Türkiye’nin toprak kaynakları ABD ve Çin’e nasıl satılıyor?-Kansu Yıldırım-
Emperyalist sistemde ABD ve Çin arasında başlayan ticaret savaşlarından bu yana ivme kazanan liderlik bunalımı, küresel kapitalizmin işleyişini ve devletler arası siyasi ve diplomatik ilişkileri doğrudan etkiliyor. Endüstriyel üretim ve ihracat, tedarik zincirlerinde hakimiyet, uluslararası ticarette üstünlük, derin teknoloji ve askeri harcama ile yatırımlarda yoğunlaşma, enerji sömürgeciliği alanlarında rekabete devam eden ABD ve Çin’in izlediği politikalar küresel bağımlılık ilişkilerini de yeniden şekillendiriyor. Emperyalist sistemdeki liderlik bunalımından kaynaklı ‘interregnum’ (fetret) koşullarında büyük devletler arası çelişkilerden yararlanarak iç ve dış politikadaki manevra alanını genişletmeye odaklanan AKP’nin güç temerküzü stratejisi ise Türkiye’nin küresel iş bölümündeki rolünü belirliyor.
Türkiye kapitalizminin ilksel birikimle büyüme modelinin arkasındaki itkilerden biri olan yer altı ve yer üstü doğal kaynaklarının satışı, ülkeyi madencilik alanında uluslararası tekellerin açık pazarına dönüştürüyor. Bunu maden üretimi ve ihracat verilerinden görebiliyoruz. 2024 yılında 262.3 milyar doları bulan toplam ihracatın yüzde 2.7’si madencilik sektörü̈ ihracatından geldi. 2023 yılına göre yüzde 4.6’lık artışla 6 milyar dolarlık ihracatın en çok gerçekleştirildiği ilk iki ülke 1.7 milyar dolar ile Çin (bir önceki yıla göre yüzde 5.2 artış) ve 506.4 milyon dolar ile ABD (bir önceki yıla göre yüzde 2.96 artış) oldu.[1]

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD Başkanı Trump ile görüşmesinden sonra gündeme gelen havacılık, savunma ve uzay sanayisi, biyomedikal gibi alanlarda kullanılan nadir toprak elementlerinin keşfedildiği Eskişehir’in Beylikova ilçesindeki rezervlerin ABD’nin kullanımına tahsis edileceği iddiaları yavaş yavaş netlik kazanıyor. Bloomberg’in kulis haberine göre Ankara ile Washington arasındaki görüşmeler Beylikova’da yer alan florit, barit, lantan, seryum, praseodimyum, samaryum, gadolinyum, evropiyum, neodimyum gibi büyük rezervlerin çıkarılması ve rafine edilmesi üzerine yoğunlaşıyor.
Ne var ki, emperyalist sistemdeki büyük devletler arası gerilimlerden ve çelişkilerden yararlanma (“denge”) stratejisinin tıkandığı aşamalardan biri, nadir toprak elementlerinin uluslararası pazara açılmasıdır. 2024 yılının ekim ayında Türkiye ve Çin, Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar ve Çin Doğal Kaynaklar Bakanı Wang Guanghua’nın katılımıyla madencilik ve doğal kaynaklar alanındaki iş birliğini geliştirmek amacıyla “doğal kaynaklar ve madencilik alanında iş birliğine ilişkin mutabakat zaptı”nı imzaladı.[2]
Bakan Bayraktar, “Küresel madencilik sektörünün kritik bir dönemden geçtiği günümüzde Çin ve Türkiye arasında madencilik alanında geliştirilecek ortak projelerin büyük bir potansiyele sahip” olduğunu, anlaşmayla “kritik mineraller konusunda somut projeler” hedeflendiğini söylemiş, “Temiz enerji teknolojilerinde gerekli kritik minerallerin tedarikinin güçlendirileceğini” belirtmişti. Türkiye 2024 yılının mayıs ayında da Çin Ulusal Enerji İdaresi ile “enerji dönüşümü alanında iş birliğine ilişkin mutabakat zaptı”nı imzalamıştı.
Türkiye her iki ülkeyle bağımlı ticari ortalıklar geliştirirken; ABD ile Çin arasındaki nadir toprak elementi rekabetinin temelinde; endüstriyel üretimde otomotiv sektöründe batarya teknolojisi, savunma sanayisinde askeri teknolojilerin geliştirilmesinde türbinli motor süper alaşımları ve lazer uygulamalarında, çelik ve diğer süper alaşımların geliştirilmesinde, enerji kaynağı geliştirilmesi projelerinde ham madde rezervlerinin tedarik ve kullanım üstünlüğünü ele geçirerek küresel hegemonluğu koruma bulunuyor.
Çin, 17 gruptaki nadir toprak elementi ticaretinde ve tedarik zincirinde hakimiyet sağlamış durumda. 4 Nisan’da Çin Ticaret Bakanlığının ABD’nin “karşılıklı tarifeler” kapsamındaki gümrük vergisi artışına yanıt vermek amacıyla samaryum, gadolinyum, terbiyum, disprosyum, lütesyum, skandiyum, itriyum ve alaşımlarının olduğu 7 kategorideki nadir toprak elementini ihracat kontrol listesine alması ABD’de askeri endüstriyel üretimde sorunlara yol açtı. ABD bu tedarik zincirleri açısından özellikle savunmasız konumdadır.
ABD’nin askeri üstünlüğü ve askeri sınai kompleksi için kritik öneme sahip olan nadir toprak elementleri F-35 savaş uçakları, Virginia ve Columbia sınıfı denizaltılar, Tomahawk füzeleri, radar sistemleri, Predator insansız hava araçları ve Joint Direct Attack Munition serisi akıllı bombalar dahil olmak üzere çok sayıda askeri alanda kullanılıyor. Bir F-35 savaş uçağı 410 kilogramın üzerinde nadir toprak elementi içerirken; bir Arleigh Burke sınıfı DDG-51 destroyer yaklaşık 2.3 ton, bir Virginia sınıfı denizaltı ise yaklaşık 4.1 ton nadir toprak elementi kullanır. Çin’in bu alanda üretimi ve tedariği tekeline alması ABD’yi silah teknolojilerinin üretiminde şimdiden geri bırakmıştır. Çin, mühimmat üretimini hızla genişletmekte ve ABD’den beş ila altı kat daha hızlı bir tempoda gelişmiş silah sistemleri ve ekipmanları satın almaktadır.[3]ABD ve Çin’in emperyalist rekabette hakimiyet ve üstünlük kurma mücadelesi yer altı cevher ve elementlerinin olduğu ülkelerde ‘ekstraktivizm’ yani kaynak sömürüsü pratiklerini derinleştiriyor. Martin Arboleda’nın “gezegensel maden” (The Planetary Mine) olarak adlandırdığı günümüzün kaynak sömürücülüğü genelleştirilmiş tekelci sermaye ve geç emperyalizm koşullarıyla özdeşleşir. Madencilik sektörleri ülkeleri yeni bir bağımlılığa zorlayan yeni bir emperyalist modelin suretleri olarak belirir. Bu bağımlılığın zemini, tarım ve sanayide önceki üretim güçlerinin çoğunu neredeyse yok eden neoliberal yeniden yapılanmayla hazırlanmıştır.[4]Türkiye’nin uluslararası iş bölümünde kaynak rezervi olarak şekillenen rolü burada devreye giriyor. Enerji Bakanı Bayraktar, 2022 yılında Eskişehir Beylikova’da keşfedilen nadir toprak elementleri rezerviyle ilgili 570 bin ton yıllık üretim kapasitesine sahip saflaştırma işlemini yapacak bir sanayi tesisinin kurulmasının planlandığını; Afrika, Batı ve Orta Asya’daki ülkelerle de iş birliği yapmaya hazır olduklarını söylemişti. Bakanlığın verilerine göre Beylikova sahasında yaklaşık 690 milyon ton nadir toprak elementi cevher bulunuyor. Enerji Bakanlığı’nın bu yıl içinde yayımladığı “Türkiye kritik ve stratejik madenler raporu” ise burada devreye giriyor.[5]Avrupa Birliği (European Commission, 2023), ABD (USDOE, 2023), Japonya (METI, 2023), Birleşik Krallık (BEIS, 2022) ve Avustralya (DISR, 2023) stratejileri gibi küresel çalışmalardan yola çıkılarak Türkiye’nin kritik ve stratejik madenleri tespit ediliyor. Tedarik riski, fiyat riski, talep riski, geri dönüştürülebilir riski gibi çeşitli risk hesaplamaları eşliğinde küresel ve ülke kaynak yoğunluğu, rezerv durumları, fiyat dalgalanmaları, ithalat ve ihracat bedelleri, pazar tekeli dikkate alınarak madenler çeşitli gruplarda kategorilendirilmiş durumda:
Kritiklik puanı 16 ve üzere olan madenler “Yüksek öneme sahip kritik madenler” olarak tanımlanıyor. Bu madenler: lityum, gümüş, titanyum, demir, manganez, çinko, bakır ve alüminyum.
Kritiklik puanı 10-16 arasında olan 19 maden “önemli kritik maden” olarak yer alıyor. Bunlar: nikel, nadir toprak elementleri, kömür, paladyum, kobalt, bizmut, arsenik, molibden, galyum, kurşun, kadmiyum, indiyum, germanyum, niyobyum, kalay, cıva, antimuan, barit ve grafit.
Kritiklik puanı 10’dan düşük olan madenler “potansiyel kritik madenler” olarak kodlanmış: berilyum, florit, krom, bor, platin, manyezit, feldspat, kaolen, trona ve bentonit.
Raporda dikkat çeken bir başlık, Savunma Sanayii Başkanlığından alınan veriler çerçevesindeki stratejik madenler listesi. 26 stratejik madenden 10 tanesi hem stratejik hem de kritik maden olarak sınıflandırılmış ve kullanım alanları belirlenmiş:

* Koyu yazılmış madenler stratejik ve kritik madenlerdir.
800 milyon tonluk rezerve sahip Çin’in Obo sahasından sonra en büyük ikinci rezerv alanı olarak gösterilen Eskişehir’in Beylikova/Sivrihisar yöresinde 694 milyon ton nadir toprak elementi ve 350 bin ton dolayında da toryum bulunduğu belirtiliyor. Mineralojik ve hidrometalürjik incelemeleri tamamlanmış olan bir diğer kesinleşmiş cevher yatağı ise Burdur-Çanaklı yöresi. Burada da 300 bin ton nadir toprak elementi ve 17 bin ton toryum bulunuyor. 2022 yılında tamamlanan Eti Maden Beylikova cevher sahası kaynak belirleme incelemesi sonunda aynı bölgede 694 milyon ton nadir toprak elementi, barit ve flüorit içeren bir değere ulaşıldı. Bunun yanı sıra toryum içeriği de 1 milyon civarında hesaplanıyor.[6]Türkiye’nin uluslararası sistemde politik ve ekonomik güç temerküzü stratejisi için ‘ekstraktivist’ eğilimi araçsallaştırması büyük ölçekli topraksızlaştırma ve mülksüzleştirme anlamına geliyor. ABD ve Çin, nadir toprak elementi ve enerji ham madde rekabetini Türkiye’ye taşıdığı takdirde yeni bir coğrafi talan aşamasına geçilmiş olacak. Halihazırda ‘Zeytin Yasası’ olarak Madencilik Kanunu ile altyapısı oluşturulan ‘ekstraktivist’ sömürü düzeni derinleşirken, Anadolu uluslararası ve ulusal sermayeli maden tekelleri tarafından delik deşik edilen büyük bir enkaza dönüşecek.

Görsel: Evrensel
Dipnotlar:
- ^ İstanbul Maden İhracatçıları Birliği, “Maden Sektörü Görünümü Raporu 2024”,https://bit.ly/4nI1DkH
- ^ Bakan Bayraktar Çin’de İmzayı Attı,
- ^ The Consequences of China’s New Rare Earths Export Restrictions, https://bit.ly/4o8xPxp
- ^ John Bellamy Foster, Extractivism in the Anthropocene, https://bit.ly/3ISG6qf
- ^ Türkiye Kritik ve Stratejik Madenler Raporu, https://bit.ly/3KArxrX
- ^ ThorAtom, Nadir Toprak Elementleri, https://bit.ly/48iUHWn
Eylül ayının fiyat endeksleri geçen cuma günü, yani 3 Ekim tarihinde açıklandı. Tüketici Fiyat Endeksi’ni (TÜFE) artık herkes biliyor: Enflasyon oranı olarak açıklanan temel veri. Üzerine haklı olarak çokça yazılıp çiziliyor. Ama Yİ-ÜFE diye kısaltılan bir veri daha var: Yurtiçi Üretici Fiyat Endeksi. Yİ-ÜFE, ülke ekonomisinde üretimi yapılan ve yurt içine satışa konu olan ürünlerin üretici fiyatlarını zaman içinde karşılaştırarak fiyat değişimlerini ölçen fiyat endeksidir. Üretici fiyatları, burada yurt içinde üretimi yapılan ürünlerin KDV, ÖTV vb. dolaylı vergiler hariç, peşin satış fiyatıdır. Yİ-ÜFE, söz konusu vergi artışlarını dışarıda bırakmasıyla, bu nedenle yaşanan fiyat artışı etkilerinden arınmış; olası fiyat seviyelerindeki değişime dair saf eğilimi gösterme kapasitesi daha yüksek olan bir veri olarak değerlendirilebilir — tabii enflasyon ölçüm meselesinin tüm zaafları akılda tutularak.
Hane halkı tüketiminin önemli bir kısmı yurtiçi üretime konu olan ürünlerden oluştuğuna göre, bu verideki gelişmelerin TÜFE üzerinde de önemli bir etkisi söz konusu olacaktır. Bu nedenle öncelikle Yİ-ÜFE ile TÜFE arasındaki ilişkiye bakmak istedim. Aslında istatistik, çok da güvendiğim bir bilgi üretme alanı değildir. O yüzden sayıların kesinliğinden ziyade eğilimi anlamaya çalışmak daha yararlı olacaktır. Ne derler bilirsiniz: Sayılara yeterince işkence ederseniz her şeyi söyler. Ben de biraz işkence ettim ve işte bazı sonuçlar:
Türkiye’de yurtiçi üretici fiyatlarındaki artışlar, tüketici enflasyonu üzerinde etkilidir. Etki genellikle bir yıl gecikmeyle yansıyor. 2006–2025 dönemini kapsayan verilere baktığımızda, yurtiçi üretici fiyat endeksindeki (Yİ-ÜFE) yıllık artışlar ile tüketici fiyat endeksindeki (TÜFE) yıllık artışlar arasında güçlü bir ilişkinin varlığı görülüyor. Diyebiliriz ki yurtiçi üretici fiyatlarındaki yıllık artışların yaklaşık yüzde 50–60’ı bir yıl sonra tüketici fiyatlarına geçiş gösteriyor. Kısacası, fiyat geçişkenliği Türkiye’de yavaş işliyor ama etkisi güçlü: Üretici fiyatlarındaki artış, yaklaşık on iki ay sonra market raflarına da yansıyor.
Peki Yİ-ÜFE’nin durumu ne? Nasıl bir gelişme seyrediyor? Yİ-ÜFE, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, vergi artışlarını içeren bir fiyat değil. O zaman bu fiyat üzerinde ne etkili olabilir? Üretimde ithalata yüksek bağımlılık nedeniyle ilk aklımıza gelenin TL’nin değeri olması kaçınılmaz. Aşağıdaki tablo bu konuda bize iktisaden anlamlı bilgiler sağlıyor. Grafik, Yİ-ÜFE’deki aylık artışı 2024 Ocak–2025 Eylül dönemi için düz çizgiyle gösteriyor. Kesikli çizgi ise TÜFE bazlı Reel Efektif Kur’u (REK), yani bize TL’nin değeri hakkında bilgi veriyor. Bu sayıdaki artış, TL’nin değer kazanması; azalış ise TL’nin değer kaybı anlamına geliyor. Üç farklılaşan eğilimin göze çarptığı söylenebilir.

İlk olarak, 2024’ün büyük bölümünde TÜFE bazlı REK yükseliyor, yani TL reel olarak değer kazanıyor.Bu dönemde Yİ-ÜFE artış oranları da kademeli biçimde düşüyor (Ocak’taki %4 civarından yıl sonunda %0,4’e kadar). Bu durum, TL’nin değerlenmesiyle birlikte ithal girdi maliyetlerinin azalmasının üretici fiyatlarını frenlediğini düşündürüyor. Yani 2024’teki düşük Yİ-ÜFE artışları, kur kaynaklı rahatlamayla gayet uyumlu görünüyor.
İkinci olarak, 2025’in ikinci ayıyla birlikte REK düşmeye başlıyor (TL reel olarak değer kaybediyor). Üçüncü aydan sonra Yİ-ÜFE artışları yeniden %2,5 bandına tırmanıyor ve bugüne kadar bu seviyelerde kalıyor. Bu da 2025’te üretici fiyatlarındaki hızlanmanın önemli ölçüde kur etkisiyle açıklanabileceğini düşündürüyor. TL’nin değerindeki zayıflama eğilimi, özellikle ithal girdi fiyatları üzerinden maliyet yönlü baskıyı artırıyor. Dolayısıyla 2025 yılına aylık bazda bakıldığında, önceki yıla göre yurtiçi üretici fiyatlarında göreceli olarak yüksek bir seyir görüyoruz. 2024’te aşağı yönlü eğilim, 2025’te yüzünü yukarı doğru çeviriyor. Verinin TÜFE’ye bir yıl gecikmeli yansıdığını düşünürsek, önümüzdeki yıl sonu enflasyon oranını yani 2026 TÜFE’sini %16 veren OVP bir kez daha revize edilecek gibi duruyor.
Üçüncü olarak, son iki aylık veriye dair bir nokta üzerinde durmak gerekir. Ne kadar anlamlı olduğunu kestirmek zor olsa da resmi tamamlayalım: Ağustos ve eylül aylarında yukarıda tespit ettiğimiz iki veri arasındaki genel eğilimi görmek mümkün olmuyor. Burada Yİ-ÜFE, TL değer kazanırken de artıyor. Diğer bir deyişle, kur etkisi olmadan da Yİ-ÜFE artıyor. Aylık düzeyde böylesi veriler şaşırtıcı değildir; olduğundan fazla anlam yüklememek gerekir. Ancak 2024 Ocak ayından bu yana bu durumun ilk defa iki ay üst üste devam ettiğini de not etmek gerekir. Bu durumun geçici mi yoksa kalıcı mı olduğunu söylemek şu noktada zordur. Bir öncü gösterge olmasa da enflasyonla mücadelede güzel bir sinyal de değildir. Bu çerçevede, enflasyonla mücadelede işlerin pek de iyi gitmediğini söylemek mümkün görünüyor.
Bu tarz enflasyonla mücadele programları kısa süreli olarak inşa edilirler ve mümkün olan en kısa sürede sonuç almak, toplumsal maliyetin artmasını önlemek açısından elzemdir. Bizde bu program daha da uzayacak gibi görünüyor. Yanı sıra, toplumsal maliyetlerin artacağını söylemek de herhalde gereksiz olacaktır. Artık mühim olan, toplumsal maliyetin siyaset alanına fatura edilmesidir.
/././
Evrensel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder