci döneme kadar komünizmin güç biriktirmesi, önceki devrimci dönemin işçi sınıfı adına en önemli kazanımı olan Sovyetler Birliği’nin ayakta kalması ve bu sırada mücadelenin başta Avrupa olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkan olanakları kalıcı kazanımlara çevirmek üzere sınıf perspektifine oturtulması gerekir. Sovyetler Birliği, sermayenin Avrupa’da saldırgan bir sınıf siyaseti ile girdiği 1930’larda kendini ve sınıfsal karakterini konsolide etmek durumundadır. Öte yandan bu gereklilik Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) dışındaki komünist partileri kendi ülkelerini Sovyetlere karşı düşmanca olmayan bir pozisyonda tutma, o konuma çekme göreviyle de donatır.

Birleşik cephe tartışmaları öncesi ve sonrasıyla ancak bu tarihsel akış içinde anlaşılabilir. Komünist hareket içinde, bu dönemin hemen öncesinde, yani 1920’ler boyunca benimsenen “sınıfa karşı sınıf” yaklaşımı da… Yoksa geriye ya hiçbir olguyu açıklamayan, tam tersine kâh psikolojiye kâh çarpıtmalara dayanan Stalin eleştirileri kalır ya da Ekim Devrimi sonrasındaki tüm süreç ve hatta Ekim Devrimi’nin kendisi de büyük bir hata olarak görülür. Solda tarihselliği dışarıda bırak bu iki değerlendirme biçiminin farklı tonları bol bol bulunabilir.

Uluslararası komünist hareket bu tarihsel arka plana dayanarak 1935’te Faşizme Karşı Birleşik Cephe kararı alır. Karar daha çok SBKP’nin kararı olarak görülür ama diğer komünist partiler de (örn. Fransa, İspanya, İtalya) zaten halihazırda bu tür bir arayışın ya içindedir ya da cepheyi çoktan kurmuştur. Burada kritik iki toplumsal kesim vardır: emekçi karakteri belirgin olan köylülük ve düzenin işleyişinin aksamasıyla sarsılan kentli küçük burjuvazi. Cephe politikası ile işçi sınıfının bu kesimleri, hatta finans kapital dışında kalan burjuvaziyi de arkasına alması amaçlanmaktadır.

Ancak “faşizme karşı cephe” daha çok sosyal demokratlar ve sosyalistler ile ittifak olarak yorumlanır. Özellikle Batı Avrupa’da I. Dünya Savaşı öncesinde sermaye siyasetine angaje olan “muhalif” siyasetlerle ya da komünist atılımı yer yer anarşizm çağrıştıran bohem bir devrim anlayışı ile harmanlamaya çalışan kesimlerle bir araya gelme biçimi olarak yaşama geçer.14 Bir anlamda 1880’lerde Alman sosyal demokrasisinin partileşmesindeki süreç yeniden yaşanır: birbirine benzemeyen öğeler bir araya gelir. Ayrıca o dönemde sermayenin cinayet, şiddet, komplolar, kitlesel propagandalar gibi giderek farklı biçimler alan saldırısı bu yan yana gelmeyi de kolaylaştırır.15

Hâlbuki söz konusu olan “ittifakın her şeyden önce iktidara yönelik olarak, örgütlü işçi sınıfının politik açıdan kendisi ile aynı ölçüde organize olmayan ve daha amorf bir yapıya sahip kır emekçileri ile küçük burjuvazinin bazı kesimlerini sürüklemesine” dayanmasıdır.16 Bu önemli nokta sınıflar mücadelesinin ve siyasetin akışı içinde sık sık unutulur. Yine de o dönemde, yani 1930’lar dünyasında cephe politikası Bulgaristan’dan Çin’e, İspanya’dan Yunanistan’a komünist hareket için çok çeşitli kazanımlar ortaya çıkmasını da kolaylaştırır. Ama cephe, sonrasına da birçok arıza devreder: Birincisi, işçi sınıfı devriminin güncelliği ve olası olması geleceğe ertelenir. İkincisi, karşı-devrim sürecinin temel sürükleyicisinin farklı katmanlarına rağmen bir bütün olarak sermaye sınıfı olduğu belirsizleşir. Bu belirsizleşme sermaye sınıfına hareket serbestliği tanır.17 Üçüncüsü, köylülüğe ve küçük burjuvaziye ait ideolojiler (milliyetçilik, devrimci demokratlık, dini yönelimler) sosyalizm mücadelesinin değerleriymişçesine uzun süre yerleşiklik kazanır. Dördüncüsü, cephe fikri sosyalizmin aşamalandırılması ve araya bir demokrasi geçişi konması için kullanılmıştır. Bu yaklaşım örneğin Portekiz, İspanya, Yunanistan’da ve hatta Türkiye’de 1970’ler boyunca düzenin temellerinin sarsılmadan sermaye iktidarının biçim değiştirmesine olanak sağlamıştır. Hatta tüm bu geçişler “büyük devrimci başarılar” olarak selamlanmıştır.18 Beşincisi, birleşik cephe solun anti-komünist formlarının baskınlık kazanmasına ve sürekli olarak yeniden üretilmeyi gerektiren formların (örn. Bolşevizm) rafa kaldırılmasına olanak sağlamıştır. Altıncısı, komünist hareketi zorlu ve çetrefilli bir süreç olarak genel sol siyaset üstünde hegemonya kurma zorunluluğundan kurtarmıştır. Yedincisi, cephe politikasının teorik sonuçları da olmuştur: sınıf unutulmuş, 1960’lardan günümüze ittifaklardan koalisyonlara, oradan da radikal sol projelere geçiş oldukça kolay olmuştur.19

Bu bölümü bitirmeden önce bir noktayı daha vurgulamak gerekiyor. Özellikle sol içinde Birleşik Cephe’nin kurulmasının Stalin ya da komünist hareketin Stalin’i referans alan önemli isimleri tarafından geciktirildiği sıkça öne sürülmektedir. Troçkistinden sosyal demokratına, liberal solcusundan anarşistine hemen herkes (yani tüm anti-komünist sol) tarih okumadan, sınıflar mücadelesi nedir hakkında azıcık olsun düşünmeden Almanya’dan İspanya’ya, Fransa’dan Macaristan’a her yerde faşizmin yükselişini Stalin’in ayak sürümesine ve Sovyet partisinin sekterliğine bağlamaktadır.20 Tarihi çarpıtmayı bir kenara bırakıyorum ama o dönemdeki sosyal-demokrat ya da sosyalist liderlerin 1920’lerden 1936’ya kadar uzanan demeçleri, kariyerleri, parlamenter halleri, yönelimleri, hayat hikayeleri, arkalarındaki isimler, başlarına gelenler tek tek okunmalıdır. O zaman Avrupa’da Sovyetler Birliği’ni ve işçi sınıfı uyanışını ortadan kaldırmak için yürütülen sermaye operasyonu daha iyi anlaşılır. Avrupa sosyal demokrasisi ve sosyalistleri meseleyi anlamamak ve anlaşılmamasını sağlamak için 1920’ler boyunca büyük gayret göstermiştir. 1930’larda ise Avrupa sermayesi hepsini ya tasfiye etti ya da ortada bıraktı. Yani birliği mümkün kılmayan sosyal demokrasinin komünist hareket karşısındaki net duruşudur. Tersi değil. Ve anlaşılan o ki örneğin Troçki bu önemli noktayı yani Avrupa’da solun üstündeki sermaye etkisini hiç anlamamıştır (ya da anlamış ve tepe tepe keyfini çıkarmıştır).21

Sermayenin tekelci olmayan kesimlerinin ideolojisi

Burjuvazi ile ittifak konusunda solu oyalayan başlıklardan bir tanesi de “sermayenin tekelci olmayan kesimleri” olagelmiş. Aslında bu kesim, siyasi strateji anlamında “ulusal burjuvazi” benzeri bir çerçeve olarak da düşünülebilir. Yani kapitalizmin parçası olup da piyasanın işleyiş biçiminden zarar gören ve bu nedenle siyasi çözüm arayan bir kesim olarak değerlendirilebilir. Ama bu sefer vurgu ideoloji temelli bir kimlik üzerinden değildir de daha çok iktisadi temelli gibidir. Ulusal olanın yerini tekelleşme karşıtlığı alır. Peki tam olarak ne söylenmektedir?

Çizilen çerçeve (farklı versiyonlarıyla birlikte) az çok şu şekildedir: Sermaye sınıfının tekelci kesimi gelişkin olanakları ile siyaseti ve ekonomiyi belirlemektedir; iktisadi gücü daha zayıf olan ve piyasayı belirleyemeyen, bu anlamda da büyük sermaye grupları tarafından sürekli hırpalanan kesimler ise belli bir sıkışıklık yaşamaktadır. Bu sıkışıklık, söz konusu kesimlerin siyasette çeşitli “sol, demokratik, adalet talep eden” etkileşimlere açık olmasına nesnel bir zemin sunmaktadır. Bu nedenle de tekelci olmayan sermaye kesimlerinin üretim süreci ve rekabet temelli olarak kapitalizme/emperyalizme ya da kapitalizmin kimi özelliklerine karşı mücadelede yer alacağı ve demokrat/sosyalizan bir ideolojik çerçeveye yakın duracakları beklenmektedir.

Anti-tekel Cephe olarak da bilinen bu siyasi kavrayış, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında başta Fransa’da ve ABD’de olmak üzere farklı komünist partiler tarafından benimseniyor.22 Ortaya çıkan cephelerin geçmişteki “Halk cephesi” deneyimlerinden farklı olduğu vurgulanıyor. Yeni oluşum “kimi kapitalistleri” de içerecek şekilde işçileri, çiftçileri, küçük işletme sahiplerini, şirket profesyonellerini, beyaz yakalıları bir araya getirmeye çalışıyor. Bu stratejiye göre “en basit reform ve demokrasi mücadelesinden sosyalizm kavgasına her çaba bu direniş yolundan, yani anti-tekel halk birliği yolundan geçmek” zorundadır.23 Aslında anti-tekel cephenin bir yanıyla “iyi” bir strateji olduğu düşünülebilir. Yani ortada bir çelişki ve çıkarların uyuşmaması halinin olduğu düşünülebilir ve bu uyuşmama nedeni ile harekete geçen kesimlerin “kendiliğinden, bir tepki seli içinde” bir araya geleceği de düşünülebilir. Tabii ki sınıf ideolojisi ve sosyalist devrim arayışı geri çekilirse neden olmasın…

Ama iki sorun anti-tekel yaklaşımın altını oymaktadır: Birincisi, tekelci olmayan sermaye kesimi de nihai olarak tekel olmanın yollarını aramaktadır. Yani bu kesimler için, toplumdaki demokrat ya da adaletçi arayışlarla iş birliği ancak geçici olarak, tedricen kurulan ve günün koşullarına uyan bir tercihtir. Tekelci olmayan kesimler için siyasette aslolan pragmatizmdir. Tabii ki denebilir ki pragmatizm siyasetin yarısıdır. Yani sosyalist siyaset de komünistler de zaman zaman, bazı dönemeçlerde pragmatist kararlar, tutumlar almak zorunda kalabilir. Ve tekelci kapitalizm koşullarında sıkıntı yaşayan toplumsal kesimlere (sermaye de dahil) yol göstermek komünist stratejinin bir parçasıdır. İttifaklar için genel yaklaşım böyle kurulabilir. Ama bu sefer de tekelci olmayan kesimlerin diğer ikinci sorunu devreye girer: Bu kesimlerin ideolojik tercihleri çok nadir örnekte ilerici olabilir.

İş tabii uzaklarda, örneğin Avrupa ya da Latin Amerika’da dönünce davulun sesi hoş geliyor olabilir. Yani sermayenin tekelci olmayan kesimlerinin Brezilya’da ya da Fransa’da “radikal/muhalif halk hareketlerini” desteklediği düşünülebilir. Ama kurulan ya da kurulması umulan cephelere biraz yakından bakınca ya da bu sınıfların yakın versiyonları göz önünde bulundurulunca işin rengi değişmektedir. Çünkü “sermayenin tekelci olmayan kesimleri” çizilen çerçeveye uygun olarak çok da “demokrat, adaleti arayan, hatta eşitlikçi” bir ideolojik formata sahip olmuyor. Bu kesimlerde ezilen, ezilmeye değil, yeterince ezemediğine karşı çıkıyor. Bu nedenle de eşitliği geçtik “demokrat” bir paylaşıma değil otorite mücadelesinin kıyasıya olduğu, emekçi kesimlere yönelik toplumsal tahakkümü pekiştiren ideolojilere yöneliyor bu kesimler. Örneğin devreye din ve her türünden tarikatlar giriyor. ABD’de böyle, Türkiye’de de, Nijerya’da da; tercih dincilik, tarikatçılık ve milliyetçilikten yana olmaktadır. Yani reel bir konumlanış olarak sermayenin tekelci olmayan kesimleri devrimci ya da en azından varolanın kalıplarını zorlayan değil, geçmişe ait değerler sistematiklerine sarılmakta, buraları beslemektedir.

Bu kesimlerin ideolojik dünyası hep en gerici pozisyonlarla maluldür. Tamam, tekelci olmayan kesimlerden kozmopolit ya da liberal çıkışlar da beklemiyoruz ama bu kesimler hep dinci, arkaik, milliyetçi, mistik bir düşünce dünyasına yaslanırlar. Türkiye’de örneğin İslami tarikat örgütlenmelerinin parasal kaynağı bu sermaye kesiminin elinde dönmektedir. Hâlbuki bu kesimler solun genel ittifak stratejisinde farklı kesimlerce idealize edilir. Bazen burjuvazinin bu kesiminin değerleri yüceltilir bazen de anti-emperyalizm de dahil olmak üzere hiç taşımadıkları değerler atfedilir.24

Demokratikleşme fetişizmi

Gelelim solun, sosyalizm mücadelesinin 20. yüzyıldaki bir diğer karın ağrısına. Sermaye ideolojisinin ve siyasetinin sızdığı çatlaklardan bir tanesini de “ülkenin, toplumun demokratikleşmesi” meselesi oluşturuyor. Genel çerçeveyi sanırım herkes az çok biliyordur: işçi sınıfının örgütlenmesi, iktidar alternatifi haline gelebilmesi için önce ülkenin düze çıkması gerekiyor; düze çıkmak ise “demokratikleşmek” olarak kodlanıyor. Özellikle 1970’lerden itibaren etkili olan bu siyaset, esasen Güney Avrupa’da ve Latin Amerika’da o dönemde süregiden askeri diktatörlüklere karşı geliştirilen bir formül olarak ortaya çıkıyor. Bu yaklaşıma göre askeri ya da otoriter yönetimler toplumsal gelişime engel oldukları kadar piyasanın da yeterince serbest olmasına engel olmaktadır. Yani demokrasinin yeterince oluşmadığı/gelişmediği/oturmadığı ülkelerde toplumsal gelişim de kendi “olağan” mecrasında akmamaktadır. Demokratikleşme bu nedenle gerekmektedir: işçi sınıfı, ezilenler dahil tüm toplum kesimlerinin kendi potansiyelleri doğrultusunda “serbestçe” gelişebilmesi, örgütlenebilmesi için.

Biraz karikatürize etmiş olabilirim ama solun çeşitli mecralarında “demokrasi” meselesinin az çok bu çerçevede ele alındığını sanırım söyleyebiliriz. Tabii ki bu formülde faşizm tanımının da sık sık yer aldığını akılda bulundurmak gerekiyor. Ama artık söz konusu olan Nazi iktidarı ya da Mussolini İtalyası örneklerinde olduğu gibi sermayenin bir kesiminin temsilcisi olarak iktidara yerleşen parti-devlet değildir; sermayeye rağmen iktidara yerleşen askeri-bürokratik diktatörlüktür. Demokratikleşme için gereken ise bir “demokrasi cephesi” etrafında her kesimin bir araya gelmesidir.

Demokrasi cephesinin önceki cephe çağrılarından en önemli farkı ise sınıf çözümlemesinin artık iyiden iyiye geri çekilmesidir. Sermayenin farklı kesimleri, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimler çözümlemenin merkezinde (hatta herhangi bir yerinde de) yer almaz. Keza “demokrasi cephesi” sınıfların değil demokrasinin olmamasından zarar gören tüm kesimlerin ittifakı, bir araya gelmesidir. Bir araya gelecek olanlar da “demokrasi güçleri” olarak tanımlanır.

Kimdir demokrasi güçleri? Sağcı, solcu muhalifler, laik, müslüman, Türk, Kürt, her kesimden kişiler, ezilenler, inancından dolayı dışlananlar, cinsel kimliğini gizlemek zorunda kalanlar, muhalifler, siyasetçiler, hekimler, hukukçular, öğretmenler, din alimleri, meleler, her partiden eski milletvekilleri, mimarlar, mühendisler, emekliler, sadece Türkiye değil dünya çapında saygınlığı olan insanlar, kısaca ülkesinin çöküşe sürüklenmekte olduğunu gören onurlu, huzurlu, adil bir yaşamı özleyen tüm yurttaşlar.25 Bu sürecin sürükleyicisi ise cepheyi önerene göre değişmektedir: sivil toplum örgütlerini önerenler de bulunmaktadır (ki bu kesim 90’lar ve 2000’lerde daha baskındı) demokratik kitle örgütleri ve sendikaları önerenler de. Ama 1970’ler boyunca sosyal demokrat, sosyalist ve komünist kimi partilerin de bu sürece angaje olduklarını, demokrasi cephesi benzeri ittifakların başını çektiklerini (ve sonuçta da düzenin kendini kurtarmasına koşa koşa destekte bulunduklarını) hatırlatmak gerekiyor.

Cephe tabii ki belli bir talepler etrafında oluşmalıdır. Bu kesimler artık pek kullanılmayan bir kavramla açıklarsak bir “asgari program” etrafında bir araya gelmelidir: Diktatörlüğün sona ermesi, serbest seçimlerin yapılması, siyasi baskıların sona ermesi, örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması gibi. Ama sanırım sorun açıktır: tüm bu süreçlerin, yani otoriterliğin, askeri diktatörlüğün, faşizm benzeri hallerin sermaye düzeninin işleyişinden bağımsız olduğu, askeri/otoriter figürün ve onun dar siyasi iktidarının keyfi tercihi olduğu düşünülür. Ayrıca “demokrasi cephesi” çağrılarında devrim-sınıf siyasetine dair birçok kritik ayrıntı hem önemsizleştirilir hem de unutturulur. Ya da gerektiğinde nabza göre şerbet vermek üzere kenarda bekletilir. Örneğin günümüzde laiklik meselesinde olduğu gibi. Aynı anda hem dini bayram kutlaması yapılır ama hemen sonra da sekülerizmin önemi vurgulanır.

Demokrasi cephesi çağrılarında toplum eşit çelişkilerden oluşan bir bütün olarak ele alınır. Toplumsal değişimin de tek bir öznesi yoktur: eş çelişkiler vardır. Bu kapsamda emek-sermaye çelişkisi, tamam önemlidir ama toplumsal işleyişteki çelişkilerden sadece bir tanesidir. Demokrasi çağrısı işçi sınıfının teorik ve pratik olarak devrimci bir sürecin öznesi olarak görülmemesi ile ilişkilidir. İşçi sınıfı nicel ve nitel olarak devrimin öznesi olarak görülmez. Geriye ise tarihsiz, sınıflar üstü ve günümüz emperyalist hiyerarşiler dünyasını teğet geçen bir demokrasi fetişizmi kalır.

Solun evrimi: Devrimci projelerden düzen-içi muhalefete

1920’lerden günümüze kadar geldik sanırım. Sol, komünist hareket 20. yüzyıl boyunca dalgalanan sınıflar mücadelesinde pozisyon alabilmek için farklı dönemlerde, farklı koşullarda, farklı siyasi analizler yapmış ve farklı siyasi stratejiler geliştirmiş. 20. yüzyıl boyunca süregiden, burjuvazinin “o ya da bu kesimi ile ittifak” tartışmaları da çoğu zaman bu arayışın parçası olmuş. Bu arayışlar Ekim Devrimi’nin enerjisiyle önce siyasi iktidarı ele geçirme merkezli olarak geliştirilmiş sonrasında ise sınıf, iktidar ve sermaye karşıtlığı adım adım askıya alınmış. En azından uzunca bir süre, yaklaşık olarak 1970’lerin başına kadar cephe, ittifak arayışları, bu siyasi açılımlara dair analizler siyasi iktidar hedefini gözeterek yürütülmeye çalışılmış. Yani siyasi devrim farklı veçheleri ile masada kalmış.

Bu anlamda günümüzün yönelimleri ile geçmişin arayışları arasındaki çok temel bir farkı vurgulamak gerekiyor. Örneğin 1960’lardan itibaren Türkiye solunu peşinden sürükleyen Milli Demokratik Devrim (MDD) öyle ya da böyle devrimci bir projedir. Bugün ise sol devrimci bir stratejiyi değil, düzen içine yerleşme stratejisini uyguluyor, bunun peşinde koşuyor; bunun açık ya da örtülü propagandasını yapıyor. Olası bir restorasyon sonrasının “ana muhalefeti” olmaya hazırlanmak ya da “mecliste 20 kişilik sosyalist bir vekil grubu” oluşturmak tüm cafcaflı vaatlerine karşın aynı düzen içi niyeti temsil ediyor.

Şimdi geri dönüp baktığımızda “cephe” stratejisinin II. Dünya Savaşı’ndan önce, özellikle Avrupa’da yükselen sermaye sınıfı saldırganlığına karşı, bir yanıt olarak şekillendiğini görüyoruz. Sonrasında ise bu yaklaşım, Avrupa Komünizmi’nin, yeni solun ve Maoculuğun da yükselmesiyle birlikte, daha doğrusu komünist hareketin etkisinin yeniden üretilememesiyle yerleşiklik kazanıyor. “Cephe” farklı biçimlerde sürdürülüyor ya da sürdürülmesinin yolları aranıyor. Tabii ki burada kilit değerlendirmenin işçi sınıfının siyasi örgütlülüğünün, toplumsal etkisini ve ideolojik gelişkinliğinin iktidarı almak ve toplumu arkasından sürüklemek için yeterli olmayacağı olduğunu hatırlamak gerekiyor. Yani yüzbinleri bulan üye ve milyonları bulan destekçi sayılarına rağmen özellikle Avrupa’da “komünizm” pek olası görülmüyor. Sermaye sınıfının karmaşık ve çok boyutlu müdahaleleri solun sol olmaktan çıkması ile bertaraf edilebileceğine inanılıyor ve “cephe” politikaları da bu süreçte gündeme geliyor.

Ne Fransa’da ne İtalya’da ne Şili’de ne de Güney Afrika’da sınıf siyasetinin ve devrimci hedeflerin geri çekildiği ittifak arayışları sermaye saldırganlığını durdurdu. Tam tersine sermaye sınıfına öyle ya da böyle göz kırpan her hamle küresel ölçekte komünizmin güç kaybetmesine neden oldu. Neredeyse yarım yüzyıl boyunca komünistlerin başını çektiği halk cephelerinin komünist harekete nefes aldırdığı ya da komünist hareketin önünü açtığı tek bir örnek bile yaşanmamıştır. Halk cephesi deneyimlerinin görece başarılı olduğu Fransa, İspanya, İtalya gibi örneklerde dahi komünist ideolojinin ve siyasetin emekçiler arasında yayılmasından ziyade hareketin sosyal demokrasiye doğru likide olmasına neden olmuştur. Bu dağılıp gitmeye müdahale eden bir komünist kutup da ne yazık ki şekillenmemiştir.

Bu nedenle temel meselenin aslında çapanın nereye atıldığı açık olsa gerek. İster cephe ister ittifak arayışları olsun, yola çıkarken devrimi ve komünizmin çıkarlarını, işçi sınıfının tarihsel ilerleyişini gözetmeyen her adımın aslında bir bütün olarak devrimci hareketlere zarar olarak geri döneceğini, komünist özneyi tutarsızlaştıracağını görmek gerekiyor. Yazının başında solun tarihi burjuvaziden kopamamanın (ve aynı zamanda da kopmaya çalışmanın) tarihidir diye belirtmiştim. Yaklaşık 150 yılda sermaye düzeni solu devrimci bir konumdan çıkarmak için epey yol aldı. Ama sermaye her kritik dönemeçte yine solun desteğine, toplumun sol üzerinden ikna edilmesine ihtiyaç duyuyor. Herhalde bunun en yakın örneklerinden birisi 2000’lerde Türkiye’de yaşandı. Ergenekon süreciyle simgelenen döneme milliyetçi ve liberal sol farklı açılardan destek oldular. Bir diğer örneğin ise bir farklı versiyonuyla Yunanistan’da Syriza ve Çipras kişiliği ile yaşandığını gördük.

Sınıflar mücadelesinde koordinatlar bir kez daha işçi sınıfından yana değişirken (ya da değişme eğilim gösterirken) solda da farklı görünümleriyle sermaye ile iş birliğinin yolları yeniden ve yeniden gündeme geliyor. Demokrasi cepheleri, halk cepheleri kâh sol külliyata başvurularak kâh uydurma haberlerle kuruluyor. Sınıf var mı içinde? Belki... Ama bir kez daha, hem de bu sefer 21. yüzyılda, aynı zokayı yutacak mıyız? Göreceğiz... Elimiz armut toplayarak değil tabii ki...

Tolga Binbay / SOL-Gelenek

  • 1.Çok fazla örnek var bu yorum için ama yazıyı hazırlarken baktığım iki kaynağı işaret edebilirim. Bir tanesi gayet ustaca yazılmış; İngiliz solunun içinde böylesi “yüzeysel” ve tabii ki anti-komünist ama “etkili” pop-kitapların çıkması çok şaşırtıcı değil ama solun tarihine dair hemen her konuda “referans” kitap haline getirilmeleri de dikkat çekici; işte onlardan bir tanesi: Priestland, D. (2009) Kızıl Bayrak – Bir Komünizm Tarihi (çev. Egemen Yılgür, Ali Çakıroğlu). İletişim Yayınları: İstanbul, 2. Baskı, 2017 [özellikle sf. 207-258 arası]. Bir diğer kaynak da Troçki’nin ve izleyicilerinin yazdıkları: Deutscher, I. (1963). Kovulan Sosyalist: Troçki 1929-1940 (çev. Rasih Güran). Alfa Yayıncılık: İstanbul, 2017 [özellikle kitabın ikinci bölümü Troçki’nin her koşulda ve zamanda sürekli yeniden ve yeniden tekrarladığı “sosyalistlerle” birliktelik, ittifak meselesine dairdir.]
  • 2.Binbay T (2021) Sol, Komün derslerinden geçti mi? Gelenek, 156: 17-31.
  • 3.Okuyan K (2019) Devrimin Gölgesinde – Berlin, Varşova, Ankara. Yazılama Yayınevi: İstanbul, 1. Baskı.
  • 4.Herhalde bu dönemdeki arayış ve tartışmalara dair bakılabilecek en önemli kaynak kitap: Lenin, V. I. (1920) “Sol” Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı (çev. Muzaffer İlhan Erdost). Sol Yayınları: Ankara, Gözden Geçirilmiş 5. Baskı, 1991. Ayrıca bknz. Özer, B. (2020) Sol Komünizm: Zor günler, zor satırlar. Gelenek, 149: 81-90.
  • 5.Binbay, T. (2021) Engels’in tasaları ya da Das Problem Des Engels Problems. Gelenek, 151: 49-52.
  • 6.Binbay T (2021) Sol, Komün derslerinden geçti mi? Gelenek, 156: 17-31.
  • 7.Burada spesifik bir kaynak belirtmiyorum ama solun farklı kesimlerde bu analiz hem geçmişte hem de halen günümüzde bulunabiliyor.
  • 8.Durmaz, C., Özdemiroğlu, F. (1987) “Cephe”ler… Geçmiş ve Bugün. Gelenek, 9: 57-76.
  • 9.Desai, R. (2004) From national bourgeoisie to rogues, failures and bullies: 21st century imperialism and the unravelling of the Third World. Third World Quarterly. 25. 169-185.
  • 10.Desai, R. (2004) A. g. e.
  • 11.Durmaz, C., Özdemiroğlu, F. (1987) “Cephe”ler… Geçmş ve Bugün. Gelenek, 9: 57-76; Nalçacı, E. (2015) Komünist siyaset ve cepheler. Gelenek, 126: 23-36; Nalçacı, E. (2019) Dünyada güncel faşist siyasetler nasıl ele alınmalı? Gelenek, 142: 20-33. Gelenek’te uluslararası komünist hareketin “cephe” değerlendirmeleri de yer alıyor: İsveç Komünist Partisi (2019) 2. Dünya Savaşı sonrasında sosyal demokratlar ve komünist hareket (çev. Aziz Can Cengiz). Gelenek, 145: 122-144; Papariga, A (2003) İttifaklar Politikasının Uluslararası Boyutları Üzerine (çev. Erkin Özalp). Gelenek 78: 103-109; Lerouge, H. (2008) Faşizme Karşı Birleşik Cephe’de Oportünizm: Uluslararası Kökenleri. Gelenek, 98.
  • 12.Bu konuda komünist hareketin bakışı için birçok kaynak bulunabilir. Ama geleneksel komünist hareket dışında etkili bir kaynak için bknz. Magri L (2009) The Tailor of Ulm: A History of Communism (İtalyanca’dan çev. Patrick Camiller). Verso Books: London, 2011 [özellikle sf. 32-38 arası]. Lucio Magri, İtalyan Komünist Partisi’nin uzun yıllar içinde ve dışında etkili olmuş bir isim. Ölmeden önce yazdığı bu kitap ise arızalarına rağmen İtalyan komünizmi üzerinden dünya komünist hareketine dair önemli ayrıntılar sunuyor. Ve örneğin Troçki’nin 1930’lardaki etkisinin Avrupa’da neden kısıtlı olduğuna dair de İtalya’dan bir perspektif sunuyor.
  • 13.1920’ler ve 1930’lar boyunca komünistlerin sosyalistlerle ittifakı ya da işbirliği halen doyasıya çarpıtılan, istismar edilen bir konu. Tabii ki her tür sonuç Stalin’in başına yıkılıyor. Sosyal-demokrasinin düzeni ayakta tutan önemli görevine dair en ufak satır bulmak bile zor Stalin sövgüleri arasında. Geri kalan herkes ise zaten ya kukla ya da mağdur. Güncel bir örnek olarak bknz.: Priestland, D. (2009) Kızıl Bayrak – Bir Komünizm Tarihi (çev. Egemen Yılgür, Ali Çakıroğlu). İletişim Yayınları: İstanbul, 2. Baskı, 2017 [özellikle sf. 207-258 arası].
  • 14.Priestland, D. (2009) Kızıl Bayrak – Bir Komünizm Tarihi (çev. Egemen Yılgür, Ali Çakıroğlu). İletişim Yayınları: İstanbul, 2. Baskı, 2017 [özellikle sf. 207-258 arası].
  • 15.Magri L (2009) The Tailor of Ulm: A History of Communism (İtalyanca’dan çev. Patrick Camiller). Verso Books: London, 2011 [özellikle sf. 32-38 arası].
  • 16.Durmaz, C., Özdemiroğlu, F. (1987) “Cephe”ler… Geçmş ve Bugün. Gelenek, 9: 57-76.
  • 17.Örneğin Nazileri destekleyen Alman ve Fransız sanayi sermayesi II. Dünya Savaşı sonrasında başta Federal Almanya olmak üzere tüm Avrupa’da yoluna bildiği gibi (ama bu sefer sosyal demokrasiyi yeniden örgütleyerek) devam eder.
  • 18.Portekiz Karanfil Devrimi’nin ya da Yunanistan’da cuntanın sona ermesinin ne yana düştüğü pek sorgulanmaz ama örneğin Sovyetler’in Türkiye’de 27 Mayıs 1960’ı selamlaması çoktan unutulur.
  • 19.Durmaz, C., Özdemiroğlu, F. (1987) “Cephe”ler… Geçmş ve Bugün. Gelenek, 9: 57-76.
  • 20.Birçok kaynak bulunabilir ama bu yazı için yukarıda örnek verdiklerimi hatırlatmakla yetineyim: Priestland, D. (2009) Kızıl Bayrak – Bir Komünizm Tarihi (çev. Egemen Yılgür, Ali Çakıroğlu). İletişim Yayınları: İstanbul, 2. Baskı, 2017 [özellikle sf. 207-258 arası]. Deutscher, I. (1963). Kovulan Sosyalist: Troçki 1929-1940 (çev. Rasih Güran). Alfa Yayıncılık: İstanbul, 2017 [özellikle sf. 103-139 arası].
  • 21.Komünist kaynaklara gerek bile yok. Troçki’nin aldırmazlığını ve benmerkezci ısrarını görmek için şu yazıda referans verdiğim “anti-komünist” kaynaklar karşılaştırmalı olarak okunsa yeter de artar.
  • 22.Dönemin ABD Komünist Partisi Genel Sekreteri Gus Hall’ın kongre konuşmasından aktaran Gerger, H. (2018) Canavarın Ağzında: ABD Komünist Partisi Tarihi, 1919-1959 Cilt:3: Çürüme ve Çözülüş. Yordam Kitap: İstanbul, sf. 260 ve 414-415.
  • 23.Gerger, H. (2018) A. g. e., sf. 414-415.
  • 24.Bu konuda sanırım Aydınlık ekibinin eline su dökülemez ama Türkiye solunda özellikle son 15-20 yılda dincisiyle ya da liberaliyle benzer angajmanlara girmemiş kesim bulmak da komünistler dışında güçtür. Ne sermayedarlar gördük ki acayip anti-emperyalisttiler ya da ne burjuvalar gördük ki hep demokrattılar…
  • 25.Kaynak göstermeye gerek var mı bilemedim ama farklı kesimlerin değerlendirmelerinde ve özellikle HDP yönelimli çeşitli yazılarda “demokrasi cephesi” için bu tür tanımlamalara rastlamak mümkün. Kimisi sol jargonu ve külliyatı bırakmadan yapıyor bu tanımlamayı kimisi ise bodoslama giriyor konuya. CHP’yi katanı da var, orada durmayıp Babacan’a, Saadet’e uzananı da… Anlaşılan o ki seçimler yaklaştıkça ve sınıf mücadelesi kızıştıkça daha birçok kesim de girecek bu tanımın içine.

6 Ocak 2022 Perşembe

Çözüm köklü değişimde - BİRGÜN

İktidar ülkeyi uçuruma sürüklerken düzen içi muhalefet de sandık çağrısı ve restorasyondan öte bir program ortaya koymuş değil. Yalnızca seçimi işaret ederek krizin çözülmeyeceğini belirten sosyalist partiler, düzenin köklü bir değişiminin şart olduğuna vurgu yapıyor.

Saray rejimi ülkeyi ekonomik ve siyasal kriz sarmalına soktu. Enflasyon 19 yılın rekorunu kırarken yeni yılla birlikte en temel ihtiyaç maddelerine yapılan yüksek oranda zamlar milyonlarca yurttaşı daha da yoksullaştırdı. Muhalefet ise ‘sandığı bekleyin’ söyleminden öteye geçemedi. ‘Geçinemiyoruz’ diyerek hükümeti istifaya çağıran yurttaşlar ülkenin pek çok noktasında sokaklara çıkarken Meclis muhalefeti kamucu bir alternatif program ortaya koymadı. AKP’nin ilk yıllarına öykünen, mevcut rejimde bir takım restorasyonlarla yetinen, AKP’nin alternatifi olarak yine sağ koalisyonlara yönelen muhalefetin halkın sorunlarına çözüm üretmeyeceğinin altını çizen sosyalist partiler ise düzenin köklü bir değişiminin şart olduğuna vurgu yapıyor.



AKP’YE MANEVRA ALANI AÇTIRMAYALIM

SOL Parti Başkanlar Kurul Üyesi İlknur Başer: 

Erdoğan ve rejimi tükendi, sadece ömrünü uzatmaya çalışıyor. Bir NAS bir Çin modeli derken halka ağır bedelleri olan bir şapkadan bir tavşan çıkarma girişimi daha hüsranla sonuçlandı. Bir avuç suçlu ve soyguncu azınlık dışında herkes bu iktidardan kurtulmak istiyor. Erdoğan da bunun farkında ki dün iç savaş çığlıkları atmaktan kendini geri alamadı. Bu da kaybetme ruh halinin bir göstergesidir. 
Meclis muhalefetinin her fırsatta seçim anını işaret eden anlayışlılarıyla başarmak mümkün değil. Bu tutukluk aksine AKP’ye yeni manevra alanı açmak dışında bir işe de yaramıyor. Daha da önemlisi muhalefet bloku ekonomik ve siyasi kriz karşısında bir alternatif politikaya da sahip değil. Oysa sadece enerji zamlarına bakılarak dahi krizin, öyle bir seçim kazanmayla çözülebilecek bir kriz olmadığı kolayca görülebilir. 
Enerji faturalarını ikiye katlayan zamlarla nasıl mücadele edilecek? Enerji üretim ve dağıtım şebekeleri tümüyle özelleştirilip, şirketlere devredilmiş durumda. Sadece enerji değil iletişim, ulaşım alt yapısı da tüm üretim yapısı da öyle… 
Eğitimden sağlığa tüm kamu hizmetleri de ticarileştirildi… Zamların arkasında şirketlerin egemenliğine devredilmiş bir piyasa düzeni var. Böyle bir krizde, enerji şirketlerinin kamulaştırılması için mücadele etmeksizin zamlara karşı duramazsınız ya da TEKEL’den SEKA’ya kapatılmış tüm kamu işletmelerinin geri alınması için mücadele etmeksizin bu krize çözüm bulamazsanız. 
Sosyalist SOL bir çıkış yolunun güçlendirilmesi bu nedenle önemli. SOL Parti olarak elektrik ve doğalgaz zamlarına karşı günlerdir sokaktayız. Ülkenin dört bir yanında sokakta olmaya devam ediyoruz. Topluma her fırsatta bekleyin, durun, sabredin, oyuna gelmeyin, seçimi bekleyin deniliyor. Biz bu siyaset anlayışını, suskunluk çağrısını da reddediyoruz. Toplumun örgütlü bir güç olarak siyasete müdahale edebildiği oranda bu rejimle gerçek bir hesaplaşmanın önü açılabilecektir, çünkü sadece kendi hakları için örgütlenip mücadele eden toplumlar kazanabilir. Şili nasıl örgütlü mücadeleyle bunu gerçekleştirdiyse, burada da örgütlü mücadeleyle başarabiliriz. Bugün her yerde bu anlayışla mücadeleyi büyütmeye devam edeceğiz!

ÇIKIŞ EMEKÇİLERİN ÖRGÜTLÜLÜĞÜNDE

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan:
 

Sermaye sınıfı halka saldırıyor. Sermaye sınıfı zamlarla saldırıyor, Hazine’den kaynak emerek saldırıyor, reel ücretleri sürekli gerileterek saldırıyor, faturalarla saldırıyor. Sermaye sınıfı iktidarla saldırıyor, sermaye sınıfı muhalefetle saldırıyor. Kendi geleceğini ancak ve ancak patronlarla ve emperyalist ülkelerle nikah tazeleyerek kurtarabileceğini gören Erdoğan ile ona karşı başarıya yine patronların ve emperyalist ülkelerin güvenini kazanarak ulaşacağını düşünen muhalefet elbirliğiyle halkımızı yoksulluğa, yoksunluğa ve yıkıma sürüklüyor. 

Erdoğan’ın “ekonomik kurtuluş savaşı” dediği, işçi ücretlerinin yerlerde süründüğü, bütün kaynakların yerli ve yabancı şirketlere aktarıldığı bir modeldir. Bu model, ekonomik büyümeyi sağlayabilir. Ancak bu model eşitsizliği, adaletsizliği, yoksulluğu ortadan kaldırmaz, tersine daha da derinleştirir. Model arızalıdır, modelin uygulandığı toplumsal sistem arızalıdır, düzeltilemez. 

Kapitalist düzen o denli arızalıdır ki yeni yıla girerken yurttaşlarına elektrik ve doğalgaza eşi benzeri olmayan bir zam armağan etmiştir! İnsanların en temel ihtiyaçlarını, aydınlanmayı, ısınmayı, beslenmeyi, barınmayı, eğitim ve sağlık hizmetini karşılıksız sağlayamayan bu düzen çürümüştür; yıkılmalıdır. 

Örgütlü bir emekçi halk hareketi, Türkiye’nin gündemine “yeni bir düzen” iradesini koymalıdır. Türkiye Komünist Partisi bu görevin ertelenemeyeceği gerçeğinden hareket ederek, benzer bir yaklaşıma sahip dost siyasi güçlerle ortak bir mücadele kültürü yaratmak ve acil bir talep olarak, yaygın bir devletleştirme çağrısını yaygınlaştırmak için elinden geleni yapacaktır.

SANDIK TEK BAŞINA ÇARE DEĞİL

EMEP Genel Başkanı Ercüment Akdeniz: 

İşçi ve emekçilerin yaşam koşulları ağırlaştı. 2019, 2018’den; 2020, 2021’den kötü oldu. Örneğin; Ford 2020’de kârını yüzde 114, Arçelik yüzde 202, B/S/H yüzde 240 artırdı… 

Bu fabrikalarda çalışan işçilerin ücret zammı bu yılda yüzde 15’te sınırlı kaldı. MESS, yine aynı fabrikalarda çalışan işçilere bugün yüzde 17 gibi komik bir zam teklif ediyor. Sendikaların talebi de resmi enflasyonun dahi altında kaldı! 

Örnekler çoğaltılabilir.Kamu emekçilerin yüzde 59’u yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Zamlı emekli aylığı açlık sınırının yüzde 37 altındayken, asgari ücret zammı cebe girmeden buharlaşmışken hükümet ne yapıyor? 

Para basarak, Merkez Bankasını 70 milyar lira zarardan, 60 milyar lira kâra geçiriyor! Bu yolla piyasaya para pompalayıp enflasyonu artırıyor. Ürünlerinin malı değerlenen patronlar kazanırken, kimilerinin krizi derinleşiyor. Ya da emekçilerin vergilerini sermayeye “İstihdam yaratıyoruz” diyerek peşkeş çekiyorlar. 

İstihdam da yok! İşsizlik artıyor. Evet tablo karanlık. Tabloyu tersine çevirmek bütün emekçiler için bugün hayat-memat meselesidir. İşçiler ve emekçiler fabrikada, işyerinde talepleri etrafında bir araya gelmelidir. Sadece seçim isteyerek iktidarı sıkıştırmak bu sürece yanıt olamaz. 

Hem tek adam yönetimine ve sermaye düzenine karşı hem de halk hareketini her defasında geriye çeken halkın birleşik mücadelesini bölen ‘restorasyoncu sosyal reformizmle’ mücadele etmek görevdir. Bu yüzden, 3. seçenek olarak birleşik emek cephesine ve “halk ittifakı”na her zaman olduğundan daha çok ihtiyacı vardır. 

Emek Partisi olarak ısrarla bu yönde çağrı yapıyoruz, çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

ÜRETİM ARAÇLARI KAMULAŞTIRILMALI

Türkiye Komünist Hareketi Genel Başkanı Aysel Tekerek: 

Yılbaşı itibariyle halkın tam anlamıyla belinin bükülmesi anlamına gelen zam yağmuru aldı başını gidiyor. Kendini bunun alternatifi olarak gösteren Millet İttifakı ise aynı zamanda Türkiye sermaye sınıfının de yeni bir ittifak düzlemi olarak karşımızda yer alıyor. 

Dolayısıyla, istedikleri kadar üretim ekonomisi ve benzeri kavramlardan bahsetsinler, buranın da sermayenin çıkarlarının korunmasından başka bir ekonomik ya da siyasi programı bulunmuyor. 

Komünistlerin son gelen zamlar ile zirveye doğru giden ekonomik krizin çözümü ile ilgili görüşlerini ise birkaç başlık çevresinde toparlamamız mümkün. 

Öncelikle sömürünün temel kaynağı olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesi yani toptan devletleştirme hamlesine girişilmesi en büyük zorunluluktur. Bununla birlikte, piyasa ekonomisi terk edilmeli, planlı, kamucu üretim ekonomisine geçilmelidir. Borsa kapatılmalı, yerli ve yabancı bankalar devletleştirilmeli, emperyalist kurumlarla yapılan ekonomik anlaşmalar iptal edilmelidir. Yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilerek özelleştirilen tüm kurumlar tekrar devletleştirilmeli, kamu özel ortaklığı adı altında halkın yarattığı değerlerin sermayeye rant olarak aktarılmasının önüne geçilmelidir. Ülkemizin bağımlılığın en önemli ayağı olan tarımın tasfiyesini tersine çevirecek tarımsal kalkınma hamlesi başlatılmalı, inşaat ve hizmet odaklı ekonomiden sanayi atılımı yapılacak bir ekonomi modeline geçilmelidir. 

Bunlar için merkezi planlamanın odağı olan bir planlama teşkilatı örgütlenmelidir.

(BİRGÜN)


 

Eyyy görümce lobisi! - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet


Faiz lobisi, döviz lobisi derken şimdi de karşımıza bir 
“görümce lobisi” çıktı. Düğünde oynarken ters bakması yetmiyor, insanı ipe bile götürüyor.

Gazeteleri açıyorum. Hepsinde aynı cümlelerle yazılmış, aynı haber. Yeni Şafak “Görümcesi Kırmızı Listede” başlığı atmış. İBB’de Muhtarlıklar Müdürlüğü’nde işe alınan S.A’nın görümcesinin PKK’li olduğunu anlatıyor. Böylece Ekrem İmamoğlu, işe alınan bir çalışanın görümcesi üzerinden PKK’ye bağlanmış.

Haberi okuduğum günlerde adliyedeydim. Koridorlarda konuşulanları duyunca “görümce ne ki” diye iç geçirdim. Aslında Barış Pehlivan daha önce bahsini bu sayfalarda açmıştı. Sonra neler olmuş neler...

Mehmet İhsan Arslan’ı herhalde bilmeyen yoktur. AKP kurucusu, partinin eski milletvekili. Yakın zamanda partisini eleştirdi. “FETÖ’nün yargıyı kullanırken kullandığı bütün taktikleri, araçları, biz kullanmaya başladık” dedi. Disipline sevk edildi. Uyarı cezası aldı.

Mehmet İhsan Arslan, beş çocuk sahibi. Hikâyeyi ilginç kılan ayrıntı ise burada. Zira ailede görüntüde bir bölünme var.

Bir oğlu “Mücahit” diye de bilinen Ali İhsan Arslan. Halihazırda AKP milletvekili Erdoğan’ın en yakınındaki isimlerden.

Bir kızı ise Ayşe. Ayşe Arslan, Erdoğan’ın şahidi olduğu bir törenle, 2008 yılında Mevlüt Hilmi Çınar’la evlendi. Düğünü Erdoğan’ın üç çocuk çağrısından belki hatırlarsınız.

Ayşe (Arslan) Çınar ile Mevlüt Hilmi Çınar çifti, FETÖ’ye yakınlıklarıyla biliniyor. Çift ABD’de yaşıyor. Fethullah Gülen’in onursal başkanı olduğu Niagara Vakfı’nın yöneticiliğini yapıyor. AKP-FETÖ kavgasına rağmen Gülen’in yanında durmaya devam ediyorlar. Zaman zaman FETÖ adına ABD’de lobi amaçlı toplantılar düzenliyorlar. Tavırlarını da başta sosyal medya olmak üzere pek çok yerde gösteriyorlar. O kadar bilinen bir ilişki ki... 

Devletin Anadolu Ajansı’nın “AA, FETÖ’nün ABD’deki iki elebaşını görüntüledi” başlığıyla yayımladığı Mevlüt Hilmi Çınar haberi halen arşivde duruyor.

Gelgelelim...

Sıradan biri olsa Türk yargısının ortalığı yıkacağı hadisede soruşturma öyle kolay yürümedi. Öyle ya Ayşe Çınar, AKP’nin tepesindeki bir ailenin kızıydı.

YANLIŞ GÖRÜMCE, DOĞRU DAMAT!

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın koridorlarında konuşulanlara bu nedenle şaşırmadım. Ayşe Çınar hakkındaki dosyayı, FETÖ davalarına bakan tanınmış bir savcı açmıştı. Dosyada önemli delilleri toplarken ilginç bir olay yaşanmıştı. Başsavcılığın tepesindeki bir yargı mensubu, savcı ile konuşup bu dosyayı kapatmasını istemişti. “Yapamam, deliller var” deyince bir formül bulunmuştu. Ankara’da da Ayşe Çınar hakkında bir başka FETÖ soruşturması olduğu söylenerek dosya “yetkisizlik” ile Ankara’ya gönderilmişti... Ankara’daki savcılık ise “Aaa biz o dosyayı zaten kapatmıştık” diyerek İstanbul’dan gelen dosyayı da kapatmıştı.

Devlet, böylece eğer iktidar mensubu bir aileden geliyorsanız FETÖ’nün kurumlarında yöneticilik yapabileceğinizi, Gülen için çalışabileceğinizi, Pensilvanya’ya girip çıkabileceğinizi, ABD Kongresi’nde FETÖ için lobi çalışmalarına katılabileceğinizi söylüyordu. Yeter ki doğru kişinin kızı, kardeşi ya da damadı olun!

DİRENEN SAVCIYA KUMPAS

Gelgelelim öğrendim ki hadise bununla kalmamış. “Kapatmam” diyen savcının başına kötü şeyler gelmiş. Önce başka bir savcılığa sürülmüş. “Önemli dosyalar” elinden alınmış. Daha da fenası kendisine kumpas kurulduğunu anlatıyormuş. Hakkında soruşturma yürüttüğü bir başka FETÖ şüphelisine, eski çalışma arkadaşları tarafından “ahlaksız teklif” yapılmış. Onun hakkında “benden para istedi diye ifade ver, ona karşı FETÖ Borsası’ndan soruşturma açmamızı sağla, seni kurtaralım” denilmiş.

Neyse ki FETÖ şüphelisi kabul etmemiş. İşin ilginci, Ayşe Çınar dosyasını kapatmaya direnen savcının elinde kendisine kurulan kumpasın ses kaydı da varmış. “Bir gün hesabını sormak üzere” yakınlarına dinletiyormuş. Savcı, elindeki çok kritik delilleri de yakınlarına göstererek dosyanın nasıl kapatıldığını anlatıyormuş.

ARSLAN ‘MASUMİYET’ DEDİ

Bir ayrıntı daha var. Ayşe Çınar dosyasını ilk gündeme getiren Barış Pehlivan aleyhinde AKP Milletvekili Ali İhsan (Mücahit) Arslan dava açtı. Arslan’ın şikâyet dilekçesindeki şu ifadeleri okuyunca gülümsedim:

“Müştekinin kız kardeşi ve onun eşi hakkındaki soruşturmanın gizli olduğunu, masumiyet karinesi gereği kişiler hakkında mahkumiyet kararı verilip de bu karar kesinleşinceye kadar herkesin masum olduğu... (...) Şüpheli Barış Pehlivan’ın müştekinin üyesi olduğu AK Parti ve hükümetin FETÖ ile yeterince savaşmadığı, bunun aksinin koca bir yalan olduğu ifade edilerek algı operasyonu yapıldığı...”

DEVLET EL KOYDU

Derken birkaç gün önce ilginç bir şey daha oldu. 25 Aralık’ta neredeyse bütün medyada “454 FETÖ’cünün mal varlığı donduruldu” başlıklı haberi okudunuz. Listeyi açıp baktınızsa şahısların arasında bir de vakıf vardı: Niagara Vakfı.

Daha da ilginç hale geldi mi?

Devlet resmen vakfın FETÖ’nün olduğunu kabul ediyor, mal varlığını donduruyordu. Gelgelelim, iş yöneticilerine geldi mi, iktidarın kızı-damadı çıkınca, birileri adeta FETÖ’ye siper oluyordu. Soruşturan savcıyı sürüyor, kumpas kuruyor, gazeteciye dava açıyordu. FETÖ kurumundaki yöneticiler “masumiyet karinesi” denilerek temize çekiliyordu.

Bunun aksine...

Hedef olan İmamoğlu gibi bir belediye başkanı olunca ise belediyede işe giren birinin görümcesi üzerinden bile terör bağlantısı kuruluyor, belediyeye müfettişler yollanıyor, kayyum çağrıları takip ediyordu.

Sahi adaletin kılıcı eşit kesse, İBB’ye çıkarılan görümce faturası, Arslan ailesine ya da Erdoğan’a çıkarılsa neler olur sizce?

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet


Enflasyonu % 82,81 hesaplayan ENAG nedir? Grup nasıl çalışıyor? Sonuçları TÜİK'ten niye farklı? - CUMHURİYET



Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) her ayın 3'ünde enflasyon oranını açıklıyor. Son dönemde Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) da yine her ay, kendi hesapladığı enflasyon oranıyla kamuoyunun karşısına çıkıyor. Peki, ENAG nedir? Grup nasıl bir yöntem izliyor ve sonuçları TÜİK'ten neden farklı? BBC Türkçe'den Mahmut Hamsici araştırdı.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) her ayın 3'ünde enflasyon oranını açıklıyor.

Son dönemde Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) da yine her ay, kendi hesapladığı enflasyon oranıyla kamuoyunun karşısına çıkıyor.

Açıklanan oranlar arasında büyük bir makas olması dikkat çekiyor.

Örneğin hafta içinde TÜİK, 2021 yılı Tüketici Fiyat Endeksi'nin (TÜFE) % 36,08 olduğunu açıklarken ENAG ise kendi hesaplamalarının % 82,81 oranında olduğunu duyurdu.

Peki kamuoyunun son dönemde adını sık sık duyduğu ve açıkladığı enflasyon oranları TÜİK'inkilerden daha yüksek çıkan ENAG nasıl bir grup, kimlerden oluşuyor ve oranları neden farklı?

Bir doktora tezi projesi olarak doğdu

ENAG, 2016 yılında bir doktora tezi projesi olarak doğmuş.

Grup, Yeditepe Üniversitesi Ticari Bilimler Fakültesi'ndeki Finansal İktisat Doktora Programı'nda, danışmanlığını Prof. Dr. Veysel Ulusoy'un yaptığı, doktora öğrencisi Serkan Gençer'in tez projesi ile ortaya çıkmış.

Prof. Dr. Ulusoy projenin başlangıcını şu sözlerle anlatıyor:

"Esinlendiğimiz bir kaynak vardı. Harvard Üniversitesi'nde Prof. Dr. Alberto Cavalla öncülüğündeki bir grup, MIT (Massachusetts Institute of Technology) ile ortak olarak bir çalışma yapıyordu. 2007'den itibaren hem Arjantin'in hem Amerika'nın hem de Avrupa'daki bazı ülkelerin günlük enflasyonlarını internette, web scraping (Veri kazıma) yöntemiyle alıyorlardı. Biz de bunun Türkiye'de de yapılacağı fikrine kanaat getirdik.

"Danışman olarak o öneriyi yaptım ve yaklaşık 15 gün çalışarak karar verdik. Sonra devam ettik. 2016 ortalarıydı. Yani ENAG, yaklaşık beş buçuk yıllık bir emeğin ürünü."

ENAG bir süre Prof. Dr. Veysel Ulusoy ve Serkan Gençer tarafından yönetilmiş sonra ise genişlemeye başlamış.

Prof. Dr. Ulusoy, "Hemen hemen bütün yük doktora öğrencisinin kendisindeydi. Ardından başka öğrenciler bu süreçte yazılım geliştirme yönünde istekli göründüler. Birkaç yıl sonra web scraping (Veri kazıma) yönetimini onlara da öğrettik ve onlar da bize katkı verdiler."

Bu süreçte projeye, Türkiye Ekonomik ve Mali Araştırmalar Vakfı (TEMAR) da destek vermiş.

ENAG kimlerden oluşuyor?

ENAG bugün, Prof. Dr. Ulusoy ve Gençer dahil olmak üzere yedi kişilik bir akademisyen ve ekonomi uzmanları ekibinden oluşuyor.

Grubun bir danışma kurulu da bulunuyor.

Bu kurulda eski bürokratlar da yer alıyor.

Örneğin eski Hazine ve Dış Ticaret müsteşarı Tevfik Altınok, eski Maliye Bakanlığı hesap uzmanı Dr. Hasan Yalçın, eski maliye müfettişi Sacit Akdemir, kuruldaki isimler arasında.

'Hiçbir maddi destek almıyoruz'

Prof. Dr. Ulusoy, ENAG'ın maddi olarak kimseden destek almadığını, arkasında hiçbir grubun olmadığını söylüyor.

"Peki çalışmalar nasıl yürüyor?" sorusuna şu cevabı veriyor:

"Gruptakilerin çoğu gönüllü. Eğer bir finansman gereği duyuyorsak Veysel hocanın maaşının bir kısmı diyelim (Gülüyor). Tertemiz, arkasında herhangi bir kuruluş yok."

'Hiçbir siyasi yaklaşımımız yok'

Prof. Dr. Ulusoy, maddi olarak kimseden destek almadıkları gibi herhangi bir siyasi grupla da ilişkilerinin olmadığını savunuyor.

Kamuoyunun bir bölümünde haklarında yapılan, siyasi angajmanları olduğu yönündeki eleştirileri hatırlattığımızdaysa şunları söylüyor:

"Hiçbir siyasi yaklaşımımız, siyasi söylemimiz yoktur. Siyasetin temelinden kaynaklanan bir eğilimimiz veya verileri değiştirme taktiğimiz yoktur. Bütün veriler yapay zekâ yöntemiyle bilgisayardan elde edilir, kalite kurulu tarafından süzgeçten geçirilir, büyük tartışmalar, büyük analizlerden sonra ay sonunda, ayın 3'ünde yayınlanmak üzere taslak olarak hazırlanır ve kamuoyuna sunulur. Bu kadar basit."

ENAG verileri nasıl topluyor?

Ulusoy, enflasyonu hesaplarken verileri internet üzerinden veri kazıma denilen yöntemle topladıklarını anlatıyor.

Verileri tamamen web sayfalarından, özellikle de bütün hane halklarının aktif olarak kullandığı sayfalardan topladıklarını belirtiyor.

"Bu, Harvard ve MIT'de uygulanan yöntemin aynısıdır. Dünyada da bazı merkez bankları, kendi enflasyon verilerini oluşturmak için, kendi bünyelerinde bu yöntemi kullanırlar" diyor.

ENAG enflasyonu nasıl hesaplıyor?

ENAG olarak saatlik enflasyonu hesaplayacak bir sistemlerinin olduğunu, bunu sonra günlük hesaplayıp aylığa çevirdiklerini, onu da yıllığa çevirdiklerini anlatıyor Ulusoy.

Ayçiçek yağı fiyatındaki değişimi örnek olarak aktarmasını istediğimizde bunu şöyle açıklıyor:

"Bütün elde edilebilir ayçiçek yağı fiyatlarının verileri o gün çekiliyor. O gün promosyon varsa da o gün zam varsa da o gün fiyatı değişmemişse de bütün ayçiçek yağı fiyatları çekiliyor. İstatistikteki büyük sayılar kanunu kapsamında bunun ortalaması alınıyor ve bu ortalamadan yola çıkılarak o günkü ayçiçek yağının enflasyonu hesaplanıyor.

"Hata olmasın diye en az yedi sekiz bilgisayardan, eş zamanlı olarak, Türkiye'nin her yerinden bütün fiyatları alıyoruz. Ürünlerin ortalama fiyatlarını hesaplıyoruz. Günlük hesapları sonra aylığa çeviriyoruz. Ürünlerin ortalama fiyatlarıyla TÜİK'in sayfasındaki ağırlığını çarpıp, enflasyon sepetine katkısını ölçüyoruz. TÜİK'in 415 maddelik enflasyon sepetinin aynısını kullanarak enflasyon oranını elde ediyoruz."

Peki, bu 415 maddelik sepet konusunda TÜİK'le yaklaşım farkları var mı?

"Bir defa enflasyonun matematiksel, ağırlık vb. yöntemi hiçbir yerde değişmez. Birleşmiş Milletler İstatistik Ofisi'nin COICOP (Kişisel Tüketim Harcamalarının Amaca göre Sınıflanması) denilen sistemine göre birimler sınıflandırılmıştır. O sınıflandırma 415 madde üzerinden olmuştur. Örneğin ayçiçek yağı onlardan bir tanesidir, domates bir başkasıdır vb." dedikten sonra TÜİK ile fiyat toplama yönteminde farklılıkları olduğunu söylüyor Ulusoy:

"TÜİK sokaktaki marketten veya belirlediği marketlerden fiyatları alıp ona göre aylık enflasyonu hesaplıyor. Bu sokağa inme, markete inme bildiğim kadarıyla ayın başında, ortasında ve sonuna doğru olmak üzere ayda birkaç defa tekrarlanıyor. Ve yine bildiğim kadarıyla TÜİK 550 bin tane günlük veri alıyor. Bu verileri o COICOP'taki 415 madde sınıflandırmasına göre enflasyon sepetine koyup, ağırlıklarıyla çarpıp enflasyon değerini elde ediyor."

ENAG'ın ise verileri günlük olarak ve web siteleri üzerinden topladığını belirtiyor.

Ulusoy, veri kazıma yöntemiyle her ay milyonlarca veri çektiklerini belirtiyor:

"Bir saatte bütün Türkiye'nin verilerini alabiliyoruz. Günlük yaklaşık 255 bin veriyi bir saatte alabiliyoruz. TÜİK'in aylık 550 bin fiyat verisine karşın en az 7,5 milyondan fazla fiyat verisini elde ediyoruz. Bu da bizi büyük sayılar kanununun o güzel sonuçlarına götürüyor."

TÜİK ile veriler neden çok farklı?

Peki TÜİK ile ENAG'ın açıkladığı enflasyon rakamları arasındaki büyük farkın nedeni, Prof. Dr. Ulusoy'un bu anlattıkları mı?

"Değildir muhakkak" diyor ENAG yöneticisi ve şu yorumu yapıyor: "İki tane enflasyon oranı açıklanıyorsa ve bir enflasyon oranı halkın duygularıyla, hissettikleriyle, sanayicinin verileriyle, raflardaki fiyatlarla uyuşup diğeri uyuşmuyorsa, aradaki farkı uyuşmayan birimin açıklaması gerekiyor."

Prof. Dr. Ulusoy, 'devletlerin genelde kötü verilerde cimri davrandığı' yorumunu da yaptıktan sonra devam ediyor:

"Örneğin büyük bir deprem olduğunda ölü ve yaralı sayısı devlette cimriliğe neden olur. Enflasyonda da cimriliğe neden olur çünkü kötü bir veridir enflasyon. Devlet her zaman pres yapar.

"Ama ENAG olarak değil de kişisel görüşüm olarak şunu söyleyebilirim; Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki son 40-50 yılda, halkın hissettiği enflasyonla devletin verisi arasındaki fark hiç bu kadar fazla olmamıştı. TÜİK'in ÜFE'si (Üretici Fiyat Endeksi) ile TÜFE'si (Tüketici Fiyat Endeksi) arasındaki fark da hiç bu kadar fazla olmamıştı."

Fotograflar: Getty Images 

CUMHURİYET





5 Ocak 2022 Çarşamba

Yıkıcı bir aşk-Zülal Kalkandelen/Cumhuriyet + Bu ne sevgi ah - Kaan Sezyum / BİRGÜN


 Yıkıcı bir aşk-Zülal Kalkandelen/Cumhuriyet 

“Ekranları başında bizi izleyen milletime özellikle sesleniyorum. Biz size âşığız. ”AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu cümleyi söyledikten sonra emekliye resmi enflasyon oranının altında zam açıkladı. İnsan, sevdiğini açlığa mahkûm eder mi? Demek ki emekliler, âşık olduğu gruba dahil değil.

Geçen gün Gaziantep’te konuşurken “Ne diyor birileri ‘iş yok’, nankör bunlar!” dedi. İnsan iş bulamadığı için yakınanları böyle tersler mi? Demek ki işsizler de âşık olduğu gruba dahil değil.

Dönek solcuların laik, Atatürkçü insanları küçümsemek için kullandığı “Beyaz Türk” deyimini gündeme taşıdı. İnsan, hayvanlara yuvasını açıp onlara bakanları küçümser mi? Demek ki hayvanseverler de âşık olduğu gruba dahil değil.

Cengiz Holding’in bünyesindeki Eti Bakır’ın Artvin Cerattepe’de maden arama ve çıkarma çalışmalarına başlamasını protesto edenlere “Yavru Gezici” dedi. Kentine, geleceğine sahip çıkmak isteyen milyonları “kemirgen, terörist, dış mihrapların ajanı, çapulcu” diye aşağılamıştı, Cerattepe’de direnenleri de “Artvinli Geziciler” diyerek küçümsedi. Demek ki doğayı yağmalatmak istemeyen çevreciler de âşık olduğu grupta değil.

2016’da Diyarbakır’da, “Bunlar ateist, bunlar zerdüşt, bunlardan bir şey olmaz. Bunlar bizim değerlerimizle hareket etmiyor” dedi. Bu sözü söylememiş olsaydı da ateistlerden hiç hoşlanmadığını tahmin etmek zor değil.

Belki unutanlar vardır ama bir zamanlar “belden aşağı sanat” diyerek baleye hakaret etmişti. Epey zaman geçti ama balerinler de âşık olduğu gruba dahil değil belli ki. ***

“CHP çöplük demektir. CHP susuzluk demektir. Sen benim vatandaşımı tezekten kurtarıyor musun? CHP tezek demektir” diyerek CeHaPe hakkındaki düşüncelerini de ortaya koymuştu. “Ahlaksızlar, haysiyet cellatları, kan emiciler” diye nitelediği CHP’lilerden nefret ettiği açık.

2017’de anayasa değişikliğine karşı çıkanlara “gafiller” diye seslendi. Demek ki Türk tipi başkanlık sistemine “Hayır” diyenler de âşık olduğu gruba dahil değil.

İnsan takdir ettiği birine, bir şeyin kötü bir benzeri anlamındaki “müsvedde” yakıştırmasını yapmaz. “Aydın müsveddesi” dediği Barış Akademisyenleri ile “sanatçı müsveddesi” dediği Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’i de sevmediği belli.

Bunların hepsi, bir siyasetçinin toplumdaki kutuplaşmayı nasıl derinleştirdiğini gösteriyor. Daha birçok örnek var ama bu köşeye sığmaz. 

Bana sorarsanız en utanç verici olanı, “iki ayyaş” hakaretiydi. Bağımsızlık Mücadelesi verip ülkeyi ayakta tutmak için canını ortaya koyan kurucu liderlerin, Atatürk ve İnönü’nün, bu şekilde hedeflenmesi ne affedilir ne de unutulur. 

***

Anlaşılıyor ki Erdoğan’ın sık sık tekrarladığı “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” söylemi lafta kalıyor. Uygulamada sadece AKP’li olanlara mı âşık diyeceğim ama onların da önemli bir bölümünü yoksulluğa mahkûm ediyor. İnsan sevdiğini muhtaç duruma getiriyorsa, o  ancak yıkıcı bir aşk olur...

Aslında bu aşk çemberi, en çok Necip Fazıl Kısakürek ve Hasan Karakaya’dan etkilendiğini söyleyen biri için şaşırtıcı değil. 

Yeni Akit’in genel yayın yönetmenliğini yapan Karakaya, Gezicilere, “köpek oğlu köpek, p.....k, kaltak” diyen, Soma faciası sonrasında madenciye tekme savuran Başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel’e “Tekmelerine sağlık Yusuf!” diyerek sahip çıkan, Taksim’de polisin saldırdığı Onur Yürüyüşü’ne katılanlar hakkında “Müslümanın inancına saldıran bir slogan atıp pankart taşımak, düpedüz ‘o.........k’tur!” diye yazan biriydi.

Kısakürek hakkında ise Uğur Mumcu’dan alıntı yapacağım: “Necip Fazıl, iyi bir şair... Hiç şüphe yok... Necip Fazıl, bir Atatürk düşmanı. Buna da hiç şüphe yok... Necip Fazıl, örtülü ödenek kasasına bağlanmış bir İslamcı şair! Bundan da hiç şüphe yok.” (Cumhuriyet, 12 Mayıs 1987)

11SA adlı bir İETT otobüs hattı var İstanbul’da... Bir ucundaki durak Uğur Mumcu, diğer ucundaki durak Necip Fazıl. Garip tesadüf ama Uğur Mumcu siyaseten ve ahlaken neyse, tersi Necip Fazıl’dı.                                     

                                               ***  

Bu ne sevgi ah - Kaan Sezyum / BİRGÜN

Admin bize aşıkmış, admin bizi çok seviyormuş, admin bizim hayalimizle yaşıyormuş, vay anam vay… Duy da inanma, inan da güvenme gibi bir ortam. İnsan sevdiğini döver mi? İnsan sevdiğini aç bırakır mı? İnsan sevdiğini hiç dinlemez mi? İnsan sevdiğini süründürür mü? Bizim derdimizle dertlenen hangi sevdalımız biz aç gezerken “Aslında aç değilsiniz, hayırsızlık etmeyin?” der. Hangi sevgili midemiz guruldarken “Midenden çok ses çıkıyor, şöyle kenarda dur da oradan gurulda” der?

Eee bizim memlekette biliyorsunuz, en çok şiddet aile içinden geliyor. Ayrıldığı eşini kesenler, karşılıksız sevgisi karşısında derdini bıçakla anlatanlar, anasını babasını okaetleyenler hep bizde. Hal böyle olunca ülkedeki aşk da sevgi de içinde nedense anlamsızca bir şiddet barındırıyor.

                                                                          ★ ★ ★

“Bunca yıl sevildik de ne gördük?” diye de düşünmeden edemiyor insan. Geçen onca yıldan sonra tek gördüğümüz cüzdanlarımızdaki ve midemizdeki boşluk, kaybettiğimiz özgürlük hissi. Ama admine sorsak en süper ülkeyiz. G20’den yeni düşmemize rağmen kısa bir süre içinde ilk 10 ekonomiye girecekmişiz falan filan…

Hani sürekli “Değişeceğim, beni bırakma” diyen tuhaf sevgililer vardır. Toksik ilişki gibi. Bıraksan bir türlü, gelir kapına dayanır, bırakmasan her gün dayak var, işte o model adeta. Seviyorum ya seni dedikçe kafamıza daha çok vuruyor bizim sevgilimiz. “Ah canım yandı” dedikçe “Bağırma tepemi attırma” diyor bizim sevgili. “Eve gelirken bir ekmek alır mısın?” dediğimizde makam arabama benzin alıyorum, sen kendi işini kendin hallet diyor bizim sevgili. Biz bir kuru ekmeğe bakarken, camımızın altında ejderha suyu içip, sokağın ortasında çok kötü müzik çalıp “Seni seviyorummmmm!” diye bağırıp çağırıp tüm mahallenin tadını kaçıran bir sevgili bizimki.

                                                                      ★ ★ ★

Sevdiceği aç dolaşırken, iş arkadaşlarına dünyaları ısmarlayan ama yılbaşında size bir kazağı, bir hırkayı, bir atkıyı bile çok gören bir sevgili… Geziyor, tozuyor, gününü gün ediyor. Evde ise sadece geceleri geç saatte resmi gazetenin güncellendiği saatte gelip ilginç isteklerde bulunuyor. “Uyan, bana yemek yap diyor” gecenin bir körü. Dolapta bir şey yok deyince de kelepçe takıyor ellerimize kollarımıza. Fantezi olsun diye de değil, sırf siniri geçsin diye.

                                                                        ★ ★ ★

Bizim sevgilimiz çok sinirli çıktı. Sever de döver de dedikçe dövdü, sevgisini nedense hiç göremedik. Gün geldi terörö dedi, gün geldi okulumuza gitmemizi engelledi. Gün geldi yurt dışına çıkışımıza karıştı. Gün geldi bir kadeh bir şey içelim dedik “Bana da üç kadeh ısmarlasana” diye ensemizde bitti. Araba alacakken, “Dur üç tane de bizim arkadaşlara alıver” dedi… Sevgilimizin sevgisi de kendisi de bir değişik. Böyle bir sevgiliyle ne kadar yaşanır. Bu sevgiliyi nasıl terk ederiz diye düşündükçe işler daha da karıştı. Gün geldi “Sen başkalarıyla görüşüyorsun” dedi, gün geldi olmamış şeyleri kafasında kurdu. Asabi, sinirli, hiddetli ve hırçın bir sevgili bizimkisi.

Sevgi neydi? Sevgi emekti. Sevgi neydi, yanındakini de yaşatmaktı. Bizimkisi ise paso kumara gitti, oraya gitti buraya gitti, sokakta kavgaya karıştı, ona buna borç taktı. Sonra geldi bizim kapımıza “Para ver, dardayım” diye bize kızdı.

Eğer böyle bir aşk varsa, ben artık aşka inanmıyorum. Siz de sevdiklerinizle yaşadıklarınızı bir de böyle düşünün. Bakalım aşk her şeyi affeder mi?