16 Ocak 2022 Pazar

'Çok yaşa, çoğalarak yaşa Nâzım Hikmet!' Gencecik bir heyecanı hiç yitirmemek + Nâzım'ın yönteminin peşinde: Nâzım'a sinemadan bakmak (SOL-Gelenek)

 'Çok yaşa, çoğalarak yaşa Nâzım Hikmet!' Gencecik bir heyecanı hiç yitirmemek (SOL-Gelenek)

Nâzım Hikmet’i anıyoruz... “Fevkalade memnunum dünyaya geldiğime” diyordu. Çok memnunuz dünyaya geldiğine.

“Çok yaşa, çoğalarak yaşa Nâzım Hikmet!”

Gencecik bir heyecanı hiç yitirmemek

Asaf Güven Aksel

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar

Öncelikle, Yunanistan Komünist Partisi’ne, ülkemizden çıkan, ama hepimize, bütün dünya halklarına ait bir değer olan, büyük şair Nâzım Hikmet’i konu edinen bu etkinlik dizisini hazırladıkları için teşekkür ederek başlamalıyım. Bize de burada bulunma fırsatı tanıma inceliğini göstermiş olmaları vesilesiyle, Türkiyeli yoldaşlarınızın içten selamlarını ve dayanışma duygularını iletmeliyim.

Bu etkinliğin, ölümünün 52’nci yılında bir şairi anmanın çok ötesinde bir anlam taşıdığının farkında ve bilincindeyiz. Komünist Parti olarak her yıl yaptığımız gibi, birkaç gün önce de Türkiye’de düzenlediğimiz benzer bir anmayla aynı amaçta buluştuğumuzu görüyoruz. Kardeş partimizin buradaki Nâzım Hikmet etkinliğinin de, ortak bir ihtiyacı karşılamaya yönelik olduğunu biliyoruz.

Söz konusu olan, kapitalizmin, gericiliğin ve liberalizmin ağır kuşatması altındaki günümüz dünyasında, Nâzım Hikmet gibi, Yannis Ritsos gibi, Neruda, Brecht, Aragon ve daha niceleri gibi, tarihimizin ve mücadelemizin ışığı olan sanatçı aydınlara, şimdi çok daha derinden duyduğumuz ihtiyaçtır.

Burada sadece bir şairi anmıyoruz. İnsanlığın sınıfsız bir topluma doğru yürüyüşünün yarattığı birikimden bir parçayı, bugünün ve geleceğin kuşaklarına örnek olarak sunuyoruz. Aynı zamanda, genç sanatçılara bir model öneriyoruz. Yüzümüzü geçmişe değil, geleceğe dönüyoruz ve geleceğimize baktığımızda da Nâzım Hikmet’leri görüyoruz.

Şimdi, izninizle, çoğunuzun bildiği bazı biyografik notları kısaca aktarmak, sonrasında Nâzım Hikmet’lere neden ihtiyacımız olduğuna bu biyografinin tanıklığında değinmek istiyorum.

1902’de, Selanik’te bir bebek dünyaya geliyor. O zamanlar, bir soyadı yok Türkiye’de yaşayanların. Dedesinden Nâzım adını alıyor, babasından Hikmet’i.  Nâzım, Türkçede birkaç anlama geliyor ki, bunlardan biri, duygu ve düşüncelerini dizeler halinde dile getirmek demek. Hikmet, bilgelik ve kudret anlamına geliyor. Yıllar sonra, kendisine neden Ran soyadını aldığı konusunda çeşitli söylentiler varsa da, hepsi bir kelime oyununa dayandığından, korkarım bu konuyu geçmek zorundayım.

Daha kundaktayken, dışişleri memuru olan ama padişahlığın baskılarından kurtuluşu Halep’e göçmekte bulan bir babanın, orada vali olan ama “hürriyetçi” kimliği nedeniyle oradan oraya sürgün edilip duran dedenin kucağında tanışıyor Nâzım, kurulu düzenle uyumlu olamamayla ve bunun bedelini göze almayla.

Sürgünler ve geçim derdi nedeniyle göçler arasında, İstanbul’un Kadıköy semtine geldiklerinde, küçük Nâzım’ın düşlerinde camdan teyyareler (uçaklar), sarı defterinde şiirler, ellerinde resim boyaları vardır. Gezdikleri her yerden, insan manzaraları toplamıştır zihnine. Okuldan her yıl “aferin belgesi” alarak 11 yaşına bastığında, yazdığı ilk şiiri “Feryâd-ı Vatan” (Vatanın Çığlığı) olan bir çocuktur. İnsanların çığlığının vatanın çığlığı olduğunu anlamış, ortalığı kaplayan dumandan kurtuluş ümidini halka ve aydınlara, gençlere bağlamıştır.

Ve dumanın yoğunlaşması, çığlıkların artması, yani Birinci Dünya Savaşı gelir çatar. Dayısının, Çanakkale’de İngiliz emperyalizmince öldürüldüğünün bilincine varışla şekillenen şiirlerinde, doğal olarak milliyetçiliğin ve dinsel kavramların etkisi görülür.

Doğal olarak dedik, çünkü büyüdüğü yıllar, bir imparatorluğun çöküşüne, halkın korkunç sefaletine, emperyalistlerin dünyayı paylaşırken kendi ülkesini de bir pay olarak görmesine isyanı, kuşkusuz yine doğup büyüdüğü koşulların bilinciyle sınırlı olacaktı.

Gene de Nâzım’ın Nâzım olacağını gösteren ipuçları, ilk şiirlerinde bile görülür. Bunlardan birincisi, kullandığı şiir tekniğine yabancılaşmasıdır. Etkisi altında kaldığı şairlerin hece ölçüsüyle yazdığı, bunun şiirin tek biçimi olarak bilindiği bir dönem, aynı zamanda içeriğin de heceye, kafiyeye dayalı güzel sözlerin, aşkla, gülle, bülbülle dolu olduğu dönemdir. Nâzım önce içerik olarak ayrılır bu gelenekten. Yunus Emre’nin duru diliyle, Pir Sultan Abdal’ın kavgacılığıyla, Tevfik Fikret’in toplumcu değilse de toplumsal şiiriyle buluşur içerikte. Ülkesinin, halkının sorunlarını alır dizelerine.

İkincisi, milliyetçiliği, antiemperyalist bilinçle bir aradadır, milletinin esir edilmesine karşı koyuşun ifadesidir.

Üçüncüsü, o dönem her çocuğun, bütün Osmanlı topraklarında olduğu gibi, dinsel eğitime, halifenin buyruklarına göre yaşayan bir halkın dinsel ve siyasal iktidarı aynı otoritenin temsil ettiğine inanmış bireylerindendir. Ama önce bu kavram sarsılmıştır Nâzım’ın beyninde. 17 yaşında yazdığı “Kara Kuvvet” şiirinde, gericiliğin, toplumun içine düştüğü durumdaki payını anlamış, siyasetle din arasındaki bağı kurmuştur.

Artık ona, hece ölçüsü tekniği de, bu tekniğin içi boş içeriği de yetmemektedir. İçeriğin biçimi belirlediği yeni arayışlara girer, kuralları, sınırları tanımaz olur. Bir masaldan esinlenen “Kırk Haramiler” adlı şiiri, emperyalizmle mücadeleyi işlerken, hece ölçüsüyle yazdığı ve bu tekniğin bu içeriği taşıyamayacağını gördüğü şiirdir. “Meşin Kaplı Kitap” şiiri ise, yeni teknik arayışların ve dinsel dogmalara net olarak vedasının şiiridir. Nâzım Hikmet şiiri olgunlaşmaktadır, arayış içindedir.

“Ay battı güneş doğdu

Kalbimde ateş doğdu.

Yaldızlı meşin kabı

Parçalanmış kitabı

Varsın gömülsün diye ebedi bir uykuya

Attım kör bir kuyuya...”

Kutsal kitapları kuyuya atmıştır, çünkü, “çalışan esirlere”, peygamberler biraz tütsüden başka bir şey vermemiştir ve hakkını almak, insanın mücadelesiyle mümkündür.

Yıl 1920. İstanbul işgal altında. Umut Anadolu’da örgütleniyor. Bir veda şiiri bırakıyor babasına: “Sana sus derlerken… Haykır!.. ey gençlik” diye biten bir şiir. Ve haykırmaya giden bir genç.  Anadolu’da emperyalist işgale karşı örgütlenenlere, Kuvvayı Milliye’ye (Milli Kuvvetler) silah ve  cephane kaçıran bir örgüt eliyle İnebolu’ya gider. Farklı bir dünyayla tanışma zamanıdır bu. Sosyalistlerle, materyalist felsefeyle, sınıf mücadelesi kavramıyla karşılaşır. 1921’de Bolu’da sevilen bir ilkokul öğretmenidir, aynı zamanda sürekli izlenen bir tehlikeli aydındır. Şiir, tarih, felsefeyle dolu dünyasında,  adını ilk kez duyduğu Mustafa Suphi’lerin, antiemperyalist mücadeleye katılmak üzere Türkiye’ye gelen Türkiye Komünist Partisi kurucu ve önder kadrolarının katledildiği haberini aldığında, kafasında uyanan sorular ve bulduğu yanıtlar vardır. Göğsünde 15 yara, kalbi çarparak Rusya yoluna düşer. 1917 Ekim Devrimi’yle, dünyanın ve insanlığın ufkunu değiştiren, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösteren ülkeye.

Doğu Halkları Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) siyasal bilimler öğrencisidir 19 yaşında…

“Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım  / 19 yaşım / Sana anam gibi hürmet ediyorum / edeceğim/ Senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum / gideceğim / Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım / 19 yaşım….”

Sonrasında, hep 19 yaşında kalacaktır. Lenin’in ölüsü başında nöbetçiyken, yıl daha 1924’ken, “Kalbe bir bıçak gibi giren hâtıraların / dilsiz olduklarını anlıyorum / Kar yağıyor / ve ben hatırlıyorum” diyecek kadar büyümüş, çok şeyler yaşamış bir genç adam. 19 yaşına, “köpüklü şahlanışların dönüm yeri” demesi, bundandır…

Artık Nâzım Hikmet, dönüm yerindedir. Dünya görüşü netleşmiştir, girdiği saf netleşmiştir. Bunu sanat anlayışının netleşmesi izleyecektir. 1921’de yazdığı “Orkestra” şiirinde, “üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz”ın kendisine yetmediğini söylerken, bunun nedenini de açıklar. Sanat, kitleleri ileri taşımalı, toplumsal dönüşümlerin sorumluluğunu üstlenmelidir. Sanat, bu işlevin aracıdır.

Sanatı, siyasal mücadelenin aracı olarak gören anlayış, sanatçının özgürlüğünü kısıtlamaz mı? Onu güdümlü hale getirmez mi? Sanatını kısırlaştırmaz mı? Tam tersine diye yanıtlar Nâzım. Gerçek sanat eserleri, ancak bu bağlanmayla mümkündür!

Biyografisini, bundan sonra, bu anlayışı hayata geçiren birinin öyküsü olarak takip edebiliriz.

1925 yılında memleketindedir yine. 19 yaşının namusunu korumaktan, 15 yıl zindan hükmü verilmiş bir kaçaktır. Bu hükümden kaçmaz, bir siyasal tavır alıştır yeniden memleketinden kopuşu. “Burjuvanın tokadına yüzümü uzatamam!” demiştir ve karlı kayın ormanlarından geçer gider, 25 kilometreden pırıl pırıldır Moskova.

Yaşamı ve şiiri iç içedir demiştik. Nâzım’ı şiirlerinde, oyunlarında, makalelerinde felsefenin, toplumbilimin kavramlarını işleme, katkıda bulunma çabasında görürüz bu yıllar. Örneğin, “Berkley” şiirinde materyalizmi, “Gorki’ye Açık Mektup”ta devrimlerin diyalektiğini işlemesi gibi, dünya görüşünün teorik arka planını konu edinir.

1928. Genel afla yeniden memleketine dönme olanağı bulur, ama memleketinin hapishaneleri de yolunu gözlemektedir.

Yattığı hapisleri sıralamayalım. “Bazen dışarıda olurdu” diyelim, daha doğru olur. Bu da, bütün bu eserleri, esaret koşullarında, sürgünde, büyük baskılar altında ürettiği parantezi olsun ve eğer Nâzım’ı anlamak istiyorsak, aklımızda bulunsun. Ama o, çektiği çilelerin dile getirilmesine çok kızardı, bunları bir madalya gibi taşıyanlardan nefret ederdi, o yüzden, bu parantez aramızda kalsın.

Gene de, bunun neden böyle olduğuna ilişkin bir not düşelim. Kurtuluş Savaşı sırasında da, Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında da, Kemalistlerin ve kurucu kadronun ikili karakterini anlamak lazım.

Bu evrelerde Sovyetler Birliği’nden büyük destek görmüş, yakın ilişkiye girmiş bir iktidardan söz ediyoruz. Sovyetler Birliği’nin bu antiemperyalist mücadeleyle kurulan ve eski sistemi yıkan genç cumhuriyete bakışı, sınıfsal niteliğini bilmekle birlikte, halkçı, aydınlanmacı, laik, bağımsızlıkçı yönlerini desteklemekti. Böyle bir yeni cumhuriyet, Sovyetler Birliği’nin nesnel müttefiki görülebilirdi.

Ama aynı iktidarda, Sovyetler Birliği’yle bu yakın temasın doğurabileceği sakıncalar konusunda endişeler de vardı. Yine sınıfsal niteliği gereği, sosyalizmin, Bolşevizmin ülkede yükselen prestiji ve bir seçenek olarak ortada durması, tedirgin ediyordu. Dolayısıyla, içeride emekçilere ve sola müthiş bir baskı da aynı dönemin özelliğiydi. Hapisler, soruşturmalar, yasaklar, dönemin komünistlerinin ve emekçi önderlerinin hayatının ayrılmaz parçasıydı.

Cumhuriyet’in tarihsel açıdan bir ilerleme olduğu olgusu, komünistlerin uğradığı baskıların ikinci planda kalmasına yol açabiliyordu. Sosyalizmin halk içinde yaygınlaşmasının önemli bir unsuru olan, şiiriyle tanınır hale gelmiş ve büyük prestij sahibi Nâzım Hikmet’in susturulması önemliydi ve Nâzım bunun bedelini ödüyordu... Bu, Cumhuriyet’in ilerici barutunun tükendiği, çok partili rejime geçildiği, cumhuriyet karşıtlığını, gericiliği ve Amerikancılığı temsil eden Demokrat Parti iktidarının kurulduğu süreçte de devam etti.

Devam edelim...

Sonra, 1929 gelir, o yine 19 yaşındayken.  İlk şiir kitabı, “835 Satır” yayınlanır. Edebiyat, şiir, siyaset bu andan itibaren eskisi gibi olamayacaktır. Nâzım’ın şiiri, ülkeyi kuşatır. Hele o türkü! O toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü! Topraktan, ateşten, sudan, demirden doğanların… Ölülerinin matemini tutmaya vakti olmayanların… “Güneşi zaptedeceğiz” diyenlerin türküsü… Hemen arkasından,  KUTV’dan arkadaşı, Çinli devrimci, Si-Ya-U’nun anısına yazdığı destanın kitaplaşması: “Jokond ile Sİ-YA-U”.

Bundan böyle, Türkiye, dünya şiirine en kıymetli evladını armağan etmiştir. Artık şiir tarihi çalışmaları, onun adı geçmeden yazılamayacaktır.

19 yaşındadır Nâzım, artık tepeden tırnağa bir kavga olarak geçen ömrü boyunca. Şiirler yazacak, oyunlar, makaleler, senaryolar yazacak, putları devirecek, dışarıdan çok içeride kalacak, hep ama hep halkın safında olmanın gençliğini yaşayacaktır.

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,

Nâzım Hikmet, dünya görüşü, ideolojisi, siyasal mücadelesi ve halka adanmışlığı ile şiirinin büyüklüğü birbirini tamamlayan bir şairdir. Şiirinin gücünü, can düşmanlarına bile kabul ettirmiş bir şairin öyküsünde, hem bir aydın, sanatçı olarak, hem o şiirleri yazabilmesine yol açan seçimleri açısından, bugün ihtiyaç duyduğumuz adanmışlık noktasına ağırlık vermeyi önemsiyorum daha çok. Çünkü bu olmadan, Nâzım eksik kalır demeyeceğim, Nâzım kalmaz.

Kellesini kurtarıp ünlem ve soru işaretlerinden, bir büyük kavgada açık ve endişesiz girmiştir safına Nâzım. Onun, Türkiye Komünist Partisi vardır. Çocuğunu bile emanet edeceği partisi. Topraktan öğrenip kitapsız bilen köylüsü vardır. Karabük’te çelik döken, Bursa’da havlu dokuyan işçisi vardır.

Dünyanın dört bir yanında, aynı ekmek, aynı özgürlük için dövüştüğü, yüzünü görmediği dostları vardır. Madrid kapısında onun için dimdik duran, kar altındaki nöbetçiye, yün çorapla karşılık verecektir.

Dünyanın dört bir yanında düşmanları vardır.  Gizenga’yı öldüreceklerdir, Taranta Babu’yu öldüreceklerdir. O da, sermayenin, emperyalizmin kanına susamışlığını açıkça söyler.

Ülkesi vardır, canından çok sevdiği. Ülkeleri vardır, ülkesinin yarınını bugünden yaşayan vatandaşlarından olduğu. Aşkları vardır aşkları. İnsanlığını ilan edişidir...

Böyle bir saf tutuşun şiiriyle büyüdükçe büyüyen bir Nâzım Hikmet’in hep 19 yaşında kalmışlığının sırrını açıklar belki de, taşların, denizin, insanın gözündeki kederi, ansızın sevinmeyi, yağmuru, hapiste yatmayı, ulaşılmazları, hasretleri sevmesine şükreden dizeleri.

Tarihleri sıralayabilir, yolculuklarını, yazdıklarını, mapusluklarını, sevdalarını kronolojiye dökebilirsiniz. Sonuç, 19 yaşında bir komünistin kavgası, bu seçimin bedelini ödemekten kaçmaması ve şiire vurulan bir damgadır.

Burada, özel bir yapıtından söz açmak zorundayım. Bu etkinliğin hazırlığı sırasında görüştüğüm yoldaşlardan, Nâzım Hikmet’in bence başyapıtı, şiirinin doruğu olan “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın Yunanistan’da pek bilinmediğini, çevirisinin olmadığını öğrendim. Bu yapıt, tek tek insanların öyküleriyle, ulaşılması zor bir ustalıkla anlatılmış 20. yüzyıl tarihi olarak, olağanüstü önemdedir. İçeriğiyle, kullanılan değişik şiir ve düzyazı teknikleriyle, 1939’da başlayan ve ancak 1960’larda yayınlanabilir olan yazılış macerasıyla, başına gelen felaketlerle ve elimize ancak 3’te 1’inden azının geçebildiği haliyle bile, ayrı bir sempozyum konusudur.

Adı “Memleketimden” diye başlar, ama dünyadır Nâzım’ın memleketi ve bütün insanlıktır manzaralarını anlattığı insan. Önce “Meşhur Adamlar Ansiklopedisi” diye başladığı, işçileri, köylüleri, yoksulları öykülediği, Türkiye’nin kurtuluş savaşından ve Cumhuriyet döneminden portreler çizdiği bir çalışma olarak tasarlamışken, faşizmin Sovyetler Birliği’ne saldırısı üzerine sosyalizmin kazanacağına inançla 20. yüzyıl tarihine çevirmeye karar verdiği bir destandır.

Konuşmalar öncesinde arkadaşlarımızın sahnelediği “Tanya”nın da küçük bir bölümü olduğu bu yapıtı sizlerle buluşturmak borcumuz olsun.

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,

3 Haziran 1963’te, 61 yıl yaşayan, ama hep yaşadığı gibi 19 yaşında, gencecik bir heyecanı hiç yitirmeden ölen Nâzım’ın biyografik öyküsü olarak pek yetersizdir bu aktardıklarım.

Örneğin, o bir detayı anlatmamızı isteyebilirdi, karşılaştığında nefesini kesen bir gazeteyi uzatıp.

1924 yılının “Pravda”sı! Orada bir haber olarak yer almanız nasıl bir duygudur, bir düşünün. Nâzım, uzun yıllar sonra, o yılın koleksiyonunu gözden geçirirken, 12 Mart tarihli sayısında rastlamış, bu gazetede adının geçtiğine. KUTV öğrencilerinin düzenlediği Mustafa Suphi ve yoldaşlarını anma gecesinde oynanan piyesin yazarı olarak. Bu unutulmuş haberi yeniden görünce yaşadığı yürek çırpıntısından çıkarıyor, yayınlandığı zaman okuduğunda yaşadığı sevinci.

Piyes yazarı. İlk olarak böyle anılmış orada işte… Ömrü boyunca etkisi altında kaldığı tiyatroda, üçüncü sınıf bir dram yazarından öteye geçemediğini de söylüyor. Kendisine haksızlığını düzeltmek bize düşmez, ama buradan yola çıkarak birşeyler söyleyebiliriz.

İstanbul’da kurulan ilk konservatuvar kurumu olan Darülbedayi Tiyatrosu’nun baş aktristi Eliza Binemeciyan’ı bir oyunda seyredip sırılsıklam âşık olunca, onu, kendi yazdığı piyeste oyuncu, kendisini yazar locasında onu izleyen konumunda hayal ederek kaleme almış ilk denemesini. Henüz 18 yaşındaki yazar da, “koca şair” olarak sahnede temsil ediliyormuş.  “İmkânsız aşk”ı ve perde inince oyunun biteceğini kavramışlığı temsilen, “koca şair”lik rolünü üstlenmiş kafasında.

Şiir külliyatından pek de geri kalmayacak bu alandaki üretkenliği, oyun yazmaktaki ısrarının, topluma, sorunları, düşüncelerini daha doğrudan iletmeye yönelik bir çabanın, şiirin yetmediği yerlerde devreye girdiği açık. Eliza’yı şiiriyle değil, onun içinde yer alabileceği bir çalışmayla etkileyebileceğini düşünmesi gibi. Hiç değilse, birkaç saatliğine, hiç değilse oyun bitene, Eliza kendi hayatına dönene kadar, aklının hünerini, onu kanlı canlı karşısında görerek sergileyebilecektir. Örgütlenmedir bu!

Bu kısmı, hoş bir anekdot olsun, onu oyun yazmaya iten bir anısı bizi biraz gülümsetsin diye aktarmadım aslında. “Örgütlenmedir bu” dememin bir anlamı var.

Nasıl ki Eliza’yla buluşmanın, kendisi “koca şair” olup ona da yazdığı oyunda başrol vermesiyle mümkün olacağını düşünmüştür, şiiriyle, oyunuyla siyaseti arasında da bu diyalektik vardır. O çocukluk aşkı geçip gitmiştir. Ama asıl aşkı, bütün yaşamı boyunca sürmüştür. İşçi sınıfına, halka duyduğu aşk. Ve kendisini asla “koca şair”in locasına çekmediyse, hep sahne tozu içinde yer aldıysa da, yapıtlarında başrolü hep halka vermiş, onunla temas kurmayı böyle sağlamıştır. İşçileri anlatmak, ön plana çıkarmak için yazmıştır, kahramanları hep onlardır, halktır. Onların yer alabileceği destanlar yazmıştır. Bütün bir tarih boyunca ve dünyanın her köşesinden insan manzaraları çizmiştir. Evet, örgütlenmedir bu!

Ve tiyatrodan etkilendiğini söylediği öğelerdir, asıl önemli olan, eğer bu açıdan bakarsak. Şiirine, hayatına, komünist kimliğine damgasını vuran şeyin ipucu buradadır.

Eğer tiyatrodan sayılırsa, önce, sünnet düğününde gördüğü Karagöz’ü anımsamaktadır. Ama, herhalde o zamanlar deve derisi orijinaline uygun üretilmiş figürleri, onların renkli yansımalarını değil. Karagöz’le Hacivat’ın güldüren atışmalarını değil. Aklında kalan, ışık kaynağının önünden perdeye vuran ve o figürleri oynatan ince sopalardır. Zihninde yer eden, o sopaları tutan ellerdir.

Aynı düğünde, yine tiyatrodan sayılırsa, meddah da izler. Ondan da aklında kalan, yüzü, jesti, mimiği, taklidi, havlusu, sopası, hikâyesi değildir. Sesidir.

Sopalar, sopayı tutan eller ve ses. Onlar olmasa, ne perdeye yansıyacak, ne anlatılanı duyuracak bir gücü var sahne önünün, sahnelenen hikâyenin. Asıl yaratıcı, arka planda kalmış olandır.

Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nın bitiminde yer alan “Milli Gurur” yazısının son sözleri de bu kapsamdadır: Boyaları kahraman tablolar lazım bize demiştir… Ressamı, tuvali, fırçası, paleti, paspartusu değildir, bir kahramanlık tablosunu ortaya çıkaran. Ona rengini veren boyaların kahramanlığıdır.

Sopa. Ses. Boya. Hamurunu böyle yoğurduğu için, bugün andığımız bir ortak gurur bayrağımız var. Daima ihmal edileni, göz almayanı, öne çıkmayanı, ama her şeyi var edeni gözeten bir kimliğin kalıcılığıdır Nâzım Hikmet. Gösterişin, kibirin büyüsüne kapılmadan, gerçekle el ele veren bir kimlik.

İkinci vatanı olarak gördüğü, hatta, vatan, en yoğun duyguların yaşandığı yer olarak kabul edilirse, devrim sevincini, Lenin’in acısını yaşadığı yer olarak ön sıraya alacağı Sovyetler Birliği’nde, sayılan bir konukken bile, eleştirel bakışını yitirmez. “İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?” oyununda Petrof karakterinin, “içindeki şeytan” İvan İvanoviç’in, Hasırşapkalı karakterinde çıkarını kollayan entellektüelin karşısına, Kasketli adını verdiği emekçiyle çıkmıştır.

Tiyatrodan aklında sopalar ve tutan eller, meddahtan ses, tablodan boya kalan bir devrimcinin, tarih sahnesinde sadece Kasketli’yi, halkı esas alması, her şeye onun gözleriyle bakmasıdır esas olan. Atılan her adımda, gelinen her aşamada, kime hesap vereceğini, kime borçlu olduğunu hiç unutmamıştır Nâzım. O işçinin, halkın adamıdır sadece.

Gemide güvertede, trende üçüncü mevkide, şosede yayan yolculuk yapanların; sekizinde işe giden, yirmisinde evlenen, kırkında ölenlerin; ekmeğe, pirince, şekere, kumaşa, kitaba hasret kalanların; toprağında gölge, sokağında fener, penceresinde cam olmayanların şairidir. “Büyük insanlığın umudu”nu, o insanlığın, o sınıfın safında verdiği kavganın içinde dile getirendir...

O, sopadır, sopayı tutan eldir, boyadır, kaskettir, sestir. Bunların şairidir.

Bu yüzden, “iyi bir şair, üretken oyun yazarı” demek, Nâzım’ı bununla sınırlamak, onu hiç anlamamaktan daha kötü bir şeydir. Onu sıradanlaştırmaktır. Ve bugün, artık yeryüzünde sadece kapitalizmin hüküm süreceğini zannedenlerin, yapmadıkları zulmü bırakmadıkları, ülkesine hasret ölmesine sebep oldukları Nâzım’dan söz eder oluşları bundandır. Tehlikesiz bir noktaya geldiğini ve artık şiirinin gücünün kendileri tarafından da kullanılabileceğini hayal etmelerindendir.

Ülkemizin edebiyat tarihinde yer tutan bir yazar, Halide Edip geliyor burada insanın aklına hemen. “Nâzım büyük şair” diyordu Edip, “hatta, dâhi denilebilir, ama ah, bir de ideolojisi olmasa!” Şimdikiler gibi yani. Ama, Edip zamanında, Nâzım fizik olarak da yaşıyordu ve ağzının payını vermişti: “Hem içerledim, hem sevindim. Sonra, ve belki hepsinden önce, ‘ideoloji’ meselesine güldüm. Hey sersem bayan, dedim, ben dâhi değilim, fakat iyi bir sanatkârım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum. Eğer sizin iyi sanatkârlarınız yoksa, ideolojinizin bugün artık iyi sanatkâra içerik olamayacak kadar iflas etmiş olmasından gelir.” Var mı ötesi!

Nâzım Hikmet, herkesin şairi değil. O, kendisini bize verdi. Kendisini “Tepeden tırnağa kavga” olarak tanımlayan, “bağır bağır bağıran”, “kavgaya koşun” diye çağıran bir şairi, komünistler kimseyle paylaşmayacak!

Bunu açık açık söylemiştir Nâzım. Yine önemli şairlerimizden Cahit Sıtkı Tarancı, “Yeşil Bursa’da konuk bir garip kuş” diye başlayan, Bursa Hapishanesi’ndeki Nâzım’a “acıyan” ve merhamet isteyen bir şiir yazdığında, yanıtı şöyle olmuştu: “Hapis ammâ, zincirini kırmış yatar.” Dışarıdaki zincirli tutsaklığa karşı, içerideki zincirini kırmış özgürlük! Çünkü, “en yüksek mertebeye ermiş yatar” içerideki. Ne midir o mertebe?  Biliyorsunuz, ama gene de açıklamayı konuşmanın sonuna sakladım.

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,

İşte Nâzım Hikmet gerçeği budur. İdeolojilerden arınmış dünya balonunu patlatan iğnedir o. Boydan boya devrime, partiye, emekçilere adanmış bir ömür ve o ömürden doğan dizeler...

Ama, o büyük şairi sevenlerin, dizelerinden haz alanların yapması gerekenler de var. Nâzım’ı sevmek, zordur. Koklanan bir çiçekten öte, okşanan bir kadifeden öte bir şeydir o. Bir davanın insanı olmaktır Nâzım’ı sevmek. Şiir estetiğini, neyin emrine sunduğunu anlamaktır. “Büyük şair” olmayı, “güçlü dizeler” yazmayı ikinci planda tutabilmenin ve “işini iyi yapmayı”, safında yer aldığı sınıfa karşı bir görev olarak kabul etmenin derinliğine varmaktır. “Nâzım’a evet, mücadeleye hayır” seçeneğini, iptal etmiştir...

Nâzım Hikmet’i anıyoruz...   “Fevkalade memnunum dünyaya geldiğime” diyordu. Çok memnunuz dünyaya geldiğine.

“Uyumak şimdi, uyanmak yüz yıl sonra, sevgilim”... Reddettiği bir talepti bu. Yüzyılından korkmuyordu, kaçak değildi. Yüzyılı sefildi, yüz kızartıcıydı. Cesur, büyük ve kahramandı yüzyılı. Ona yetiyordu, yirminci yüzyılda olduğu safta olmak, bizim tarafta olmak ve dövüşmek yeni bir dünya için...

Nâzım’ın yüzyılının sefilliği, yüz kızartıcılığı, bugün 21. yüzyılda hüküm sürüyor. Cesur, büyük ve kahraman yönü o yüzyılın, elbet buna bir yanıt verecektir...

İşte, konuşmamın başında söylediğim ihtiyaç, bu yanıtı verebilmemiz içindir. Nâzım’ın neyine ihtiyaç duyuyoruz? Neyinin aşılamadığından bahsediyoruz? Hangi somut modeli sunuyor bize?

Diyor ki bir yazısında, “dünün şarkısını söylemek, bugünün ve yarının türküsünü söylemekten çok daha kolaydır. Neden mi? Yarının türküsüne kulaklar daha alışmamıştır, bugünün türküsüne alışmak üzeredir. Dünkü ise ezbere bilinir. Bilinen bir şarkıyı söyleyerek ‘yüreklere’ girmek elbette yeni işitilmeye başlayan, yeni işitilecek olan türküleri ‘alışılmış’ kılmaktan çok kolay bir iştir. Ve bizim genç şairler, bu kolaylığı da anlayacak kadar kurnazlık gösteriyorlar. Fakat ne yaparsın ki, sanat kurnazlık değildir.”

Nâzım’daki, şiir, sanat kelimelerini politika kelimesiyle değiştirdiğiniz anda, elde edeceğiniz sonuç olsa gerek, onu her anmanın bir mücadele çağrısına denk gelmesinin, bir model oluşunun ardında yatan. İhtiyaç. Yarının türkülerini söyleyenlere duyulan ihtiyaç.

Yarının türküsü... Tarihin iyi ile kötü arasındaki değil, eski ile yeni arasındaki çatışma olduğunun zihinlerden silindiği zamanlarda duyulan ihtiyaç.

Bu ihtiyacı her duyduğunuzda, aklınıza her Nâzım adı gelişinde, bir şeyi daha hatırlayın. Hani, sonra söyleyelim demiştik, hapiste yatarken en yüce mertebede olduğunu ifade eden Nâzım, ne demişti? Neydi onun için en yüce mertebe?

Evet: “Sevdalınız, komünisttir!”

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,

Sabrınız için teşekkür ederim. Komünist sevdalımızı anma etkinliğinde bizleri buluşturan Yunanistan Komünist Partisi’ne, Merkez Komite’ye, teşekkür ederim.

Çok yaşa, çoğalarak yaşa Nâzım Hikmet!

Yaşasın sosyalizm!

SOL-GELENEK

2015 yılında Yunanistan Komünist Partisi (YKP) Merkez Komitesi imzasıyla düzenlenen ve “Nâzım Hikmet: Karanlıklar Aydınlığa Çıksın Diye” başlığıyla gerçekleşen Nâzım Hikmet konulu bilimsel kültür-sanat konferansı etkinliklerinde yapılan konuşma metni.

                                                                                      ***

Nâzım'ın yönteminin peşinde: Nâzım'a sinemadan bakmak (ÇAĞRI KINIKOĞLU-SOL / GELENEK)

Nâzım, hiç tükenmeyen umuduyla, sosyalizmin kazanacağına inancıyla ve sermaye sınıfına ve temsilcilerine dönük hiç azalmayan öfkesiyle, Angelopoulos’un kaçırdığı halkayı elinden hiç bırakmamış oldu.

Gelenek’te, 14, 15 ve 16 Ocak tarihlerinde Nâzım Hikmet’in 120. doğum yılı vesilesiyle, komünist şairin siyasal yaşamı ve sanatına dair üç yazı yayınlayacağız. Bu üç yazı, 2015 yılında Yunanistan Komünist Partisi (YKP) Merkez Komitesi imzasıyla düzenlenen ve “Nâzım Hikmet: Karanlıklar Aydınlığa Çıksın Diye” başlığıyla gerçekleşen Nâzım Hikmet konulu bilimsel kültür-sanat konferansı etkinliklerinde yapılan üç ayrı konuşmanın metinleri.

YKP’nin 2012’den itibaren düzenlemekte olduğu bilimsel kültür-sanat konferansları dizisi, sırasıyla Yannis Ritsos, Kostas Varnalis ve Bertolt Brecht’e ayrılmıştı. Nâzım Hikmet’e ayrılan 2015 yılındaki program, Atina merkezli olarak Nisan ayında başlamış, Mayıs ve Haziran aylarında yapılan çeşitli etkinliklerle devam ederek, 13 ve 14 Haziran 2015 tarihlerinde yapılan iki günlük bir konferans ile tamamlanmıştı. Nâzım Hikmet odaklı etkinlik dizisine Türkiye Komünist Partisi de çeşitli düzeylerde katkılar sunmuş, etkinlikler boyunca, konuşmaların yanı sıra TKP’li sanatçıların performansları da sergilenmişti.

Yayınlayacağımız metinlerden ilki, konferans etkinliklerinin açılış etkinliği olarak 29 Nisan 2015’te düzenlenen “Nâzım’ın Küba Seyahati” filminin gösterimi öncesinde, filmin yönetmeni Çağrı Kınıkoğlu’nun yaptığı ve Nâzım’ın siyaset ve sanat ilişkisi kavrayışına ve yöntemine sinema ekseninde yaklaşan konuşması. İkinci ve üçüncü yazılarsa, etkinlik dizisinin kapanış oturumları olan 13 ve 14 Haziran 2015 tarihli oturumlarda yapılan sunumlar olacak. Bunlardan ilki Asaf Güven Aksel’in Nâzım’ın siyasal mücadelesi ile sanatsal yaratımı arasındaki ilişkiyi analiz ettiği konuşması, ikincisi de Aydemir Güler’in Nâzım’ın mücadelesine ve partili kimliğine odaklandığı konuşması.

Nâzım’ın yönteminin peşinde Nâzım’a sinemadan bakmak (Çağrı Kınıkoğlu)

Merhaba sevgili dostlar ve yoldaşlar,

Yunanistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin düzenlediği Nâzım Hikmet konulu bilimsel konferans etkinliklerinin ilk ayağı olan sinema başlığında bir sunum yapmak üzere davet edip, burada bizleri misafir ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Bu etkinliklerin verimli ve sonuç alıcı bir şekilde gerçekleşmesi ortak dileğimizdir.

İnsanlığın şu karanlık günlerini geride bırakıp aydınlık bir gelecek kurmak için, bu ve benzeri etkinliklere çok ihtiyacımız var. Bu tür etkinlikler, yalnızca geçmişi hatırlamak, anmak işlevi taşımaz. Hepimiz biliriz ki bu etkinlikler, bundan çok daha fazlasıdır: Yarınımızı kendi aklımız, yüreğimiz ve emeğimizle kurabileceğimize dönük inancımızı pekiştirir.

Bu nedenle, öncelikle, bu inancımızı ve umudumuzu çoğaltan, bize güç veren, bugün bizleri sanatın ve sosyalizm mücadelesinin ortak diliyle buluşturmaya devam eden Nâzım Hikmet’i, Yannis Ritsos’u, Neruda’yı, Brecht’i, Aragon’u, Guillen’i, Ayzenştayn’ı, Şolohov’u, Şostakoviç’i ve daha onlarcasını, yani tüm komünist sanatçıları selamlıyorum.

***

Değerli dostlar ve yoldaşlar,

Bu konuşmada Nâzım’ın yaşamında ve üretiminde kimi eserlere, tarihler ve olgulara yer vermektense, ağırlıklı olarak metodolojik bir çerçeve çizmeye, Nâzım ve sinema ilişkisini belirli bir kontekst içinde ele almaya çalışacağım.

Biraz önce izlediğimiz filmde, Kübalı edebiyatçı Lisandro Otero’nun Nâzım Hikmet’le yaptıkları bir konuşmayı aktarırken söylediklerini hatırlatarak başlamak istiyorum. Otero, Picasso’nun bir sosyalist gerçekçi olup olmadığı tartışmasında, Nâzım Hikmet’in “iyi sanat yapan herkes sosyalist gerçekçidir” dediğini vurgulamıştı.

Burada elbette sosyalist gerçekçilik üstüne bir tartışma yapmayacağız. Tarihsel olarak biraz daha farklı bir noktadayız. Önemli olan şu sorudadır: İyi sanat nedir?

Bugün, artık 21. Yüzyılın ilk on beş yılını geride bırakmaktayken, iyinin, güzelin, doğrunun göreli hale getirildiği bir dönemi yaşıyoruz. Post-modernizm ve kültür endüstrisi, büyük anlatılar çağını kapattığı gibi, insanlığın birikimi olan değerleri de ortadan kaldırıyor. Engels’in vurguladığı “tek ve bölünemez bir ortak aile olarak insanlık” düşüncesinden ve ütopyasından giderek uzaklaşıyoruz. Zaten sınıflara bölünmüş toplumlarımızda cemaatler, tarikatlar, çıkar grupları giderek daha çok damga vuruyor yaşamlarımıza. Bu nedenle bugün iyiyi, doğruyu, güzeli, hiç de öyle soyut değerler olarak değil, tam tersine, sınıflı toplum gerçeğinden, sömürüden yola çıkarak yeniden tanımlamamız gerekiyor.

Nâzım’ın da dahil olduğu büyük komünist sanatçılar kuşağının mirasını değerlendirmeye bu nedenle de çok ihtiyacımız var.

Değerli dostlar,

“Nâzım Hikmet ve Sinema” başlığı ilginç bir başlık.

Biliyoruz ki Nâzım Hikmet öncelikle ve asıl olarak bir şair. Şiirleri, romanları, düzyazılarıyla önemli bir edebiyatçı. Sanatsal üretiminin geneline baktığımızda, ilk sırada edebiyatı görüyoruz. Bunun arkasından tiyatro alanı geliyor. Bu alanda da önemli eserler veriyor. Sinema ise Nâzım Hikmet’in sistemli çalışmalar yaptığı bir alan değil.

1930’larda, yeni kurulan Cumhuriyet’in artık oturmaya, kurumlaşmaya başladığı yıllarda politik kimliğiyle tanınmaya başlayan bir aydın Nâzım Hikmet. Ve komünistlerin çoğunlukla başına geldiği üzere, sermaye düzeni, bu politik kimliğe varlık alanı tanımak istemiyor. Kendi mesleğiyle, birikim sahibi olduğu alanda, yaşamını sürdürebilecek çalışma olanaklarını son derece kısıtlıyor. Nâzım Hikmet’in sinema alanıyla doğrudan ilişkilenmesi, film üretimine ayağını basması bu zeminde oluşuyor. Sanatın hem teknik hem de ideolojik anlamda ne olduğunu kavramış bir sanatçı olarak, bir emekçi olarak faaliyet gösteriyor sinema alanında. Basitçe, geçimini sağlayabilmek için. Seslendirme alanında ve senaryo yazımında görev üstleniyor.

Bu kadar değil elbette. Ama oraya geçmeden önce, başka bir alana sıçramak istiyorum. Nâzım Hikmet’in bir komünist sanatçı olarak kendisine biçtiği görev ile sinema arasındaki daha farklı bir ilişkiye, bir buluşmaya değinmek istiyorum.

***

Nâzım Hikmet 20. Yüzyılın hemen başında dünyaya geliyor. Bu dönem, yani 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başları, insanlık tarihi açısından çok önemli bir dönem. Lenin’in ifadesiyle, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçtiği dönem. Rosa Luxemburg’un ifadesiyle, insanlığın “ya sosyalizm, ya barbarlık” aşamasına geldiği bir dönem. Sermaye sınıfının tüm dünyayı egemenliği altına aldığı, üretimin ölçeğinin olağanüstü şekilde büyüdüğü, başta işçi sınıfı olmak üzere milyonlarca insanın kentlere yığıldığı, toplumsal, iktisadi, politik, kültürel düzlemlerde muazzam çelişkilerin biriktiği bir dönem. İnsanlığın topyekûn krizde olduğu bir dönem. Toplumsal yaşamın diyalektiğinin berraklaştığı, görünür hale geldiği bir dönem.

Bu dönem, hepimiz biliyoruz, sanat alanında ekspresyonizm olarak yaşandı. İleri ile geri olanın, hızlı ile yavaş olanın, avangard ile geleneksel olanın, devrimci ile tutucu olanın, gelişkin ile dekadanın çatıştığı, bir arada var olduğu, zaman zaman iç içe geçtiği bir dönem. İşte sinema da, bildiğimiz gibi, bir anlatım formu olarak bu dönemde ortaya çıkıyor ve gelişmeye başlıyor. Arnold Hauser “Sanatın Toplumsal Tarihi” kitabındaki “Film Çağı” bölümünde bu dönemi ve tekniği analitik bir şekilde ele alır. Walter Benjamin de “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretildiği Çağda Sanat Yapıtı” makalesinde çarpıcı gözlemler ve çözümlemeler ortaya koyar bu döneme ilişkin.

Bu çakışma, yani dünyanın bir taraftan parçalandığı, bir taraftan başka bir düzlemde bütünleşmeye mecbur olduğu dönem ile sinemanın çakışması, bugünden baktığımızda görebiliyoruz ki, pek tesadüf değil. Nesnellik, biriktirdiği tüm çelişkilerle, yeni bir anlatımı davet ediyor tarih sahnesine ve sinema ortaya çıkıyor. Diğer tüm sanatların birikimini, gücünü arkasına alan yeni bir anlatım ile karşı karşıya kalıyoruz.

Sinema bu anlamda ve diğer sanatlardan farklı olarak, zaman, mekân ve hareket aracılığıyla yapılan bir sanat. Müziğin ses ve nota, resmin renk ve doku ile yapılması gibi, sinema da zaman ve mekân ile kurulabiliyor, yapılabiliyor. İnsanlığın, zamana ve mekâna müdahale edebilmesinin ifadesi haline geliyor. İlk kuşak Sovyet sinemacılarının bu alandaki üretimleri, sinemayı bir eğlence olmaktan çıkarıp çok güçlü ve çağdaş bir sanat haline getiriyor.

Değerli dinleyiciler,

Sizleri sinemanın “ontolojik” meseleleriyle sıkmaya niyetim yok. Hepimizin her an yüz yüze olduğumuz bir sanat formunu size bir kere daha anlatmak istemem. Ancak bunları vurgulamam gerekliydi. Çünkü Nâzım Hikmet’in sanatını kavramak için bu zemine ihtiyaç var.

Nâzım Hikmet’in sanatına genel hatlarıyla baktığımızda, karşımıza, çok zengin, çok renkli, çok dinamik bir eserler bütünü ve ifade biçimi çıkıyor. Ne mutlu bize, konuşmanın başında andığım tüm komünist sanatçılarda benzer bir durumla karşılaşıyoruz: Nâzım, Ritsos, Mayakovskiy, Ayzenştayn, Brecht, Aragon, hepsi, bu anlamda kendi çağlarının damgasını taşıyorlar. Çağları son derece dinamik, son derece karmaşık, sonsuz bir barbarlık ve sonsuz olanak ve umut yüklü. Bu büyük komünist sanatçılar, bu dinamizmden yorulmak bir yana, bunun üstüne gidiyorlar. Aynı sinemanın tüm sanatları kucaklaması gibi, bu sanatçıların da tamamı tiyatro ile, şiir ile, edebiyat ile, resim ile, müzik ile, karikatür ile, mimari ile, kendi halklarının kültürü ile, tüm insanlık ile çok yakından ilgililer. Bunun ötesinde doğa bilimleriyle, sosyal bilimlerle ve elbette hem politik hem de felsefi anlamda Marksizm’le doğrudan ilişkililer. Kendi çağlarının sorularını sormak, yanıt üretmek, bunları açıkça anlaşılır hale getirmek için, insanlığın o güne değin biriktirdiği tüm deneyim ve tekniği kucaklayarak, yeni, gerçekten yeni bir sanata imza atıyorlar. “Gerçekten yeni” diye özellikle vurguladım çünkü bugün hepimiz görüyoruz ki, post-modernizm ve kültür endüstrisi, bugün aynı Irak’ta, Suriye’de gördüğümüz şekilde barbarlığın insanlık birikimini yağmalaması gibi, kültürel-sanatsal birikimi yağmalıyor ve bunu “yeni” olarak sunuyor.

Bizimkilerin yaptığı bu değildi. Bizimkilerin yaptığı “barbarlık değil, sosyalizm” demekti.

***

Sinema, işte yukarıda tarif etmeye çalıştığım çerçevede, toplumsal yaşamın diyalektiğini çok zengin ve aktif bir şekilde sergileme anlamında, büyük olanaklar sundu. Bireyi ve toplumu, belirli bir an’ı ve süreci, güncelliği ve tarihi, parçayı ve bütünü, öznelliği ve nesnelliği, karşılıklı ilişkileri ve çatışmalarının tüm zenginliğini içerecek şekilde ortaya koyabilen bir anlatım biçimi oldu.

İşte Nâzım Hikmet ve sinema ilişkisi, benim açımdan, kendi çağının ihtiyaç duyduğu bu karmaşıklığı anlatmakta ortaya koydukları çözüm açısından ilginç bir çakışma barındırıyor. Nâzım Hikmet’in devrimin Rusyası’na gittiğinde, 1921 yılında Ekim Devrimi’nin sinemacılarından Pudovkin’in “Açlık… Açlık… Açlık…” filmini izleyip çok etkilendiğini, bu etkiyle “Açların Gözbebekleri” şiirini yazdığını biliyoruz. Bu etki sadece teknik bir etki değil. Çağdaş bir tekniğin, çağdaş bir sanat ve çağdaş bir ütopyanın, sosyalizm düşüncesinin ve pratiğinin buluşmasıdır bu ve çok önemlidir. Görüntüdeki karmaşayı sadeleştirip, yalınlaştırıp, onun arkasındaki gerçek dinamikleri açığa çıkarmada sinemanın eşsiz bir konumu var.

Bu buluşmanın, çakışmanın karşılığını Nâzım Hikmet’in şiirinde somut olarak görmek mümkündür. Konuları açısından, ifade biçimleri açısından, temaları açısından neredeyse “bu dünyada ne olmuşsa, ne olmaktaysa ve ne olacaksa, benim ilgi alanımdadır,” der Nâzım Hikmet adeta. “Resim mi, opera mı, halk türküsü mü, mimari mi, felsefe mi; toplumla buluşabilmem, meselemi anlatabilmem için ne gerekiyorsa, benim kullanımımdadır,” der sanki. Sanatı hem zamanda hem de mekânda yayılır ve çok dinamiktir.

Bunun ötesinde, onun şiiri, son derece sinematografik bir şiirdir. Nâzım Hikmet okurken, bir insanın sıklıkla neredeyse film izlediği duygusuna kapılmaması imkânsızdır. Bir filmdeki gibi: Nâzım Hikmet’in şiiri yakın plan kullanır, genel plan kullanır, kamera hareketleri yapar neredeyse; Nâzım Hikmet’in şiirleri birer montaj harikasıdır, genelden özele, güncellikten tarihe, son derece politik bir meseleden son derece kişisel bir meseleye, ve tersine, cesaretle sıçrar durur. Nasıl ki sinemada bir plan veya bir sahne, filmin bütünüyle anlam kazanabilirse, nasıl ki bir kamera hareketi filmin bütününün hareketiyle anlam kazanırsa, Nâzım Hikmet’in bir dizesi, bir imgesi, Nâzım’ın anlatmak istediğiyle, Nâzım’ın politik, ideolojik doğrultusu içinde anlam kazanır. Bu bütünlükle kopmaz bir şekilde bağlıdır.

***

Değerli dostlar, yoldaşlar,

Kısaca bugüne değineceğim, Türkiye’den kimi örnekler vereceğim. Bitirmeden önce vurgulamak istediğim birkaç konu daha var.

İçinizde takip edenler olmalı, Türkiye’de sinema, 1990’larla birlikte bir sıçrama yaşadı. 1990’lar, bizim Yeşilçam dediğimiz, melodrama dayalı, sinematografiye ve estetik düşünceye önem vermeyen, politik meselelerden uzak duran popülist, ortalamacı sinemadan kopuşu ifade etti. Yeşim Ustaoğlu, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi yönetmenler, bir dönem için kendi memleketlerinin insanına hassasiyetle yaklaşan, onun dertlerini dert edinen, onun maruz kaldıklarına isyan eden bir sinema yapmaya başladılar. Ancak bu çıkış kısa ömürlü oldu. Çünkü ilginç bir şekilde, Türkiye ve dünyanın gidişatı, sanatçıları politize olmaya davet ederken, bu sanatçıların büyük bir kısmı tarihin bu çağrısına kulak vermediler, sanatlarına gömüldüler. Sermaye düzeninin dünya çapında, festivaller, fonlar, sponsorluk mekanizmaları ile kurduğu tuzaklara, sinema yapabilmek adına, göz yumdular. Sanat sineması diye bir şey çıktı, “insanlığın evrensel meselelerini anlatmak” derdi, kendi çağlarının meselelerinin önüne geçti. Öyle anlaşılıyor ki, “insan iyi midir, kötü mü?” türü sorular sormakla uğraşıyor bu “sanat sineması”. Oysa tüm o büyük komünist sanatçıların bu soruya verdikleri bir yanıt, daha doğrusu, karşılık olarak sordukları bir soru vardır: “Hangi insan?”

Sizler, Nâzım Hikmet’in veya Yannis Ritsos’un veya Bertolt Brecht’in “sanat şiiri” veya “sanat tiyatrosu” diye bir şey yazmış olabileceklerini düşünebiliyor musunuz?

Nâzım Hikmet’i önemli kılan noktalardan biri de buradadır: Çağının gerektirdiği anlatım biçimlerini, çağının gerektirdiği ifade zenginliğini, çağının temel politik meselelerinden ayrı tutmadı Nâzım Hikmet. Bu nedenle de onun sanat alanında ortaya koyduğu eserlerin çığır açıcı niteliği ve ömrü ile 1990’lardan itibaren Türkiye sinemasındaki gelişmenin niteliğini ve ömrünü karşılaştırdığımızda, ilkinin, yani Nâzım’ın yaklaşımının daha doğru ve geçerli olduğu çıkıyor ortaya. Nâzım’ın eserlerinde “evrensel insan” yoktur. Bu anlamda “kozmopolit” değildir. Nâzım’da kendi çağının insanı, belirli bir coğrafyada, belirli bir tarihsel kesitte, belirli sınıflara mensup, çıkarları çatışan insanlık vardır. Başkaldıran, isyan eden, yenilen, zulme uğrayan, örgütlenen, örgütlenmediği için yalnızlaşan, çaresizleşen, korkan, kaçan, ihanet eden ya da meydan okuyan somut insan. Bu somut insanı ve mücadelesini evrenselleştiren, tüm dünyadaki insanlığın ortak meseleleri olan emperyalizm ve kapitalizmdir, tüm insanlığı kuşatan gericiliğin karanlığıdır, bunlara karşı verilen aydınlık bir dünya, sosyalizm mücadelesidir.

***

Son değinmek istediğim konuya gelmiş oldum böylece:

Başlarda, Nâzım’ın sinemadaki varoluşunun sadece geçim meselesi olmadığından bahsetmiştim.

1930’lardan 1963’teki ölümüne kadar, tüm sanatlarla olduğu gibi sinema ile de ilgilenen, kafa yoran, bu konuda yazılar da yazan Nâzım’ın önem verdiği meselelerden biri burada da ortaya çıkıyor: Sinema neyi anlatacak? Bu soruyu soruyor Nâzım çünkü kendi ülkesinde gördüğü örnekler, (aslında bugün de benzer bir durumla karşı karşıyayız,) ya sermaye düzeninin yol açtığı sorunları sermaye düzeniyle ilişkilendirmeden, duygusal, komik ve acıklı boyutlarıyla ortaya koyan filmler, melodramlardır. Ya da dünyaya, hayata ve kendi memleketine emperyalizmin gözleriyle bakan filmlerdir. İlgilenenleriniz mutlaka vardır: Özellikle 1960’larda “Üçüncü Sinema” olarak adlandırılan sinema ekolü, omurgasına anti-emperyalizmi yerleştirmiştir. Nâzım daha önce yaptı anlamında söylemiyorum, kimin önce yaptığı bir yerden sonra önemsiz ama şunu vurgulamalıyım ki Nâzım Hikmet, daha 1930’larda, o hepimizin bir yerlerde rastladığı Afrika yerlilerine, Kızılderililere, Latin Amerika yerlilerine medeniyet götürdüğünü iddia eden beyaz adamın yani emperyalizmin kahramanlaştırıldığı filmlere dönük ağır eleştiriler yapıyordu. Bir yazısında şöyle diyordu örneğin, İstanbul’da gösterime giren bir filmden bahsederken: “İstilacı bir emperyalizme karşı memleketini müdafaa eden bir millet, adi eşkıyalar, çapulcular haline sokulmuş. Emperyalizmin uşakları kahraman olmuşlar. Film öyle kurgulanmış ki, seyirci zorla istilacılarla beraber oluyor ve onların zaferini alkışlamaya mecbur ediliyor. Türkiye’nin en büyük hususiyetlerinden bir tanesi de vaktiyle bir anti-emperyalist kavgaya girişmiş olmasıdır. Böyle bir kavganın hatıraları hala taptazeyken emperyalist istilanın acılarını çekmiş bir şehirde nasıl olur da emperyalizmin methiyesini yapan böyle bir kepazelik gösterilir? (…) Bu kepazelik bir daha tekrar etmemeli. Türkiye seyircileri, aşk, kıskançlık dalaveresi ile sinema yıldızlarının baldır ve bacaklarıyla emperyalizmi alkışlamaya teşvik edilmemelidir.”

Nâzım’ın bu sözleri, bize bir dizi şey söylüyor elbette. Ben şuraya dikkat çekeceğim: Nâzım Hikmet, daima sanatın ne anlattığı ve nasıl anlattığı konusuyla ilgilidir. Bu ilgisi çerçevesinde, hemen kolları sıvayıp üretmeye soyunur. Türkiye’de sinemanın kendi topraklarının kültüründen beslenmesi, sınıf çelişkilerinin üstünü örten bir içerik ve anlatımdan uzaklaşarak, anti-emperyalist, emekçi halk karakteri taşıyan bir sinema haline gelmesi için çeşitli tasarılar geliştirir. Bu doğrultuda üretilmiş olan Kızılırmak-Karakoyun filmini bu etkinlikler kapsamında programa alındığını biliyorum. Orada da görülebilir ki, Türkiye’de sinemanın teknik ve estetik anlamdaki geri düzeyine rağmen, o koşullarda, söylediğim çerçevede daha ileri bir damar yaratmaya çaba gösterir Nâzım; mükemmeliyetçiliğe düşmeden.

Yaşadığı topraklar düşünüldüğünde, Nâzım ve sinema ilişkisi çerçevesinde bir ilginç konu da, Çarlık ve Osmanlı imparatorluğu karşılaştırmasında bulunuyor. Çöken iki imparatorluğun ardından hemen hemen aynı dönemde kurulan iki iktidarın sinemayı hangi noktadan hangi noktaya taşıdığı, kışkırtıcı bir araştırma konusudur. Ancak çok uzatmamak için, bu konuya burada girmeyeceğim. Sadece not düşmüş olayım.

***

Devam edelim: Nâzım Hikmet’in politik nedenlerle Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldığı 1951’den sonra yerleştiği Sovyetler Birliği’nde ürettiği kimi senaryoları da filme çekilir. Bunlardan birkaçı yine bu etkinlik programında bulunuyor. Bu konuyu da birkaç cümleyle geçmek istiyorum. Bu senaryoların bir kısmı yine güncel politik meselelere ilişkindir, kimileri de kendi yaşam ve mücadele öyküsünden kesitler ortaya koyar; nostalji amacıyla değil, yine politik-ideolojik karakteri olan “hatırlamalar”dır bunlar. Bu üretimlerinde de tek boyutlu değildir Nâzım’ın yaklaşımı: Sadece uzun metrajlı, oyunculu film anlamaz sinemadan, çizgi film senaryoları bile yazar. Yeri gelmişken söyleyeyim, bizim henüz izlemediğimiz bir film de var bu programda. Bu nedenle yoldaşlara, bu filmi ortaya çıkardıkları için burada bir kez daha özellikle teşekkür etmek istiyorum.

***

Artık yavaş yavaş bu konuşmayı noktalamak iyi olacak. Umarım Nâzım Hikmet ve sinema ilişkisine dair kurmaya çalıştığım eksen sizler açısından kimi tartışma noktaları oluşturmuştur. Bu eksenin dışında, yine ilginç olabilecek kimi değerlendirmeler yapılabilir, farklı yaklaşımlar da geliştirilebilir elbette ve geliştirilmelidir de. Örneğin, size belki farklı bir düşünce gibi gelebilir ama şahsen Theo Angelopoulos’un filmografisindeki kimi eserlerinde yapmaya çalıştığı şey ile Nâzım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları” ve benzeri şiirlerinde yaptığı şey arasında kimi paralellikler buluyorum. (Kişisel olarak da önemsediğim bir sinemacının ülkesinde, sinema odaklı bir konuşmada bu konuya hiç girmeseydim, onu yetiştiren Yunan halkına ve mücadelesine haksızlık etmiş olurdum…) Paralellikler derken, Angelopoulos’un -inancını bütünüyle yitirdiği- 1980’lerle birlikte yaptığı filmlerdeki giderek koyulaşan melankolisini kastetmiyorum elbette. Kastettiğim Angelopoulos’un tüm filmleri değil, ama bizim “Tarih Üçlemesi” diye bildiğimiz filmlerden özellikle ikisi, “Kumpanya” (O Thiasos) ve “Avcılar” (Oi Kynigoi) filmleri.

Nâzım Hikmet, en önemli eserlerinden biri olan “Memleketimden İnsan Manzaraları” tasarısı hakkında, yetişmesinde Nâzım’ın önemli emeği olan bir başka romancı Kemal Tahir’e Bursa Cezaevi’nden yazdığı bir mektupta şöyle diyor:

“Şimdi yapmak istediğim şeyi ve planını anlatayım. 1) İstiyorum ki okuyucu 12.000 mısraı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun. 2) İstiyorum ki bu insan mahşerinin somut ifadesi okuyucuya ana hattında belirli bir devirdeki, çeşitli sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye'nin belirli bir tarihi devirdeki sosyal durumunu anlatsın. Tabi donmuş bir halde değil, diyalektik seyri ve akışıyla. 3) İstiyorum ki, ikinci planda, Türkiye toplumunu çevreleyen dünya durumu -belirli bir devredeki- anlaşılsın. 4) İstiyorum ki -nereden gelinip, nerede olunduğu, nereye gidildiği sorusuna- sahanın içinde azami imkanlarla cevap verilsin. Bu dört nokta ana meselemdir.”

Angelopoulos’un Kumpanya ve Avcılar’da kurduğu yapıyı, Nâzım’ın az önceki sözlerinde ifade ettiklerine çok yakın buluyorum. Angelopoulos söz konusu olduğunda öncelikle akla gelen hep mitoloji referansı olur ama bende daha çok bu söylediğim çağrışımı yapıyor, özellikle bahsettiğim filmleriyle. Ülkesini tarihiyle, güncelliğiyle, olanca zenginliğiyle ele almaya yönelen filmler bu iki filmi. Elbette, önemli farklar var iki sanatçı arasında; tempo ve dinamizm açısından, teknik açılardan… Bildiğimiz gibi, Nâzım, kaleme aldığı uzun destanlar dışında, kısa, vurucu, hatta marş niteliği taşıyan çok fazla sayıda şiire de imza atıyor. O anlamda pek çok formu kapsayan bir üretimi var Nâzım’ın. En önemli fark da, umut ve umutsuzluk düzleminde ortaya çıkıyor: Nâzım, hiç tükenmeyen umuduyla, sosyalizmin kazanacağına inancıyla ve sermaye sınıfına ve temsilcilerine dönük hiç azalmayan öfkesiyle, sanırım Angelopoulos’un kaçırdığı halkayı elinden hiç bırakmamış oldu.

Artık bitiriyorum.

Sizlere, beni dinleme sabrı gösterdiğiniz için teşekkür ediyorum.

Başta genç akıllarına ve yüreklerine çok ihtiyaç duyduğumuz sanatçı adaylarına ve sanatçılarımıza olmak üzere, hepimize kolay gelsin. Çok çalışmamız, çok üretmemiz, çok mücadele etmemiz gerek. Nâzım’ın ve diğer sanatçıların mirası, yük olmak için değil, çağımızın sorularını sormakta önümüzü açmak için bizleri bekliyor. Bu birikimi sırtlayınca hafifleyeceğimize eminim.

Sanatın ve mücadelemizin ortak dilinde buluşmamıza vesile olduğu için Yunanistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne bir kez daha teşekkür ediyorum.

Eşit, özgür, kardeşçe yaşanan, sınıfsız ve sömürüsüz bir gelecek özlemiyle hepinizi selamlıyorum.

(ÇAĞRI KINIKOĞLU-SOL / GELENEK)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder