16 Ocak 2022 Pazar

Hurafe ve rant bu ülkenin gerçeği değil, urudur - Barış İnce / BİRGÜN


Tarikat ve cemaat yapılarının bu ülkede kendilerine alan bulması, aydınlanma devriminin oturtulamadığı ülkede takipçi bulabilecekleri bir alanın hep olmasıyla açıklanabileceği gibi kendilerine yukarıdan alan açan oligarşik yapıların gücü çok daha büyük etkendir.

Vedat Türkali yazın hayatımı etkileyen büyük bir romancıdır. Mücadele azmiyle, duruşuyla örnek bir aydındır. İnsanın biriyle kurduğu bağ güçlü olunca, ona dair yaşadığı hayal kırıklığı da o denli güçlü oluyor. Türkali’nin Yalancı Tanıklar Kahvesi kitabı bundan 13 yıl önce bende benzer bir durum yaratmıştı. Belki bu nedenle, incineceğini de düşünemeden, o yıllarda genç bir edebiyatsever olarak sert bir eleştiri yazısı kaleme almıştım. Eleştirim daha çok romanın izleğini oluşturan din-sol ilişkisine dairdi. Bu yazı yine bu ekin bu sayılarında yer alınca, ses getirmişti. Vedat Türkali de birkaç gün sonra katıldığı bir Hikmet Kıvılcımlı anmasında “20’li yaşlarda çocuklar gazetelerinde bana komünizm dersi veriyor” demişti. O dönemde yaşım 26’ydı. Üzüldüğümü, kızdığımı hatırlarım. Şu anki duygum sevgi, özlem ve eleştirinin üslubuna dair biraz da pişmanlık içeriyor. Yine de dönüp baktığımda yazımın ana fikrini oluşturan dinselleşmeye dair fikirlerim değişmedi, değişmiyor.

Okuyanlar bilir. Yalancı Tanıklar Kahvesi romanında Türkiye’yi darbeye götüren o karanlık süreç işlenirken, Türkali din ve sol ilişkisini de arka planda kullanır. Roman boyunca sezdirilen şey, solun sosyalistlerin bu topraklarla bağ kurarken din olgusunu göz ardı ettiği, dinsel grupların bu toprakların gerçeği olduğu, aslında İslam dini içerisinde eşitlikçi-özgürlükçü kimi yorumların olduğu ve bu yorumların dikkate alınmadığıdır. Hatta kimi yerlerde, imana gelmiş solcular methiyeyle anlatılır, sosyalistlerin camide namaza durmaları üzerinden halkın değerleriyle bağ kurmak tartışılır. Maalesef bugün o “değerlerin” zorlamasıyla çocukların intihar ettiği bir ülkeden bahsediyoruz.


O gün romana dair şunları yazmışım: “Bu aslında muhafazakâr toplum yapısını genel geçer bir durum olarak kabul etme sanrısıyla alakalıdır. Hâlbuki muhafazakârlık da diğer ideolojiler gibi belli bir tarihsel ve toplumsal koşulun ürünüdür. Onu da üreten siyasi, ekonomik, toplumsal koşullar vardır. Dinler dünya tarihi boyunca çeşitli biçimlerde siyasallaşmışlardır ki bu siyasallaşmalarda da başat rolü egemenlerin tercihleri belirlemiştir. Dinci yaşam tarzını bu toprakların olmazsa olmazı kabul edip onunla uyumlu bir siyasi hat geliştirmek baştan yanlış bir tercihtir. Üstelik roman 1970-80 arası dönemi anlatmaktadır ve bu dönemde bahsettiğimiz tercihi yanlış kılan pek çok pratik vardır. O dönemde mahallelerde örgütlenme yaparken çarşaf giyen kadınları, muhafazakâr erkekleri peşinden sürükleyen hareketler, Ali Şeriati’yi, Sibai’yi mi anlatıyordu onlara acaba? Aynı dönemde halkın sorunlarına eğilen ve onları devrimci bir tarzda çözme gayreti içerisindeki solcuların dinli-dinsiz olduklarından çok ‘halkı için savaşan, iyi çocuklar’ oldukları düşünülüyordur olsa olsa.”

Bugün Enes kardeşimizin intiharı sonrasında yeniden tartışılan dini grupların muhalefette de “bu ülkenin gerçeği” olarak algılanması ve bu gerçeklik üzerinden politika yapılması, gerçekliği değiştirme, dönüştürme algısının kalmadığını, verili koşulların kabul edildiği anlamına geliyor. Nedir peki bu gerçeklik? Tarikat-cemaat ağlarının tüm tarihsel ve sosyolojik arka planını da düşünerek iki ana unsur üzerinden var olduğunu görüyoruz: Hurafe ve rant. Bu grupların başındakilerin kendi sektlerine dair ürettikleri bir söylence-mit ve kutsal alan, o söylence etrafında oluşan siyasi ve ekonomik bir çıkar ilişkisi… Sektin doğuşundan günümüze kadar gelişinde biriktirdiği efsane ve söylenceler, baştaki kişi ve kişilerde kutsal güçler olduğunu hissettirir ki bu hurafedir. Bir gerçekliğe dayanmayacağı için kulaktan kulağa yayılan/yaydırılan bu kutsallık miti, takipçilerinde korkuyu ve umudu besler. Grubun dışına çıktığında başına gelebilecekler, içinde olduğunda olabilecek dünyevi ve uhrevi kazançlar bir bağlılık yaratır. Üstelik dünyevi kazançlar (ekonomik, siyasi, sosyal ortam vb…) arttıkça ikili bir tatmin söz konusu olmaktadır. İç huzuru ile ekonomik huzur!

Tarikat ve cemaat yapılarının bu ülkede kendilerine alan bulması, aydınlanma devriminin oturtulamadığı ülkede takipçi bulabilecekleri bir alanın hep olmasıyla açıklanabileceği gibi kendilerine yukarıdan alan açan oligarşik yapıların gücü çok daha büyük etkendir. Tarikat ve cemaatler palazlanabilecekleri her ortamı denemeye Türkiye’de çok partili yaşamın ilk yıllarında başlamışlardır. CHP-Demokrat Parti yarışında önemli bir oy deposu olduğu görülen bu kesimler, siyasi partilerin “Türkiye halkının derin dini duygularından bahsetmesine” neden olmuştur. O dönemde açığa çıkan, popülist söyleminde dinsel öğeleri daha yoğun kullanan Demokrat Parti, tarikat ve cemaatlerin var olabileceği bir siyasi mekanizma olarak öne çıkar. 14 Mayıs 1950’de Said Nursi’nin Demokrat Parti (DP) iktidara gelince Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a şu telgrafı çektiği belirtilir: “Zatınızı tebrik ederiz. Cenab-ı Hak sizi İslamiyet vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin. Nur talebelerinden ve onların namına Said Nursi.” Çok partili siyasi yaşama geçildikten sonra bu topluluklar kendilerini siyasi partileri destekleyerek ya da bizzat içine girerek de ifade etmeye başlar. Bu noktada Nurculuk, daha çok partileri dışarıdan destekleme, ekonomik olarak güçlenme gibi yollar seçerken Nakşibendiliğin kolları ise merkez sağ ya da İslamcı partiler içerisinde örgütlenmeyi hedefler. Örneğin bugün sıkça adı zikredilen, Nurcu olarak bilinen Yeni Asya çevresi DP-AP-DYP çizgisini destekler. Nur Cemaati’nin devamı sayılan ancak kimilerince başlı başına bir hareket olan Gülen Cemaati ise (bugünkü adıyla FETÖ) daha çok “devletin yanında, devlete itaat içinde” bir görüntü çizer, krizli anlarda (12 Eylül, 28 Şubat vs.) egemen sistemin yanında yer alır. Erbakan’ın Milli Görüş çizgisi, geleneksel tarikat-cemaat anlayışından biraz farklılaşarak İslamcılığın siyasi parti geleneğini başlatan akımdır. Nakşi kökenli Erbakan çizgisi, kendi içinden kopan AKP kurulana kadar siyasi İslam’daki tek “parti geleneği” olarak anılmaktadır.

1950’lerden sonra Türkiye’nin devlet yapısı Soğuk Savaş koşullarına göre düzenlenmiş, ülkede CIA eğitiminden geçmiş kontrgerilla güçleri yeni bir güvenlik çizgisini belirlemiştir. Emperyalizme bağımlılık ilişkileri içerisinde gelişme gösteren “büyük sermaye” ise bu gelişmelerin bizzat içerisinde yer alarak işçi sınıfının hak arayışlarının önüne geçilmesinde karanlık güçlerin kullanılmasını desteklemiştir. Burada iki unsurun önü açılır: ABD’ye koşulsuz bağlılık göstereceğini belli eden kimi dinci gruplar ve milliyetçi gruplar. Komünizmle Mücadele Dernekleri ile başlayan Müslüman Kardeşler seksiyonlarının ülkede palazlandırılması, Kanlı Pazar olaylarıyla ayyuka çıkacaktır. Yeşil Kuşak projesi diye de adlandırılan bu çaba, Ortadoğu’da uygulamaya konan ABD yanlısı dinci hareketlerin desteklenmesi ve bağımsızlıkçı kesimlere karşı kışkırtılması projesidir.

    
Nakşibendilerin Ankara Arena’da 2015 yılında düzenledikleri bir anmadan.

Örneğin Mısır’da Cemal Abdül Nasır rejiminin milliyetçi dış politikasının 1967 yılında İsrail’le yapılan 6 Gün Savaşı’nda hüsrana uğramasıyla ortaya çıkan hoşnutsuzluk, CIA destekli İslamcı muhalefetin gelişimine zemin hazırladı. ABD-İsrail destekli çalkantılar sadece Mısır’da değil, 1970’lere kadar milliyetçi iktidarların hüküm sürdüğü Suriye, Pakistan, Cezayir gibi ülkelerde de yaşandı. Örneğin Suriye’de askeri yönetim 1960’lı yıllar boyunca sanayiyi ve dış ticareti millileştirmişti. Sivil hizmetler sektörü de askerlerin eline geçmişti. Suriyeli din adamlarının Baas rejimi altında yaşadığı maddi sıkıntılar, onların Müslüman Kardeşlerle yakınlaşmasına vesile oldu. Bu kesimlerin halkla buluşmasında ortak özellik olarak ibadetin insanları bir araya getirme gücü ve dini merkezlerin yayılması görülüyor. Örneğin Cezayir’de 1978 yılından itibaren İslamcılığın geniş kitleler üzerinde etkinleştiği görülmektedir. Pek çok imam çeşitli vaazlarla toplumu İslamcılığa yönlendirebilmiştir. İslamcılar karşısında yenilgiyi kabul eden iktidar, daha fazla Kuran kursu, İslami kültür merkezi kurulmasını deklare etmiş, cuma günleri resmi TV kanalında İslami vaaz programları konulmuştur.

Türkiye’de aynı dönemde yükselmeye başlayan tarikat ve cemaatler, sola saldırı misyonunun MHP’li komandolarca çok daha aktif yürütülmesiyle gözden düşmüş gözükür. Ancak onlara da sıra 1980 sonrasında gelecektir. 12 Eylül, oligarşinin kendi büyüttüğü ve kimi zaman kontrolden çıkan komando güçlerini de içeri tıkıp “bir sağdan bir soldan asma” siyasetine geçince açığa çıkan boşluk, mutlak bağlılık içindeki tarikatlarla dolduruldu. Sözde kaçak olan Gülen’in askeriyeye girip çıkması, Özal ailesinin de Nakşi kökenli olduğunun vurgulanması, Anayasa Referandumu öncesinde darbecilerin tarikatlarla görüşüp destek alması ilk örneklerdir.

Hurafe ve çıkar üzerine kurulduğunu söylediğimiz bu yapıların ekonomik olarak hızla büyümesi 1983’te çıkarılan bir yasa ile başlar. 1983’te çıkarılan Kanun hükmünde kararname ile (16 Aralık 1983 gün ve 83/7506 K.H.K.) “Özel Finans Kurumları” kurulmasına imkân tanınır. Kenan Evren döneminin başbakanı Bülent Ulusu’nun hazırladığı ve Turgut Özal’ın ilk başbakanlık günlerinde kabul edip hayata geçirdiği bu yeni bankacılık/finansman anlayışının esas amacının, ekonomiye katılamayan mali değerleri yastık-altından çıkararak yabancı sermaye ile birlikte milli ekonominin emrine tahsis etmek olduğu belirtilmiştir. Yani bu kararın Arap sermayesinin ülkeye giriş yapabilmesi açısından alındığını söylemek de mümkündür.

Bu kararla Nurcu gruplar, Ağustos 1984’te Faysal Finans şirketinin kurulmasına yardımcı oldu. Başbakan Özal’ın kardeşi ve Nakşibendilerin ileri gelenlerinden Korkut Özal ile Nakşibendi Şeyhi Musa Topbaş’ın kardeşi Eymen Topbaş ise Al-Baraka Özel Finans Kurumu’nu kurdu. 1986’da İslam Kalkınma Bankası’nın “mükellef olduğu her türlü vergi, resim ve harçtan muaf” olmasına karar verildi. 1980 sonrasında başlayan neoliberal dönüşüm sonucunda sosyal devlet hizmetlerinin piyasalaştırılmasıyla eğitimde sağlıkta alan boşaltan devlet, tarikat cemaatlerin bu alanlara yığılmasına göz yumdu. Örneğin tarihsel olarak yurt ve Kuran kursu kurarak gelişen Süleymancılar bu çabalarını daha açık bir şekilde yapabildi. Fethullahçılar özel okul ve dershanelerde kendilerini var ettiler. Menzilciler sağlık alanında yaptıkları yatırımlarla öne çıktılar. Sosyal devletin gerilemesiyle “yardımlaşma, sadaka, fitre vs.” adı altında tarikat ve cemaat vakıf kurma yöntemi ile meşrulaştığını görüyoruz. Hemen her tarikat ve cemaat kendisini bir vakıfla adlandırıyor. Burada Diyanet’in ve kimi entelektüellerin “tarikatlar yer üstüne çıksın denetlensin” önerisine de bir parantez açalım. Akıl ve bilim dışı hurafeci tarikat ve cemaatlerin hangi kriterle denetleneceği önemli bir soru olmakla birlikte hali hazırda bu gruplar “vakıf” maskesiyle yer üstünde duruyor. Bu vakıfların denetlenmek bir yana oluk oluk paralarla İslamcı iktidar tarafından beslendiği görülüyor.

Bir tarikat-cemaat koalisyonu olarak yola çıkan AKP, hem topluma kök salma imkânı hem de oy tabanı olarak bu kesimlere “ne istedilerse verdi”. Bu dönemde hem devlet kademelerinde palazlanan tarikat-cemaat yapıları aynı zamanda rantı da büyüttü. AKP döneminde tarikat ve cemaatler İslamcı AKP’ye; devleti yönetmesi için yetişmiş kadro, oy desteği, kitle tabanı (kimi zaman vurucu güç), toplumsal rıza araçları (medya, eğitim kurumları vs) sundu. Karşılığında ise meşruiyet, devlette kadrolaşma ve rant aldı.


Bu toprakların gerçekliği diye yutturulan kesimin, yoksul halka hurafeler üzerinden (yalan bir tarih satma, cin çıkarma, sağlık verme, huzur verme vb…) ulaştığı, ancak elindeki ekonomik ve siyasi güçle, takipçilerini iş-güç sahibi yaparak gücünü dünyevi alanda da gösterdiği bir gerçek. Bunların ekonomik faaliyetlerini sınırlandıracak, sosyal alanda bu kesimleri meczup düzeyine indirecek, sosyal devlet sistemi ile rant ve torpil ilişkilerini sonlandıracak bir mücadele dışında seçenek yoktur. Çünkü bunlar temizlemezseniz bünyenizi ele geçirecek bir urdur.

Yalancı Tanıklar Kahvesi romanında bir kahramanın şöyle bir ifadesi var: “İsrail saldırılarına uğradık. Ölenler oldu içimizde. En yiğit, en gözü kara savaşanlar kimlerdi biliyor musun? Yan yana vuruştuğumuz, kelime-i şahadet getirip ölürken doğru cennete gideceğine inanan koyu Müslümanlar. Hani bizim burada tepeden bakıp alay ettiklerimiz…” Bu kahramanın sözleri romanda mahkûm edilmiş değil. Ben bu hayatın gerçek kahramanları olan devrimcilerin insanlara tepeden baktığını düşünmüyorum. Yiğitlik ve gözü karalık için 12 Mart’ta, 12 Eylül’de ser verip sır vermeyen nice delikanlıların siyah beyaz fotoğraflarındaki gözlerine de bakılabilir. Bağnaz kesimlerin baskıyla, dogmayla, hurafeyle, ekonomik güçle ezdiği çocukların çığlık çığlığa gözlerine de...

13 yıl sonra büyük usta Vedat Türkali’nin anısı ve mücadelesi önünde saygıyla eğiliyorum. Sadece bir romanını siyasi ya da edebi yönden eleştirmiş olmamız o kişinin değerinden bir şey kaybettirmez. Tüm yaşamına, ürettiklerine, durduğu noktaya bakılır. Üstelik benim eleştirimde de yanlış ve eksik kısımlar olacaktır. Keşke oturup tartışacak imkânımız olsaydı, olmadı. Onun 97 yıllık yaşamında örnek aldığım en önemli şey başka bir âlem için gösterdiği mücadele azmidir. Bugün de aynı azmi din üzerinden halkımızı aldatan ve çocuklarımızın canına kıyan karanlığa karşı göstermemiz gerekir çünkü “haramilerin gayrısına yaşamak yok.”

Barış İnce / BİRGÜN

'Çok yaşa, çoğalarak yaşa Nâzım Hikmet!' Gencecik bir heyecanı hiç yitirmemek + Nâzım'ın yönteminin peşinde: Nâzım'a sinemadan bakmak (SOL-Gelenek)

 'Çok yaşa, çoğalarak yaşa Nâzım Hikmet!' Gencecik bir heyecanı hiç yitirmemek (SOL-Gelenek)

Nâzım Hikmet’i anıyoruz... “Fevkalade memnunum dünyaya geldiğime” diyordu. Çok memnunuz dünyaya geldiğine.

“Çok yaşa, çoğalarak yaşa Nâzım Hikmet!”

Gencecik bir heyecanı hiç yitirmemek

Asaf Güven Aksel

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar

Öncelikle, Yunanistan Komünist Partisi’ne, ülkemizden çıkan, ama hepimize, bütün dünya halklarına ait bir değer olan, büyük şair Nâzım Hikmet’i konu edinen bu etkinlik dizisini hazırladıkları için teşekkür ederek başlamalıyım. Bize de burada bulunma fırsatı tanıma inceliğini göstermiş olmaları vesilesiyle, Türkiyeli yoldaşlarınızın içten selamlarını ve dayanışma duygularını iletmeliyim.

Bu etkinliğin, ölümünün 52’nci yılında bir şairi anmanın çok ötesinde bir anlam taşıdığının farkında ve bilincindeyiz. Komünist Parti olarak her yıl yaptığımız gibi, birkaç gün önce de Türkiye’de düzenlediğimiz benzer bir anmayla aynı amaçta buluştuğumuzu görüyoruz. Kardeş partimizin buradaki Nâzım Hikmet etkinliğinin de, ortak bir ihtiyacı karşılamaya yönelik olduğunu biliyoruz.

Söz konusu olan, kapitalizmin, gericiliğin ve liberalizmin ağır kuşatması altındaki günümüz dünyasında, Nâzım Hikmet gibi, Yannis Ritsos gibi, Neruda, Brecht, Aragon ve daha niceleri gibi, tarihimizin ve mücadelemizin ışığı olan sanatçı aydınlara, şimdi çok daha derinden duyduğumuz ihtiyaçtır.

Burada sadece bir şairi anmıyoruz. İnsanlığın sınıfsız bir topluma doğru yürüyüşünün yarattığı birikimden bir parçayı, bugünün ve geleceğin kuşaklarına örnek olarak sunuyoruz. Aynı zamanda, genç sanatçılara bir model öneriyoruz. Yüzümüzü geçmişe değil, geleceğe dönüyoruz ve geleceğimize baktığımızda da Nâzım Hikmet’leri görüyoruz.

Şimdi, izninizle, çoğunuzun bildiği bazı biyografik notları kısaca aktarmak, sonrasında Nâzım Hikmet’lere neden ihtiyacımız olduğuna bu biyografinin tanıklığında değinmek istiyorum.

1902’de, Selanik’te bir bebek dünyaya geliyor. O zamanlar, bir soyadı yok Türkiye’de yaşayanların. Dedesinden Nâzım adını alıyor, babasından Hikmet’i.  Nâzım, Türkçede birkaç anlama geliyor ki, bunlardan biri, duygu ve düşüncelerini dizeler halinde dile getirmek demek. Hikmet, bilgelik ve kudret anlamına geliyor. Yıllar sonra, kendisine neden Ran soyadını aldığı konusunda çeşitli söylentiler varsa da, hepsi bir kelime oyununa dayandığından, korkarım bu konuyu geçmek zorundayım.

Daha kundaktayken, dışişleri memuru olan ama padişahlığın baskılarından kurtuluşu Halep’e göçmekte bulan bir babanın, orada vali olan ama “hürriyetçi” kimliği nedeniyle oradan oraya sürgün edilip duran dedenin kucağında tanışıyor Nâzım, kurulu düzenle uyumlu olamamayla ve bunun bedelini göze almayla.

Sürgünler ve geçim derdi nedeniyle göçler arasında, İstanbul’un Kadıköy semtine geldiklerinde, küçük Nâzım’ın düşlerinde camdan teyyareler (uçaklar), sarı defterinde şiirler, ellerinde resim boyaları vardır. Gezdikleri her yerden, insan manzaraları toplamıştır zihnine. Okuldan her yıl “aferin belgesi” alarak 11 yaşına bastığında, yazdığı ilk şiiri “Feryâd-ı Vatan” (Vatanın Çığlığı) olan bir çocuktur. İnsanların çığlığının vatanın çığlığı olduğunu anlamış, ortalığı kaplayan dumandan kurtuluş ümidini halka ve aydınlara, gençlere bağlamıştır.

Ve dumanın yoğunlaşması, çığlıkların artması, yani Birinci Dünya Savaşı gelir çatar. Dayısının, Çanakkale’de İngiliz emperyalizmince öldürüldüğünün bilincine varışla şekillenen şiirlerinde, doğal olarak milliyetçiliğin ve dinsel kavramların etkisi görülür.

Doğal olarak dedik, çünkü büyüdüğü yıllar, bir imparatorluğun çöküşüne, halkın korkunç sefaletine, emperyalistlerin dünyayı paylaşırken kendi ülkesini de bir pay olarak görmesine isyanı, kuşkusuz yine doğup büyüdüğü koşulların bilinciyle sınırlı olacaktı.

Gene de Nâzım’ın Nâzım olacağını gösteren ipuçları, ilk şiirlerinde bile görülür. Bunlardan birincisi, kullandığı şiir tekniğine yabancılaşmasıdır. Etkisi altında kaldığı şairlerin hece ölçüsüyle yazdığı, bunun şiirin tek biçimi olarak bilindiği bir dönem, aynı zamanda içeriğin de heceye, kafiyeye dayalı güzel sözlerin, aşkla, gülle, bülbülle dolu olduğu dönemdir. Nâzım önce içerik olarak ayrılır bu gelenekten. Yunus Emre’nin duru diliyle, Pir Sultan Abdal’ın kavgacılığıyla, Tevfik Fikret’in toplumcu değilse de toplumsal şiiriyle buluşur içerikte. Ülkesinin, halkının sorunlarını alır dizelerine.

İkincisi, milliyetçiliği, antiemperyalist bilinçle bir aradadır, milletinin esir edilmesine karşı koyuşun ifadesidir.

Üçüncüsü, o dönem her çocuğun, bütün Osmanlı topraklarında olduğu gibi, dinsel eğitime, halifenin buyruklarına göre yaşayan bir halkın dinsel ve siyasal iktidarı aynı otoritenin temsil ettiğine inanmış bireylerindendir. Ama önce bu kavram sarsılmıştır Nâzım’ın beyninde. 17 yaşında yazdığı “Kara Kuvvet” şiirinde, gericiliğin, toplumun içine düştüğü durumdaki payını anlamış, siyasetle din arasındaki bağı kurmuştur.

Artık ona, hece ölçüsü tekniği de, bu tekniğin içi boş içeriği de yetmemektedir. İçeriğin biçimi belirlediği yeni arayışlara girer, kuralları, sınırları tanımaz olur. Bir masaldan esinlenen “Kırk Haramiler” adlı şiiri, emperyalizmle mücadeleyi işlerken, hece ölçüsüyle yazdığı ve bu tekniğin bu içeriği taşıyamayacağını gördüğü şiirdir. “Meşin Kaplı Kitap” şiiri ise, yeni teknik arayışların ve dinsel dogmalara net olarak vedasının şiiridir. Nâzım Hikmet şiiri olgunlaşmaktadır, arayış içindedir.

“Ay battı güneş doğdu

Kalbimde ateş doğdu.

Yaldızlı meşin kabı

Parçalanmış kitabı

Varsın gömülsün diye ebedi bir uykuya

Attım kör bir kuyuya...”

Kutsal kitapları kuyuya atmıştır, çünkü, “çalışan esirlere”, peygamberler biraz tütsüden başka bir şey vermemiştir ve hakkını almak, insanın mücadelesiyle mümkündür.

Yıl 1920. İstanbul işgal altında. Umut Anadolu’da örgütleniyor. Bir veda şiiri bırakıyor babasına: “Sana sus derlerken… Haykır!.. ey gençlik” diye biten bir şiir. Ve haykırmaya giden bir genç.  Anadolu’da emperyalist işgale karşı örgütlenenlere, Kuvvayı Milliye’ye (Milli Kuvvetler) silah ve  cephane kaçıran bir örgüt eliyle İnebolu’ya gider. Farklı bir dünyayla tanışma zamanıdır bu. Sosyalistlerle, materyalist felsefeyle, sınıf mücadelesi kavramıyla karşılaşır. 1921’de Bolu’da sevilen bir ilkokul öğretmenidir, aynı zamanda sürekli izlenen bir tehlikeli aydındır. Şiir, tarih, felsefeyle dolu dünyasında,  adını ilk kez duyduğu Mustafa Suphi’lerin, antiemperyalist mücadeleye katılmak üzere Türkiye’ye gelen Türkiye Komünist Partisi kurucu ve önder kadrolarının katledildiği haberini aldığında, kafasında uyanan sorular ve bulduğu yanıtlar vardır. Göğsünde 15 yara, kalbi çarparak Rusya yoluna düşer. 1917 Ekim Devrimi’yle, dünyanın ve insanlığın ufkunu değiştiren, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösteren ülkeye.

Doğu Halkları Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) siyasal bilimler öğrencisidir 19 yaşında…

“Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım  / 19 yaşım / Sana anam gibi hürmet ediyorum / edeceğim/ Senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum / gideceğim / Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım / 19 yaşım….”

Sonrasında, hep 19 yaşında kalacaktır. Lenin’in ölüsü başında nöbetçiyken, yıl daha 1924’ken, “Kalbe bir bıçak gibi giren hâtıraların / dilsiz olduklarını anlıyorum / Kar yağıyor / ve ben hatırlıyorum” diyecek kadar büyümüş, çok şeyler yaşamış bir genç adam. 19 yaşına, “köpüklü şahlanışların dönüm yeri” demesi, bundandır…

Artık Nâzım Hikmet, dönüm yerindedir. Dünya görüşü netleşmiştir, girdiği saf netleşmiştir. Bunu sanat anlayışının netleşmesi izleyecektir. 1921’de yazdığı “Orkestra” şiirinde, “üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz”ın kendisine yetmediğini söylerken, bunun nedenini de açıklar. Sanat, kitleleri ileri taşımalı, toplumsal dönüşümlerin sorumluluğunu üstlenmelidir. Sanat, bu işlevin aracıdır.

Sanatı, siyasal mücadelenin aracı olarak gören anlayış, sanatçının özgürlüğünü kısıtlamaz mı? Onu güdümlü hale getirmez mi? Sanatını kısırlaştırmaz mı? Tam tersine diye yanıtlar Nâzım. Gerçek sanat eserleri, ancak bu bağlanmayla mümkündür!

Biyografisini, bundan sonra, bu anlayışı hayata geçiren birinin öyküsü olarak takip edebiliriz.

1925 yılında memleketindedir yine. 19 yaşının namusunu korumaktan, 15 yıl zindan hükmü verilmiş bir kaçaktır. Bu hükümden kaçmaz, bir siyasal tavır alıştır yeniden memleketinden kopuşu. “Burjuvanın tokadına yüzümü uzatamam!” demiştir ve karlı kayın ormanlarından geçer gider, 25 kilometreden pırıl pırıldır Moskova.

Yaşamı ve şiiri iç içedir demiştik. Nâzım’ı şiirlerinde, oyunlarında, makalelerinde felsefenin, toplumbilimin kavramlarını işleme, katkıda bulunma çabasında görürüz bu yıllar. Örneğin, “Berkley” şiirinde materyalizmi, “Gorki’ye Açık Mektup”ta devrimlerin diyalektiğini işlemesi gibi, dünya görüşünün teorik arka planını konu edinir.

1928. Genel afla yeniden memleketine dönme olanağı bulur, ama memleketinin hapishaneleri de yolunu gözlemektedir.

Yattığı hapisleri sıralamayalım. “Bazen dışarıda olurdu” diyelim, daha doğru olur. Bu da, bütün bu eserleri, esaret koşullarında, sürgünde, büyük baskılar altında ürettiği parantezi olsun ve eğer Nâzım’ı anlamak istiyorsak, aklımızda bulunsun. Ama o, çektiği çilelerin dile getirilmesine çok kızardı, bunları bir madalya gibi taşıyanlardan nefret ederdi, o yüzden, bu parantez aramızda kalsın.

Gene de, bunun neden böyle olduğuna ilişkin bir not düşelim. Kurtuluş Savaşı sırasında da, Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında da, Kemalistlerin ve kurucu kadronun ikili karakterini anlamak lazım.

Bu evrelerde Sovyetler Birliği’nden büyük destek görmüş, yakın ilişkiye girmiş bir iktidardan söz ediyoruz. Sovyetler Birliği’nin bu antiemperyalist mücadeleyle kurulan ve eski sistemi yıkan genç cumhuriyete bakışı, sınıfsal niteliğini bilmekle birlikte, halkçı, aydınlanmacı, laik, bağımsızlıkçı yönlerini desteklemekti. Böyle bir yeni cumhuriyet, Sovyetler Birliği’nin nesnel müttefiki görülebilirdi.

Ama aynı iktidarda, Sovyetler Birliği’yle bu yakın temasın doğurabileceği sakıncalar konusunda endişeler de vardı. Yine sınıfsal niteliği gereği, sosyalizmin, Bolşevizmin ülkede yükselen prestiji ve bir seçenek olarak ortada durması, tedirgin ediyordu. Dolayısıyla, içeride emekçilere ve sola müthiş bir baskı da aynı dönemin özelliğiydi. Hapisler, soruşturmalar, yasaklar, dönemin komünistlerinin ve emekçi önderlerinin hayatının ayrılmaz parçasıydı.

Cumhuriyet’in tarihsel açıdan bir ilerleme olduğu olgusu, komünistlerin uğradığı baskıların ikinci planda kalmasına yol açabiliyordu. Sosyalizmin halk içinde yaygınlaşmasının önemli bir unsuru olan, şiiriyle tanınır hale gelmiş ve büyük prestij sahibi Nâzım Hikmet’in susturulması önemliydi ve Nâzım bunun bedelini ödüyordu... Bu, Cumhuriyet’in ilerici barutunun tükendiği, çok partili rejime geçildiği, cumhuriyet karşıtlığını, gericiliği ve Amerikancılığı temsil eden Demokrat Parti iktidarının kurulduğu süreçte de devam etti.

Devam edelim...

Sonra, 1929 gelir, o yine 19 yaşındayken.  İlk şiir kitabı, “835 Satır” yayınlanır. Edebiyat, şiir, siyaset bu andan itibaren eskisi gibi olamayacaktır. Nâzım’ın şiiri, ülkeyi kuşatır. Hele o türkü! O toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü! Topraktan, ateşten, sudan, demirden doğanların… Ölülerinin matemini tutmaya vakti olmayanların… “Güneşi zaptedeceğiz” diyenlerin türküsü… Hemen arkasından,  KUTV’dan arkadaşı, Çinli devrimci, Si-Ya-U’nun anısına yazdığı destanın kitaplaşması: “Jokond ile Sİ-YA-U”.

Bundan böyle, Türkiye, dünya şiirine en kıymetli evladını armağan etmiştir. Artık şiir tarihi çalışmaları, onun adı geçmeden yazılamayacaktır.

19 yaşındadır Nâzım, artık tepeden tırnağa bir kavga olarak geçen ömrü boyunca. Şiirler yazacak, oyunlar, makaleler, senaryolar yazacak, putları devirecek, dışarıdan çok içeride kalacak, hep ama hep halkın safında olmanın gençliğini yaşayacaktır.

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,

Nâzım Hikmet, dünya görüşü, ideolojisi, siyasal mücadelesi ve halka adanmışlığı ile şiirinin büyüklüğü birbirini tamamlayan bir şairdir. Şiirinin gücünü, can düşmanlarına bile kabul ettirmiş bir şairin öyküsünde, hem bir aydın, sanatçı olarak, hem o şiirleri yazabilmesine yol açan seçimleri açısından, bugün ihtiyaç duyduğumuz adanmışlık noktasına ağırlık vermeyi önemsiyorum daha çok. Çünkü bu olmadan, Nâzım eksik kalır demeyeceğim, Nâzım kalmaz.

Kellesini kurtarıp ünlem ve soru işaretlerinden, bir büyük kavgada açık ve endişesiz girmiştir safına Nâzım. Onun, Türkiye Komünist Partisi vardır. Çocuğunu bile emanet edeceği partisi. Topraktan öğrenip kitapsız bilen köylüsü vardır. Karabük’te çelik döken, Bursa’da havlu dokuyan işçisi vardır.

Dünyanın dört bir yanında, aynı ekmek, aynı özgürlük için dövüştüğü, yüzünü görmediği dostları vardır. Madrid kapısında onun için dimdik duran, kar altındaki nöbetçiye, yün çorapla karşılık verecektir.

Dünyanın dört bir yanında düşmanları vardır.  Gizenga’yı öldüreceklerdir, Taranta Babu’yu öldüreceklerdir. O da, sermayenin, emperyalizmin kanına susamışlığını açıkça söyler.

Ülkesi vardır, canından çok sevdiği. Ülkeleri vardır, ülkesinin yarınını bugünden yaşayan vatandaşlarından olduğu. Aşkları vardır aşkları. İnsanlığını ilan edişidir...

Böyle bir saf tutuşun şiiriyle büyüdükçe büyüyen bir Nâzım Hikmet’in hep 19 yaşında kalmışlığının sırrını açıklar belki de, taşların, denizin, insanın gözündeki kederi, ansızın sevinmeyi, yağmuru, hapiste yatmayı, ulaşılmazları, hasretleri sevmesine şükreden dizeleri.

Tarihleri sıralayabilir, yolculuklarını, yazdıklarını, mapusluklarını, sevdalarını kronolojiye dökebilirsiniz. Sonuç, 19 yaşında bir komünistin kavgası, bu seçimin bedelini ödemekten kaçmaması ve şiire vurulan bir damgadır.

Burada, özel bir yapıtından söz açmak zorundayım. Bu etkinliğin hazırlığı sırasında görüştüğüm yoldaşlardan, Nâzım Hikmet’in bence başyapıtı, şiirinin doruğu olan “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın Yunanistan’da pek bilinmediğini, çevirisinin olmadığını öğrendim. Bu yapıt, tek tek insanların öyküleriyle, ulaşılması zor bir ustalıkla anlatılmış 20. yüzyıl tarihi olarak, olağanüstü önemdedir. İçeriğiyle, kullanılan değişik şiir ve düzyazı teknikleriyle, 1939’da başlayan ve ancak 1960’larda yayınlanabilir olan yazılış macerasıyla, başına gelen felaketlerle ve elimize ancak 3’te 1’inden azının geçebildiği haliyle bile, ayrı bir sempozyum konusudur.

Adı “Memleketimden” diye başlar, ama dünyadır Nâzım’ın memleketi ve bütün insanlıktır manzaralarını anlattığı insan. Önce “Meşhur Adamlar Ansiklopedisi” diye başladığı, işçileri, köylüleri, yoksulları öykülediği, Türkiye’nin kurtuluş savaşından ve Cumhuriyet döneminden portreler çizdiği bir çalışma olarak tasarlamışken, faşizmin Sovyetler Birliği’ne saldırısı üzerine sosyalizmin kazanacağına inançla 20. yüzyıl tarihine çevirmeye karar verdiği bir destandır.

Konuşmalar öncesinde arkadaşlarımızın sahnelediği “Tanya”nın da küçük bir bölümü olduğu bu yapıtı sizlerle buluşturmak borcumuz olsun.

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,

3 Haziran 1963’te, 61 yıl yaşayan, ama hep yaşadığı gibi 19 yaşında, gencecik bir heyecanı hiç yitirmeden ölen Nâzım’ın biyografik öyküsü olarak pek yetersizdir bu aktardıklarım.

Örneğin, o bir detayı anlatmamızı isteyebilirdi, karşılaştığında nefesini kesen bir gazeteyi uzatıp.

1924 yılının “Pravda”sı! Orada bir haber olarak yer almanız nasıl bir duygudur, bir düşünün. Nâzım, uzun yıllar sonra, o yılın koleksiyonunu gözden geçirirken, 12 Mart tarihli sayısında rastlamış, bu gazetede adının geçtiğine. KUTV öğrencilerinin düzenlediği Mustafa Suphi ve yoldaşlarını anma gecesinde oynanan piyesin yazarı olarak. Bu unutulmuş haberi yeniden görünce yaşadığı yürek çırpıntısından çıkarıyor, yayınlandığı zaman okuduğunda yaşadığı sevinci.

Piyes yazarı. İlk olarak böyle anılmış orada işte… Ömrü boyunca etkisi altında kaldığı tiyatroda, üçüncü sınıf bir dram yazarından öteye geçemediğini de söylüyor. Kendisine haksızlığını düzeltmek bize düşmez, ama buradan yola çıkarak birşeyler söyleyebiliriz.

İstanbul’da kurulan ilk konservatuvar kurumu olan Darülbedayi Tiyatrosu’nun baş aktristi Eliza Binemeciyan’ı bir oyunda seyredip sırılsıklam âşık olunca, onu, kendi yazdığı piyeste oyuncu, kendisini yazar locasında onu izleyen konumunda hayal ederek kaleme almış ilk denemesini. Henüz 18 yaşındaki yazar da, “koca şair” olarak sahnede temsil ediliyormuş.  “İmkânsız aşk”ı ve perde inince oyunun biteceğini kavramışlığı temsilen, “koca şair”lik rolünü üstlenmiş kafasında.

Şiir külliyatından pek de geri kalmayacak bu alandaki üretkenliği, oyun yazmaktaki ısrarının, topluma, sorunları, düşüncelerini daha doğrudan iletmeye yönelik bir çabanın, şiirin yetmediği yerlerde devreye girdiği açık. Eliza’yı şiiriyle değil, onun içinde yer alabileceği bir çalışmayla etkileyebileceğini düşünmesi gibi. Hiç değilse, birkaç saatliğine, hiç değilse oyun bitene, Eliza kendi hayatına dönene kadar, aklının hünerini, onu kanlı canlı karşısında görerek sergileyebilecektir. Örgütlenmedir bu!

Bu kısmı, hoş bir anekdot olsun, onu oyun yazmaya iten bir anısı bizi biraz gülümsetsin diye aktarmadım aslında. “Örgütlenmedir bu” dememin bir anlamı var.

Nasıl ki Eliza’yla buluşmanın, kendisi “koca şair” olup ona da yazdığı oyunda başrol vermesiyle mümkün olacağını düşünmüştür, şiiriyle, oyunuyla siyaseti arasında da bu diyalektik vardır. O çocukluk aşkı geçip gitmiştir. Ama asıl aşkı, bütün yaşamı boyunca sürmüştür. İşçi sınıfına, halka duyduğu aşk. Ve kendisini asla “koca şair”in locasına çekmediyse, hep sahne tozu içinde yer aldıysa da, yapıtlarında başrolü hep halka vermiş, onunla temas kurmayı böyle sağlamıştır. İşçileri anlatmak, ön plana çıkarmak için yazmıştır, kahramanları hep onlardır, halktır. Onların yer alabileceği destanlar yazmıştır. Bütün bir tarih boyunca ve dünyanın her köşesinden insan manzaraları çizmiştir. Evet, örgütlenmedir bu!

Ve tiyatrodan etkilendiğini söylediği öğelerdir, asıl önemli olan, eğer bu açıdan bakarsak. Şiirine, hayatına, komünist kimliğine damgasını vuran şeyin ipucu buradadır.

Eğer tiyatrodan sayılırsa, önce, sünnet düğününde gördüğü Karagöz’ü anımsamaktadır. Ama, herhalde o zamanlar deve derisi orijinaline uygun üretilmiş figürleri, onların renkli yansımalarını değil. Karagöz’le Hacivat’ın güldüren atışmalarını değil. Aklında kalan, ışık kaynağının önünden perdeye vuran ve o figürleri oynatan ince sopalardır. Zihninde yer eden, o sopaları tutan ellerdir.

Aynı düğünde, yine tiyatrodan sayılırsa, meddah da izler. Ondan da aklında kalan, yüzü, jesti, mimiği, taklidi, havlusu, sopası, hikâyesi değildir. Sesidir.

Sopalar, sopayı tutan eller ve ses. Onlar olmasa, ne perdeye yansıyacak, ne anlatılanı duyuracak bir gücü var sahne önünün, sahnelenen hikâyenin. Asıl yaratıcı, arka planda kalmış olandır.

Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nın bitiminde yer alan “Milli Gurur” yazısının son sözleri de bu kapsamdadır: Boyaları kahraman tablolar lazım bize demiştir… Ressamı, tuvali, fırçası, paleti, paspartusu değildir, bir kahramanlık tablosunu ortaya çıkaran. Ona rengini veren boyaların kahramanlığıdır.

Sopa. Ses. Boya. Hamurunu böyle yoğurduğu için, bugün andığımız bir ortak gurur bayrağımız var. Daima ihmal edileni, göz almayanı, öne çıkmayanı, ama her şeyi var edeni gözeten bir kimliğin kalıcılığıdır Nâzım Hikmet. Gösterişin, kibirin büyüsüne kapılmadan, gerçekle el ele veren bir kimlik.

İkinci vatanı olarak gördüğü, hatta, vatan, en yoğun duyguların yaşandığı yer olarak kabul edilirse, devrim sevincini, Lenin’in acısını yaşadığı yer olarak ön sıraya alacağı Sovyetler Birliği’nde, sayılan bir konukken bile, eleştirel bakışını yitirmez. “İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?” oyununda Petrof karakterinin, “içindeki şeytan” İvan İvanoviç’in, Hasırşapkalı karakterinde çıkarını kollayan entellektüelin karşısına, Kasketli adını verdiği emekçiyle çıkmıştır.

Tiyatrodan aklında sopalar ve tutan eller, meddahtan ses, tablodan boya kalan bir devrimcinin, tarih sahnesinde sadece Kasketli’yi, halkı esas alması, her şeye onun gözleriyle bakmasıdır esas olan. Atılan her adımda, gelinen her aşamada, kime hesap vereceğini, kime borçlu olduğunu hiç unutmamıştır Nâzım. O işçinin, halkın adamıdır sadece.

Gemide güvertede, trende üçüncü mevkide, şosede yayan yolculuk yapanların; sekizinde işe giden, yirmisinde evlenen, kırkında ölenlerin; ekmeğe, pirince, şekere, kumaşa, kitaba hasret kalanların; toprağında gölge, sokağında fener, penceresinde cam olmayanların şairidir. “Büyük insanlığın umudu”nu, o insanlığın, o sınıfın safında verdiği kavganın içinde dile getirendir...

O, sopadır, sopayı tutan eldir, boyadır, kaskettir, sestir. Bunların şairidir.

Bu yüzden, “iyi bir şair, üretken oyun yazarı” demek, Nâzım’ı bununla sınırlamak, onu hiç anlamamaktan daha kötü bir şeydir. Onu sıradanlaştırmaktır. Ve bugün, artık yeryüzünde sadece kapitalizmin hüküm süreceğini zannedenlerin, yapmadıkları zulmü bırakmadıkları, ülkesine hasret ölmesine sebep oldukları Nâzım’dan söz eder oluşları bundandır. Tehlikesiz bir noktaya geldiğini ve artık şiirinin gücünün kendileri tarafından da kullanılabileceğini hayal etmelerindendir.

Ülkemizin edebiyat tarihinde yer tutan bir yazar, Halide Edip geliyor burada insanın aklına hemen. “Nâzım büyük şair” diyordu Edip, “hatta, dâhi denilebilir, ama ah, bir de ideolojisi olmasa!” Şimdikiler gibi yani. Ama, Edip zamanında, Nâzım fizik olarak da yaşıyordu ve ağzının payını vermişti: “Hem içerledim, hem sevindim. Sonra, ve belki hepsinden önce, ‘ideoloji’ meselesine güldüm. Hey sersem bayan, dedim, ben dâhi değilim, fakat iyi bir sanatkârım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum. Eğer sizin iyi sanatkârlarınız yoksa, ideolojinizin bugün artık iyi sanatkâra içerik olamayacak kadar iflas etmiş olmasından gelir.” Var mı ötesi!

Nâzım Hikmet, herkesin şairi değil. O, kendisini bize verdi. Kendisini “Tepeden tırnağa kavga” olarak tanımlayan, “bağır bağır bağıran”, “kavgaya koşun” diye çağıran bir şairi, komünistler kimseyle paylaşmayacak!

Bunu açık açık söylemiştir Nâzım. Yine önemli şairlerimizden Cahit Sıtkı Tarancı, “Yeşil Bursa’da konuk bir garip kuş” diye başlayan, Bursa Hapishanesi’ndeki Nâzım’a “acıyan” ve merhamet isteyen bir şiir yazdığında, yanıtı şöyle olmuştu: “Hapis ammâ, zincirini kırmış yatar.” Dışarıdaki zincirli tutsaklığa karşı, içerideki zincirini kırmış özgürlük! Çünkü, “en yüksek mertebeye ermiş yatar” içerideki. Ne midir o mertebe?  Biliyorsunuz, ama gene de açıklamayı konuşmanın sonuna sakladım.

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,

İşte Nâzım Hikmet gerçeği budur. İdeolojilerden arınmış dünya balonunu patlatan iğnedir o. Boydan boya devrime, partiye, emekçilere adanmış bir ömür ve o ömürden doğan dizeler...

Ama, o büyük şairi sevenlerin, dizelerinden haz alanların yapması gerekenler de var. Nâzım’ı sevmek, zordur. Koklanan bir çiçekten öte, okşanan bir kadifeden öte bir şeydir o. Bir davanın insanı olmaktır Nâzım’ı sevmek. Şiir estetiğini, neyin emrine sunduğunu anlamaktır. “Büyük şair” olmayı, “güçlü dizeler” yazmayı ikinci planda tutabilmenin ve “işini iyi yapmayı”, safında yer aldığı sınıfa karşı bir görev olarak kabul etmenin derinliğine varmaktır. “Nâzım’a evet, mücadeleye hayır” seçeneğini, iptal etmiştir...

Nâzım Hikmet’i anıyoruz...   “Fevkalade memnunum dünyaya geldiğime” diyordu. Çok memnunuz dünyaya geldiğine.

“Uyumak şimdi, uyanmak yüz yıl sonra, sevgilim”... Reddettiği bir talepti bu. Yüzyılından korkmuyordu, kaçak değildi. Yüzyılı sefildi, yüz kızartıcıydı. Cesur, büyük ve kahramandı yüzyılı. Ona yetiyordu, yirminci yüzyılda olduğu safta olmak, bizim tarafta olmak ve dövüşmek yeni bir dünya için...

Nâzım’ın yüzyılının sefilliği, yüz kızartıcılığı, bugün 21. yüzyılda hüküm sürüyor. Cesur, büyük ve kahraman yönü o yüzyılın, elbet buna bir yanıt verecektir...

İşte, konuşmamın başında söylediğim ihtiyaç, bu yanıtı verebilmemiz içindir. Nâzım’ın neyine ihtiyaç duyuyoruz? Neyinin aşılamadığından bahsediyoruz? Hangi somut modeli sunuyor bize?

Diyor ki bir yazısında, “dünün şarkısını söylemek, bugünün ve yarının türküsünü söylemekten çok daha kolaydır. Neden mi? Yarının türküsüne kulaklar daha alışmamıştır, bugünün türküsüne alışmak üzeredir. Dünkü ise ezbere bilinir. Bilinen bir şarkıyı söyleyerek ‘yüreklere’ girmek elbette yeni işitilmeye başlayan, yeni işitilecek olan türküleri ‘alışılmış’ kılmaktan çok kolay bir iştir. Ve bizim genç şairler, bu kolaylığı da anlayacak kadar kurnazlık gösteriyorlar. Fakat ne yaparsın ki, sanat kurnazlık değildir.”

Nâzım’daki, şiir, sanat kelimelerini politika kelimesiyle değiştirdiğiniz anda, elde edeceğiniz sonuç olsa gerek, onu her anmanın bir mücadele çağrısına denk gelmesinin, bir model oluşunun ardında yatan. İhtiyaç. Yarının türkülerini söyleyenlere duyulan ihtiyaç.

Yarının türküsü... Tarihin iyi ile kötü arasındaki değil, eski ile yeni arasındaki çatışma olduğunun zihinlerden silindiği zamanlarda duyulan ihtiyaç.

Bu ihtiyacı her duyduğunuzda, aklınıza her Nâzım adı gelişinde, bir şeyi daha hatırlayın. Hani, sonra söyleyelim demiştik, hapiste yatarken en yüce mertebede olduğunu ifade eden Nâzım, ne demişti? Neydi onun için en yüce mertebe?

Evet: “Sevdalınız, komünisttir!”

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,

Sabrınız için teşekkür ederim. Komünist sevdalımızı anma etkinliğinde bizleri buluşturan Yunanistan Komünist Partisi’ne, Merkez Komite’ye, teşekkür ederim.

Çok yaşa, çoğalarak yaşa Nâzım Hikmet!

Yaşasın sosyalizm!

SOL-GELENEK

2015 yılında Yunanistan Komünist Partisi (YKP) Merkez Komitesi imzasıyla düzenlenen ve “Nâzım Hikmet: Karanlıklar Aydınlığa Çıksın Diye” başlığıyla gerçekleşen Nâzım Hikmet konulu bilimsel kültür-sanat konferansı etkinliklerinde yapılan konuşma metni.

                                                                                      ***

Nâzım'ın yönteminin peşinde: Nâzım'a sinemadan bakmak (ÇAĞRI KINIKOĞLU-SOL / GELENEK)

Nâzım, hiç tükenmeyen umuduyla, sosyalizmin kazanacağına inancıyla ve sermaye sınıfına ve temsilcilerine dönük hiç azalmayan öfkesiyle, Angelopoulos’un kaçırdığı halkayı elinden hiç bırakmamış oldu.

Gelenek’te, 14, 15 ve 16 Ocak tarihlerinde Nâzım Hikmet’in 120. doğum yılı vesilesiyle, komünist şairin siyasal yaşamı ve sanatına dair üç yazı yayınlayacağız. Bu üç yazı, 2015 yılında Yunanistan Komünist Partisi (YKP) Merkez Komitesi imzasıyla düzenlenen ve “Nâzım Hikmet: Karanlıklar Aydınlığa Çıksın Diye” başlığıyla gerçekleşen Nâzım Hikmet konulu bilimsel kültür-sanat konferansı etkinliklerinde yapılan üç ayrı konuşmanın metinleri.

YKP’nin 2012’den itibaren düzenlemekte olduğu bilimsel kültür-sanat konferansları dizisi, sırasıyla Yannis Ritsos, Kostas Varnalis ve Bertolt Brecht’e ayrılmıştı. Nâzım Hikmet’e ayrılan 2015 yılındaki program, Atina merkezli olarak Nisan ayında başlamış, Mayıs ve Haziran aylarında yapılan çeşitli etkinliklerle devam ederek, 13 ve 14 Haziran 2015 tarihlerinde yapılan iki günlük bir konferans ile tamamlanmıştı. Nâzım Hikmet odaklı etkinlik dizisine Türkiye Komünist Partisi de çeşitli düzeylerde katkılar sunmuş, etkinlikler boyunca, konuşmaların yanı sıra TKP’li sanatçıların performansları da sergilenmişti.

Yayınlayacağımız metinlerden ilki, konferans etkinliklerinin açılış etkinliği olarak 29 Nisan 2015’te düzenlenen “Nâzım’ın Küba Seyahati” filminin gösterimi öncesinde, filmin yönetmeni Çağrı Kınıkoğlu’nun yaptığı ve Nâzım’ın siyaset ve sanat ilişkisi kavrayışına ve yöntemine sinema ekseninde yaklaşan konuşması. İkinci ve üçüncü yazılarsa, etkinlik dizisinin kapanış oturumları olan 13 ve 14 Haziran 2015 tarihli oturumlarda yapılan sunumlar olacak. Bunlardan ilki Asaf Güven Aksel’in Nâzım’ın siyasal mücadelesi ile sanatsal yaratımı arasındaki ilişkiyi analiz ettiği konuşması, ikincisi de Aydemir Güler’in Nâzım’ın mücadelesine ve partili kimliğine odaklandığı konuşması.

Nâzım’ın yönteminin peşinde Nâzım’a sinemadan bakmak (Çağrı Kınıkoğlu)

Merhaba sevgili dostlar ve yoldaşlar,

Yunanistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin düzenlediği Nâzım Hikmet konulu bilimsel konferans etkinliklerinin ilk ayağı olan sinema başlığında bir sunum yapmak üzere davet edip, burada bizleri misafir ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Bu etkinliklerin verimli ve sonuç alıcı bir şekilde gerçekleşmesi ortak dileğimizdir.

İnsanlığın şu karanlık günlerini geride bırakıp aydınlık bir gelecek kurmak için, bu ve benzeri etkinliklere çok ihtiyacımız var. Bu tür etkinlikler, yalnızca geçmişi hatırlamak, anmak işlevi taşımaz. Hepimiz biliriz ki bu etkinlikler, bundan çok daha fazlasıdır: Yarınımızı kendi aklımız, yüreğimiz ve emeğimizle kurabileceğimize dönük inancımızı pekiştirir.

Bu nedenle, öncelikle, bu inancımızı ve umudumuzu çoğaltan, bize güç veren, bugün bizleri sanatın ve sosyalizm mücadelesinin ortak diliyle buluşturmaya devam eden Nâzım Hikmet’i, Yannis Ritsos’u, Neruda’yı, Brecht’i, Aragon’u, Guillen’i, Ayzenştayn’ı, Şolohov’u, Şostakoviç’i ve daha onlarcasını, yani tüm komünist sanatçıları selamlıyorum.

***

Değerli dostlar ve yoldaşlar,

Bu konuşmada Nâzım’ın yaşamında ve üretiminde kimi eserlere, tarihler ve olgulara yer vermektense, ağırlıklı olarak metodolojik bir çerçeve çizmeye, Nâzım ve sinema ilişkisini belirli bir kontekst içinde ele almaya çalışacağım.

Biraz önce izlediğimiz filmde, Kübalı edebiyatçı Lisandro Otero’nun Nâzım Hikmet’le yaptıkları bir konuşmayı aktarırken söylediklerini hatırlatarak başlamak istiyorum. Otero, Picasso’nun bir sosyalist gerçekçi olup olmadığı tartışmasında, Nâzım Hikmet’in “iyi sanat yapan herkes sosyalist gerçekçidir” dediğini vurgulamıştı.

Burada elbette sosyalist gerçekçilik üstüne bir tartışma yapmayacağız. Tarihsel olarak biraz daha farklı bir noktadayız. Önemli olan şu sorudadır: İyi sanat nedir?

Bugün, artık 21. Yüzyılın ilk on beş yılını geride bırakmaktayken, iyinin, güzelin, doğrunun göreli hale getirildiği bir dönemi yaşıyoruz. Post-modernizm ve kültür endüstrisi, büyük anlatılar çağını kapattığı gibi, insanlığın birikimi olan değerleri de ortadan kaldırıyor. Engels’in vurguladığı “tek ve bölünemez bir ortak aile olarak insanlık” düşüncesinden ve ütopyasından giderek uzaklaşıyoruz. Zaten sınıflara bölünmüş toplumlarımızda cemaatler, tarikatlar, çıkar grupları giderek daha çok damga vuruyor yaşamlarımıza. Bu nedenle bugün iyiyi, doğruyu, güzeli, hiç de öyle soyut değerler olarak değil, tam tersine, sınıflı toplum gerçeğinden, sömürüden yola çıkarak yeniden tanımlamamız gerekiyor.

Nâzım’ın da dahil olduğu büyük komünist sanatçılar kuşağının mirasını değerlendirmeye bu nedenle de çok ihtiyacımız var.

Değerli dostlar,

“Nâzım Hikmet ve Sinema” başlığı ilginç bir başlık.

Biliyoruz ki Nâzım Hikmet öncelikle ve asıl olarak bir şair. Şiirleri, romanları, düzyazılarıyla önemli bir edebiyatçı. Sanatsal üretiminin geneline baktığımızda, ilk sırada edebiyatı görüyoruz. Bunun arkasından tiyatro alanı geliyor. Bu alanda da önemli eserler veriyor. Sinema ise Nâzım Hikmet’in sistemli çalışmalar yaptığı bir alan değil.

1930’larda, yeni kurulan Cumhuriyet’in artık oturmaya, kurumlaşmaya başladığı yıllarda politik kimliğiyle tanınmaya başlayan bir aydın Nâzım Hikmet. Ve komünistlerin çoğunlukla başına geldiği üzere, sermaye düzeni, bu politik kimliğe varlık alanı tanımak istemiyor. Kendi mesleğiyle, birikim sahibi olduğu alanda, yaşamını sürdürebilecek çalışma olanaklarını son derece kısıtlıyor. Nâzım Hikmet’in sinema alanıyla doğrudan ilişkilenmesi, film üretimine ayağını basması bu zeminde oluşuyor. Sanatın hem teknik hem de ideolojik anlamda ne olduğunu kavramış bir sanatçı olarak, bir emekçi olarak faaliyet gösteriyor sinema alanında. Basitçe, geçimini sağlayabilmek için. Seslendirme alanında ve senaryo yazımında görev üstleniyor.

Bu kadar değil elbette. Ama oraya geçmeden önce, başka bir alana sıçramak istiyorum. Nâzım Hikmet’in bir komünist sanatçı olarak kendisine biçtiği görev ile sinema arasındaki daha farklı bir ilişkiye, bir buluşmaya değinmek istiyorum.

***

Nâzım Hikmet 20. Yüzyılın hemen başında dünyaya geliyor. Bu dönem, yani 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başları, insanlık tarihi açısından çok önemli bir dönem. Lenin’in ifadesiyle, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçtiği dönem. Rosa Luxemburg’un ifadesiyle, insanlığın “ya sosyalizm, ya barbarlık” aşamasına geldiği bir dönem. Sermaye sınıfının tüm dünyayı egemenliği altına aldığı, üretimin ölçeğinin olağanüstü şekilde büyüdüğü, başta işçi sınıfı olmak üzere milyonlarca insanın kentlere yığıldığı, toplumsal, iktisadi, politik, kültürel düzlemlerde muazzam çelişkilerin biriktiği bir dönem. İnsanlığın topyekûn krizde olduğu bir dönem. Toplumsal yaşamın diyalektiğinin berraklaştığı, görünür hale geldiği bir dönem.

Bu dönem, hepimiz biliyoruz, sanat alanında ekspresyonizm olarak yaşandı. İleri ile geri olanın, hızlı ile yavaş olanın, avangard ile geleneksel olanın, devrimci ile tutucu olanın, gelişkin ile dekadanın çatıştığı, bir arada var olduğu, zaman zaman iç içe geçtiği bir dönem. İşte sinema da, bildiğimiz gibi, bir anlatım formu olarak bu dönemde ortaya çıkıyor ve gelişmeye başlıyor. Arnold Hauser “Sanatın Toplumsal Tarihi” kitabındaki “Film Çağı” bölümünde bu dönemi ve tekniği analitik bir şekilde ele alır. Walter Benjamin de “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretildiği Çağda Sanat Yapıtı” makalesinde çarpıcı gözlemler ve çözümlemeler ortaya koyar bu döneme ilişkin.

Bu çakışma, yani dünyanın bir taraftan parçalandığı, bir taraftan başka bir düzlemde bütünleşmeye mecbur olduğu dönem ile sinemanın çakışması, bugünden baktığımızda görebiliyoruz ki, pek tesadüf değil. Nesnellik, biriktirdiği tüm çelişkilerle, yeni bir anlatımı davet ediyor tarih sahnesine ve sinema ortaya çıkıyor. Diğer tüm sanatların birikimini, gücünü arkasına alan yeni bir anlatım ile karşı karşıya kalıyoruz.

Sinema bu anlamda ve diğer sanatlardan farklı olarak, zaman, mekân ve hareket aracılığıyla yapılan bir sanat. Müziğin ses ve nota, resmin renk ve doku ile yapılması gibi, sinema da zaman ve mekân ile kurulabiliyor, yapılabiliyor. İnsanlığın, zamana ve mekâna müdahale edebilmesinin ifadesi haline geliyor. İlk kuşak Sovyet sinemacılarının bu alandaki üretimleri, sinemayı bir eğlence olmaktan çıkarıp çok güçlü ve çağdaş bir sanat haline getiriyor.

Değerli dinleyiciler,

Sizleri sinemanın “ontolojik” meseleleriyle sıkmaya niyetim yok. Hepimizin her an yüz yüze olduğumuz bir sanat formunu size bir kere daha anlatmak istemem. Ancak bunları vurgulamam gerekliydi. Çünkü Nâzım Hikmet’in sanatını kavramak için bu zemine ihtiyaç var.

Nâzım Hikmet’in sanatına genel hatlarıyla baktığımızda, karşımıza, çok zengin, çok renkli, çok dinamik bir eserler bütünü ve ifade biçimi çıkıyor. Ne mutlu bize, konuşmanın başında andığım tüm komünist sanatçılarda benzer bir durumla karşılaşıyoruz: Nâzım, Ritsos, Mayakovskiy, Ayzenştayn, Brecht, Aragon, hepsi, bu anlamda kendi çağlarının damgasını taşıyorlar. Çağları son derece dinamik, son derece karmaşık, sonsuz bir barbarlık ve sonsuz olanak ve umut yüklü. Bu büyük komünist sanatçılar, bu dinamizmden yorulmak bir yana, bunun üstüne gidiyorlar. Aynı sinemanın tüm sanatları kucaklaması gibi, bu sanatçıların da tamamı tiyatro ile, şiir ile, edebiyat ile, resim ile, müzik ile, karikatür ile, mimari ile, kendi halklarının kültürü ile, tüm insanlık ile çok yakından ilgililer. Bunun ötesinde doğa bilimleriyle, sosyal bilimlerle ve elbette hem politik hem de felsefi anlamda Marksizm’le doğrudan ilişkililer. Kendi çağlarının sorularını sormak, yanıt üretmek, bunları açıkça anlaşılır hale getirmek için, insanlığın o güne değin biriktirdiği tüm deneyim ve tekniği kucaklayarak, yeni, gerçekten yeni bir sanata imza atıyorlar. “Gerçekten yeni” diye özellikle vurguladım çünkü bugün hepimiz görüyoruz ki, post-modernizm ve kültür endüstrisi, bugün aynı Irak’ta, Suriye’de gördüğümüz şekilde barbarlığın insanlık birikimini yağmalaması gibi, kültürel-sanatsal birikimi yağmalıyor ve bunu “yeni” olarak sunuyor.

Bizimkilerin yaptığı bu değildi. Bizimkilerin yaptığı “barbarlık değil, sosyalizm” demekti.

***

Sinema, işte yukarıda tarif etmeye çalıştığım çerçevede, toplumsal yaşamın diyalektiğini çok zengin ve aktif bir şekilde sergileme anlamında, büyük olanaklar sundu. Bireyi ve toplumu, belirli bir an’ı ve süreci, güncelliği ve tarihi, parçayı ve bütünü, öznelliği ve nesnelliği, karşılıklı ilişkileri ve çatışmalarının tüm zenginliğini içerecek şekilde ortaya koyabilen bir anlatım biçimi oldu.

İşte Nâzım Hikmet ve sinema ilişkisi, benim açımdan, kendi çağının ihtiyaç duyduğu bu karmaşıklığı anlatmakta ortaya koydukları çözüm açısından ilginç bir çakışma barındırıyor. Nâzım Hikmet’in devrimin Rusyası’na gittiğinde, 1921 yılında Ekim Devrimi’nin sinemacılarından Pudovkin’in “Açlık… Açlık… Açlık…” filmini izleyip çok etkilendiğini, bu etkiyle “Açların Gözbebekleri” şiirini yazdığını biliyoruz. Bu etki sadece teknik bir etki değil. Çağdaş bir tekniğin, çağdaş bir sanat ve çağdaş bir ütopyanın, sosyalizm düşüncesinin ve pratiğinin buluşmasıdır bu ve çok önemlidir. Görüntüdeki karmaşayı sadeleştirip, yalınlaştırıp, onun arkasındaki gerçek dinamikleri açığa çıkarmada sinemanın eşsiz bir konumu var.

Bu buluşmanın, çakışmanın karşılığını Nâzım Hikmet’in şiirinde somut olarak görmek mümkündür. Konuları açısından, ifade biçimleri açısından, temaları açısından neredeyse “bu dünyada ne olmuşsa, ne olmaktaysa ve ne olacaksa, benim ilgi alanımdadır,” der Nâzım Hikmet adeta. “Resim mi, opera mı, halk türküsü mü, mimari mi, felsefe mi; toplumla buluşabilmem, meselemi anlatabilmem için ne gerekiyorsa, benim kullanımımdadır,” der sanki. Sanatı hem zamanda hem de mekânda yayılır ve çok dinamiktir.

Bunun ötesinde, onun şiiri, son derece sinematografik bir şiirdir. Nâzım Hikmet okurken, bir insanın sıklıkla neredeyse film izlediği duygusuna kapılmaması imkânsızdır. Bir filmdeki gibi: Nâzım Hikmet’in şiiri yakın plan kullanır, genel plan kullanır, kamera hareketleri yapar neredeyse; Nâzım Hikmet’in şiirleri birer montaj harikasıdır, genelden özele, güncellikten tarihe, son derece politik bir meseleden son derece kişisel bir meseleye, ve tersine, cesaretle sıçrar durur. Nasıl ki sinemada bir plan veya bir sahne, filmin bütünüyle anlam kazanabilirse, nasıl ki bir kamera hareketi filmin bütününün hareketiyle anlam kazanırsa, Nâzım Hikmet’in bir dizesi, bir imgesi, Nâzım’ın anlatmak istediğiyle, Nâzım’ın politik, ideolojik doğrultusu içinde anlam kazanır. Bu bütünlükle kopmaz bir şekilde bağlıdır.

***

Değerli dostlar, yoldaşlar,

Kısaca bugüne değineceğim, Türkiye’den kimi örnekler vereceğim. Bitirmeden önce vurgulamak istediğim birkaç konu daha var.

İçinizde takip edenler olmalı, Türkiye’de sinema, 1990’larla birlikte bir sıçrama yaşadı. 1990’lar, bizim Yeşilçam dediğimiz, melodrama dayalı, sinematografiye ve estetik düşünceye önem vermeyen, politik meselelerden uzak duran popülist, ortalamacı sinemadan kopuşu ifade etti. Yeşim Ustaoğlu, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi yönetmenler, bir dönem için kendi memleketlerinin insanına hassasiyetle yaklaşan, onun dertlerini dert edinen, onun maruz kaldıklarına isyan eden bir sinema yapmaya başladılar. Ancak bu çıkış kısa ömürlü oldu. Çünkü ilginç bir şekilde, Türkiye ve dünyanın gidişatı, sanatçıları politize olmaya davet ederken, bu sanatçıların büyük bir kısmı tarihin bu çağrısına kulak vermediler, sanatlarına gömüldüler. Sermaye düzeninin dünya çapında, festivaller, fonlar, sponsorluk mekanizmaları ile kurduğu tuzaklara, sinema yapabilmek adına, göz yumdular. Sanat sineması diye bir şey çıktı, “insanlığın evrensel meselelerini anlatmak” derdi, kendi çağlarının meselelerinin önüne geçti. Öyle anlaşılıyor ki, “insan iyi midir, kötü mü?” türü sorular sormakla uğraşıyor bu “sanat sineması”. Oysa tüm o büyük komünist sanatçıların bu soruya verdikleri bir yanıt, daha doğrusu, karşılık olarak sordukları bir soru vardır: “Hangi insan?”

Sizler, Nâzım Hikmet’in veya Yannis Ritsos’un veya Bertolt Brecht’in “sanat şiiri” veya “sanat tiyatrosu” diye bir şey yazmış olabileceklerini düşünebiliyor musunuz?

Nâzım Hikmet’i önemli kılan noktalardan biri de buradadır: Çağının gerektirdiği anlatım biçimlerini, çağının gerektirdiği ifade zenginliğini, çağının temel politik meselelerinden ayrı tutmadı Nâzım Hikmet. Bu nedenle de onun sanat alanında ortaya koyduğu eserlerin çığır açıcı niteliği ve ömrü ile 1990’lardan itibaren Türkiye sinemasındaki gelişmenin niteliğini ve ömrünü karşılaştırdığımızda, ilkinin, yani Nâzım’ın yaklaşımının daha doğru ve geçerli olduğu çıkıyor ortaya. Nâzım’ın eserlerinde “evrensel insan” yoktur. Bu anlamda “kozmopolit” değildir. Nâzım’da kendi çağının insanı, belirli bir coğrafyada, belirli bir tarihsel kesitte, belirli sınıflara mensup, çıkarları çatışan insanlık vardır. Başkaldıran, isyan eden, yenilen, zulme uğrayan, örgütlenen, örgütlenmediği için yalnızlaşan, çaresizleşen, korkan, kaçan, ihanet eden ya da meydan okuyan somut insan. Bu somut insanı ve mücadelesini evrenselleştiren, tüm dünyadaki insanlığın ortak meseleleri olan emperyalizm ve kapitalizmdir, tüm insanlığı kuşatan gericiliğin karanlığıdır, bunlara karşı verilen aydınlık bir dünya, sosyalizm mücadelesidir.

***

Son değinmek istediğim konuya gelmiş oldum böylece:

Başlarda, Nâzım’ın sinemadaki varoluşunun sadece geçim meselesi olmadığından bahsetmiştim.

1930’lardan 1963’teki ölümüne kadar, tüm sanatlarla olduğu gibi sinema ile de ilgilenen, kafa yoran, bu konuda yazılar da yazan Nâzım’ın önem verdiği meselelerden biri burada da ortaya çıkıyor: Sinema neyi anlatacak? Bu soruyu soruyor Nâzım çünkü kendi ülkesinde gördüğü örnekler, (aslında bugün de benzer bir durumla karşı karşıyayız,) ya sermaye düzeninin yol açtığı sorunları sermaye düzeniyle ilişkilendirmeden, duygusal, komik ve acıklı boyutlarıyla ortaya koyan filmler, melodramlardır. Ya da dünyaya, hayata ve kendi memleketine emperyalizmin gözleriyle bakan filmlerdir. İlgilenenleriniz mutlaka vardır: Özellikle 1960’larda “Üçüncü Sinema” olarak adlandırılan sinema ekolü, omurgasına anti-emperyalizmi yerleştirmiştir. Nâzım daha önce yaptı anlamında söylemiyorum, kimin önce yaptığı bir yerden sonra önemsiz ama şunu vurgulamalıyım ki Nâzım Hikmet, daha 1930’larda, o hepimizin bir yerlerde rastladığı Afrika yerlilerine, Kızılderililere, Latin Amerika yerlilerine medeniyet götürdüğünü iddia eden beyaz adamın yani emperyalizmin kahramanlaştırıldığı filmlere dönük ağır eleştiriler yapıyordu. Bir yazısında şöyle diyordu örneğin, İstanbul’da gösterime giren bir filmden bahsederken: “İstilacı bir emperyalizme karşı memleketini müdafaa eden bir millet, adi eşkıyalar, çapulcular haline sokulmuş. Emperyalizmin uşakları kahraman olmuşlar. Film öyle kurgulanmış ki, seyirci zorla istilacılarla beraber oluyor ve onların zaferini alkışlamaya mecbur ediliyor. Türkiye’nin en büyük hususiyetlerinden bir tanesi de vaktiyle bir anti-emperyalist kavgaya girişmiş olmasıdır. Böyle bir kavganın hatıraları hala taptazeyken emperyalist istilanın acılarını çekmiş bir şehirde nasıl olur da emperyalizmin methiyesini yapan böyle bir kepazelik gösterilir? (…) Bu kepazelik bir daha tekrar etmemeli. Türkiye seyircileri, aşk, kıskançlık dalaveresi ile sinema yıldızlarının baldır ve bacaklarıyla emperyalizmi alkışlamaya teşvik edilmemelidir.”

Nâzım’ın bu sözleri, bize bir dizi şey söylüyor elbette. Ben şuraya dikkat çekeceğim: Nâzım Hikmet, daima sanatın ne anlattığı ve nasıl anlattığı konusuyla ilgilidir. Bu ilgisi çerçevesinde, hemen kolları sıvayıp üretmeye soyunur. Türkiye’de sinemanın kendi topraklarının kültüründen beslenmesi, sınıf çelişkilerinin üstünü örten bir içerik ve anlatımdan uzaklaşarak, anti-emperyalist, emekçi halk karakteri taşıyan bir sinema haline gelmesi için çeşitli tasarılar geliştirir. Bu doğrultuda üretilmiş olan Kızılırmak-Karakoyun filmini bu etkinlikler kapsamında programa alındığını biliyorum. Orada da görülebilir ki, Türkiye’de sinemanın teknik ve estetik anlamdaki geri düzeyine rağmen, o koşullarda, söylediğim çerçevede daha ileri bir damar yaratmaya çaba gösterir Nâzım; mükemmeliyetçiliğe düşmeden.

Yaşadığı topraklar düşünüldüğünde, Nâzım ve sinema ilişkisi çerçevesinde bir ilginç konu da, Çarlık ve Osmanlı imparatorluğu karşılaştırmasında bulunuyor. Çöken iki imparatorluğun ardından hemen hemen aynı dönemde kurulan iki iktidarın sinemayı hangi noktadan hangi noktaya taşıdığı, kışkırtıcı bir araştırma konusudur. Ancak çok uzatmamak için, bu konuya burada girmeyeceğim. Sadece not düşmüş olayım.

***

Devam edelim: Nâzım Hikmet’in politik nedenlerle Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldığı 1951’den sonra yerleştiği Sovyetler Birliği’nde ürettiği kimi senaryoları da filme çekilir. Bunlardan birkaçı yine bu etkinlik programında bulunuyor. Bu konuyu da birkaç cümleyle geçmek istiyorum. Bu senaryoların bir kısmı yine güncel politik meselelere ilişkindir, kimileri de kendi yaşam ve mücadele öyküsünden kesitler ortaya koyar; nostalji amacıyla değil, yine politik-ideolojik karakteri olan “hatırlamalar”dır bunlar. Bu üretimlerinde de tek boyutlu değildir Nâzım’ın yaklaşımı: Sadece uzun metrajlı, oyunculu film anlamaz sinemadan, çizgi film senaryoları bile yazar. Yeri gelmişken söyleyeyim, bizim henüz izlemediğimiz bir film de var bu programda. Bu nedenle yoldaşlara, bu filmi ortaya çıkardıkları için burada bir kez daha özellikle teşekkür etmek istiyorum.

***

Artık yavaş yavaş bu konuşmayı noktalamak iyi olacak. Umarım Nâzım Hikmet ve sinema ilişkisine dair kurmaya çalıştığım eksen sizler açısından kimi tartışma noktaları oluşturmuştur. Bu eksenin dışında, yine ilginç olabilecek kimi değerlendirmeler yapılabilir, farklı yaklaşımlar da geliştirilebilir elbette ve geliştirilmelidir de. Örneğin, size belki farklı bir düşünce gibi gelebilir ama şahsen Theo Angelopoulos’un filmografisindeki kimi eserlerinde yapmaya çalıştığı şey ile Nâzım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları” ve benzeri şiirlerinde yaptığı şey arasında kimi paralellikler buluyorum. (Kişisel olarak da önemsediğim bir sinemacının ülkesinde, sinema odaklı bir konuşmada bu konuya hiç girmeseydim, onu yetiştiren Yunan halkına ve mücadelesine haksızlık etmiş olurdum…) Paralellikler derken, Angelopoulos’un -inancını bütünüyle yitirdiği- 1980’lerle birlikte yaptığı filmlerdeki giderek koyulaşan melankolisini kastetmiyorum elbette. Kastettiğim Angelopoulos’un tüm filmleri değil, ama bizim “Tarih Üçlemesi” diye bildiğimiz filmlerden özellikle ikisi, “Kumpanya” (O Thiasos) ve “Avcılar” (Oi Kynigoi) filmleri.

Nâzım Hikmet, en önemli eserlerinden biri olan “Memleketimden İnsan Manzaraları” tasarısı hakkında, yetişmesinde Nâzım’ın önemli emeği olan bir başka romancı Kemal Tahir’e Bursa Cezaevi’nden yazdığı bir mektupta şöyle diyor:

“Şimdi yapmak istediğim şeyi ve planını anlatayım. 1) İstiyorum ki okuyucu 12.000 mısraı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun. 2) İstiyorum ki bu insan mahşerinin somut ifadesi okuyucuya ana hattında belirli bir devirdeki, çeşitli sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye'nin belirli bir tarihi devirdeki sosyal durumunu anlatsın. Tabi donmuş bir halde değil, diyalektik seyri ve akışıyla. 3) İstiyorum ki, ikinci planda, Türkiye toplumunu çevreleyen dünya durumu -belirli bir devredeki- anlaşılsın. 4) İstiyorum ki -nereden gelinip, nerede olunduğu, nereye gidildiği sorusuna- sahanın içinde azami imkanlarla cevap verilsin. Bu dört nokta ana meselemdir.”

Angelopoulos’un Kumpanya ve Avcılar’da kurduğu yapıyı, Nâzım’ın az önceki sözlerinde ifade ettiklerine çok yakın buluyorum. Angelopoulos söz konusu olduğunda öncelikle akla gelen hep mitoloji referansı olur ama bende daha çok bu söylediğim çağrışımı yapıyor, özellikle bahsettiğim filmleriyle. Ülkesini tarihiyle, güncelliğiyle, olanca zenginliğiyle ele almaya yönelen filmler bu iki filmi. Elbette, önemli farklar var iki sanatçı arasında; tempo ve dinamizm açısından, teknik açılardan… Bildiğimiz gibi, Nâzım, kaleme aldığı uzun destanlar dışında, kısa, vurucu, hatta marş niteliği taşıyan çok fazla sayıda şiire de imza atıyor. O anlamda pek çok formu kapsayan bir üretimi var Nâzım’ın. En önemli fark da, umut ve umutsuzluk düzleminde ortaya çıkıyor: Nâzım, hiç tükenmeyen umuduyla, sosyalizmin kazanacağına inancıyla ve sermaye sınıfına ve temsilcilerine dönük hiç azalmayan öfkesiyle, sanırım Angelopoulos’un kaçırdığı halkayı elinden hiç bırakmamış oldu.

Artık bitiriyorum.

Sizlere, beni dinleme sabrı gösterdiğiniz için teşekkür ediyorum.

Başta genç akıllarına ve yüreklerine çok ihtiyaç duyduğumuz sanatçı adaylarına ve sanatçılarımıza olmak üzere, hepimize kolay gelsin. Çok çalışmamız, çok üretmemiz, çok mücadele etmemiz gerek. Nâzım’ın ve diğer sanatçıların mirası, yük olmak için değil, çağımızın sorularını sormakta önümüzü açmak için bizleri bekliyor. Bu birikimi sırtlayınca hafifleyeceğimize eminim.

Sanatın ve mücadelemizin ortak dilinde buluşmamıza vesile olduğu için Yunanistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne bir kez daha teşekkür ediyorum.

Eşit, özgür, kardeşçe yaşanan, sınıfsız ve sömürüsüz bir gelecek özlemiyle hepinizi selamlıyorum.

(ÇAĞRI KINIKOĞLU-SOL / GELENEK)


KISA KISA GÜNDEM (16 OCAK 2022)

 


1- İş Bankası çalışanlarına müthiş zam verdi. Çalışanlarda bayram havası(Yeniçağ)

İş Bankası çalışanlarında bayram havası estirecek haber geldi. İş Bankası'nda çalışanların beklediği toplu iş sözleşmesi imzalandı. Zam detayları belli oldu. İşte ayrıntılar...
İş Bankası’nda binlerce çalışanın merakla beklenen toplu iş sözleşmesi bu akşam Basisen ve banka yönetimi arasında imzalandı. Yeni sözleşmeye göre, tüm çalışanlara ilk 3 bin lira için yüzde 30, ikinci 3 bin lira için yüzde 28 ve kalan tutar için ise yüzde 25 zam yapıldı. Ayrıca tüm zamlar uygulandıktan sonra aylık ücretlere 1.400 TL maktu zam ilave edilecek. Yine sözleşmeye göre, her saat fazla mesai için en az 52 lira ödenecek. Banka yemek verilmeyen şube personeline ise her iş günü için günlük 40 TL yemek kartı verecek.(KADEMELİ ZAM ORANI) Toplu iş sözleşmesinde özellikle maaşı 4 bin TL ve altı olanlar için bin 400 TL’lik maktu ödemenin zam oranını yükselttiği belirtiliyor. Özellikle düşük maaşlılarda zam ve maktu ödeme ile birlikte artışın yüzde 50’nin üstünde olduğu açıklandı.

2-Şakkadanak Necmettin Batırel, Erdoğan'ın Nobel ekonomi ödülüne layık görüleceğini söyledi(Yeniçağ)

Türkiye gazetesi yazarı  Necmettin Batırel;  "Cumhurbaşkanı Erdoğan’a halk inanıyor uygulamaya koyduğu sisteme tam destek veriyor. Güven olmasa 11 ayda yurt dışına kaçırılmış 20 milyar dolar ülkeye getirilir miydi?" "Türkiye, kurtuluş yılına girdi… Hazirandan itibaren enflasyon, kur baskısı ve cari açık problemi ortadan kalkacak. Göreceksiniz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hayata geçirdiği yeni ekonomik sistem dünyada bir ilk olacak “Nobel ekonomi ödülü”ne layık görülecek. Türkiye kazanacak..." 

3-Bakan Nebati’den bir 20 Aralık akşamı açıklaması daha ‘Hiçbir şekilde döviz kuruna müdahale etmedik çünkü 19 yıllık başarısı olan Cumhurbaşkanımız vardı’(Yeniçağ)

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, “20 Aralık akşamı hiçbir şekilde Türkiye Cumhuriyeti olarak döviz kuruna müdahale etmedik. Çünkü 20 Aralık akşamında Türkiye'nin en güçlü, en itibarlı, en güvenilir, sözüne sadık 19 yıllık başarısının da üzerinde söz ve hitaba başlayan bir Cumhurbaşkanımız vardı. İnsanlar ona inandılar gittiler ve bozdurdular" dedi. Nebati, günde ortalama 10 milyar liranın sisteme girdiğini ve dün akşam itibarıyla kur korumalı mevduat hesabının büyüklüğünün 131 milyar lirayı aştığını söyledi.

4- 1.4 milyon kişi bankaların takibine düştü(Sözcü)

Bankalara tüketici kredisi ve kredi kartı borcu bulunan vatandaş sayısı son bir yılda 800 bin kişi artarak 34 milyon 700 bine yükselirken, borcunu ödeyemediği için yasal takibe düşen kişi sayısı da artıyor. Türkiye Bankalar Birliği (TBB) tarafından yapılan açıklamaya göre bireysel kredi kartı borcundan dolayı yasal takibe intikal etmiş kişi sayısı 2021 yılı Ocak-Kasım döneminde 611 bin kişi oldu. Bireysel kredi borcundan dolayı yasal takibe düşen kişi sayısı ise aynı dönemde 1 milyon 182 bin kişi oldu.Böylece bireysel kredi veya bireysel kredi kartı borcundan dolayı yasal takibe düşen kişi sayısı 2021 yılının Ocak-Kasım döneminde 1 milyon 485 bin kişi oldu. 2021 yılının Ocak-Kasım dönemindeki bu artışla birlikte Kasım 2021 itibarıyla bireysel kredi ve kredi kartı borcunu ödememiş ve borcu devam etmekte olanların sayısı 4 milyon 18 bin 796 kişiye ulaştı. (Tasfiye olacak krediler % 25 arttı) Risk Merkezi verilerine göre, Kasım 2021 itibarıyla bireysel kredilerde tasfiye olunacak alacaklar bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 25 artış ile 25.8 milyar TL oldu. Bireysel kredi kartlarında tasfiye olunacak alacaklar bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 1 artış ile 7.1 milyar TL oldu.

5- Borçlarını ödeyemeyen genç esnaf hayatına son verdi (KEMAL ATLAN-SÖZCÜ)

Eskişehir'de Bahçelievler Mahallesi Seylap Caddesi üzerinde uzun yıllar kahvehane işletmeciliği yapan Özgür Pehlivan, salgın döneminde bozulan işlerini toplayamaması ve çektiği kredileri ödeyememesi nedeniyle hayatına son verdi.
(
https://www.sozcu.com.tr/2022/gundem/borclarini-odeyemeyen-genc-esnaf-hayatina-son-verdi-6890705)

6- Kazakistan'daki Rus barış gücünün tamamı ülkelerine geri döndü (SOL)

Rusya Savunma Bakanlığı'nın Cumartesi günü bildirdiğine göre, Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ) barış gücü birliğinden Rus barış gücü askerlerinin bulunduğu on uçağın tamamı Kazakistan'dan Rusya'nın orta kesimindeki İvanovo'ya geldi. Bakanlıktan yapılan açıklamada, "KGAÖ Toplu Barış Güçlerine bağlı Rus barış gücü askerleriyle birlikte on uçağın tamamı Kazakistan'dan Severny havaalanına (İvanovo) ulaştı." denildi. Bakanlık, son askeri nakliye uçağının havaalanına inişinden sonra bir karşılama töreni düzenleneceğini ve ardından personelin teçhizatıyla birlikte kalıcı üsleri için yola çıkacağını söyledi. Açıklamada, "Verilen tüm görevleri yüksek profesyonellik ile yerine getiren Rus paraşütçüler için havaalanında bir karşılama töreni düzenlenecek" denildi. 2 Ocak'ta Kazakistan'ın birçok şehrinde başlayan eylemlerin ardından Kazakistan Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev, Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü'nden askeri yardım talep etti. Sonuç olarak, Belarus, Ermenistan, Kırgızistan, Rusya ve Tacikistan ülkeye barış gücü konuşlandırdı. 13 Ocak'ta KGAÖ barışı gücü birlikleri Kazakistan'dan çekilmeye başlamıştı.

7-Kazakistan'da kilit sektörlerin başındaki damatlar istifa etti (SOL)

Kazakistan'ın eski cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev'in iki damadı devlet petrol ve gaz nakliye şirketlerinin yöneticiğinden istifa etti. Kazakistan'ın varlık fonu Samruk-Kazyna'nın bugün yaptığı açıklamaya göre Kayrat Şaripbayev ve Dimaş Dossanov, sırasıyla devlet petrol boru hattı şirketi KazTransOil ve doğalgaz boru hattı operatörü QazaqGaz'ın genel  müdürlüklerinden istifa etti. KazTransOil'in genel müdürünün oğlunun sosyal medyadan yaptığı açıklamaya göre Kayrat Şaripbayev, eski cumhurbaşkanın en büyük kızı Dariga Nazarbayeva ile evli. Şaripbayev ve Dariga Nazarbayeva ilişkileri hakkında yorum yapmaktan kaçınıyor. Dossanov'sa Nazarbayev'in en küçük kızı Aliya Nazarbayeva'nın kocası. Samruk-Kazyna damatların istifaları için herhangi bir gerekçe göstermedi. SSCB'nin çözülmesinden 2019'daki istifasına kadar Kazakistan'ın lideri olan Nazarbayev'in aile fertleri ve yakın dostları bir çok kilit sektörde yabancılarla birlikte ortak konumunda. Nursultan Nazarbayev Cumhurbaşkanlığı görenvinden ayrılmasına karşın 'güvenlik konseyi başkanlığı' adı altında geniş yetkileri elinde tutmaya devam ediyordu. Ancak geçtiğimiz hafta mevcut Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev, güvenlik konseyi başkanlığını Nazarbayev'den devraldığını duyurmuştu. 4 Ocak'taki protestoların patlak vermesini takiben Tokayev, bu hafta Nazarbayev'in yandaşlarının yeni kurulan yardım fonuna düzenli bağışlar yaparak servetlerini halkla paylaşmaları gerektiğini söyledi. Ayrıca bugün yetkililer, bir enerji bakan yardımcısı ve "fahiş fiyat artışından sorumlu" olduklarına inandıkları diğer birkaç yetkiliyi gözaltına aldıklarını açıkladı.

8- Yeni PCR kararına uzmanlardan sert tepki: Bu, ‘Omicron yayılsın, binlerce kişi ölsün’ demek”(Sena Tufan-Cumhuriyet)

Koronavirüs salgını ile mücadele kapsamında Bilim Kurulu’nun tavsiyesi üzerine PCR testiyle tarama zorunluluğu kalktı. Karara “bilimsel değil” diyerek tepki gösteren uzmanlar “Bu, ‘Omicron yayılsın, binlerce kişi ölsün’ demek” dedi.
(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/yeni-pcr-kararina-uzmanlardan-sert-tepki-bu-omicron-yayilsin-binlerce-kisi-olsun-demek-1900353)



9-Yurttaş artık kırmızı eti rüyasında görecek (Mustafa Çakır-Cumhuriyet)

Etteki maliyet artışlarını araştıran CHP’li Bekir Başevirgen, geçen yıl 45 lira olan 1 kilo kuzu eti maliyetinin bu yıl 67 lira, geçen yıl 37 lira olan dana eti maliyetinin ise 56 liraya ulaştığını söyledi. Başevirgen, “Kasap ve marketlerdeki satış fiyatları ise kuzuda 67 liradan 95 liraya, danada 55 liradan 81 liraya çıktı. Temmuzda kuzu etinin 150 liraya, dana etinin 125 liraya satılması bekleniyor” dedi.

Kuzu eti: Ocak 2021’de 1 kilo kuzu eti için 150 lira olan yem gideri, Ocak 2022’de 275 lira, bakıcı gideri 120 liradan 180 lira, veterinerlik gideri 10 liradan 15 lira, nakliye gideri 5 liradan 10 liraya çıktı. Böylece yetiştiricilerin toplam maliyeti yüzde 48 arttı. Bu artışın tüketiciye yansıması yüzde 41 oldu. Geçen yıl 650 lira olan bir baş kuzu alım gideri de bu yıl 900 lira oldu.

Dana eti: Ocak 2021’de 6 bin 500 lira olan bir baş dananın alım gideri bu yıl 9 bin lira. 1 kilo dana etinin maliyet tablosuna göre, yem gideri 3 bin 500 liradan 6 bin 250 lira bakıcı gideri 750 liradan 1125 lira, veterinerlik gideri 100 liradan 150 lira, nakliye gideri 100 liradan 200 liraya çıktı. Gider toplamı 11 bin 498 liradan 17 bin 824 liraya yükseldi. Yetiştirici maliyeti yüzde 55 arttı. Bu artışın tüketiciye yansıması yüzde 48 oldu.           

10-Bozuk salam, övünerek verileceği söylenen asgari ücret ve sıfır hata(Evrensel) 

  • "Daha dün patron alay eder gibi geldi, küflü salamı bize 'Yiyin' diye verdi. Patronlar işçiye hayvan muamelesi yaparken iş konusunda ise bizlerden profesyonel olmamızı bekliyorlar."
    (https://www.evrensel.net/haber/452734/bozuk-salam-ovunerek-verilecegi-soylenen-asgari-ucret-ve-sifir-hata)