Şimdi TKP ve diğer sosyalist partiler, meslek odaları 'hemen kamulaştırma' dediklerinde bir zamanlar özelleştirme diye yeri göğü inleten medyadan da, holding destekli akademyadan da, 'tıs' çıkmıyor.
Yazının başlığını seçtikten sonra durup bir baktım. Adeta “Şeyh ül Muharririn” Burhan Felek’in kaleme aldığı bir gazete makalesinin başlığı gibi olmuş. Aslında Bakara suresinin bir ayetinden halk ağzına uyarlanmış bir ifade. Bakmayın siz gericilerin kabaklı, patlıcanlı başka isimler ortaya attıklarına, ben çocukken bu unvanın sahibi Burhan Felek’ti. Unvanı “yazarların şeyhi” diye çevirebiliriz. Şaka değil 19. Yüzyılda doğmuş bir bireyden söz ediyoruz. Neredeyse bir asır yaşamış ve bunun büyük bir bölümünde yazmış Burhan Felek. Öyle ki, 1967 yılında doğan ben bile evine iki gazete giren meraklı ve okuma sevdalısı bir çocuk olarak onun Milliyet gazetesindeki “fıkralarına” yetişmişim.
Yaşına ve kuşağına uygun, ağır bir dili vardı Burhan Felek’in. 13-14 yaşında çoğu zaman sözlük eşliğinde okurdum köşesini. O zaman bile düşünsel anlamda çok uzağımda kalmasına rağmen en azından sözcük dağarcığımın gelişmesine -Atilla İlhan kadar olmasa da- kayda değer katkıda bulunmuştur Burhan Felek. Saygıyla anmış oldum bu vesileyle.
Ne diyorduk?
Her şerde bir hayır hatta birden fazla hayır olabilir. Şer kötülük demek basitçe anlatırsak. Kötülüğün de faydaları olabilir gibi anlayabiliriz bu sözü. Şer deyince hepimizin aklına farklı şeyler gelebilir ama en azından beni okuyanlarla birkaç olgu üzerinde anlaşabiliriz.
Bunlardan ilk akla gelen Akepe. Ahmet, Mehmet, İlyas, Dursun, Temel filan değil Akepe. Geçenlerde izlediğim bir sokak röportajında denk geldim. Bu memleketin başına gelmiş en kötü şey dedi bir kadıncağız. Yazının başında kullandığımız nitelemeden yola çıkarsak bir tür “şeyh ül eşrar” olarak tanımlamış oldu Akepe’yi. Kötüler ya da kötülükler hiyerarşisindeki yeri tartışılabilir elbette ama benim üzerinde duracağım daha çok memlekete sağladığını düşündüğüm yararlar.
Akepe iktidara geldiğinde “özelleştirme” bir ilerleme olarak sunuluyordu. Özal döneminde çıkartılan yangın kamunun bacasını sarmış, halka ait ne varsa “babalar gibi” satılıyordu. Kamu verimsizdi, kaynak israfıydı, “Devlet …. üretir mi kardeşim?” böğürtüleri arşa çıkmıştı. Memleket özelleştirmeyle, özel sektörün kâr odaklı yaklaşımıyla kalkınacaktı. Akepe döneminde özelleştirme şimdi muhalif taklidi yapan genç süvarinin komutasında hızlandı, genişledi, derinleşti. O dönem özelleştirmeye karşı çıkanlar her türlü hakarete ve aşağılanmaya maruz bırakıldılar. “Çağın gerisinde kalmak”la suçlandılar. Akepe bu rüzgârla Cumhuriyet döneminde Türkiye emekçilerinin alın teriyle ve hırsız burjuvaziye rağmen kurulmuş ne varsa sattı savdı. Satacak bir şey kalmayınca taşı toprağı, ormanı, gölgesini satamadığı ağacı kesip kerestesini pazarlamaya da devam etti. Geldik bugüne...
Şimdi karşımızda bir harita duruyor. Anadolu Beylikleri dönemi haritası gibi. Moğollar gelmişler, Selçuklu’yu dağıtmışlar. Haritanın 21 köşesinde farklı bir renk, farklı bir derebeyliği. Duşakabinoğlulları filan değil, enerji dağıtım beylikleri bunlar. Özel ve “güzel” sektör. Evlerimize dört haneli haraç faturalarını gönderenler bunlar. Isparta’yı 60 saat karanlık ve soğuğa mahkum edenler, Yalvaç’ta 70 yaşında bir yurttaşı, Şırnak’da dört yaşında hasta bir çocuğu, Ali’yi öldürenler de başkası değil.
Bir başka haritada yollar, köprüler işaretli. Geçsen de geçmesen de ödüyorsun parayı. Deli Dumrul kuralları. Şimdi TKP ve diğer sosyalist partiler, meslek odaları “hemen kamulaştırma” dediklerinde bir zamanlar özelleştirme diye yeri göğü inleten medyadan da, holding destekli akademyadan da, “tıs” çıkmıyor. Burjuvazinin alternatif oyuncusu CHP bile “bedeli ödenmek suretiyle” gibisinden kıvırtarak da olsa kamulaştırmadan söz ediyor.
Sonuç?
Özelleştirme hırsızlıktır. Halkın emeğinin üç-beş patrona üleştirilmesidir. Yoksullaştırmadır. Hep eleştirecek kadar insafsız olmayalım. Bu gerçekleri açıkça ortaya koyma konusundaki etkin katkısı için Akepe’ye teşekkür borçluyuz.
Geçen hafta Hendek işçi katliamının duruşması vardı. Yapılan yayınlar sırasında katliamda ağabeyini yitiren genç bir kadının, Merve Nur Yılmaz’ın sözlerine denk geldim. 20’li yaşların başında olduğunu tahmin ettiğim Merve Nur kardeşim şu cümleyi kurdu: “Bu salonda canına maddi değer biçilen şey tüm işçi sınıfıdır.”
Ben büyürken, 12 Eylül ortamında “sınıf” içinde öğrencilerin oturduğu bir odaydı. Başka türlü bir sınıftan söz etmek günah, ayıp ve suçun kümülatif toplamı gibi bir şeydi. Geçtiğimiz yirmi yılda burjuvazi ve onun siyasi uzantısı, emek sömürüsünü ve emekçi cinayetlerini öyle bir seviyeye taşıdı ki yakın zamana dek sadece kitaplarda rastladığımız “sınıf” sözcüğünü gencecik bir kadının ağzından duyabildik.
Komünistler sorunların sınıfsallığına değindiklerinde “Ayol, bu da mı sınıfsal?” diye dalga geçmeye yeltenen sersemlerden hiçbiri Merve Nur’un sınıf vurgusuna, işçi sınıfından söz etmesine “ironik” bir yanıt vermeye cesaret edemedi. İşte bunu da Akepe’nin cisimleştirdiği ve en kör beyinler için bile görünür hale getirdiği kâr hırsına borçluyuz. Hiç mi takdir etmeyelim? Biz konuştuk, liberaller burun büktü. Akepe yaptı. Teşekkür gerekir.
Ülke benzerine az rastlanır bir yoksullaştırma çemberine sokuldu. Emekçiler bilinçli bir tercihin sonucu olarak örgütsüzleştirildi. Meydan saman sarısı sendikalara kaldı. Grevler engellendi, kırıldı, yasaklandı. Emekçinin hakkını araması, üretimden gelen gücünü kullanması suçmuş gibi gösterildi. Akepe iktidarına kadar tarafsızmış gibi yapan kolluk gücü her işçi direnişinin karşısına yerleştirildi. İşyerlerine Tomalar gönderildi. Sermaye devleti gerçek yüzünü göstermiş oldu. Yalanlarla uyutulan emekçi sınıfı bir kâbustan uyandı ve kâbusu yaratanların karabasanı haline gelmezse hayatta kalamayacağını, insan gibi yaşayamayacağını anladı. Tekstil işçisi ve kurye sokaklara çıktı. Kimileri hakkının hiç değilse bir bölümünü aldı, bir kısmı ise mücadeleye hâlâ devam ediyor. Bu tablo için kime teşekkür etmeliyiz? Elbette öncelikle yazgısını kendisinin çizeceğini anlayan emekçilere ama hemen sonra da sermaye zehrinin etrafını pembe şekerle kaplamaktan dahi vazgeçen Akepe’ye. Akepe’nin doymak bilmeyen iştahı ve cüreti olmasa bu uyanış yaşanamazdı. Şükran borçluyuz.
Akepe, Türkiye Cumhuriyeti’yle hesaplaşmak için iktidara gelmişti. Bunu ben değil Kocaeli Belediye Başkanı söyledi. Milli Mücadele döneminde düşman uçaklarından atılan Kurtuluş Savaşı karşıtı fetvaları imzalayan ve İngiliz Muhipler Cemiyeti’nde boy gösteren gericilerden aldığı emanetle hareket eden kadronun 20 yıllık iktidarının her gününde bu iradenin yeni bir örneğine tanık olduk. Cumhuriyet kurulurken acımasızca katledilen Mustafa Suphi’nin, Maria’nın ve yoldaşlarının acısını akıllarına ve yüreklerine nakşeden Sosyalistler “Biz Kemalist değiliz ama Kemalizm’in gerisine düşemeyiz” deyip gericilikle mücadelenin en ön safına geçtiler. Cumhuriyeti kuran partinin bugünkü sahipleri ise Kurucu ve değerleri her türlü hakarete uğrarken başlarını çevirip başka yönlere baktılar. Vaşinton, Londra, Berlin fonlu liberallerin “komodin, gardrop, zigon” gibi nitelemelerle hakir görmeye kalkıştıkları ilerleme ve aydınlanma fikrine Türkiye halkının ezici çoğunluğu sahip çıktı. Benim çocukluğumda sıkıcı bir görev gibi yerine getirilen ulusal bayramlar ve 10 Kasım anmaları, Türkiye’nin “Atatürk’ü de eserini de gericiliğe yedirtmeyiz!” çığlığına dönüştü. Kimin sayesinde? Cevabı belli değil mi? Teşekkürler Akepe!
Akepe’nin son olarak anlatacağım katkısı da çok önemli. İcraat gibi icraat. Bundan iyisi Şam’da Cuma namazı.
12 Eylül’den sonra hızlanan dinselleşme ve gericileştirmenin hangi seviyelere geleceğini Yalçın Küçük, Uğur Mumcu, Aziz Nesin gibi birçok aydın yazıp çizdiler. Ferhan Şensoy yazmakla kalmadı, belki kıt akıllılar gördüklerini daha kolay anlarlar diye sahnede yüzlerce kez canlandırdı da. Bilimin yolundan ayrılmayan, “post-modernite” girdabına kapılmayan, “Mardingil” çamura bulanmayan Sosyalistler, Komünistler durmaksızın uyardılar. Her seferinde “Laiklik biraz şey ama sekülerlik öyle mi ya! Bakınız ABD’nde…” palavrasına maruz bırakıldılar. Kurgusal bir mağduriyet çarşafına giren siyasal İslamcılık ise yelkenlerini AB rüzgarıyla da şişirerek vites yükseltti.
Hamdolsun Akepe iktidara yerleşti ve dini, dinselleşmeyi imara aykırı kat çıkmaktan, kadın cinayetine, faiz oranından çocuk tacizine kadar o kadar geniş bir alanda kullanıma soktu ki, kimi araştırmalara göre ülkede ateist ve deistlerin oranı tüm zamanların en yüksek seviyesine çıktı. Bu yirmi yıl boyunca okullarda Demokritos, Larî Mehmet Efendi, Meslier Engels ve Abdullah Cevdet’in yapıtlarını haftada 10 saat zorunlu ders kitabı olarak okutsak böyle bir sıçramaya imza atamazdık. Bunun için de kime teşekkür etmemiz gerektiği açık.
Akepe mutlaka bir gün iktidardan gidecek. Büyük insanlığa yakışan, sömürüsüz bir düzen kurulacak. Biz de Akepe’yi yukarıda saydığım sebeplerle hayırla yad edeceğiz.
ENGİN SOLAKOĞLU / SOL