Gregor Strasser – Faşizm faşistleri de vurur (IV-V) - SERDAL BAHÇE/SOL

 (IV)

Siyaseten yenilen Gregor ideolojik olarak da yenilmişti. Nazi Partisi’nin sermaye ve mülk sahipleri lehine uluması gerekecekti.


Tarihin gördüğü en komik darbe girişimiydi Birahane Darbesi. Sokağın faşistleri çıktılar, yürüdüler, iki kurşun sıkılınca tabanları yağladılar. Bir şeyi iyi öğrendiler; faşizm sokaktan gelmeyecekti. Kapitalist devlet onları davet etmedikçe iktidara gelemezlerdi. 

Faşizm ve kapitalist devlet arasındaki ilişkiyi bir kere daha vurgulayalım. Faşizm kapitalist devletin bir momentidir; onun dışında değildir. Sadece Almanya’nın Nazizm deneyimi değil, kapitalizmin ondan sonraki tarihi de bunu kanıtlayacaktır. Bu anlamda Marksist solda bile oldukça destek gören bir tezi şimdi eleştirmek gerekiyor. Faşizmi sadece sokaklardan gelen sergerde bir güruhun bünyesine ait, ırkçı, gerici, antikomünist ve histerik bir siyasi program olarak görmek ne yazık ki bedeli ağır bir hata olmuştur. Faşizm sermayenin sadece tekelci fraksiyonun, ya da küçük burjuvazinin, ya da servet ve mülk sahibi başka bir sınıf koalisyonun dünya görüşü de değildir. Dahası güdük burjuva demokrasisinin anti-tezi hiç değildir. Faşizmi burjuva demokrasisiyle yıkamaya çalışmak kurdu sürüyü gizliden ele geçirmiş başka bir kurtla öldürmeye çalışmak gibidir. 

Adolf iyi anlamıştı bunu. Beş yıla hüküm giydi, Landsberg hapishanesine atıldı. Gerçi resmen faaliyetleri yasaklanmıştı ancak Nazi partisi el altından hala çalışıyordu. Adolf stratejiyi toptan değiştirme kararını aldı. Darbe veya isyan gibi yollardan tamamen vazgeçilecekti; iktidara Weimar demokrasisinin sağladığı yollar ile gidilecekti. Weimar, Weimar’ın araçları kullanılarak yok edilecekti. Adolf faşizmin sokaktan gelmeyeceğini anlamıştı. 

Gregor ise mahpusluktan yırttı, hatta Nazi Partisi’nin siyaseten yasaklanması ona yeni kapılar açtı. Aslında Nazi Partisi’ne getirilen yasaklar da göz boyamadan ibaret idi. Komik darbe girişimine doğrudan katılanlar dışında partinin hücreleri ve kadrolarına dokunulmamıştı bile. Bu hem yerel hem de federal bürokrasinin Nazi Partisi’ne karşı ılımlı ve hoşgörülü tavrının açık kanıtıydı. Bavyera’da Nazi Partisi üyeleri bazı diğer aşırı sağcı gruplarla bir blok oluşturarak yerel ve genel seçimlere girdiler. Strasser 1924’de bu blokun adayı olarak Bavyera Landtag’ına (eyalet meclisi) seçildi. Hemen ardından da Alman aşırı sağının yeni bir zaferiyle federal seçimlerde Reichstag’a seçildi. Gregor olağanüstü bir hatip değildi gerçi ama meclis kürsüsünde yaptığı konuşmalarda sırdan faşizmin demagojilerini cesaretle haykırıyordu. Örneğin Landtag’da yaptığı bir konuşmasında Marksizmi şöyle tanımlıyordu:

“Marksizm anti-Alman, kültür karşıtı yıkıcı bir doktrin olduğunu kanıtlamıştır; büyük toplumsal amaçlar için değil, Yahudi kışkırtıcılar tarafından yönlendirilen, uluslararası yüksek finans tarafından bütün ulusların ulusal ve ekonomik bağımsızlıklarına karşı sürdürülen açık bir güç mücadelesidir”1

“Yahudi”, “Marksizm”, “Uluslararası finans”; alın size faşizmin (ve hatta bilcümle sağcıların) sürekli olarak kullanacağı söylem düzeyindeki çorbanın asli unsurları. Bu paçavra söylem o zaman ve sonrasında sağın daimi jargonunun bayağılığının göstergesiydi.  Gregor ise sıradan faşizmin sıradan bir temsilcisiydi işte. 

Güdük Weimar Cumhuriyeti, başına aynı anda gelen iki felaket karşısında çapsız ve hazırlıksız olduğunu göstermişti. Birincisi Almanya savaş tazminatlarını ödemekte güçlük çekince 1923’ün sonlarında Fransa ve Belçika’nın Ruhr’u işgaliydi (ki hem ABD hem de İngiltere buna karşıydılar). Bu içinde Versay’a karşı bitmeyen bir kin olan Alman sağını daha da kışkırtmaktan başka bir işe yaramadı. Dahası Alman aşırı sağına karşı toplumsal destek giderek güçlendi. İkincisi ise daha önce de bahsedildiği gibi hiperenflasyondu. 

Strasser sokak faşizminden kürsü faşizmine doğru kaysa da hapisteki Führer’i kurtarmak için diğer Naziler kadar çabalıyordu. Bu arada siyasi birliği dağıtılmış Nazi Partisi’nin aktif üyeleri siyasi haytalarını diğer aşırı sağ örgütlerin çatısı altında sürdürürken etki alanlarını giderek Bavyrea’nın ötesine taşıdılar. Örneğin Strasser Westphalia bölgesi milletvekili olarak girdi Reichstag’a.  

Gregor, bu dönemde dağılmış ve başsız durumda kalan Nazi Partisi’ni bir arada tutan temel figür olarak ortaya çıkıyordu. Adolf hapisteydi, Göring ve diğerleri hapisteydi ve onların yokluğunda Strasser hem dağılmayı engelliyor hem de Nazi partisi’nin Adolf’ün yeniden partinin başına geçmesinden sonra izleyeceği yolu döşüyordu. 

Yeniden bir vurgu yapalım Faşizmin tarihindeki iki öncü deneyimin her ikisinde de – hem İtalya’da hem de Almanya’da – faşizm anayasal ve legal yollardan iktidara geldi. Sırf bu olgu bile faşizmi açıklarken sürekli sokağı ve sokak şiddetini referans alan sağcı ve solcu yorumların oldukça hatalı olduklarını göstermektedir. İki nedenle. Birincisi bu yorumlar kapitalist devletin organizasyonel işlevi ve kapasitesiyle, siyasi görünümünü birbirine karıştırmaktadırlar. Açıklayalım; kapitalist devlet organizasyonel işlevi ve kapasitesine halel gelmedikçe vitrindeki herhangi bir siyasi rejim türüyle idare edebilecek esnek bir yapıdır. İkincisi ise, burjuva demokrasisinde, çok sıra dışı ve işçi sınıfının çokça eylemli olduğu ve sistemi zorladığı dönemler dışında, iktidar olmak sadece meşruiyete ve temsiliyete dayanmaz; aynı zamanda teslimiyete de dayanır. Kapitalist bir devlette iktidar olabilme yetisi kesinlikle sermaye ve mülk sahiplerinin uzun erimli çıkarlarına ne kadar teslim olabileceğinizle ilgilidir. Sırf ama sırf bu nedenle özü itibariyle kapitalist bir devlete iktidar olan sosyalistler başarısızlığa mahkum iken, kapitalist bir devleti en küçük hücresine kadar parçalayabilen sosyalizm tek alternatiftir. 

Geri dönelim; Gregor, Adolf’ün hapisten çıktığı 1925 yılında kadar siyasette pek aktif bir hayat yaşadı. Örgütlenme kapasitesini geliştirerek gerçekten Nazi Partisi’ni o zamanlarda emsalleri çokça görülen ve hızla yok olup giden diğer aşırı sağcı örgütlerden farklı bir örgütsel düzeye getirdi. Bu iş yoğunluğu içinde Bavyera’daki işlerini yürütebilsin diye bir de sekreter buldu.  O zaman için önemsiz ve silik bir karakter olan Heinrich Himmler Nazizm stajına Gregor’un kanatları altında başlayacaktı; hikayenin sonunda ise Gregor’un katillerinden biri olacaktı. 

Adolf Bavyera adalet mekanizmasını elinde bulunduran sağcıların büyük bir teveccühüyle 1925’de hapisten çıktığında, örgütsel olarak dağınık bir görüntü sergilese de, artık ülke çapına yayılmış bir Nazi Partisi’ni hazır buldu. Ancak bir gariplik vardı, Hitler başta pek bir şeye karışmak istemedi, hapislikten pek ürkmüştü. Geleceğin gözü pek Führeri kendi gölgesinden bile korkar bir haldeydi; tıpkı mahpusluğu bitince her şeye tövbe eden kabadayılar gibiydi.  Artık her şey yasal olacaktı.  Sonunda parti resmen yeniden hayata geçirildiğinde Adolf önce mutlak itaat istedi. Artık başka mahallelere mesken tutmuş bir kaçı dışında hemen herkes biat etti. Ya Gregor?  O Adolf yok iken sadece nazilerin değil diğer aşırı sağcıların da yükselen yıldızı haline gelmişti. Özellikle Bavyera’nın tutucu ve küçük burjuva havasından kurtulunca Kuzey ve Batı Almanya’da, yani işçi sınıfının daha baskın olduğu yerlerde örgütlü Nasyonal Sosyalistler içinde etkisi giderek artmıştı. Bu yeni Nazi öbekleri tıpkı Strasser gibi “Nasyonal Sosyalizm”deki güdük ve pespaye “Sosyalizm”i pek önemsiyorlardı. Gerçi onların “Sosyalizm”lerinin Marksist sosyalizme karşıt olduğunu her defasında vurgulasalar da işçi sınıfı katkısının partileri için elzem olduğunu düşünüyorlardı. Bu çevreler nezdinde Gregor’un yıldızı Adolf’unkinden daha bir parlaktı. Dolayısıyla onun biat etmesi tüm bu çevrenin Hitler’in parti yeninden açıldıktan sonra tesis etmeye çalıştığı Führerprinzip, Führer’in emrine kati biat ilkesine teslim olması anlamına gelecekti. Gregor’un Adolf ile açık olmasa da ilk defa karşı karşıya geldiği bir andı bu. Gregor ikircikli davrandı. Resmen biat eder gibi görünse de ona daha yakın bölgesel parti yöneticileriyle kendi güdük sosyalizmlerine uygun hareket etmeye çalıştı. Ancak yenildi. O yenlince ona sadık olanların bir bölümü de ne idüğü belirsiz Avusturyalı onbaşının peşine takıldılar. Bunlardan biri de yine Gregor’un devşirdiği Joseph Goebbels idi. 

Gregor’unki garip bir kaderdi vesselam; ileride katili olacak iki Brütüs’ü – Himmler ve Goebbels –  kanatları altına alarak yükselten oydu; katil ruhlu, liyakati ve sadakati olmayan, ve tarihin normal işlediği başka herhangi bir anda toplumun lağım çukuruna atılabilecek bu iki adam ise onun katili olacaklardı. 

Nazi Partisi’nin yeniden açıldığı bu dönemde Almanya’da yeni bir döneme giriyordu. Öncelikle savaş tazminatlarının yarattığı ekonomik sıkıntılarla ve Fransa- Belçika blokunun askeri ve ekonomik baskısıyla yılan Almanya’nın yardımına iki büyük emperyalist güç – ABD ve İngiltere – koştular. Amerikalı bir banker, Charles Dawes Almanya için avantajlı bir savaş tazminatı ödeme planı önerdi ve plan kabul edildi. İkincisi ise Almanya’nın da dahil olduğu ülkeler grubu Almanya’nın Batı ve Doğu sınırlarını, Versay’ın şartlarını esneterek, yeniden şekillendiren Lokarno Anlaşmalarını imzaladılar. Almanya ekonomisi giderek normalleşme eğilimleri vermeye başladı. Siyasi arena da ise ülkeyi 1920’lerin ikinci yarsında idare edecek merkez sağ koalisyonlar egemen oldular. Federal seçimlerden her defasında birinci parti olarak çıkan SDP’ye artık kimsenin ihtiyacı kalmamış gibi görünüyordu. SDP kendi tarihsel rolünü oynamış ve bir kenara atılmıştı. İleride Troçki SDP’nin kaderi için şöyle diyecekti: “Sosyal demokrasinin burjuvaziyi proletarya devriminden kurtarması gibi, sırası geldiğinde, faşizm de burjuvaziyi sosyal demokrasiden kurtardı”.

Adına “Roaring Twenties” (Kükreyen 20ler) denilecekti. 1920’ler ekonomik ve sosyal sıkıntılara rağmen yine de ekonomik, teknolojik ve kültürel büyük bir dönüşümün olduğu yıllardı. Bundan Almanya da, en azından 1920’lerin ikinci yarısında nasiplendi. İlk otomobilizasyon akını, sinemanın giderek kitleselleşmesi, cazın vahşi cazibesi ve bir dans salonu çılgınlığı. Sanki kapitalizm bir sonraki on yıldaki büyük çöküşünden önce son bir ölümcül öfori (euphoria) yaşıyordu. Almanya’da da işler normale dönmüş gibi görünüyordu; Almanya batı kapitalizminin elit cemiyetine kabul edilmiş ve yalnızlığı bitmiş gibi görünüyordu. Oysa 20lerdeki kükreme gerçekten fos ve boş bir kükremeydi. 1929 Çöküşü adım adım yaklaşmaktaydı. Kapitalizmin kaçınılmaz kriz dinamikleri sinsice işlemekte ve hüküm günü gelmekteydi. Ölüme yürüyenlerin tatlı tatlı esrimesiydi görünen.  

Kükreyen 20lerde Nazi Partisi de yeni bir ideolojik ve stratejik hat tutturmak zorundaydı; siyasi ve ideolojik vizyonu sınırlı Adolf fark edemese de diğerleri fark ediyordu. Gregor bu nedenle Adolf’e boyun eğse de bu arayışın önemli olduğunu anlıyordu galiba. Nazi Partisi’nin önünde ona göre iki yol vardı; ya küçük burjuvaziye, sermaye ve mülk sahiplerine yakın Bavyrealı ve tutucu bir yol seçilecekti ya da onun ve ona yakın parti yöneticilerinin savunduğu işçici bir yol. Zavallı Strasser savunduğu paçavra sosyalizmin işçi sınıfını cezbedeceğini gerçekten düşünmüştü herhalde. Bu noktada bir denge ortaya çıktı; siyaseten liderliği ilk yolun bendelerine ve Adolf’e kaptıran Strasser ve ekibi en azından 1928 federal seçimlerine kadar söylemde ikinci yolun baskın olmasını sağladılar. Ancak nafile bir çabaydı çünkü işçi sınıfının çok büyük bir bölümü SDP’ye ve yine çok önemli bir bölümü ise Alman Komünist Partisi’ne (KPD) oy verdiler. SDP’nin birinci parti, KPD’nin ise  %10’luk oyla dördüncü parti olarak çıktığı seçimlerde Naziler sadece % 2,6 oy aldılar. Siyaseten yenilen Gregor ideolojik olarak da yenilmişti. Nazi Partisi’nin sermaye ve mülk sahipleri lehine uluması gerekecekti. 



Not: Görsel, Ludwig Kirchner’in Berlin Sokak Manzarası isimli tablosudur.  

  • 1.P. Statchura, Gregor Strasser …, ss. 33-34.
                                                                                                    ***
(V)

Röhm de yanılıyordu çünkü Alman devleti iktidarı vereceği Nazilerden “halk ordusu” türünden münafık ve zararlı düşüncelerden kurtulmasını isteyecekti. Röhm ve Gregor için son perde aralanıyordu.

“Kendimi mahvolmuş hissediyorum. Hitler nasıl biri? Bir reaksiyoner mi? Şaşırtıcı derecede hantal ve netlikten uzak…[Goebbels’in Hitler’in konuşmasından aktarması] Özel mülkiyet meselesini kurcalamayın! (“aynen böyle!”, Goebbels’in notu). Dehşet verici! Program yeterlidir. Onunla yetinin. Feder kafa sallıyor. Ley kafa sallıyor. Streicher kafa sallıyor. Esser kafa sallıyor. Seni (Hitler’i) bu ilişkilerin ortasında gördüğümde midem bulanıyor!!! Tartışma kısa sürüyor.  Strasser konuşuyor. Tereddütlü, titreyen, hantal, iyi ve dürüst Strasser. Tanrım bu domuzlar arasında ne zavallı bir karşılaşma! …Belki de hayatımın en büyük hayal kırıklıklarından biri. Artık Hitler’e inanmıyorum.”1

Goebbels 1925 yılında Hitler’in kuzeyli Nazi liderlerini yola getirmek için düzenlediği toplantıda yaptığı konuşma ile ilgili izlenimlerini böyle aktarmıştı. Nazi Partisi içindeki tutuculardan (Feder, Leys ve anti-semitik ve dengesiz Julius Streicher) nefret eden Goebbels Kuzey Almanyalı Nazi liderlerin eski rejimin prenslerinin mülklerine el konulması önerisini ve diğer önerilerini reddeden Hitler’i böyle tiksintiyle resmederken Starsser’i Golyat’a karşı savaşan Davut gibi betimlemişti. Goebbels o zamanlar radikallerden biriydi, sonra Hitler’e iltihak edecek ve Strasser’i de imha edecek Uzun Bıçaklar Gecesi’nin mimarlarından olacaktı. “Tereddütlü, titreyen” ama “iyi ve dürüst” Strasser’i satacak, “reaksiyoner” Hitler’e kapılanacaktı. Aslında Goebbels’i tiksindiği tutucu Nazilerin safına geçirecek süreç 1928’deki Reichstag seçimleriyle başlayacaktı. Bahsedildiği gibi bu seçimlere Strasser ve ekibinin işçileri öne çıkaran söylemiyle giren Naziler sadece % 2,6 oy aldılar. Ertesinde rotayı sermaye ve mülk sahiplerine, ve devleti kontrol eden tutuculara doğru kırdılar. 

Almanya Kükreyen 20’ler’in ikinci yarısında toparlanma emareleri gösterdi ve iç siyasetin merkez sağın komutasına geçtiği bir dönem yaşadı. Bu dönemde merkez sağ koalisyon İngiliz ve Amerikan emperyalizmleriyle iyi geçinmeyi tercih ederek Almanya’nın sırtındaki savaş tazminatı yükünün hafifletilmesini sağladı. Bu da ekonomik performansın en azından 1920’lerin ikinci yarsında iyi gitmesine yol açtı. Üstelik Alman merkez sağı ve aşırı sağı bu dönemde bir de emniyet supabıyla girdi. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katiline tetiği çektiren sosyal demokrat devlet başkanı Friedrich Ebert’in görev süresi 1925’de doldu. Yerine seçimle I. Dünya Savaşı’nın meşhur Tanenberg kahramanı, sağın ve aşırı sağın koruyucusu bunak Hindenburg başkan olarak seçildi. 

Ancak bu dönem bahsedildiği gibi seçmen kazanımı ve seçim başarısı açısından Naziler için kısır bir dönemi ifade ediyordu. Üye sayısı artıyordu ancak kitle tabanı çok zayıftı. Örgütsel gelişimin mimarı Gregor NSDAP’ı (Nazi Partisi’ni) aşırı sağdaki tüm rakiplerinin önünde lider parti haline getirdi. Bu dönemin Naziler açısından en önemli kazanımı buydu kuşkusuz. Ancak 1928 seçimleri büyük bir hayal kırıklığıydı. Sanki ilelebet küçük ve marjinal bir parti olarak kalacakmış gibi bir görüntüsü vardı Nazi Partisi’nin. Umutların solmaya yüz tuttuğu bu anda 1929 Büyük Bunalımı patladı. 

1929 Bunalımı Almanya’nın üstünden silindir gibi geçti; halihazırda savaş tazminatları ve borçlar yüzünden ciddi bir yük altında bulunan Almanya ekonomisi deyim yerindeyse iflas etti. İşsiz sayısı 1928’in Eylül ayında 650 bin kişi idi. Eylül 1929’da bir milyonun, Eylül 1930’da üç milyonun, Eylül 1931’de dört milyonun üstüne çıktı. Ocak 1933’de Almanya’da altı milyondan fazla işsiz vardı. Gıda fiyatları deflasyonundan dolayı sattığı ürünlerin fiyatları 1928’den beri düşen Alman köylüsü 1929 Bunalımı’na büyük bir borç yüküyle yakalandı ve yok olmanın eşiğine geldi. İşsizliğin yanında reel ücretler de yüksek bir oranda gerilediler. Ayrıca özellikle kentli küçük üreticiler kitlesel iflaslarla karşılaştılar. Alman ekonomisi bunalımın etkisinden yıllarca çıkamadı. 

Burada bir ara verelim. Kapitalizmde kriz dinamikleri içseldir, bundan dolayı işler iyi gider gibi görünürken bile derinden derine işlerler. Bir yerde onları derinde tutan karşı eğilimler güçsüzleşince su yüzüne çıkarlar ve tüm heybetleriyle kendilerini dışa vururlar. Dışavurum aslında kapitalizmin özünü ifşa etmek anlamına gelir aynı zamanda. Kapitalizmin krizi kapitalizmin tüm yapısal eğilimlerini kristalize hale getirir; daha kolay fark edilirler ve daha kolay teşhis edilirler. İşte bu anlarda emekçisinden burjuvasına tüm bireyler ve tüm toplumsal sınıflar halihazırda onları krizden koruyamayan çerçeveden çıkmak isterler. Dolayısıyla ekonomik kriz toplumsal krize dönüşür. Krizin yarattığı sınıfsal arayışlar ve bunlardan doğan merkezkaç eğilimler zımni olarak süren sınıf savaşımlarının şiddetini arttırır. 

1929 Büyük Bunalımı’nı yaratan ve Ekim ayında Wall Street’i çökerten dinamikler çöküntüden üç beş gün önce ortaya çıkan dinamikler değildiler. Milatları savaşın hemen ertesine, hatta bazılarına göre savaştan öncesinde tarihlendirilebilecek sistemik eğilimlerdi. Söz konusu bunalımı kendisinden öncekilerden ve daha sonra patlayacaklardan daha ağır ve travmatik kılan iki unsur vardı. Birincisi genel olarak sermayenin uzun erimli çıkarlarını gözeten kapitalist devlet henüz krizlerle baş edebilme konusunda çok hazırlıksızdı. Bu türden bir yeteneği kazanması için II. Dünya Savaşı’nın bitimini beklemek gerekecekti (hoş, yetenek kazandığı durumda bile krizi engellemek yerine sadece şiddetini düşürebilme kapasitesine sahip olacaktı). İkincisi ise emperyalist sistemin lidersizliğiydi. İki savaş arası dönem İngiliz emperyalizminin liderlik kapasitesinin yok olduğu ancak onun yerini alacak Amerikan emperyalizminin ise henüz bu görevi gönülden üstlenmek istemediği bir dönem olacaktı. Bu çerçeve içinde Wall Street’de başlayan yangın neredeyse ışık hızıyla küreselleşirken onun yayılmasını ve bulaşmasını engelleyecek emperyalist bir acil çıkış mekanizması yoktu henüz. Bu ortamda Büyük Bunalım kapitalizmin bekasını sorgulanır hale getirdi. 

Bekanın sorgulanmasının tek sebebi krizle baş edilememesi değildi. Stalin önderliğinde Sovyetler Birliği, 1920’lerin sonundan itibaren içine girdiği ve kollektivizasyon aracılığıyla da ivmelendirilen bir sürecin sonucu olarak hem nitel hem de nicel bir dönüşüm yaşamaya başlamıştı. Bu patlama kitlelerin, özellikle de emekçilerin dimağında sosyalizmi daha da çekici hale getirmekteydi. Kapitalizm çözülürken sosyalizm parlıyordu. Sosyalizmin bu moral ve ideolojik üstünlüğü tüm kapitalist toplumlar kadar Alman toplumunu da baskı altına alıyordu. 

Büyük Bunalım’ın tarumar ettiği Almanya’da yaklaşık 10 yıldır ülkeyi yöneten merkez sağ blok çatırdamaya başlamıştı. Burjuvazi, küçük burjuvazi, askeri ve sivil bürokrasi, ekonomik krizin yönetsel bir krize dönüşmesiyle birlikte, merkez sağdan aşırı sağa doğru kaymaya başlamıştı. Bu durum 1928 seçimlerinden sonra stratejisini değiştiren Nazi Partisi için yeni bir yaşam alanı yarattı. Büyük sermayeyle ilk temas daha Wall Street çökmeden ortaya çıktı. Amerikalı Owen D. Young’ın Dawes Planı’nı modifiye eden planı kabul edilince Alman burjuvazisi ve ordusu plana karşı açıktan harekete geçtiler. Geçtiler çünkü Almanya’nın yükünü hafifleten yeni planın en önemli şartı Almanya’nın Ren Bölgesi’nden çekilmesiydi. Hemen plan karşıtı bir platform kuruldu. Bu platformda Fritz Thyssen gibi büyük burjuvaların yanında Alman sağı ve aşırı sağının da temsilcileri bulunuyordu. Adolf de onlardan biriydi. Bu büyük burjuvaziyle ilk temastı, son da olmayacaktı. 

Büyük Bunalım’ın etkisiyle Nazi Partisi için yeni olanaklar ortaya çıkmıştı. Üye sayısı giderek artmaya başladı. Ancak üye sayısındaki artış bir yandan iyi bir yandan ise kötü sonuçlara gebeydi. İyi tarafı; Nazi Partisi marjinal bir parti olmaktan çıkmış ve bir tür kitle partisine dönüşmeye başlamıştı. Dalga yükselirken binenlerin genellikle kariyerist ve disiplinsiz olmaları ise kötü tarafıydı. Parti kitleselleştikçe tesis edilmeye çalışılan Führer’e mutlak sadakat, Führerprinzip, nasıl tesis edilecekti? 

Burada devreye yine zavallı Gregor girdi. Parti çizgisi üzerindeki mücadeleyi kaybetmişti ancak parti içindeki otoritesine dokunmaya henüz kimse cesaret edemiyordu. Parti kitleselleştikçe organizasyonda değişikliğe gitmek ve parti yönetiminin (aslen Hitler’in) otoritesini mutlak hale getirmek gerekiyordu. Kitleselleşmeyi örgütsel disiplin altına almak yine Gregor’a düştü. Almanya’nın dört bir yanını gezdi. Özellikle bunalımın feci şekilde vurduğu Alman köylüleri kitlesel olarak Nazi Partisi’ne akıyorlardı. Gregor, ileride onu yok edecek mekanizmayı, ilmek ilmek dokuyordu.

Parti açısından Strasser ailesinin yarattığı ilk önemli sorun Gregor’dan değil, kardeşi Otto’dan gelecekti. Gregor’un teşvikiyle partiye giren Otto, onun kurduğu Kampfverlag   yayınevini, abisinin örgütsel sorumluluklarından dolayı devralmıştı ve abisinin 1928 öncesinde savunduğu “sosyalist” çizgiye sadık bir yayın politikası sürdürüyordu. 1928 seçimlerinden sonra partinin sermayeye ve tutuculara doğru savrulmasıyla birlikte Hitler ve parti yönetimine yönelik eleştirel tonu yüksek bir dil tutturmuştu. Bu çatlak pratik mevzularda bile kendini gösteriyordu. Örneğin Otto ve ekibi Nisan 1930’da greve giden Saksonyalı maden işçilerini, Hitler’in yasağına rağmen, desteklemişti. Parti yönetimi içinde en büyük hasmı ise artık Hitler ve onun yeni politikasına iltihak etmiş olan Goebbels idi. Goebbels’in baskısıyla Hitler Otto ve ekibine önce gizliden, sonra açık bir şekilde cephe aldı. Sonunda Almanya seçime giderken 1930 Temmuz’unda Otto ve küçük ekibi partiden ayrılmak zorunda bırkaıldılar. Gregor, kardeşi bir şekilde zorla partiden istifa ettirilirken sesini çıkarmamıştı. Otto en azından canlı bir şekilde terk etmişti partiyi, Gregor’un ise ölü bedeni çıkacaktı. 

Gregor’un örgütsel atılımı 1930 Eylül’ünde yapılan seçimlerde semeresini verdi. Aslında Nazi Partisi’nin seçim başarısında pek tabi ki esas katkı Büyük Bunalım’ın yarattığı ekonomik ve sosyal çöküntüydü. Seçimlerde Naziler % 18,25’lik bir oy oranına ulaşarak Alman SDP’nin (Almanca kısaltmasıyla SPD) ardından ikinci parti oldular. Komünistler, KPD, ise % 13’lük bir oy oranına ulaşarak üçüncü sıraya çıktılar. Naziler ikinci, komünistler ise üçüncü sıradaydı. Merkez sağ burjuva partileri ise erimişlerdi. Yükselen sınıf savaşının dışa vurumuydu bu sonuçlar. Seçim sonuçlarından Alman burjuvazisi ve tutucu devleti gerekli dersi çıkarttılar; işçi sınıfını temsil eden partilerin iktidarını engellemek için Nazi Partisi artık elzemdi.  Üstelik sonuçlar Hitler’in komik Birahane Darbesi’nden çıkardığı temel dersi de doğrular nitelikteydi. Anayasal ve yasal yollarla iktidara gelmek dışında bir seçenek yoktu. Kapitalist devlet bir yerde iktidarı verecekti. 

Seçimin hemen ardından partide keyifleri kaçıran bir başka gelişme daha ortaya çıktı. SA iç savaş sırasında sokakları komünistlere ve işçilere dar etsin diye kurulmuş paramiliter bir sokak gücüydü. Adolf yasallığı bir yol olarak tutturunca ve Almanya’da siyaset görece şiddetten arınmış bir rotaya girince SA ile ne yapılacağı ciddi bir tartışma konusu olmuştu. Sonunda SA ayakta kaldı ancak bir tür koruma gücüne dönüştü. Parti toplantılarını koruyor, yerelde parti lehine üye kaydediyor ve propaganda yapıyordu. Özellikle bunalımla birlikte Alman gençliğinin bir bölümü Komünistlerin paramiliter örgütlerine yönelirken bir bölümü de SA’yı tercih ediyordu. SA yöneticileri SA’nın partinin genel yapısı içinde tam olarak nereye oturduğu konusunda aydınlatılmayı bekliyorlardı. Bunun bir kriz yaratacağı açıktı. Nitekim Nazilerin Reichstag’da 107 sandalye kazandıkları seçimlerden önce en azından bazı bölgelerde SAların da aday olarak gösterilmesi parti yönetiminden talep edildi, ancak Adolf ve parti kodamanları bu talebi yok saydılar. Seçimlerden sonra ise söz konusu talebin karşılanmamasının yarattığı hayal kırıklığı bir krize dönüştü. Adı Walter Stennes idi. Doğu Almanya’da örgütlü SAların lideriydi. O da aday olmak istedi galiba. Aday gösterilmeyince açık siyasi ve parlamenter çalışmaya karşı hıncı (siz bunu Adolf’e ve şürekasına karşı hıncı diye okuyun) arttı. Berlin’e geldi ve Adolf ile görüşmek istedi; kabul edilmedi. Cevaben emrindeki adamlara parti toplantılarını koruma işine boş vermelerini emretti. Örneğin Goebbels Berlin’de düzenleyeceği toplantıya gittiğinde ortalarda bir tane bile SA göremeyince küplere bindi. Dahası Berlin’deki SAlar parti yönetim ofislerini basıp işgal ettiler. Apaçık bir isyan idi ve Führerprinzip’e cepheden karşıydı. Partinin kuruluş dönemindeki radikalizme sadık gibi görünen SA güruhuyla partiyi giderek kurulu düzene biat etmeye yönelten Adolf ve ekibi arasındaki mücadelenin ilk raunduydu bu. Adolf hemen işe el attı. İkna kabiliyeti hala işliyordu, Stennes ve 500 SA partiden ve SA’dan atıldılar.  

Ancak SA’daki başıbozukluk sürüp gidiyordu. Adolf sorunu çözsün diye eski dostunu, SA’yı yaratan Ernst Röhm’ü göreve çağırdı. Birahane Darbesi’nin hemen sonrasında tutuklanmamak için Güney Amerika’ya kaçan Röhm SA’nın tepesine getirildi. Adolf eski bodyguardı, eski yoldaşı Röhm’ün Alman devleti ve burjuvazisi nezdinde SA’yı hoş olmayan bir pozisyona sürükleyen başıbozukluğu gidereceğini sanmıştı. Yanılmıştı. Röhm, Stennes’in SA’nın tutucu ve parazitik Alman ordusunun yerini alacak bir “halk ordusu” olduğu inancını paylaşıyordu. Üstelik Stennes gibi küçük bir balık da değildi. Diğer taraftan Röhm de yanılıyordu çünkü Alman devleti iktidarı vereceği Nazilerden “halk ordusu” türünden münafık ve zararlı düşüncelerden kurtulmasını isteyecekti. Röhm ve Gregor için son perde aralanıyordu. 

Devamı haftaya….

  • 1.Goebbels’in günlüğünden aktaran Ian Kershaw (2007) Hitler: Hubris 1889-1936, ss. 297-298. Not: Weimar ve Nazi Almanya’sındaki toplumsal ve bireysel bunalımın yerinde tasvirleri için iki detektif romanı serisini tavsiye ederim: Volker Kutscher’in dedektif Gereon Rath serisi (İletişim Yayınları) ve Philip Kerr’in dedektif Bernie Günther serisi (Alfa yayınları). Ayrıca girişteki fotoğrafta işsiz Almanlar, 1929 krizi patladıktan sonra, yanmış kömür artıkları içinde yanmamış kömür arıyorlar.




Onbeşler hakkında merak edilenler veya bir sır perdesi mi var? + Katledilişinin 99. yılında Suphi'nin çağrısı hâlâ güncel: Sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster.../ SOL

 Onbeşler hakkında merak edilenler veya bir sır perdesi mi var? 

(AYDEMİR GÜLER / 29.01.2020-SOL)

'Burjuva tarihçiliği Partimizin kurucu liderlerini bir 'katil kim' oyununda oynatmak isteyebilir. Bizim için muamma yok. Bir kere; Mustafa Suphi amacını açık açık yazmıştı: Emperyalist saldırı altındaki ülkede ulusal kurtuluş saflarında, işçiler ve yoksul köylüler adına yerini alacaktı TKP. Hedef sosyalist devrimdi. Ulusal kurtuluş ancak sosyalizmle kalıcı bir kazanıma…

Doksan dokuz yıl önce TKP kurucu lider kadrosuna indirilen ağır darbenin sorumlusu kimdi? Türkiye’de bundan bir süre öncesine kadar sol tarihçiliğin en mühim sorusu bu zannedildi. Bu konuda çeşitli belgeler zamanla açığa çıktı, yayımlandı. Soru baki kaldı…

Mustafa Suphi ve arkadaşları ne yapmak istiyorlardı? Ankara’ya gelmekten maksat neydi? Mustafa Kemal’in lideri olduğu hareketle nasıl bir ilişki kuracaklardı? Mustafa Kemal’e dost muydular düşman mı? Elbette açığa çıkmayı bekleyen ve zamanla çıkan belgeler yine oldu. Ama -insanlık hali- kimi tarihçiler kendilerini tutamayıp Suphi’nin bakan olma rüyası üstüne spekülasyonlar yaptılar. Maceracı mıydı bunlar ne?

Yanlarında önemli miktarda para olduğu da biliniyordu. Hâlâ tam olarak kaynağı bilinmeyen ve belki ileride ortaya çıkacak belgelerle açıklık kazanacak olan bu para Suphilerin Rusya ile akçalı ilişkilerine mi delalet ediyordu?

Kimi “araştırmacılar” -kendilerini tutamayıp- TKP’nin Sovyetler Birliği ile bir tür ajanlık derecesinde bir ilişki kurduğunu iddia edecek kadar alçaldılar. Zaten Suphilerin de yanlarında sandık sandık…

Elbette belgeler çıktı ve Bakü’den başlayan yolculuğa Bolşevik liderlerin itiraz ettiklerini söyleyemesek de hayli temkinli yaklaştıkları kesinlik kazandı. Ama kendilerini tutamayan meraklılar, yoksa diye sorabildiler, hazine 1915 Ermeni soykırımından mı edinilmişti? Tarih aydınlanma değil cinlik miydi yoksa!

Eğilimlerin tam tersine döndüğüne de tanık olundu, TKP’nin ilk günlerinden söz edilirken. Sovyet yönetimi Suphi ve arkadaşlarının öldürülmelerine göz mü yummuştu, yoksa daha ileri de gitmiş olabilir miydi? 

'BİZİM İÇİN MUAMMA YOK'

Tarihçilik bir bilimdir ve belgelere ulaşarak, belgelerin şifrelerini çözerek bize gerçeklik hakkında daha fazla veri sunar. Tarih her bilim gibi insanlığın aydınlanmasına hizmet eder.

Ancak “bakan mı olmayı kafaya koymuştu”, “Mustafa Kemal komünist miydi”, “Mustafa Suphi ve diğer komünistler ajan mıydı”, “paranın kaynağı şu muydu bu muydu” tipi sorular bilimin insanları aydınlatmasına yolu döşeyen sorular değil, kafaların karışmasını amaçlayan sayıklamalardır. Sömürü düzeni aydınlığı sevmez, sayıklamalara muhtaçtır. Biz ise akıl açıklığına Nâzım’ın gösterdiği yoldan ilerleriz:

Benim kuvvetim :
bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.
Dünya ve insanları yüreğimde sır
ilmimde muamma değildirler.

Burjuva tarihçiliği Partimizin kurucu liderlerini bir “katil kim” oyununda oynatmak isteyebilir. Bizim için muamma yok. 

Bir kere; Mustafa Suphi amacını açık açık yazmıştı: Emperyalist saldırı altındaki ülkede ulusal kurtuluş saflarında, işçiler ve yoksul köylüler adına yerini alacaktı TKP. Hedef sosyalist devrimdi. Ulusal kurtuluş ancak sosyalizmle kalıcı bir kazanıma dönüşebilirdi.

Öte yandan, olay bu kadar basit değildi elbette ve ilk sosyalist devlet için Türkiye her şeyden önce Kafkasların, Karadeniz’in, Boğazların, sonuç olarak devrimin güvenliği demekti. Emperyalizmin yok etmek istediği Sovyet hükümeti bir de güneyden kuşatılmamalıydı. Türkiye’de sosyalizm mücadelesi dünya sosyalizminin güvenliğini ve geleceğini riske atmamalıydı.

Ankara hükümeti ise emperyalizmi durdurmak için Sovyet desteğine muhtaçtı. Ama Moskova ile arasına güçlü bir solun girmesini kendi varlığı açısından tehdit sayıyordu. Sağa karşı savaşılacaksa bunu kendileri yapmalıydılar ve herkes onlara tabi olmalıydı.

Bir diğer köşede, ulusal mücadelenin liderliği üstünde iddiasını korumak isteyen İttihatçılar, başta Enver Paşa, Ankara-Moskova ittifakından kendilerine nasıl enerji çıkaracaklarına bakıyor, mazlum Doğu’nun kurtuluşu şiarıyla böyle bir kulvara yerleşmek istiyorlardı. Ama genç TKP onlara alan bırakmıyordu. 

Ve elbette asıl mücadele padişah ve hilafet yanlılarına, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı veriliyordu…

İşte genç TKP, cüretli ve hülyalı bir kadronun rehberliğinde bütün riskleri göre alarak bu zorlu zemine çıkmayı amaçladı. Alçakça bir saldırıyla neredeyse tasfiyeye uğradık. Ölümlerine, öldürülmemize İttihatçılar çok sevinmiş olmalıdır; hayrını göremediler. Ölümlerinden, öldürülmemizden Ankara’nın çok ürkmüş olması beklenir; başka merkez kaç güçleri hızla baskı altına alarak milli mücadelede liderlik tekelini hızla tesis ettiler… 

'YILMADIK YENİDEN KURDUK'

Suphilerden geride kalanlarımız ise; yola devam ettik. İstanbul’da, Eskişehir’de, Adana’da komünist hücreler inşa ettik, emekçiler nerede hak arıyorlarsa orada olmalıydık. Nerede ülkesi için ışıldayan bir beyin varsa, o beyin komünizmle aydınlanmalıydı. Suphilerin yolundan onlarca yıl öncü işçiler yetiştirmeye, aydınları komünist partinin tezgahından geçirmeye uğraştık. Partimizi daha defalarca tasfiye etmeye yeltendiler. Yılmadık yeniden kurduk.

Hikâyenin aslı ve özeti işte budur. 

Belgeye, bilgiye ihtiyaç bitmez. Çünkü bilimin ve aydınlanmanın “fazlası” olmaz. Ancak ortada bir sır perdesinin, ilmimizde bir muammanın olduğu da sanılmamalıdır. Nitekim şiirin devamı açıkça söyler yapılması gerekeni:

Ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden,
büyük kavgada
açık ve endişesiz
girdim safıma.

Mustafa Suphileri anmak, Partimizin kurucusunun 100 yıl önce kaleme aldığı ve geçerliliğini koruyan çağrısına uymaktan başka nasıl mümkün olabilir?

Onbeşler hakkında unutulmaması gereken veya

Mustafa Suphi’nin Türk Halkına Çağrısı

Türkiye’nin işçi ve yoksul köylüleri! Ancak sermaye ve para tahakkümünün devrilmesi, sosyalist devrimin bütün cihana yayılması sana tam ve sağlam bir hürriyet verecektir. Sen, ancak sermayedarların, zenginlerin, toprak sahiplerinin, paşa ve ağaların etki ve baskısını yıktığın ve bütün kuvvetinle sosyalizm devrimini kendi memleketinde savunduğun ve yaydığın takdirde uluslararası devrimin ilerlemesine yardım etmiş olursun.

Türk, Müslüman, yabancı her kim olursa olsun, sermayedar ve zenginlerle birlik ve ittifak yapma.

Uluslararası harpçilere, emperyalizme elinden geldiği kadar karşı dur! Memleket içinde hiçbir bölük yabancı asker kalmasın!

Fransız, İngiliz, Amerikan emperyalistlerin yapacakları barıştan sakın ve bil ki, onların isteyecekleri tazminat ve eski borçlara dair ortaya koyacakları hesaplar, senin kolunu bükecek ve elinde avucunda ne varsa hepsini kaybettirecek.

Devrim düşmanlarıyla uzlaşmaya razı olan ikiyüzlü hainlere, emperyalist devletlere yanaşmayı kabul eden ve savunan dolandırıcılara el verme. Memleketini yeniden emperyalist savaşa sokmaktan ve ana topraklarını yeniden siperler, hendeklerle donatarak bağrını yırtmaktan sakın!

Sermayedarlar, generaller, papazlar ve tutucu mollalar ile birlikte emekçi halka karşı giden ve Rusya İşçi Halk Cumhuriyeti’ni yıkarak, onun yerine zenginler, sermayedarlar cumhuriyetini veya daha doğrusu çarlar devletini kurmak isteyenlerden kaç! Bunlar, bütün dünyanın emekçi halkını kırıp doğradıktan sonra şimdilik kendilerine meyil gösteren ikiyüzlü sosyalistleri dahi çiğneyip geçecek ve sermayedarların, çiftlik ağalarının toprakları zalim padişahın, kralın, çarın tahtını ensene bindireceklerdir.

Emperyalist hükümetlerin bugün memleketimize ve halkımıza saldıran ordularına karşı savaşa kalk! Emperyalistlerin para ile satın alarak ülkemize yolladıkları bütün alçak kuvvetlere silah çek. Yoksul ve emekçi! İyi bil ki, büyük zenginlerin, zalim paşa ve ağaların keselerinde Fransız ve İngilizlerden, Amerikalılardan aldıkları pek çok çalıntı altınlar vardır. Onlar bu altınlarla sana karşı kuvvet hazırlamaya, seni ezmeye çalışıyorlar.

Yoksul ve mazlum Türk rençperleri, sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster, Türkiye’nin zulüm ve kahır içinde diğer halklarına elini uzat!

Türkiye’nin işçi ve köylüleri! Her zaman aklından bir şeyi çıkarma: Avrupa ve Türkiye’deki bütün sermayedarlar, zenginler, paşalar, ağalar, papazlar, tutucu mollalar Türkiye’de hükmettikçe, sermaye ve para esirliği ortadan kalkmaz ve işçi, köylü, halk kendi devlet ve hükümetine kavuşamaz... 

(Bu metin Mustafa Suphi’nin 1919 yılında kaleme aldığı bir yazıdan alınmıştır.)

(AYDEMİR GÜLER / 29.01.2020-SOL)

                                                              ***

Katledilişinin 99. yılında Suphi'nin çağrısı hâlâ güncel: Sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster... / 28.01.2020 - SOL

Türkiye Komünist Partisi'nin kurucuları ve önderleri, 1921 yılında Anadolu'daki emperyalizme karşı savaşa destek vermek için çıktıkları yolda, burjuvazi tarafından katledildiler.

TKP'nin 100. mücadele yaşında, Suphilerin katledilişlerinin 99. yılında, Mustafa Suphi'nin Türkiye emekçilerine yaptığı çağrıyı hatırlatıyor ve Suphi ile TKP'nin kurucularını bir kez daha saygıyla anıyoruz:

Mustafa Suphi’nin Türk Halkına Çağrısı’ndan

Türkiye’nin işçi ve yoksul köylüleri! Ancak sermaye ve para tahakkümünün devrilmesi, sosyalist devrimin bütün cihana yayılması sana tam ve sağlam bir hürriyet verecektir. Sen, ancak sermayedarların, zenginlerin, toprak sahiplerinin, paşa ve ağaların etki ve baskısını yıktığın ve bütün kuvvetinle sosyalizm devrimini kendi memleketinde savunduğun ve yaydığın takdirde uluslararası devrimin ilerlemesine yardım etmiş olursun.

Türk, Müslüman, yabancı her kim olursa olsun, sermayedar ve zenginlerle birlik ve ittifak yapma.

Uluslararası harpçilere, emperyalizme elinden geldiği kadar karşı dur! Memleket içinde hiçbir bölük yabancı asker kalmasın!

Fransız, İngiliz, Amerikan emperyalistlerin yapacakları barıştan sakın ve bil ki, onların isteyecekleri tazminat ve eski borçlara dair ortaya koyacakları hesaplar, senin kolunu bükecek ve elinde avucunda ne varsa hepsini kaybettirecek.

Devrim düşmanlarıyla uzlaşmaya razı olan ikiyüzlü hainlere, emperyalist devletlere yanaşmayı kabul eden ve savunan dolandırıcılara el verme. Memleketini yeniden emperyalist savaşa sokmaktan ve ana topraklarını yeniden siperler, hendeklerle donatarak bağrını yırtmaktan sakın!

Sermayedarlar, generaller, papazlar ve tutucu mollalar ile birlikte emekçi halka karşı giden ve Rusya İşçi Halk Cumhuriyeti’ni yıkarak, onun yerine zenginler, sermayedarlar cumhuriyetini veya daha doğrusu çarlar devletini kurmak isteyenlerden kaç! Bunlar, bütün dünyanın emekçi halkını kırıp doğradıktan sonra şimdilik kendilerine meyil gösteren ikiyüzlü sosyalistleri dahi çiğneyip geçecek ve sermayedarların, çiftlik ağalarının toprakları zalim padişahın, kralın, çarın tahtını ensene bindireceklerdir.

Emperyalist hükümetlerin bugün memleketimize ve halkımıza saldıran ordularına karşı savaşa kalk! Emperyalistlerin para ile satın alarak ülkemize yolladıkları bütün alçak kuvvetlere silah çek. Yoksul ve emekçi! İyi bil ki, büyük zenginlerin, zalim paşa ve ağaların keselerinde Fransız ve İngilizlerden, Amerikalılardan aldıkları pek çok çalıntı altınlar vardır. Onlar bu altınlarla sana karşı kuvvet hazırlamaya, seni ezmeye çalışıyorlar.

Yoksul ve mazlum Türk rençperleri, sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster, Türkiye’nin zulüm ve kahır içinde diğer halklarına elini uzat!

Türkiye’nin işçi ve köylüleri! Her zaman aklından bir şeyi çıkarma: Avrupa ve Türkiye’deki bütün sermayedarlar, zenginler, paşalar, ağalar, papazlar, tutucu mollalar Türkiye’de hükmettikçe, sermaye ve para esirliği ortadan kalkmaz ve işçi, köylü, halk kendi devlet ve hükümetine kavuşamaz... (Bu yazı 1919 yılında yazılmıştır.)

                                                                           ***

'Fakat 28 Kanunisaniyi Unutma!' (Aydemir Güler / SOL-25.01.2020)

Ölümlerinin üstünden 99 yıl geçiyor ve kurdukları örgüt ile “fırka” sözcüğü dışında aynı adı taşıyan bir parti, onların adına “örgütlenmeye” çağırıyor. Önümüzdeki hafta “Mustafa Suphi örgütlenme haftası”dır.

Peki bir insan ne zaman ölü sayılır? 

Ruhun bir başka yaşam sürdüğünü ilan veya ima eden yaklaşımları bir kenara bırakırsak ve çok daha gerçek bir yanıt ararsak, aşağı yukarı tek bir sonuca varıyoruz: Kişinin büsbütün ölmesi demek, bugünü ve yarını etkileme olanağının yok olmasıdır. 

Hatırlayabilirsiniz, tarih kitaplarında veya tanıdıklarının anlatılarında rast gelebilirsiniz… Ama yetmez. Bir insana öldükten sonra bile, onun hakkında “aramızda”, “yaşıyor” diyebilmek için onun eski yaşamının bugünkü yaşamları etkiliyor olması gerekir. 

Mustafa Suphi, ve kimileri hakkında belirsizlik bulunan yoldaşları 99 yıl sonra bugünü etkilemeye devam ediyorlar. Türkiye Komünist Fırkası’nı kurmuşlardı ve o partinin yolunda, kendileri için sürpriz olmayacak bir sonla, göze aldıkları, cüret ettikleri bir ölümle buluştular. Türkiye Komünist Partisi 99 yıl sonra onların adlarıyla bugünün insanlarını mücadeleye çağırıyor. 

“Yaşatma pratikleri” ideolojiye, kültüre, dünya görüşüne göre farklılık kazanabilir. Kimileri yitirdiklerinin cennette yaşamaya devam edişiyle teselli bulur. Başkaları yitirdiklerini heykelleştirir, anıtlaştırır; sanki onların bizimle olduklarını söylemek için, ille fiziki olarak temsil edilmeleri gerekiyordur… 

Bunların her biri bir anma, hatırlama, güncelleme yöntemi. Yöntemler birbirine bulaşabilir de. Örneğin komünizm davasına inanan birinin “On beşlerin ruhu” için dua okuması “olmayacak iş” sayılmamalıdır. Nitekim çok uzak olmayan geçmişte ölünün ardından okuduğu duaları memleketin büyükleri arasında saydığı kimi devrimcilere de yollayan hocalara rastlanmıştır. Komünizm davasının çok daha toplumsallaştığı ortamlarda, bir eşitsiz gelişme örneği olarak çok daha fazlası da olabilecektir… Veya bizim de heykellerimiz, resimlerimiz olabilir; var da… 

Ancak diyelim ki, geçmiş kuşak komünistlerin hiç takipçisi kalmamış, onların çağrısı artık tekrarlanmaz olmuş; ama heykelleri yapılıyor! Veya -Atatürk’ün başına geldiği gibi- üst üste koyduğu taşları devirmişler, üstüne de ruhuna Fatiha okuyorlar! 

Olmaz olsun. Heykellerimiz kalmışsa eğer, geçmişten bir hatıra, turistik bir unsur niyetine değil, komünizmin bütün heybetiyle geri döneceğinin iddiası olarak kalsın! 

On beşler ulusal kurtuluş mücadelesinin kalıcı zaferinin ancak toplumsal kurtuluşla sürmesi koşuluyla mümkün olacağı tezidir. On beşler toplumsal kurtuluşun ancak ulusal kurtuluş savaşına işçilerin ve yoksul köylülerin temsilcisi olarak katılan komünist partinin eseri olabileceği tezidir. 

Doksan dokuz yıl sonra bu tezlerin güncellenmiş versiyonu herhangi bir varlık kazanamamış olsaydı, 28 Ocak katliamını anmak, hatta o günleri akademik bir eksende tartışmak, yine de mümkün olabilirdi. Ama bu tür bir hatırlama, ölenlerin “yaşadığını”, “aramızda olduklarını” değil ölüp gittiklerinin ilanı olmaz mıydı?

2020’de, kurdukları fırkanın 100. yaşında, toplumsal kurtuluş tezlerinin güncellenmiş hali ayaktadır. Bu nedenle bugünkü Parti, o günkü Fırka ile özdeş sayılır. 

Bugünkü Parti, Suphi ve yoldaşlarının bağımsızlıkçı, yurtsever, gericilik karşıtı, emekçi sınıfları temsil eden çizgisinin güncellenmesidir. Doksan dokuz yıl sonra ülkeyi boğan karanlığın, adaletsizliğin, bağımlılığın işçi sınıfı partisinin önderliğinde bir sosyalist devrimle yok edileceği iddiası ve mücadelesi, “Suphiler yaşıyor” dediğimizde bizi hamasetten uzak tutuyor. 

Katliamı lanetlemenin, yoldaşlarımızı anmanın en güçlü yolu önümüzdeki hafta onların ve bizim, bir ve aynı olan mücadelemize yeni insanların katılması olacak. Suphileri en iyi anan kişi, gelecek hafta onların ve bizim mücadelemize en fazla yeni insanı katan kişidir… 

Mustafa Suphiler yaşıyor; önümüzdeki hafta onların adıyla yapılan çağrıya olumlu yanıt verenler ne kadarsa, bu çağrı bugünü ve geleceği ne ölçüde etkiliyorsa o kadar yaşıyorlar. 

Çok yaşayın yoldaşlar!

(Aydemir Güler / SOL-25.01.2020)




Uluslararası Komünist Hareket'te ideolojik–politik mücadelenin tarafları - SOL/Makale

Yunanistan Komünist Partisi Uluslararası İlişkiler Bölümünün, komünist partilerin son uluslararası telekonferansı üzerine Rizospastis gazetesinde yayımlanan makalesinin çevirisini sunuyoruz.

Son zamanlarda, pandeminin 5. dalgasının gelişim koşullarında, KKE (YKP) ve TKP’nin sorumluluğu altında Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı’nın olağanüstü telekonferansı gerçekleştirildi. Gelişmeler, burjuva hükümetlerinin koronavirüs salgını ile işçilerin yararına olacak şekilde baş edemediklerini doğrulamaktadır. Ayrıca, ülkeden ülkeye seyahat kısıtlamaları canlı toplantıları zorlaştırmaktadır. Bu olumsuz gelişmenin temeli, sermayeye hizmet eden hükümetlerin halk karşıtı politikalarının sonucu olarak, sağlık sistemlerindeki büyük eksikliklere dayanmaktadır. Bu, sağlığın ticarileştirip özelleştirilmesinin, tekel gruplarının karlarının desteklenmesinin önünü açan ve komünist partilerin aşılamanın daha hızlı gerçekleşmesi ve koronavirüsün yeni mutasyonlarının önlenmesine katkıda bulunacak olan aşı ve ilaçlarla ilgili patentin kaldırılması için öne sürdüğü talebi yerine getirmeyi reddeden politikadır.

Bu koşullarda işçi sınıfının ve halkın diğer kesimlerinin yaşamları ve hakları için mücadeleye devam eden komünist ve işçi partileri, eylemleri hakkında başka yollarla görüş ve deneyim alışverişinde bulunmak zorundadırlar. Son yıllarda, bu tür çeşitli faaliyetler yürütülmüştür. Farklı zaman dilimlerinde bulunan partilerin de yer alabilmesi için özel ve iyi çalışılmış bir yürütme şekli gerektiren bu olağanüstü uluslararası telekonferans, gelişmelerin kritik konuları hakkında görüş alışverişinde bulunulmasına yardımcı oldu.

Bir kez daha, bu çabanın başarılı olması için Yunanistan ve Türkiye Komünist Partilerinin geliştirdiği yakın işbirliği, proletarya enternasyonalizminin başka bir pratik örneği oldu.

Toplantı ile ilgili ana konular

Partilerin tutumları, her partinin uluslararası ve yerel gelişmelere yaklaşımının yanı sıra eylemlerinin yönlerini de aydınlatmıştır. Emperyalistlerin ablukasına karşı yıllardır mücadele eden Küba Komünist Partisi ve bir bütün olarak Küba halkıyla dayanışma gösterildiği dile getirildi. Hakları için savaşan Filistin halkıyla da dayanışma gösterildiği vurgulandı.

Partilerin tüm tutumları, 2022 yılında Komünist Partilerinin geliştirecekleri ortak ve eşgüdümlü eylemleri öngören metin ile birlikte SOLIDNET web sitesinde yayımlanmaktadır. Bu eylemler işçilerin–toplumların hakları; kamusal sağlık sistemleri; SSCB’nin ve sosyalizmin tarihteki katkısının çarpırtılmasına yıldönümlerinden de faydalanarak (30 Aralık 1922 gibi) karşı çıkılması; zulüm ve yasaklarla karşı karşıya kalan komünistler ve diğer militanlarla dayanışma eylemlerinin düzenlenmesi; NATO ve diğer emperyalist askeri ittifaklara karşı, yabancı askeri üslerde emperyalist savaşlara ve müdahalelere karşı eylemler; kapitalizme tek alternatif olan sosyalizmin gerekliliğinin, güncelliğinin ve gerçekçiliğinin savunulması gibi konuları içermekte.

Tüm bu detaylar ve KKE (YKP) Genel Sekreteri D. Kuçumbas, TKP Genel Sekreteri K. Okuyan yoldaşların açılış konuşmaları, hem SOLIDNET hem de Yunancada olmak üzere Rizospastis ve 902.gr’de yayınlanmıştır.

Uluslararası komünist harekette ideolojik–politik mücadele

Elbette, ciddi ideolojik–politik meseleler uluslararası komünist hareketi hâlâ kuşatıyor. Ayrıca uluslararası toplantılara, oportünist “avrokomünizm” akımında öncü rol oynayan Fransız KP ve İspanya KP gibi partiler; mevcut oportünist Avrupa Merkez Solunun direği olan sözde “Avrupa Sol Partisi”ne üye olan ve ayrıca daha önceden tahmin ettiğimiz gibi Avrupa Parlamentosunda bu partinin temsilciliğini yapan GUE/NGL “sol” ittifakına dahil olan partiler gibi Marksizm–Leninizm’i reddetmiş olan, orak-çekici ve SSCB’de sosyalizmin inşasını suçlayan partiler de katılıyor.

Burjuva yönetimlerine katılım konusundaki anlaşmazlık

Kapitalizmin yönetimi bağlamında ortaya çıkan “solcu”, “ilerici” hükümetlere Komünist Partilerin katılması veya bu hükümetlerin desteklenmesi sorunu, ideolojik–politik tartışmalarda hâlâ bir odak noktasıdır. Bu siyasi duruşu çeşitli ideolojilerle izleyen partiler yönetim hakkında yanılsamalar oluştururken, sosyal demokrasinin kirli rolünü temize çıkararak kapitalizmin “insanileşmesi”, AB’nin “demokratikleşmesi” ya da “sosyalizm aşamaları”, “sağcı siyasetle ters düşme” gibi yönetsel yanılsamalar oluşturup, eleştirilerini bir burjuva yönetim biçimi olan neoliberalizme odaklıyor. Bu tür güçler, kapitalist ekonomiyi yöneten yasaları; ve burjuva devletinin, hiçbir bir burjuva yönetim formülünün ortadan kaldıramayacağı gerici yapısını görmezden gelir ve küçümser. Yine aynı güçler, sosyalizm mücadelesini “uzun vadeli bir olasılık” olarak değerlendirir ve ertelerler. Çıkarları tekellerle ve kapitalizmle çatışmaktan geçen toplumsal güçleri harekete geçirmek için gereken günlük çalışmaları yapmaktan vazgeçerek, pratikte halkların büyük bir sorumluluğun altına girmesine neden olurlar.

Böylece, NATO’nun ihtiyaçları ve emperyalist misyonlar (ör. Sahel bölgesindeki misyon) için yapılan askeri harcamalara olumlu oy vererek hükümet yönetimi çözümlerine odaklandıklarını ya da ülkenin NATO’dan ayrılması talebinin yerine belirsiz ve soyut bir “NATO’nun dağıtılması” talebi koyduklarını görüyoruz. Bu tür politikaların nasıl sonuç verdiği, İspanya’da, salgını barbarca ve halk karşıtı bir şekilde yöneten, AB yönergelerine dayalı yeni halk karşıtı önlemler alan, hatta Küba’yı zorda bırakacak adımlar atan ve elbette NATO’nun planlarına sıkı sıkıya bağlı kalan bir hükümette İspanya Komünist Partisi’nin yer almasıyla görülmektedir.

Emperyalizm kavramı ile ilgili karışıklık

Aynı güçler emperyalizmi Leninist kriterlerle, yani emperyalizmin kapitalizmin tekelci aşaması olduğu gerçeğiyle değil, sadece saldırgan bir dış politika olarak ele almaktadır. Böylece, günümüzde tekellerin, kapitalist devletlerin ve onların oluşturduğu birliklerin; hammaddeler, enerji, madenler, malların taşınma güzergâhları, pazar payları için çatıştığı gerçeğini gözden kaçırıyorlar. Daha da kötüsü, bazı partiler tekeller arasındaki rekabetin, uluslararası çelişkilerin keskinleşmesinin temeli olduğunu reddediyor.

Bu partiler açısından mesele, ABD’nin, NATO’nun veya diğer bazı güçlü güçlerin saldırgan politikalarında odaklanıyor. Bunu “emperyalist saldırganlık” olarak yorumluyorlar ve çözüm olarak “çok kutuplu dünya”yı öneriyorlar.

Ancak emperyalizmi Amerika Birleşik Devletleri’yle sınırlayan ve birinin diğerini kontrol edeceği çok sayıda uluslararası “kutup”un varlığının “barışçıl bir dünya” ile sonuçlanacağı şeklindeki görüş, halkı büyük yanılsamalar ile karşı karşıya bırakıyor.

Gerçeği gizleyerek, “saldırgan olmayan” bir emperyalizm ve sözde “barışçıl” bir kapitalizm olabileceğine dair yanılsamalar oluşturuyor.

KKE ve başka partiler, geçtiğimiz yüzyılda hem Avrupa’daki oportünist güçler hem de Sovyetler Birliği Komünist Partisi tarafından, özellikle iki sosyopolitik sistem arasında “barışçıl rekabet”in hüküm sürdüğü yönündeki oportünist çizgiye savrulduğu 20. Kongresinden sonra geliştirilen benzer görüşleri eleştirdiler.

Burjuva güçleriyle “anti-faşist” işbirliği

Ukrayna’da olduğu gibi kapitalist sistemin çeşitli durumlarda sistemin doğurduğu çeşitli faşist güçleri burjuva planlarını desteklemek için kullanması gerçeği bazı partilerde kafa karışıklığı oluşturuyor. Faşizmi kapitalizmin yarattığını kabul eden bazı güçler bile, bu konuyu kapitalizme karşı mücadeleden ayırma eğiliminde olmakta, burjuva güçlerle “anti-faşist” işbirliğine girmek veya anti-faşist mücadele için onlardan destek almak yanılgısına düşmektedir.

KKE’nin İkinci Dünya Savaşı tarihi hakkındaki değerlendirmesi, günümüzde uluslararası gelişmelerde de önemini sürdürüyor. Bu değerlendirmeye göre İkinci Dünya Savaşı hem kapitalist faşist güçler hem de Hiroşima ve Nagazaki’ye yapılan nükleer saldırılar gibi insanlığa karşı büyük suçlar da işleyen “demokratik” kapitalist ülkeler açısından emperyalist karakterli ve haksız bir savaştı. Savaş, yalnızca SSCB açısından ve işgal edilen ülkelerdeki, komünistlerin öncü rol oynadığı partizan ve halk kurtuluş hareketleri açısından haklı bir savaştı.

Bu tutum günümüzde, ABD, NATO ve AB’nin Ukrayna’daki faşist güçleri jeopolitik planları için kullandığı ve diğer yandan kapitalist Rusya’nın kendi tekellerinin çıkarlarını savunduğu Ukrayna’da emperyalizm içi çatışmaların ortaya çıktığı durumla doğrudan ilgilidir. ABD’nin, emperyalist birlikler olan NATO ile AB’nin ve onları oluşturan burjuva sınıfların, gelişmelerin sorumlusu olduğu açıktır. Aynı zamanda, mevcut durumda Rusya burjuvazisinin de sorumluluğu büyüktür. Bugün Rusya burjuvazisini oluşturan herkes, SSCB’nin dağılmasında öncü bir rol oynadı. SSCB’nin dağılmasından bu yana 30 yıl geride kaldı. Boris Yeltsin’in ve onu takip eden sosyal ve politik güçlerin arzusu SSCB’yi yıkmaktı. Yeltsin Kırım’a ne olacağını, kaç milyon Rus ve Rusça konuşan insanın Rusya sınırları dışında kalacağını, bu insanlara ne olacağını hiç umursamadı. Bu nedenle, SSCB’nin dağılmasında Yeltsin’i destekleyen politikacıların, bugün Lenin’i SSCB’nin dağılması nedeniyle sürekli suçlamalarını ve Ukrayna’da “faşizm karşıtı mücadele” için çağrı yapmalarını görmek kışkırtıcıdır.

Günümüzde Çin’in yaklaşımı

Ayrıca, sosyalizmin ne olduğu konusundaki ideolojik–politik çatışma belirleyici öneme sahiptir. Sosyalizm kavramını çarpıtan partilerin sayısı az değildir. Birkaç yıl önce de “21. yüzyıl sosyalizmi” veya “refah sosyalizmi” ile ilgili çeşitli teoriler vardı; “radikal” olarak öne sürülen sloganlarla ve halkın aşırı yoksullaşmasını hafifletmeye yönelik önlemlerle kapitalist sistemi yönetmeye çalışan Latin Amerika’daki çeşitli sosyal demokrat hükümetler böyle adlandırılıyordu. Bugün dikkatler, “Çin’e özgü sosyalizmi” inşa ettiğini iddia eden Çin’e odaklanıyor. Ancak orada inşa edilenlerin sosyalizmle, sosyalizmin inşa ilkeleri ve yasalarıyla hiçbir ilgisi yok. Sosyalizm, üretim araçlarının toplumsallaşması, proletarya iktidarı, merkezi planlama anlamına gelir. Bunların hiçbiri, Çin Komünist Partisi’nin aracılığıyla Çin tekellerinin gelişmeleri belirlediği ve bu nedenle büyük sosyal eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin ortaya çıktığı günümüz Çin’inde mevcut değildir. Mesele yalnızca teorik değildir; emperyalist sistemde ABD ile Çin arasındaki üstünlük mücadelesi ile doğrudan bağlantılı bir siyasi boyutu vardır.

Emperyalist sistemde üstünlük için mücadele konusu

Bu konu basit değildir; zira yaşam göstermiştir ki emperyalist sistemde kimin üstün olduğunun tartışmalı olduğu benzer durumlarda, çatışan kapitalist çıkarlar nedeniyle onlarca ülkenin dahil olduğu ve çok sayıda can kaybının yaşandığı büyük, topyekûn savaşlar ortaya çıkmıştır.

Bugün emperyalizmin gezegendeki en güçlü siyasi-ekonomik ve askeri gücü olmaya devam eden ABD, Çin’in “nefesini ensesinde” hissediyor. Kapitalizmin eşitsiz kapitalist gelişme yasası sayesinde Çin tekellerinin küresel kapitalist pazarda, emtia ve sermaye ihracatında önemli pozisyonlar kazandığını görüyoruz.

Ne yazık ki, bazı komünist partiler hatalı olarak, SSCB’nin ABD karşısındaki pozisyonuna günümüzde Çin’i yerleştiriyorlar ve yeni bir “Soğuk Savaş”tan bahsederek geçmişi geri getirmeye çalışıyorlar. Fakat mevcut durumun SSCB–ABD çatışmasıyla hiçbir ilgisi yok, çünkü bugünkü durum tekellerin çatışması, yani emperyalist bir çatışma temelinde gelişiyor. KKE konuşmasında bu farklılığa dikkat çekerken, Meksika KP, Pakistan KP gibi başka partiler Çin’in mevcut kapitalist karakterini vurguladılar. Diğer yandan Filipinler KP-1930 açıkça ABD’nin bölgeye müdahale etme bahanesi olarak da kullanılan, Çin’in komşu Pasifik ülkelerine karşı gösterdiği yayılmacı hegemonyacılığı hakkında konuştu. Brezilya KP (PCdoB) ve diğer bazı partilerin iddia ettiği gibi hiçbir şekilde kapitalizm ve sosyalizm arasında bir çatışma meselesi yoktur. Komünistlerin Kanada KP’nin yaptığı gibi, kişisel serveti 3,4 milyar doları aşan Çin tekeli Huawei’nin başkanının kızı olan ve yüksek teknoloji tekellerinin şiddetli çatışması nedeniyle bir süredir tutuklu bulunan Meng Wanzhou'nun serbest bırakılması için sürdürdüğü kampanyalar gibi siyasi kampanyalara öncülük etmeleri uygun değildir. Günümüz dünyasında onlarca ülkede komünistlerin mahkemelere sürüklendiği (ör. Ukrayna, Polonya) hapsedildiği (ör. Esvatini /Swaziland), zulüm gördüğü (ör. Kazakistan), soğukkanlılıkla öldürüldükleri (ör. Pakistan, Hindistan) ve enternasyonalist dayanışmamıza ihtiyaçları olduğu bu dönemde bir KP’nin, kefaleti 7,5 milyon dolara ulaşan bir iş insanı için seferberlik düzenlemesi uygun değildir.

Burada parantez açarak KKE’li milletvekillerinin ve Avrupa Parlamentosu üyelerinin geçmişte Ukrayna’da, Polonya’da, Baltık ülkelerinde yargılanan komünistlerin ve partilerin duruşmalarına, onlara destek olmak üzere gittiğini; Pakistan, Kazakistan, Sudan, Hindistan, Venezuela ve başka ülkelerdeki komünistlere yönelik cinayetleri ve zulmü kınadığını ve bu tür sorunları Avrupa Parlamentosu kürsüsünden de dile getirdiğini söylemek istiyoruz.

“Birlik” sorunu üzerine

Sosyalist devrim ve sosyalizmin inşasının ilkeleri gibi Marksizm-Leninizm’in temellerine karşı çıkan ve revize etmeye çalışan güçlerle, “şu anda bizi bir arada tutan şeylere bağlı kalalım” demek adına yapay bir “birlik” kurulamaz. Böyle bir “birlik”, dünyanın dört bir yanındaki komünistlere vereceği yanlış ve kafa karıştırıcı imajın yanı sıra tehlikelidir, çünkü “yarım bir hakikat tam bir yalandır”. Ayrıca komünist hareket içinde var olan farklılıkları gizler ve bunları aşmak için gerekli olan tartışmayı engeller. Eğer Komünistler çağdaş emperyalist dünyayı net bir şekilde algılayamazlarsa ve yalnızca ABD-NATO’ya, neoliberalizme veya faşizme odaklanırlarsa; bunları, ortaya çıkmalarına neden olan kapitalizmden ve onun alaşağı edilmesi gerekliliğinden ayrı ele alırlarsa, trajik tercihlere sürükleneceklerdir.

Bu durumun farkında olan ve halkı bu konuda aydınlatan KKE, bugün ülkemizde Amerikan ve NATO üslerine karşı anti-emperyalist harekette, Yunanistan’ın ABD ve Fransa ile yaptığı sözde “savunma anlaşmaları”na karşı, Yunan silahlı kuvvetlerinin yurtdışındaki operasyonlara katılımına karşı, ülkenin proletarya iktidarıyla birlikte NATO ve AB’nin emperyalist ittifaklarından kurtuluşu için öncülük yapıyor. Yukarıdakilerin hepsini göz önünde bulunduran KKE, ND (Yeni Demokrasi) hükümetinin, SYRIZA’nın ve diğer burjuva partilerinin halk karşıtı politikalarına karşı, faşist suç örgütlerine karşı toplumsal ittifak için gerekli koşulları yaratmaya çalışarak sınıf sömürüsünün ve emperyalist savaşların “kısır döngüsüne” son vermek üzere var gücüyle mücadele ediyor.

Uluslararası Komünist Harekette devrimci birlikteliğin yolu

Meseleleri açıklığa kavuşturmak için ideolojik–politik karşı karşıya gelişi sürdürmeye ve daha açık hale getirmeye ihtiyaç var. Partilerin karşılıklı olarak birbirlerine sıfatlar atfetmesini doğru bulmuyoruz. Ancak anlamlı tartışmalar yapmak istiyoruz. Ayrıca, özellikle enternasyonalist dayanışmanın ifade edildiği, ortak ve eşgüdümlü eylemler gerçekleştirme arayışındayız.

Uluslararası, bölgesel ve tematik toplantılar gibi, KP’ler arasında görüş alışverişi ve işbirliği sağlayan mevcut araçları destekliyoruz.

Dünya görüşümüz Marksizm–Leninizm’in yardımıyla komünist hareketin yeniden ve devrimci biçimde inşa edilmesi ve birliğinin sağlanması için mücadele edecek komünist kutbun yaratılması adına, “Avrupa Komünist İnisiyatifi” ve “Uluslararası Komünist Dergi” gibi Uluslararası Komünist Hareketin en gelişmiş işbirliği biçimlerini destekliyoruz.

Partimizin 21. Kongresi, Komünist partilerle daha yakın işbirliğimiz için önemli kriterler belirledi: A) Marksizm–Leninizm ve proletarya enternasyonalizmini savunmak, uluslararası alanda komünist bir kutup oluşturma gerekliliğini desteklemek. B) Oportünizme, reformizme karşı çıkıp, merkez sol yönetimi ve “aşama” stratejisinin herhangi bir varyasyonunu reddetmek. C) Sosyalist devrimin yasalarını savunarak, bunlarla birlikte sosyalizmin inşasının yolunu değerlendirmek; sorunlar ve hataları araştırmak ve bunlardan ders çıkarmak. D) Emperyalizme ilişkin yanlış kavrayışlara, özellikle emperyalizmin askeri saldırganlığını onun ekonomik içeriğinden ayıran yaklaşımlara ve bütün emperyalist ittifaklara karşı ideolojik bir cephe oluşturmak. E) İşçi sınıfıyla bağlar geliştirip, sendikal hareket içinde olmaya çalışmak, orta tabakanın ve halkın diğer kesimlerinin hareketlerinde yer almaya çalışmak, işçi sınıfının iktidarı için modern bir devrimci stratejiyle ve günlük mücadele ile halkın haklarını savunmak.

Komünist partilerin uluslararası telekonferansı, yine yakın geçmişte gerçekleşmiş olan “Avrupa Komünist İnisiyatifi” ve “Uluslararası Komünist Dergi” telekonferansları, partimizin uluslararası komünist hareketin tam durumunu daha iyi incelemesine, başka partilerle ortak eylemlilikler başta olmak üzere yukarıdaki kriterlere dayanan her türlü işbirliği biçimini araştırmasına yardımcı olmaktadır.

SOL/Makale

22 Ocak 2022 tarihinde Rizospastis gazetesinde yayımlanmıştır.

KISA KISA GÜNDEM (27 OCAK 2022)


1) Şimdi uzaylılar düşünsün!(Mustafa Bildircin-Birgün)

Deprem sarsıntılarını, “Erdoğan’a teşekkür edilmemesine” bağlayan Sebze Üretim Tekniği Bölümü mezunu İlyas Haliloğlu, Uzay Ajansı’na Başkanlık Müşaviri olarak atandı. 
İktidarın, “20 yıllık rüya gerçek oluyor” diyerek kurduğu Türkiye Uzay Ajansı’na (TUA) yapılan atama “bu kadarı da olmaz” dedirtti. 2023’te “Ay’a sert iniş” görevi verilen ajansa iki yıllık Sebze Üretim Tekniği Bölümü mezunu AKP’li İlyas Haliloğlu atandı.21 Eylül 2013’te Van'da meydana gelen depremin ardından yaşanan artçı sarsıntıları, “Erdoğan’a teşekkür edilmemesi” nedeniyle gerçekleştiğini savunan Haliloğlu’nun Türkiye Uzay Ajansı Başkanlığı’na, “Başkanlık Müşaviri” olarak atandığı ortaya çıktı.(https://www.birgun.net/haber/simdi-uzaylilar-dusunsun-374848)

2) Hablemitoğlu’nun katil zanlılarından Bozkır Türkiye’ye getirildi (BİRGÜN)

Necip Hablemitoğlu suikastinin katil zanlılarından kırmızı bültenle aranan Nuri Gökhan Bozkır’ın Türkiye’ye getirilerek Emniyet’e teslim edildiği bildirildi. Bozkır'ın MİT'teki işlemlerinin ardından Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne teslim edilerek sorgulanacağı öğrenildi.
(https://www.birgun.net/haber/hablemitoglu-nun-katil-zanlilarindan-bozkir-turkiye-ye-getirildi-374911)

3) Bir hizmetliye tam sekiz yönetici birden atamışlar (Hüseyin Şimşek-BİRGÜN)

Vakıf Enerji ve Madencilik A.Ş’de bir personel çalışmasına karşılık 7 yönetim kurulu üyesi ve bir genel müdür bulunuyor. Şirketin 2020’deki zararı 1.3 milyon TL.
(https://www.birgun.net/haber/bir-hizmetliye-tam-sekiz-yonetici-birden-atamislar-374853)

4) THY'nin yeni yönetim kurulu başkanı belli oldu(BİRGÜN)

İlker Aycı'nın istifasının ardından Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu Başkanlığı'na Ahmet Bolat getirildi. İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı Şekib Avdagiç de bağımsız yönetim kurulu üyesi oldu.












5) Hepsijet işçilerine 1 TL'lik zam: İşçiler kontak kapattı (SOL)

Paket başı 3.75 TL ile çalışan HepsiJet kuryelerine 2022 için 4.75 TL yani 1 TL zam teklif edildi.

Konuya ilişkin HepsiJet Çalışanları tarafından yapılan açıklama şöyle:

Biz Hepsijet emekçileriyiz. Her gün evlerinize kargo taşıyoruz. Ama o paketleri nasıl paket taşıyoruz biliyor musunuz? Koşarak! Çünkü bizim paket başı ücretimiz 3,75 TL. Bize 2022 için sundukları zam teklifleri de 4,75 TL. Yani 1 TL zam veriyorlar. Paket başı ücretle çalışıyoruz. Sabit ücretimiz yok. Paket taşırsak para var, paket taşımazsak para yok. Ve iş yükümüz ağır, kazancımız az. Bir günde 200 km yol yapan arkadaşlarımız var. Araç masrafları, benzin, bakım, muhasebe tüm bu masraflar bizim cebimizden gidiyor. Benzine, ekmeğe, peynire gelen zamlar ortada. Ev geçindiriyoruz, araç kredisi ödüyoruz. Aldığımız ücret, asgari ücretin bile altında kalıyor. Hakkımızı aramaya kalktığımızda ise facebookta bir gönderiyi beğendik diye sorguya çekiliyoruz. Bu nasıl adalet? Sesimizi herkesin duyurmasını, istediklerimizi tüm yöneticilerin duymasını istiyoruz. Biz HepsiJet emekçileri olarak, her gün evlerinize paketlerinizi taşıyan ve alın teri dökenler olarak hakkımızı istiyoruz. 1. Garanti 12,5 bin TL + KDV bizim hakkımız. 2. 50 km üzerinde, km başına yakıt desteği istiyoruz. 3. Hakkını arayan işçilere uygulanan baskı, tehdide son verilsin. Sözleşmesi feshedilen tüm arkadaşlarımızın sözleşmeleri yenilensin. Sesimizin kulaktan kulağa yayılacağını biliyoruz. Tüm Hepsijet çalışanlarını birlik olmaya ve hakkımızı aramaya davet ediyoruz. Yanımızda olan herkese teşekkür ediyoruz.(Antalya'da işçiler kontak kapattı) İşçiler yapılan zamma tepki göstererek Antalya'da kontak kapattı.

6) Sağlık Bakanlığı verilerine göre, son 24 saate 82 bin 180 kişinin testi pozitif çıktı, 174 kişi vefat etti.(duvaR)


7) 
Firari Galip Öztürk’le fotoğrafı çıkan hakim görevden alındı (İSMAİL AKDUMAN-SÖZCÜ)

Cinayete azmettirmekten hakkında kesinleşmiş müebbet hapis cezası bulunan ve firari olarak Gürcistan’da yaşadığı bilinen Metro Turizm sahibi Galip Öztürk ile aynı karede yer aldığı iddia edilen Samsun Adalet Komisyonu Başkanı Kemal Alver görevden alındı. HSK’dan yapılan açıklamada Alver’in Adalet Komisyon Başkanlığı görevinden alındığı ve inceleme başlatıldığı duyuruldu.

8) HSK'dan ‘futbolda şike kumpası’ ihraçları: 38 yargı mensubu ihraç edildi(SOL)

HSK, söz konusu davaların tamamlanmasının ardından şike kumpası kapsamında ilgili 38 eski yargı mensubunu bir kez daha ihraç etti.  İhraç edilen 38 eski savcı ve hakimin yer aldığı liste ise şöyle: “İstanbul eski hâlen Balıkesir Cumhuriyet Savcısı Mehmet Berk, İstanbul eski hâlen Çorum Cumhuriyet Savcısı, İstanbul Cumhuriyet Savcısı Hüseyin Kaplan, Sakarya Cumhuriyet Savcısı Cihan Kansız, İstanbul Hâkimi Mehmet Erdoğan, İstanbul Hâkimi Mehmet Hamzaçebi, İstanbul eski hâlen Bursa Hâkimi Mehmet Ekinci, İstanbul eski hâlen Gebze Hâkimi İbrahim Balık, İstanbul eski hâlen Gaziantep Hâkimi Birol Bilen, İstanbul eski hâlen Elazığ Hâkimi Murat Üründü, İstanbul eski hâlen Mersin Hâkimi Mehmet Karababa, İstanbul Hâkimi Hadi Çağdır, İstanbul eski hâlen Büyükçekmece Hâkimi Gökmen Demircan, İstanbul Hâkimi Nurullah Çınar, İstanbul eski Hâkimi hâlen Şanlıurfa Cumhuriyet Savcısı Dursun Ali Gündoğdu, İstanbul eski hâlen Büyükçekmece Hâkimi Davut Bedir, İstanbul eski hâlen Uşak Hâkimi Ömer Diken, İstanbul eski hâlen Balıkesir Hâkimi Hikmet Şen, İstanbul eski hâlen Trabzon Hâkimi Menekşe Uyar, İstanbul Hâkimi Muzaffer İren, İstanbul eski hâlen Gaziantep Hâkimi Seyfettin Mermerci, İstanbul Hâkimi Metin Özçelik, İstanbul eski hâlen Kayseri Hâkimi Bülent Kınay, İstanbul eski halen Elazığ Hâkimi Nalan Can, İstanbul Hâkimi Eşref Aksu, İstanbul Hâkimi Mustafa Boz, İstanbul eski hâlen Kocaeli Hâkimi Hüsnü Çalmuk, İstanbul eski hâlen Gaziosmanpaşa Hâkimi Sedat Sami Haşıloğlu, İstanbul eski hâlen Kütahya Hâkimi Fatih Mehmet Uslu, İstanbul eski hâlen Van Hâkimi Aytekin Ozanlı, İstanbul Hâkimi Savaş Çelik, İstanbul eski hâlen Diyarbakır Hâkimi Mesut Özcan, İstanbul Hâkimi Osman Kaya, İstanbul eski hâlen Edirne Hâkimi Yakup Hakan Günay, İstanbul eski hâlen İskenderun Hâkimi Vedat Dalda, İstanbul eski hâlen Bolu Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz, İstanbul eski Hâkimi hâlen Yargıtay Tetkik Hâkimi Resul Çakır, İstanbul eski hâlen Şanlıurfa Hâkimi Mehmet Uğurlu.”('Meslekten çıkarılmalarına karar verildi')  Bu isimlere ilişkin HSK tarafından yapılan açıklamada, “Hâkimler ve Savcılar Kurulu İkinci Dairesinin 27.01.2022 tarihli ve 2022/177 sayılı kararı ile ilgililer hakkında 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nun 69. maddesinin son fıkrası gereğince meslekten çıkarılmalarına karar verilmiştir.” ifadeleri kullanıldı. 

 

Oğlum al takımları + SARAY’IN İZLEME EKİBİ - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 Oğlum al takımları 


“Ustam geldi, sırtıma vurdu, unut dedi romanları…”

Bu sene kaç çocuk fısıldayacak o şarkıyı? 

Halbuki Cumhurbaşkanı müjde gibi söyledi: “Yıl sonuna kadar 1 milyon gencimizi mesleki eğitim merkezlerimize dahil ederek istihdamlarını sağlamayı hedefliyoruz.” 

Hep ne diyoruz: Yoksul halk çocukları devlet eliyle tarikat yurtlarına itiliyor. 

Şimdi gözden kaçıyor, bir benzeri meslek eğitiminde de yaşanmaya başlıyor. 

Neydi MESEM kısa adıyla bilinen Mesleki Eğitim Merkezi’nin amacı:  

“Okuluna devam edemeyen çocuklar diplomasız kalmasın, bir yandan da meslek öğrenebilsin.”

Gelin görün ki bu yoldan sapılıyor. Çalışan çocuklar okula teşvik edilecekken, okuyan çocuklar çalışmaya teşvik ediliyor. 

Deniyor ki: Erdoğan’ın 1 milyon öğrenci hedefini duyan bürokrasi hareketlendi. Her meslek lisesinin bünyesinde bir MESEM oluşturulmasına dair emir okullara gitti. Hatta bazı müdürler, deyim yerindeyse çocuk işçi olmayı özendirerek öğrenci avına çıktı. 

Milli Eğitim Bakanlığı’nın broşürlerinden okuyorum: 

- Asgari ücretin en az yüzde 50’si kadar maaş imkânı 

- Kendi işyerini açma imkânı 

- İş kazası ve meslek hastalığı sigortası imkânı… 

Bir de sloganı var MEB’in: “Bir gün okul, dört gün işletme… Gelecek senin!”

İşte bu vaatlerle yoksul ailelerin aklı çeliniyor. 14 yaşındaki çocuklarını okuldan koparıp patronların kucağına atmaları sağlanıyor.  

Bakın, meslek okullarındaki öğrenci sayısı yaklaşık 1 milyon 700 bin. Eğer Erdoğan’ın MESEM’de 1 milyon hedefine ulaşılırsa, o okullar ucuz çocuk işçi pazarı gibi olacak. 

‘UTANMAZLIĞI KÂĞIDA DÖKMÜŞLER’ 

Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay’a kulak veriyorum: 

“Çocuklar, kendilerini savunmalarının mümkün olmadığı, fiziksel ve psikolojik olarak dezavantajlı oldukları işletmelere itiliyor. 

Ailesi yoksul olduğu için eğitimden kopmak üzere olan çocuklara MESEM’lerle ‘Sana diploma verelim ama bir işe yara’ diye bakılıyor. İmam hatip ortaokulunda okuyan çocuklara nasıl ‘1 yıl hafızlık eğitimi al, ben onu da eğitimden sayacağım’ dendiyse meslek lisesindeki çocuklara da ‘Git çalış, biz seni okuyor sayalım’ deniyor. 

Ve biliyoruz ki çocukların işteki saatleri, protokoldeki gibi kalmıyor. Sanayideki usta ‘Hafta sonu da gel’, lokantacı ‘Bu akşam da gel, 20 lira vereyim’ dediğinde, o yoksul çocuğun ‘Hayır’ deme lüksü olmuyor. Bunu o imzaları atanlar da biliyor. Mesela MEB ile Turizm Bakanlığı’nın daha yeni imzaladığı protokolde ‘12 ay çalışılacağının’ notu düşülmüş. Evet, utanmazlığı kâğıda dökmüşler. 

Sözün özü: 1 yılda 1 milyon çocuğu sanayilere itecekler ve bunun bir toplumsal suç olduğunun idrakinde dahi değiller.” 

Kimsesizlerin kimsesiydi Cumhuriyet. Her çocuğun hayalinin gerçeğe dönebilmesinin imkânıydı. Şimdi ise o şarkıdaki gibi romanları unutan, tulumunu giyen, araba egzozunda boğulan çıraklar yaratılıyor.                                       ***

SARAY’IN İZLEME EKİBİ 

Yirmili yaşlardaki cumhuriyet savcısı, Sedef Kabaş’ı tutuklatmasına gerekçe gösterdiği yayından nasıl haberdar oldu? 

Karışık bir soru mu? Açayım… 

14 Ocak: Gazeteci Uğur Dündar’ın sunduğu Demokrasi Arenası Tele1’de yayımlandı. Programın tekrarı gece saatlerinde de izleyiciyle buluştu. 

15 Ocak: Tele1 aynı programın tekrarını bu kez gündüz kuşağında ekrana verdi. 

Aradan altı gün geçti… O zamana kadar kimseden çıt yoktu. 

Ta ki… 

Tarih: 21 Ocak... 

Saat: 16.02... 

Pelikancılara yakınlığı sır olmayan Takvim gazetesinin internet sitesinde bir “haber” yayına girdi. Manşet görselinde şöyle yazıyordu: 

“Hoşt! Başkan Erdoğan’a hakaret yağdırdı… Biletini kesecek savcı aranıyor.” 

Bir süre sonra haber başlığı şuna evrildi: 

“Tele1’de Cumhurbaşkanlığı makamına ve Erdoğan’a hakaret eden Sedef Kabaş hesap verecek!” 

Takvim’le eşzamanlı şekilde sosyal medyada “Haddini bil Sedef Kabaş” etiketli mesajlar atılmaya başlandı. 

Aynı gün, saat 18.39... 

RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin, Twitter’dan şu mesajı paylaştı: 

“TELE1 yayın kuruluşunda, Sedef Kabaş’ın Sayın Cumhurbaşkanımızı hedef alan, kabul edilmesi asla mümkün olmayan sözlerine ilişkin inceleme kararı alınmıştır. Konu ilk Üst Kurul toplantısında Kurul gündemine getirilecektir. Kamuoyunun bilgisine sunarız.” 

Kabaş o gece gözaltına alındı, ertesi gün de tutuklandı.  

Aradan bir gün geçti. RTÜK uzmanları pazar günü rapor hazırladı. 24 Ocak’ta ise Tele1’e verilebilecek en ağır ceza verildi. 

Şimdi… 

Tüm bu toplam kronoloji bize şunu anlatıyor: 

Program RTÜK’ün radarına yakalanmadı. Takvim’e bu yayını günler sonra manşete çektiren ve eşzamanlı sosyal medyayı, RTÜK’ü, ardından da yargıyı harekete geçiren başka bir medya izleme mekanizması var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Gündem belirleme konusunda güzel bir ivme yakaladık” sözü de bu izleme ekibinin Saray’da olduğunu düşündürüyor.

Ört ki ölem!

Barış Pehlivan / Cumhuriyet



Öne Çıkan Yayın

Özgür Özel 'Mücahit Birinci' dosyasını açıkladı: Belge paylaştı + Hakkındaki iddiaların ardından AKP'li Mücahit Birinci'den ilk açıklama +AKP'li Mücahit Birinci hakkında soruşturma başlatıldı -BİRGÜN-

 Özgür Özel 'Mücahit Birinci' dosyasını açıkladı: Belge paylaştı CHP Genel Başkanı Özgür Özel, "AK Parti kuruluş yıl dönümü hed...