Fatih Yaşlı: NATO yolu CHP döneminde açıldı+ Kemal Okuyan: NATO bu düzenin ilan edilmemiş kutsalıdır+Alper Birdal: NATO'nun Çin ve Rusya'ya müdahaleye ihtiyacı var (SOL-Söyleşi) r

 Fatih Yaşlı: NATO yolu CHP döneminde açıldı-Söyleşi / SOL

Türkiye'nin NATO ittifakına katılmasının yıldönümünde akademisyen-yazar Fatih Yaşlı'yla dünden bugüne Türkiye-NATO ilişkilerini konuştuk.

Bugün Türkiye'nin NATO'ya katılışının 70. yıldönümü. NATO'nun ilk genişleme hamlesi Yunanistan ve Türkiye'yle 1952'de olmuştu. NATO'yu sadece bir askeri işbirliği platformu olarak değil, siyasi, politik, kültürel, ekonomik tarafları olan çok daha kapsamlı bir konsept olarak düşünmek gerekir.

"Komünizm tehdidine karşı" uzun yıllar bir arada durabilen NATO üyeleri, Sovyet sonrası dönemde bu yapıya işçi sınıfını baskılamak, sermaye diktatörlüklerini devam ettirmek için hala ihtiyaç duysa da, iç gerginlikler eskisine kıyasla daha görünür hale geldi. Buna ABD merkezli emperyalist hegemonya zincirinin eskisi gibi işlemediği de eklendiğinde NATO konusu önümüzdeki yılarda da hem Türkiye hem dünyada tartışılmaya devam edecek. 

Türkiye'nin NATO ittifakına katılmasının yıldönümünde TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, gazeteci-yazar Alper Birdal, akademisyen-yazar Fatih Yaşlı'yla konunun farklı boyutlarını içeren röportajlar yaptık.

Yaşlı'nın sorularımıza verdiği yanıtlar aşağıda. Diğer röportajları da bugün soL'da okuyabilirsiniz.

***

Türkiye açısından NATO’ya katılmanın anlamı nedir? Hangi iç ve dış koşullarda böyle bir adım atıldı?

Türkiye yönetici sınıfı, 2. Dünya Savaşı boyunca Nazilerin Sovyetler’i yenmesini bekledi, hep bunu istedi. Bunun için içeride Turancı akımların önünü açtı, Türkiye’nin Nazilerin yanında Sovyetler’e karşı savaşa girmesi yönünde propaganda yapan bu akımlara Nazilerin yenileceği anlaşılana kadar müdahale etmedi, ayrıca Sovyet topraklarındaki Türki unsurlara Nazi saflarında savaşmaları adına önemli destekler verildi, Nazilere tank yapımında kullanılan krom satıldı. Nazilerle iyi ilişkiler sürdürülürken bir yandan da İngiltere’ye ve kısmen de ABD’ye yanaşılıyor, savaşa doğrudan dâhil olunmayarak görece bir “denge” siyaseti izleniyordu. Ancak Sovyetler bu denge siyasetinin hep dışında tutuldu, Sovyetler’e karşı hep hasmane bir tutum sergilendi.

Nazilerin savaşı kaybedeceğinin anlaşıldığı ve Sovyetler’in Berlin’e doğru yürüdüğü günlerde, Turancı akımlar “komşu ve dost ülkelerle arayı bozma” gerekçesiyle tasfiye edildiler ve bu vesileyle Sovyetler’le yakınlaşma arayışları başladı. Ancak savaş bittiğinde Sovyetler yaşananları unutmamıştı ve Türkiye’yi kimi başlıklarda sıkıştırmaya karar verdiler. Özellikle Boğazlar, masaya konulan kozlardan biriydi. Ancak Türkiye yönetici sınıfı da dâhil herkes Sovyetler’in Türkiye’ye savaş açmayacağını, buna gücü de niyeti de olmadığını biliyordu. Dolayısıyla esas mesele 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzeninde yer almak, Sovyet tehdidini öne sürerek kapitalist dünyanın gerek ekonomik gerek güvenlik şemsiyesi altında kendine bir yer bulmaktı. Bu nedenle Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankası üyelikleriyle NATO üyeliğini birbirinden ayıramayız. Bunlar bir bütün olarak Türkiye yönetici sınıfının Soğuk Savaş dünyasında Türkiye’yi konumlandırmak istedikleri yerin birer parçasıdırlar ve bir arada değerlendirilmeleri gerekir.

Bu kararı sadece Menderes hükümetinin girişkenliğinin bir sonucu olarak mı görmeliyiz, yoksa zaten varolan bir yönelimden mi bahsediyoruz?

Hayır, bu mesele basitçe Menderes’e ve hükümetine indirgenemez. Türkiye’nin NATO üyeliğine giden yol Menderes’ten önce, CHP iktidarı ve İsmet İnönü eliyle açılmıştı. Truman Doktrini’ne ve Marshall Planı’na dâhil olmak, ABD’den ekonomik ve askeri yardım almak, buna mukabil ABD’nin Türkiye gibi ülkeler için öne sürdüğü ekonomik modele uygun düşmeyen devletçi-plan esasına dayalı sanayileşme/kalkınma politikalarından vazgeçmek, ekonomiyi dış finansmana açmak, CHP’den DP’ye uzanan bir çizgiydi ve bu doğrultuya dair iki parti arasında ve dolayısıyla devlette tam bir mutabakat söz konusuydu. Az önce söylediğim üzere IMF ve Dünya Bankası üyelik başvuruları ile NATO üyelik başvurusunun ayrıştırılamayacağı gibi, 1923 paradigmasının terk edilmesi, Kuran kursları, İmam-Hatipler, din dersleri, tarikatlar ve cemaatler, Köy Enstitüleri’nin tasfiyesi… Bunlar da Soğuk Savaş’a giren Türkiye tablosuna dâhil edilmeli, yani meseleye bütünlüklü bir çerçeveden bakılmalıdır. Bu tablonun merkezinde ise antikomünizm yer alır. Türkiye yönetici sınıfı elbette ki başından beri antikomünistti ama antikomünizmin siyasetin ana ekseni ve asıl belirleyeni haline gelmesi, 2. Dünya Savaşı sonrasına ait bir fenomendir.

Soldan NATO konusunda gelen eleştirilere Türk sağı “Sovyetler Birliği tehdidinden korunma zorunluluğu” gerekçesiyle yanıt verdi hep. Az önce değindiniz ama burayı biraz daha açar mısınız? Böyle bir tehdit hiç yok muydu?

Şöyle... 2. Dünya Savaşı bittiğinde Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye saldırma gibi bir niyeti ve gücü yoktu. Ayrıca Türkiye’den toprak istendiği iddiası da Türk dış politikasının yarattığı mitoslardan biriydi. Ortada Boğazların ortak denetimine dair birtakım düşük perdeden dile getirilmiş iddialar vardı ama tüm bunların toplamı Türkiye yönetici sınıfının koşa koşa emperyalizmin kucağına oturmasını gerektirmiyordu. Türkiye yönetici sınıfı ABD ile birlikte Soğuk Savaş’ın başlamasına en çok katkı koyan ülkelerden biri oldu, sonra da kendi yarattığı koşulları kendisine yönelik bir tehditmiş gibi gösterip hem dış politikasını hem de içeride devlet aygıtından orduya, üniversiteden dinselleşmeye, bütün bir siyasal ve toplumsal yapıyı antikomünizm üzerinden şekillendirdi.

Türkiye siyasetinde NATO’nun adeta bir kırmızı çizgi olduğunu görüyoruz. Siyasi fayda sağlayacağını düşünen herkes gerektiğinde ABD hakkında bile atıp tutarken, konu hiçbir koşulda NATO’ya gelmiyor. Hatta herhangi bir uluslararası tartışmada ilk olarak “NATO’ya bağlılık” vurgulanıyor. Neden böyle?

Çünkü NATO Türkiye yönetici sınıfının “eşit üye” olarak görüldüğü neredeyse tek uluslararası organizasyon. Herkesle eşit oya sahip, istediği zaman oylama süreçlerini bloke edebiliyor, yani kendi ölçeğinde bir “güç gösterisi” sergileyip bunu Batı’yla pazarlıklarda bir koz olarak kullanabiliyor. Ayrıca Türkiye kapitalizminin kırılganlıkları, zaafları, uluslararası ölçekte Türkiye’nin jeopolitik konumuyla dengelenmeye ve bu bir avantaja çevrilmeye çalışılıyor. O jeopolitik konumu avantaja çevirmek için de NATO üyeliğine ihtiyaç duyuluyor. Bunların ötesinde Türkiye’de ordu, üyelik tarihinden itibaren kendisini bir NATO ordusu olarak şekillendirmiş durumda ve ordu mensuplarının önemlice bir bölümü NATO’nun ideolojisini sahiplenmiş ve içselleştirmiş bir görünüm sergiliyorlar. Orduya atfedilen siyaset-üstülük, genel kutsiyet ve tabulaştırma, NATO’nun da sanki siyaset-üstü bir kurummuş gibi gösterilmesini ve siyasi tartışmaların dışında bırakılmasını kolaylaştırıyor. Ortada sanki politik bir mesele değil de teknik bir mesele varmış gibi yapılarak hem NATO’nun kendisi hem de Türkiye’nin NATO üyeliği tartışma dışı bırakılıyor.

Peki bu durum NATO’nun kuruluş, Türkiye’nin NATO’ya katılma sürecinde de mi böyle? NATO konusu en başta nasıl tartışılmış, topyekün bir irade mi söz konusu Meclis’te?

Az önce Türkiye’nin NATO üyeliğinin “devlet aklı”nın bir ürünü olduğunu ve bunun da bir mutabakata yaslandığını söylemiştim. Bunun en büyük göstergesi TBMM’de yapılan oylamadır. Üyelik başvurusunun Meclis’te görüşüldüğü gün, bütün partilerin temsilcileri kürsüden bu üyeliğin önemine dair konuşmalar yapmışlar ve NATO’ya üyelik kararı bir çekimser oya karşılık 409 vekilin “evet” demesiyle ve büyük bir coşkuyla alınmıştır.

Cumhuriyet tarihi boyunca düzen siyasetinin de, en azından bazı unsurlarının, NATO’yu sorguladığı bir aralık olmadı mı hiç?

Türkiye’de siyasi rüzgârların soldan estiği dönemde, yani 1965-80 arasında, düzen siyaseti içerisinde NATO’ya, Amerikan üslerine ve kontrgerillaya dair birtakım tartışmalar yaşanmıştır kaçınılmaz olarak. Ayrıca Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra, 90’ların sonu ve 2000’lerin başında Türkiye’de özellikle ordunun içerisinden ABD ve NATO’yla ilişkileri yeniden düzenlemeyi talep eden, “Avrasyacı” diyebileceğimiz kimi çıkışlar söz konusu olmuştur, hatta Ergenekon-Balyoz süreçlerini bu çıkışlarla ilişkilendirerek okuyabiliriz. Ama netice itibariyle bunların hiçbiri NATO’ya dair geniş kapsamlı bir tartışma ve sorgulamayı beraberinde getirmemiştir. NATO üyeliği Türkiye’de düzenin varoluşsal ayaklarından biridir ve bırakın üyelikten çıkmayı, buna dair toplumun geniş kesimlerinde başlayacak bir tartışma dahi, düzen açısından kabul edilebilir değildir.

(Volkan Algan / SOL)                                   ***

Kemal Okuyan: NATO bu düzenin ilan edilmemiş kutsalıdır-Söyleşi / SOL


Türkiye'nin NATO ittifakına katılmasının yıldönümünde TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'la NATO'nun Türkiye'nin iç siyasetine düşen gölgesini ve uluslararası ilişkileri konuştuk.

Bugün Türkiye'nin NATO'ya katılışının 70. yıldönümü. NATO'nun ilk genişleme hamlesi Yunanistan ve Türkiye'yle 1952'de olmuştu. NATO'yu sadece bir askeri işbirliği platformu olarak değil, siyasi, politik, kültürel, ekonomik tarafları olan çok daha kapsamlı bir konsept olarak düşünmek gerekir.

"Komünizm tehdidine karşı" uzun yıllar bir arada durabilen NATO üyeleri, Sovyet sonrası dönemde bu yapıya işçi sınıfını baskılamak, sermaye diktatörlüklerini devam ettirmek için hala ihtiyaç duysa da, iç gerginlikler eskisine kıyasla daha görünür hale geldi. Buna ABD merkezli emperyalist hegemonya zincirinin eskisi gibi işlemediği de eklendiğinde NATO konusu önümüzdeki yılarda da hem Türkiye hem dünyada tartışılmaya devam edecek. 

Türkiye'nin NATO ittifakına katılmasının yıldönümünde TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, gazeteci-yazar Alper Birdal, akademisyen-yazar Fatih Yaşlı'yla konunun farklı boyutlarını içeren röportajlar yaptık.

Okuyan'ın sorularımıza verdiği yanıtlar aşağıda. Diğer röportajları da bugün soL'da okuyabilirsiniz.

***

NATO hem çok tartışılan hem de hiç tartışılmayan bir konu. Kastım şu: NATO üyeliği Türkiye’deki kapitalist düzenin en belirleyici özelliklerinden biri, bu açıdan üzerinde ne kadar konuşulsa az. Türkiye solu başından itibaren bu bağlılığa karşı tavrını aldı, eleştirdi, bu ilişkinin halk düşmanı karakterini gündemde tutmaya çalıştı. Diğer taraftan düzen siyasetinin özneleri açısından konu adeta tabu muamelesi görüyor. Her şey tartışılıyor, NATO hariç. Neden böyle?

NATO’yu tartışamazlar. NATO bu düzenin ilan edilmemiş kutsalıdır. Aslında bütün NATO ülkelerinde benzer bir durum söz konusudur. NATO Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuştu. Peki bunun bugün anlamı ne? Sovyetler Birliği’nin yerine Rusya geçti, bu kadar basit mi? Bu tür bir akıl yürütme, NATO’nun sadece ve sadece ABD emperyalizminin çıkarlarına hizmet eden bir örgüt olduğu sonucuna vardırır bizi. Oysa NATO, bir sermaye örgütüdür. Sovyetler Birliği’nin artan güç ve prestijine karşı kurulmuştur ama özünde uluslararası işçi hareketine karşı bir savaş ya da terör örgütüdür. Sovyetler Birliği’ne karşıtlığın arkasında anti-komünizm ve sınıf çıkarları vardır. Dolayısıyla NATO bütün üye ülkelerin sermaye sınıfı açısından kendi egemenliklerini sürdürmenin güvencesidir. NATO üyesi ülkeleri Sovyetler doğrudan tehdit etmedi ama bu ülkelerde burjuva iktidarlar tehdit altındaydı. Bu nedenle NATO her ülkede gizli yapılanmalar kurdu, kontrgerilla örgütlenmelerine gitti. Üye ülkelerde yalnızca askeri değil sivil bürokrasiyi de kendi tezgahından geçirmek için kanallar yaratan NATO her şeyden önce bir sermaye örgütüdür. Emperyalizm içi rekabette kullanılması, ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir kurum olması bu gerçeği değiştirmez. İşte bu yüzden düzen partileri NATO’yu sorgulayamaz. Dünyada düzene eklemlenme sürecine giren “sol” hareketleri takip edin, ilk yaptıkları şey NATO’ya karşı söylemlerini yumuşatmaktır.

Peki bu durum, özellikle son yıllarda, kamuoyu önünde olmasa da, devletin ilgili bölümlerinde, kapalı kapılar ardında NATO’nun tartışılmadığını gösterir mi bize? ABD’nin tepesinde oturduğu emperyalist hegemonya zinciri eski gücü ve düzenliliğini kaybetmişken, bu düzenin asli organizasyonunun tartışılmaması mümkün mü?

Devlette NATO karşıtı ağırlıklı bir odak olduğunu düşünmemek gerekiyor. NATO karşısında daha pazarlıkçı odaklar var. Kimi bürokratların emeklilikten sonra NATO karşıtı kesilmesi bizi yanıltmamalı. Türkiye’de devlet aklı NATO’cudur. Kuşkusuz ülkemiz tarihinde tek tek onurlu, halkçı, yurtsever, devrimci bürokratlara tanık olunmuştur ve bundan sonra da bu örneklerle karşılaşacağız. Ancak gerçekçi olalım. Bugün ulusalcı olarak tanımlanan kesimler, meseleye sınıfsal bakmadıkları için NATO’yu ve hatta ABD’yi bir rekabet alanı olarak görüyorlar. Onlara göre Türkiye’nin sınıflarüstü ulusal çıkarları var ve dünyadaki bütün güçler o çıkarların güncel ifadeleri karşısında takındıkları tutuma göre tasnif ediliyor. Bugün NATO Yunanistan ile ihtilaflı başlıklarda “Türk tezi”ne yakın dursa, bunların hepsi NATO ve ABD karşıtlıklarını rafa kaldırır. Sınıfsal bakmadan tutarlı bir anti emperyalist konumlanış mümkün değildir.

Öyleyse Türkiye kapitalizminin patronları (hem sermaye, hem bürokrasi anlamında) nereye kadar, neyi tartışabilirler?

Aslında tartıştıkları, Türkiye’nin emperyalist sistemde nasıl daha güçlü bir yer tutacağı, buna giden yollardır. Burada iki mesele birbirine karıştırılmamalı. Türkiye’nin ABD’nin ittifak sisteminden biraz uzaklaşması, Türkiye’nin emperyalist sistemden uzaklaşması anlamına gelmez. Bugün emperyalist dünya sisteminin dışına ancak köklü bir devrimci altüst oluşla ve üretim araçlarında özel mülkiyete son verme iddiasındaki bir iktidarla çıkabilirsiniz. Emperyalizmi ABD ile özdeşleştirmek, emperyalizmi zerre anlamamak demektir. ABD hâlâ en tehlikeli ve saldırgan emperyalist ülkedir. Bununla birlikte sistem içinde büyük bir mücadele sürmektedir. Bu bir hegemonya mücadelesidir ve dünyamızın istikrarsızlık ve savaş tehdidi ile karşı karşıya kalmasının nedenidir. Şu anda Türkiye’de ABD ve Avrupa ile ilişkilerin yeniden tarif edileceği bir süreç, bir tartışma yaşanıyor. Türkiye’nin devrim olmadan ABD’den bütünüyle kopması sıfır olasılıktır. Bu ülke havada asılı duramaz. Türkiye’nin yükünü Rusya taşıyamaz, Moskova’dakilerin böyle bir niyeti de yok zaten. Türkiye’de patronlar, ABD ve AB ile ilişkilerdeki sorunların azaltılmasını ama çok yönlü bir dış politikanın geliştirilmesini istiyorlar. Gidişat o yönde olacaktır. Ta ki, işçi sınıfı bu asalakları sırtından atıncaya kadar. Türkiye’de devrim olacak ve ülkemiz bağımsız ve egemen bir ülke olacak. Bu kadar basit.

Son zamanlardaki tartışmalara gelmeden önce AKP iktidarının NATO’yla ilişkisine dair bir genel çerçeve çizebilir misiniz? Çok uzun ve siyaset tarihimiz açısından da fırtınası bol, sert bir dönem oldu. Son 20 yılda birçok şeyin değiştiğini düşünürsek, siz AKP iktidarı döneminde Türkiye-NATO ilişkilerinde, geçmişle kıyaslandığında, ne görüyorsunuz?

Buradaki özgünlük AKP’den değil NATO’dan kaynaklanıyor aslında. NATO, ABD’nin hegemonyası sarsıldıkça hem ortak strateji belirlemekte zorlanıyor hem de içindeki çelişkiler yoğunlaşıyor. Dediğim gibi hiç tartışmayacakları sermaye egemenliği, kapitalizmin devam etmesidir. Bunun dışında NATO son 30 yılda çok çalkantılı bir dönem geçiriyor ve bu gayet doğal. AKP yıllarında Türkiye’nin NATO ile ilişkilerindeki en önemli yenilik, Erdoğan ve arkadaşlarının NATO yönetiminde rahatsızlık yaratan her şeyden kurtulmaya çalışmalarıdır. Bir yandan da AKP’nin NATO’yu baypas ederek ABD ile Arap coğrafyasında ortak hareket ettiği bir dönem var. Burada topyekun bir başarısızlık olmadı belki ama AKP ve Türkiye kapitalizminin sınırları ortaya çıktı. İşte bu noktada NATO içinde de Türkiye ile gerilimler arttı. Ancak yine de AKP’nin NATO konusunda her zaman özenli davrandığını söyleyebiliriz. NATO bürokrasisi de, siyasal dışavurumculukla hareket eden demagog AB ülke yönetimlerinin tersine AKP ile ilişkilerde son derece gerçekçi ve yapıcı olageldi. Bu anlamda ben AKP döneminde NATO ile ilişkilerin özel olarak sorunlu olduğunu düşünmüyorum. Fethullahçı kadroların tukaka ilan edildiği dönem kaçınılmaz boşluklar oldu Türkiye’nin NATO’daki varlığında ama Hulusi Akar ve arkadaşlarının bu sorunu çözdükleri görülüyor.

Aslında bunların teorik tartışmalar olmadığı, hayati ve yakıcı konular olduğu Ukrayna gündemiyle bugünlerde bir kez daha anlaşıldı. Türkiye’nin buradaki pozisyonuna gelmeden önce, ABD, öncelikli tehdit olarak uzun süredir Çin’i göstermesine rağmen neden Rusya ile böyle bir gerginlik yaşanıyor? Hatta son günlerdeki açıklamalar gerginlikten fazlası olduğunu gösteriyor.

Biden’ın Rusya için iyi bir seçenek olmadığı biliniyordu. Rus “resmi” medyası bayağı Trumpçılık yaptı ABD seçimleri sırasında. Ne olursa olsun, bizim ısrarla söylediğimiz bir şey vardı, Biden kimilerinin büyük bir ahmaklıkla iddia ettiği gibi kötünün iyisi filan değildi, birçok açıdan daha savaşçı, daha saldırgan bir ekolden geliyordu. ABD emperyalizminin stratejisi Çin ve Rusya’yı birbirinden koparmak. Ama yalnız bu değil. ABD Avrupa’yı Rusya’dan uzak tutmak gibi bir derde de sahip. Bunlar kolay değil. ABD ittifaklar sistemini korumak için büyük çaba harcıyor. Ukrayna meselesinde Rusya’yla gerilimi artırmak, Almanya ve Fransa’nın Rusya siyasetinde özgür davranmalarının önüne geçmek için de gerekiyordu. Ayrıca ABD, askeri ve ekonomik baskıdan yılan Rusya’nın bazı kırmızı çizgilerden vazgeçmeksizin ABD ile anlaşmaya hazır olduğunu biliyor. Bu da Çin ile Rusya’nın arasını açma hedefi ile uyumlu. Ancak her şey bir günde olacak diye bir şey yok. Bu bir gerilim ve en önemlisi ABD eski gücünde değil.

Sıcak bir çatışma ihtimali görüyor musunuz? Çünkü konu, tarafların beklentilerine bakılacak olursa, kilitlenmiş görünüyor…

Sıcak bir çatışma zaten var. Doğrudan Rusya ile NATO’nun karşı karşıya gelmesi ise şu an için düşük bir olasılık olsa bile, mümkündür. Emperyalist dünya savaş üretiyor. Ve aynı zamanda bazı koşullar denk geldiğinde tarafların öznel kararı olmaksızın savaş patlayabilir. Bu nedenle savaş tehlikesi elbette var. Ama bana soracak olursanız, henüz Rusya ile NATO arasında kapsamlı bir çatışma için koşullar uygun değil.

Peki Türkiye? Bir NATO üyesi olarak, ama aynı zamanda Rusya’yla iyi geçinmeye mahkum bir ülke olarak, ne yapabilir?

Türkiye tercih yapmıyor, zaten NATO’nun içinde. Ancak şu anda hala manevra alanı olduğunu, tarafların gerilimi yönettiğini bildiğinden AKP de rol kapmaya çalışıyor. Ancak dikkatle bakıldığında Türkiye Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kışkırtan, cesaretlendiren ülkelerden biri. Rusya’nın buna karşı yapabileceği pek bir şey yok. Türkiye’nin Rusya’ya karşı açıktan daha sert ve gerilim üreten bir koordinata yerleşmemesi için çok özenli davranıyorlar. Ancak bir çatışma durumunda Türkiye (AKP olsun olmasın) NATO’da savaş tamtamlarını en çok çalan ülke olacaktır.

Tekrar iç siyasete dönecek olursak, özellikle son aylarda, Batı basınında Erdoğan iktidarının geleceği hakkındaki senaryolar üzerine yazılan yazılarda, NATO hatırlatmalarının tekrar gündeme geldiğini görüyoruz. Erdoğan’ın kuyruğu dik tutma açıklamalarına Hulusi Akar’ın, İbrahim Kalın’ın “mevkidaşlarıyla” görüşmelerinin eşlik etmesine çok sık denk gelir olduk. İktidar içinde bir rol paylaşımı mı var, yoksa Erdoğan da kendini güvenceye alacak bir geçiş için bu isimleri mi elçi tayin etti? Ya da daha faklı senaryolar mı söz konusu? Mevcut iktidarın NATO-batı ilişkileriyle ilgili ne görüyorsunuz?

Dış politikada bugün Erdoğan ve Çavuşoğlu’nun ağırlığı pek yok. Hulusi Akar ve İbrahim Kalın kritik bütün başlıkları belirliyorlar. Bunu Erdoğan’a rağmen yaptıklarını söylemiyorum. Ama Erdoğan’ın bu durumu kabullendiğini, başka çaresi kalmadığını düşünüyorum. Akar ve Kalın NATO açısından güvenilir isimler ve AKP’den çok Türkiye’yi önemsemeye başlayan batılı emperyalist merkezler için olası bir geçiş döneminin en büyük güvenceleri. Ben bu iki ismin de AKP dönemi biterse Türkiye’nin gündeminden düşeceğine açıkçası inanmıyorum.

Aslında Erdoğan’ın, zor görünse de, iktidarını korumasının tek yolu Batı’yla ilişkilerinde yeni bir sayfa açabilmesinden geçiyor. Ekonomi için gerekli kaynağı da ancak buradan bulabilir. Muhalefet de bunun farkında ama o konuya hiç girmeyi tercih etmediğini görüyoruz. Muhalefetin bu konuda bir stratejisi var mı? Varsa ne üzerine kurulu sizce?

Hem AKP hem muhalefet ABD, Avrupa Birliği ve Türkiye burjuvazisinin teveccühünü kazanma derdinde. Bunun için yarışıyorlar. AKP burada bir toparlanma olmaksızın devam edemez. Ve bu yolda bazı adımlar atıldı. Öte yandan bazı adımlar geç kalındığı için boşa çıkıyor. Bir de tarihi bir krizle karşı karşıya AKP. Halkta büyük bir hoşnutsuzluk var. Aslında bu durum hem iktidarı hem muhalefeti hazırlıksız yakaladı. Her ikisi de sermaye düzeninin hakimlerini tavlamak üzere hareket ediyordu. Şimdi hesapta olmayan bir aktör, emekçi halk sesini yükseltiyor. Bu onlar için hiç iyi olmadı. Çünkü halk o kadar öfkeli ki, patronları memnun etmek için atılan her adım onları siyaseten vuruyor. Bugün CHP başta olmak üzere muhalefet partileri halkın bir an önce susmasını bekliyor. Çünkü onların ufkunu aşan bir toplumsal tepki var.

(Volkan Algan / SOL)                                        ***        

Alper Birdal: NATO'nun Çin ve Rusya'ya müdahaleye ihtiyacı var - Söyleşi / SOL


Türkiye'nin NATO ittifakına katılmasının yıldönümünde gazeteci-yazar Alper Birdal'la NATO'nun güncel durumunu ve emperyalist dünya düzenindeki gerilimleri konuştuk.

Bugün Türkiye'nin NATO'ya katılışının 70. yıldönümü. NATO'nun ilk genişleme hamlesi Yunanistan ve Türkiye'yle 1952'de olmuştu. NATO'yu sadece bir askeri işbirliği platformu olarak değil, siyasi, politik, kültürel, ekonomik tarafları olan çok daha kapsamlı bir konsept olarak düşünmek gerekir.

"Komünizm tehdidine karşı" uzun yıllar bir arada durabilen NATO üyeleri, Sovyet sonrası dönemde bu yapıya işçi sınıfını baskılamak, sermaye diktatörlüklerini devam ettirmek için hala ihtiyaç duysa da, iç gerginlikler eskisine kıyasla daha görünür hale geldi. Buna ABD merkezli emperyalist hegemonya zincirinin eskisi gibi işlemediği de eklendiğinde NATO konusu önümüzdeki yılarda da hem Türkiye hem dünyada tartışılmaya devam edecek. 

Türkiye'nin NATO ittifakına katılmasının yıldönümünde TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, gazeteci-yazar Alper Birdal, akademisyen-yazar Fatih Yaşlı'yla konunun farklı boyutlarını içeren röportajlar yaptık.

Birdal'ın sorularımıza verdiği yanıtlar aşağıda. Diğer röportajları da bugün soL'da okuyabilirsiniz.

***

Türkiye'nin NATO'ya katılışının yıldönümü vesilesiyle bu röportajı yapıyor olsak da NATO son yıllarda dünyada da yeniden tartışılan başlıklardan biri haline geldi. O yüzden Türkiye'den de bakarak ama daha genel bir NATO, emperyalist dünya düzeni tartışmasını sormak istiyoruz size. Şöyle başlayabiliriz: Uzun yıllar "komünizm tehdidine karşı" bir arada durma iradesi gösteren emperyalist kamp, Sovyet sonrası dönemde bu motivasyonunu hala koruyabiliyor mu sizce?

NATO, emperyalist düzenin önemli bir sınıf mücadelesi aracıdır. Tek rolü uluslararası alanda savaş tehdidini canlı tutmak, emperyalist paylaşım ve yeniden paylaşım mücadelelerine bir çerçeve çizmek değildir. Aynı zamanda tek tek ülkelerin siyasi, askeri, ideolojik yapılanmalarında önemli roller üstlenmiştir ve halen de üstlenmeye devam etmektedir. Bu anlamda bir iç savaş organizasyonudur aynı zamanda. Sovyetler Birliği sonrası dünyada NATO hem bir emperyalist savaş aygıtı olarak hem de bir sınıflar mücadelesi aracı olarak rolünü yitirmedi, aksine tahkim etti. Bugün eskisine göre daha geniş bir coğrafyada bu rolü icra ediyor. Sovyetler Birliği sınıflar mücadelesinde bir karşı denge unsuruydu. Bu ortadan kalktıktan sonra NATO daha dizginsiz bir şekilde, terör de dahil her türlü aracı kullanmak suretiyle ülkelerin yeniden dizayn edilmesine soyundu. Bunu yalnızca Irak'ta, Libya'da, eski Yugoslavya'da görmedik. AKP Türkiye'si de bu müdahalelerin bir sonucudur.

Peki ama komünizm-kapitalizm gibi net bir taraflaşmanın ortadan kalktığı (en azından iktidarlar, devletler düzeyinde), ticari ilişkilerin fazlasıyla karmaşıklaştığı günümüzde NATO, bir yandan da sorun yaratmıyor mu? 

Dediğim gibi, NATO emperyalizmin sınıflar mücadelesindeki araçlarından önemli bir tanesi. "Komünizm tehdidinin" eskisi kadar somut olmadığı bir dünyada NATO'nun işlevi ülkelerin siyasi, askeri, ideolojik yapılarının emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak yeniden tasarlanmasına dönüştü. Burada NATO'nun esas gücü olan ABD çıkarlarının belirleyiciliği ortada. ABD ile Almanya merkezli Avrupa arasında genel mutabakatın devam ettiği dönemde bu durum önemli bir sorun teşkil etmedi. Örneğin eski Yugoslavya'nın etnik parselasyonu ABD ve Almanya başta olmak üzere AB'nin mutabakatıyla gerçekleştirildi. Benzer bir durumu Irak işgalinde de gördük. Ancak transatlantik uzlaşması zaman içerisinde aşındı. Bugün tek tek emperyalist merkezlerin çıkarları arasında çok daha fazla çatışma ve uyuşmazlık olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla NATO eliyle yapılan müdahalelerde "pax-Americana"nın, ABD çıkarlarının, eski belirleyiciliği ortadan kalkmış durumda. Her müdahale gündeminde emperyalist odaklar arasında sürtünmeler, Çin-Rusya gibi başka ağırlık merkezlerinin bozucu girdileri çok daha yoğun hissedilmeye başlandı. Bu da NATO'nun işlevlerini eskisi kadar sorunsuz yerine getirmesinin önündeki en önemli engel. Bu süreçte ABD'nin eski rolünü sürdürmekteki ısrarı giderek daha yıpratıcı, bozucu girdiler halini aldı. Sovyetler Birliği sonrasında ABD tek taraflı saldırganlığı sürekli yükseltti, ama bu da sonunda bir hegemonya bunalımı engeline çarptı. Artık ABD, NATO ve benzeri kurumlar içinde istikrar sağlayan bir aktör değil, salt bozucu bir aktördür.

Trump'ın NATO konusunda özellikle AB ülkelerini zorladığını, hatta bu konsepti tehdit eder şekilde mesajlar verdiğini biliyoruz. Biden dönemindeyse NATO tekrar önem kazanmış görünüyor. Ukrayna konusuna birazdan geliriz ama şunu sormak istiyorum: ABD'de de bir NATO tartışması var mı? Yoksa Trump ve Biden'ın 'farkını' çok abartmamak mı gerekiyor?

Trump, transatlantik ittifakındaki çatlakları yüksek sesle dile getirdi ve NATO'nun emperyalizm açısından meşruiyetini tartışmaya açtı. Ancak bu kendi içinde bir ikilem barındırıyor. Bu ittifakın ve NATO gibi kurumların meşruiyetine en çok ABD'nin ihtiyacı var. Bunları tartışmaya açmak, ABD'nin çıkarlarını tartışmaya açmaya varır. Zira bugün sürtünmelerin bu denli artmış olmasının kaynağında ABD'nin çıkarlarını eskisi gibi belirli bir istikrarı gözeterek kollayamıyor olması var. Dolayısıyla buradan geri adım atmaları kaçınılmazdı ve Biden dönemiyle birlikte tekrar eski çerçeveye dönüldü. Ancak çatışmaların kaynağındaki bunalım yerli yerinde duruyor ve cin bir kez şişeden çıktı. Bundan sonra tam bir restorasyon olabileceğini düşünen varsa çok yanılıyor.

Ukrayna konusuna gelecek olursak, ABD'nin gerginliği provoke etme isteği çok açık. Biden yönetimi, NATO bağlamında da düşünecek olursak, Ukrayna'da nasıl bir planla hareket ediyor?

Artık NATO gibi kurumları bir arada tutmak için, mevcut hegemonya bunalımının ana unsurlarına, yani Rusya ve Çin'e yönelik doğrudan müdahalelere ihtiyaç var. ABD bunu daha önce Gürcistan'da denedi, ama Gürcistan Rusya'yı uzun süre meşgul edemeyecek kadar küçük bir problematikti. Ukrayna öyle değil. Yeterince büyük ve NATO'yu tam boy mobilize etmek için yeterli olanakları sunuyor. Kanımca ABD'nin Ukrayna'da bu kadar provokatif bir tavır almasının temel sebebi bu. Rusya'yı daha büyük ve daha uzun soluklu bir müdahalenin içine çekmek ve buna karşı NATO'yu mobilize etmek istiyor. Putin Rusya'sı bu tuzağa düşer mi, bunu bilemiyorum ama kestirmeden "olmaz öyle şey" demek kolay değil.

Uzun süredir öncelikli tehdit olarak Çin gösteriliyordu. Şimdi bir anda Rusya ile savaş senaryoları konuşulmaya başlandı. Sizce burada bir tutarsızlık var mı? Yoksa sizin de son kitabınızda işlediğiniz ABD'nin "hegemonya bunalımının" doğal sonuçları olan savrulmalar olarak mı bakmalıyız olan bitene?

Ben burada bir tutarsızlık görmüyorum. Bugün Rusya'yı yeni bir savaşa çekmek, Çin'i savaşa çekmekten daha kolay ve tırnak içinde daha meşru. Rusya'nın Batı'yı mali ve maddi mal ticareti zincirleriyle kendine bağlamış olmak gibi bir pozisyonu yok. Öte yandan Rusya ve Çin'i birbirinden tamamen ayrı düşünmek de mümkün değil. Rusya'nın kendi hinterlandında uzun soluklu bir savaşa çekilmesi, Çin'i de doğrudan etkileyecek ve önemli bir mesaj verecektir. Çin'in bu duruma sessiz kalmasının bu ülke açısından bedelleri olur. Dolayısıyla, dediğim gibi ben Çin'den önce Rusya'nın tartışılmasında bir tutarsızlık görmüyorum. Ama bütün bu gelişmelerin insanlık açısından çok büyük bir tehdit olduğu ortada. ABD ve NATO artık bu ölçekte müdahalelere ihtiyaç duyuyor belli ki...

Dünyanın gittikçe daha dengesiz ve tehlikeli bir yer halini aldığı fikrine katılır mısınız? Ve buradan çıkış mümkün mü?

Kesinlikle. Ukrayna'da olası bir savaş hiçbir şekilde yayılmadan kalmayacaktır. Bunun sonrasında dünyanın hangi bölgesinin yanmaya başlayacağını kestirmek güç, ama bu provokasyonlar ateşe benzin dökmekten farksız. Buradan çıkış mümkün mü sorusunun yanıtı içinse başa dönmek lazım. NATO emperyalizmin sınıf mücadelesi örgütlerinden bir tanesidir demiştim. NATO'yu bu zeminde yenilgiye uğratabiliriz ancak. NATO'nun çıkarları doğrultusunda oluşturulmuş ittifakların bozulması, NATO eliyle beslenen siyasi-ideolojik-askeri odakların dağıtılması ancak ve ancak ülkelerde işçi sınıfı devrimleri olmasıyla başarılabilir. İşçi sınıfını iktidara taşıyacak adımların atılması çıkışın anahtarıdır.

(Volkan Algan / SOL)       





Dış dengesizlikler nasıl seyretti? - Korkut Boratav / SOL

 

Yaygın şirket iflasları, banka sarsıntıları  içeren bir dış borç krizi niçin gerçekleşmedi? Yanıt açıktır: Telafi, elbirliğiyle, Hazine, kamu bankaları, TCMB vd. tarafından üstlenilmiştir.

AKP yıllarında büyüme ivmesini besleyen dış kaynak akımları 2013 sonrasında yavaşladı; dış kırılganlıklar ekonominin belirleyici özelliği oldu.

Kırılganlıklar 2016-2017 arasında ağırlaştı. Sonrası döviz krizleri dönemidir. Dokuz aylık bir küçülme aşaması dışında finansal sisteme, dış borçlara taşan bir kriz gerçekleşmedi.

Son yıllarda düzelen, süregelen, ağırlaşan dış dengesizliklerden bazılarını bugün gözden geçirelim. Aşağıdaki iki tablo, dış borçlar ve ekonominin döviz yükümlülükleri üzerinde nicel çerçeveyi veriyor.











Dış borçların dökümü: Özel sektörden kamuya…

Tablo 1, seçilmiş üç yılda Türkiye’nin dış borçlarının dökümünü içeriyor. 2017 dış kırılganlıkların zirveye ulaştığı; 2020 “düzelme” sürecinin kısmen gerçekleştiği yıl olarak seçildi. 2021, son durumu veriyor. O yıl, “bozulan ve düzelen” göstergeler yan yana yer alıyor.

İlk tespit, 2017-2020 arasında Türkiye’nin dış dünyaya 18,4 milyar dolarlık net dış borç ödemesiyle (451,5 → 433,1) ilgilidir. Bu süreç 2021’de son bulmuş; Türkiye o yıl 20,3 milyar dolar ek borçlanma yapmıştır.

Bir dış kırılganlık ölçütü olarak dış borçların düzeyi değil, dolarlı millî gelire oranı önem taşır. Risk eşiği genellikle %50 olarak kabul edilir. Tabloda kapsanan üç yılda da Türkiye’nin dış borç / GSYH oranı bu eşiği aşmıştır: %52,9→%62,5→%57,0

2020’deki hızlı artış, üç yıl içinde dolarlı GSYH’nın %16 civarında düşmesini yansıtıyor. 2018 ve 2020’de doları pahalılaştıran döviz krizlerinin birikimli etkisi… 2021’de dış borç/GSYH oranı dört yıl öncesini aşmaktadır. 

Daha önemli soru, 2017-2020 arasında 18 milyar doları aşkın dış borcun nasıl, kimler tarafından ödendiğidir. Özel sektör (bankalar ve şirketler) üç yılda 77,8 milyar net dış borç ödemiştir. 2020 millî gelirinin yüzde 10’unu aşmaktadır. Yaygın şirket iflasları, banka sarsıntıları içeren bir dış borç krizi niçin gerçekleşmedi?

Yanıt açıktır: Telafi, elbirliğiyle, Hazine, kamu bankaları, TCMB vd. tarafından üstlenilmiştir. Özel sektörün dış borcunu hemen hemen tümüyle devlet devralmıştır. Toplamlar tablodadır; oranlara da bakalım: Dış borç stokunda özel sektörün payı 2017-2021 arasında %69’dan %53’e gerilemiştir. Kamu sektörünün payı da 16 puan artmıştır. 

Şirketler, özel ve kamu bankaları: Döviz riskleri aktarılıyor…

Özel sektör / devlet ayrımının ayrıntılarına önce Tablo 1’de göz atalım.

Özel bankalar, dış borçlarını önemli boyutlarda aşağı çekebilmiştir. 2017-2021 arasında 66,6 milyar dolarlık net dış borç ödemesi yapmışlar. Bu süreç, uluslararası bankalardan aldıkları sendikasyon kredileri sayesinde pürüzsüz sürdürülmüştür. Yıllık “döndürülme ortalaması” %91’dir.

Özel şirketler de 2017-2020 arasında net dış borç ödemiştir: Toplamı 18,5 milyar dolar (145,4  - 126,9 = 18,5)…  2021’de dış borçları yeniden (11,2 milyar dolar) artmıştır.

Üç kamu bankası, özel bankalardan farklılaşıyor. Dış borçlarını 2017-2021’de 19 milyar dolar (41,5 → 60,5) artırıyorlar (Tablo 1, satır 4). Şirketlerin dış borç ödemelerine çok yakın...

Bu noktada Tablo 2’ye geçelim. Ekonominin, dış borçların ötesine taşan bazı döviz yükümlülükleri burada yer alıyor1. Şirketlerin temel sorunu, dış borçlarını (Tablo 1, son satır) fazlasıyla aşan net döviz yükümlülükleridir (Tablo 2, satır 1).  2017’de aradaki fark 65,8 milyar dolardır. Şirketlerin yerli bankalardan aldığı döviz kredileri…

Nasıl açıklanır?  2008’de AKP iktidarı, yerli bankaların, döviz kazancı olmayan şirketlere dövizle kredi açmalarına izin vermişti. Bankalar dış kredilerini şirketlere döviz veya TL kredileri biçiminde aktardı.

Üç kamu bankasının ve özel bankaların dış kredilerinin bir bölümü de şirketlere açılan TL kredilerine dönüşmüştür. Bankalar için “arbitraj getirileri” söz konusu olabilir: TL ile dış kredi oranları arasındaki farka ve Türkiye’deki kur hareketlerine bağlıdır.

2017 ve sonrasında döviz geliri olmayan döviz borçlusu şirketlerin kurtarılması, hayatî bir öncelik oldu. AKP  Türkiyesi’nden söz ediyoruz. Ekonominin değil, Saray’la göbek bağları olan, ayrıcalıklı sermaye gruplarının önceliği söz konusudur. Şirketlerle yapılan borç yapılandırma anlaşmalarında kimlerin, ne kadar kayırıldığını araştırıcı gazetecilerden bekleyeceğiz.

Bu öncelikler, Hazine, TCMB, kamu bankaları ve Varlık Fonu’ndan oluşan kamu sektörünün 2017 sorasında dört nala dış borçlanmasını tetikledi. Dış krediler yetmedi. Hazine, 2018’de ülke içinde dövizli tahvil ihraç ederek borçlanmaya da başladı (Tablo 2, satır 2). Dövizli iç borçlanmada rantiyelerin döviz mevduatı hedeflenmektedir. Belki de ileride TL ile ödenmek üzere… 

Sonrasına dikkat…

Ekonominin döviz yükümlülükleri hafiflemedi. Dış borçların dolarlı GSYH üzerindeki yükünün son dört yılda arttığına yukarıda işaret ettik. 12 ay içinde vadesi gelecek olan kısa ve uzun vadeli dış borçların toplamı da 2017-2020 arasında artmıştır (Tablo 2, son satır).

Ekonominin yapısal sorunları, dış bağımlılığı süregelmektedir. Dış dengesizliklerdeki ana “ayarlama”, dış borçların, döviz risklerinin, kamu sektörünün tüm bileşenlerine aktarılması ile sınırlıdır.

Son yıllarda Türkiye, “gelecek” kavramı sadece ilk seçimlerle sınırlı bir iktidar tarafından yönetilmektedir. Kısmen başardılar; şirketler, bankalar batmadı; Türkiye, salgına rağmen büyüyebildi.

Muhalif meslektaşlarımı uyarıyorum: Bir yıl daha sürebilir. Dış borçların özel sektörden devlete devredilmesi, uluslararası finans kapitalde “sürdürülebilir” algılaması yaratır. Devletlerin batması kolay değildir; Türkiye’nin kamu maliyesi göstergeleri, finans kapital açısından “saygın”dır. Yaygın özelleştirmeler, KÖİ projeleri sayesinde ve ekonominin dinamizmi baltalanarak…

2021’de cari işlem açığındaki daralma, dış finansman yükünü şimdilik frenlemiştir. Süregeleceği beklenmez; ama kısa vadede rahatlatır.

Saray, kısa vadede istikrar arıyor. Ana çıpa olarak döviz kuru kullanılıyor. Kur garantili mevduatın, vergi teşvikleriyle birlikte şirketleri de kapsaması şimdilik etkili görünüyor. Yaz aylarında turizm gelirlerinin katkısıyla sermaye çevrelerini tatmin eden geçici bir istikrar sağlanabilir.

Hayri Kozanoğlu doğru tespiti yapmış: “Bu garip sistem anı kurtarmak pahasına” uygulanmaktadır (BirGün, 15 Şubat). Ama “anı kurtarmak” onlara yeter…  “Sonrası Allah kerim veya tufan…” anlayışı, bir kuşağın ekonomik geleceğini karartmaktadır.

İktidar, sermaye çevrelerinin algılamasını seçmenlere aktarmaya çalışacaktır. Muhalefet durdurabilir mi? Halkın kızgınlığını canlı tutarak, sokaklardan, meydanlardan dalgalar halinde sandığa taşıyabilirse… 

Bu “kızgınlık”, halk sınıflarının yaşadığı bunalımdan kaynaklanıyor. Sandığa yansıması için insanlarımızın geleceğinin de karartıldığını açıklamak; siyasal, sınıfsal suçluları açıkça teşhir etmek; hesap sormak gerekir.

Tek bir seçimle sınırlı olmaması için sol siyaset, sosyalistler büyük önem taşıyor. Birleşerek ülkenin geleceğinde belirleyici olabiliriz.

Korkut Boratav / SOL

  • 1.2020 sonrasında TCMB kısa vadeli dış borç tanımını daralttı. 2021 verileri, önceki yıllarla karşılaştırılamaz.


Portreler V: Gregor Strasser – Faşizm faşistleri de vurur VI-VII / SERDAL BAHÇE-SOL

 (VI) 

İletişime geçtikleri kişi partinin prestijli ikinci adamıydı; zavallı Gregor kapana giriyordu. 

     soldan sağa Brüning, Papen ve von Schleicher

“Biz bu meclise kendimizi parlamentarizmle zehirlemek için gelmedik…Biz bu meclise bakanlık postu kapmak amacıyla siyasi anlaşmalara girmek için de gelmedik…Biz, Nasyonal Sosyalistler, reaksiyon değil toparlanma istiyoruz…Biz plansız bir devrim değil, dağılma ve anarşinin yerine yeni bir düzen istiyoruz”
1

1932’de Gregor yaptığı konuşmada tam da bunları söylemişti. Bu kelamdan 1932’de Gregor’un artık 1920’lerde savunduğu ne idüğü belirsiz faşizan sosyalizmi savunmayı bıraktığını ve söylemde neredeyse tutucu ve otoriter bir sağcı kıvamına geldiğini anlıyoruz. Gregor’un, hikayesinin nihayete ermesinin hemen öncesinde gelip saplandığı bu pozisyon aslında tüm bu yazı dizisi boyunca savunduğumuz tezi kanıtlar nitelikte; faşizmin içeriden geldiğini anlayan sıradan faşist Almanya’nın içinden geçtiği iç savaş koşullarında gerçek iktidarın sahiplerine garantiler vermektedir. “Anarşi” ve “dağılma” yerine “düzen”. Bir tezi ifade edelim, kapitalist bir toplumda “düzen” veya “istikrar” kavramları ne kadar çok terennüm ediliyorsa faşizm o kadar çok gün yüzüne çıkıyor demektir. 

Gregor bu konuşmayı Nazilerin birinci parti oldukları Temmuz 1932 Reichstag seçimlerinden sonra yapmıştır.  Bu seçimlerde Naziler % 37 oy aldılar. İkinci sırayı Alman SDP (SPD) (% 21,58) ve üçüncülüğü ise komünistler (KPD) (% 14,32) aldılar. Merkez sağ ise neredeyse eridi; yok oldu. Burjuvazinin siyasi ideolojisinin merkez tonları yok olmanın eşiğindeydiler; iç savaş döneminde faşizm burjuvazinin has ideolojisi olduğunu bir kere daha kanıtlıyordu. 

Ancak tüm bu seçim başarılarına rağmen devletin tepesinde düzenin ve mülkiyetin, gericiliğin ve anti-komünizmin şahikası olarak oturan Tanenberg’in odundan kahramanı Hindenburg, ordunun kodamanları ve tutucu Alman bürokrasisi iktidarı Nazilere verme konusunda işi oldukça ağırdan alıyorlardı. Weimar Anayasası görünüşte bir cumhuriyetin anayasasıymış gibi görünen, ancak özünde yürütüme erkine ve özellikle de devlet başkanına yasama organını yok sayma, hatta ikide bir feshetme şansını veren işlevsiz bir metindi. Weimar Cumhuriyeti’nin anayasası cumhuriyetin katledilmesi için her türden olanağı sağlayan bir hilkat garibesiydi açıkçası. Bu anayasal ortamda Alman devleti “halk oyu” ile seçilmiş yönetimler yerine olağanüstü yetkilerle donatılmış ve tepeden atanmış sağcı burjuva hükümetlerin son kullanım tarihleri bile gelmeden miatlarını doldurdukları bir sirke dönüşmüştü. Gregor yazının girişinde nakledilen konuşmasının da gösterdiği gibi bunu pekiyi anlamıştı. Önemli olan oy almak değil, olur almaktı vesselam. 

Bu siyasi çerçeve içinde sıradan ve sığ burjuva siyasetçiler Almanya’da Nazilerin yollarını döşeyen taşeronlar haline geldiler. 1920’lerin başından 1 Ocak 1933’e (Hindenburg’un tüm çekincelerine rağmen Adolf’e o çok istediği şansölyeliği verdiği tarih) kadar Almanya’da merkez sağ burjuva ve Junker partilerin egemenliğindeki koalisyonlar hükümet oldular.  Bu panayırda aldıkları kararlar itibariyle önemli gibi görünen, aslında sıradanlığın ötesine geçemeyen bazı burjuva siyasetçiler öne çıktılar. Bu figürler Gregor’un ve Adolf’ün bir noktaya kadar uyumlu, bir noktadan sonra ise çatışan kaderlerini ciddi manada belirlediler. Bu isimlerin bir kaçından bahsetmekte fayda var. 

Ancak merkez siyasetçi kılığındaki bu panayır soytarılarına göz atmadan önce sıradan burjuva siyasetçisiyle ilgili birkaç tespit yapmak gerekiyor. 

Burjuva siyasetçi bir tür bukalemundur. Çok dinli ve çok derilidir. İçine girdiği kabın şeklini alan, ancak kabın sınırlarını aşmayan ve aşamayan jölemsi amorf bir oluşumdur. Katı bir toplumsal çerçeve içinde mümkün olduğunca temsil oyunu oynayan ancak hiçbir zaman temsiliyetini üstlendiklerini gerçek manada temsil edemeyen vasat bir bireydir. Temsil ettiklerinin kaygılarını ve dünya görüşünü dile getiren ancak bunu yaparken bile oyunun kurallarını bozmamaya çalışan bir şarlatandır. Bir tipoloji olarak, kendi tarihi içinde cesur sayılabilecek ve temsil ettiği sınıfın miyopisinin sınırlarını aşma başarısı gösterebilmiş birkaç örnek dışında, kısa görüşlü, pragmatik ve çok ilginç bir şekilde burjuvazinin doğum çağına damgasını vurmuş bir taşralılıktan mustarip bir garip yaşam formudur o. İktidar erkini elde ettiğinde sığlığı daha da ortaya çıkan çapsız bir vakadır. Temsil ettiği sınıfın kısa vadeli çıkarlarıyla oy alması gereken kitlenin hassasiyetlerini ve taleplerini birleştirmeye çalışırken, bu ikisi arasındaki kesif ve çaresiz çelişkiyi sözde bile gideremeyen ve bu çaresizlik içinde taşralı güdüklüğü daha fazla görünen Comédie Politique’in palyaçosudur. 

İktidar çarkına bir defa yerleştiğinde oy ve seçmen ile ilişkisini çabucak keser, kaba bir realizme teslim olan ve devletin resmi kanallarından yayılan devletin bekası taleplerini onlardan daha yüksek bir feveranla ilan eder. Yetkinleşmiş ve kendi başına maruf bir hayata sahip olan kapitalist devlet mekanizmasının kucağına oturur. Sureti değişir, dili değişir, partisi değişir ancak kapitalist devlet aklının kör realizmi hiç değişmez. Aslında iktidarda olmadığı zamanlarda bile beka söylemine teslimdir; ama en azından halk sınıflarının taleplerine karşı tamamen vurdumduymaz olma şansı yoktur. Ne zamanki iktidar yüzüğünü takar güdük siyasetinden geriye eser kalmaz. Korku ile vurdumduymaz bir barbarlık onun kimliğinde etle tırnak gibi tutunmuştur birbirlerine. Emeğiyle geçinenler, yoksullar, sefiller; bu kitlelerden gelecek tehdidin sürekli olduğunu bilir. Bu nedenle muhalefetteyken yapmaya çalıştığı ancak beceremediği siyaseti bir kenara bırakır. Burjuva siyasetçisi toplumsal bir süreç olan siyasetin en asli düşmanıdır. 

Nitekim Weimar döneminin son parlamento kökenli hükümeti olan sosyal demokrat Müller hükümetinden sonra iktidara gelen hükümetler toplumsal bir mücadele alanı olarak siyaseti bir kenara atan ve burjuva siyasi “siyasetsizliğinin” en uç noktası olan açık faşizme yol döşeyen aracılardır. Bunların öne çıkardığı üç isim, Heinrich Brüning, Franz von Papen ve Kurt von Schleicher, tam da anlatılan türde burjuva siyasetçilerdir. Her üçü de Müller hükümetinin çöküşüyle Hitler’in şansölye olması arasında parlamento desteği olmaksızın hükümet etmişlerdir ve her üçü de bunamanın eşiğine gelmiş Hindenburg’un gözdeleridir. Onların kabinelerine “başkanlık kabineleri” adı verilir. 

Başkanlık kabineleri döneminde Almanya Büyük Bunalım’ın artçı ancak güçlü şoklarını yaşamaya devam ediyordu. Reel gelirler erimeye devam ederken işsizlik hızla yükseliyordu. Sokaktaki insan hızla yoksullaşıyor ve temel tüketim maddelerine bile ulaşmakta zorlanıyordu. Bu toplumsal bunalımın seçim sonuçlarına etkisi ise açıktı; 1930 ile son serbest seçim olan Mart 1933 seçimleri arasındaki dört seçimde ilk üç parti hiç değişmemişti: Naziler, sosyal demokratlar ve komünistler. Üstelik bu dönemde hükümetler de pek kısa ömürlü olacaklardı. Alman kapitalizmi üç krizi aynı anda yaşıyordu: ekonomik kriz, siyasi kriz ve meşruiyet krizi. Bu yönetilemezlik ortamında Reichstag seçimlerinden çıkan sonucu önemsemeyen ve Alman sermayesinin ve devletinin çıkarlarını önceleyen hükümetler kurulması tercih edilen yol oldu. Başkanlık kabineleri bu üçlü krizi halktan gelen taleplerden izole bir şekilde çözmek için kuruldular. 

Kurulan hükümetlerin birbirine bağlı üç işlevi vardı: Birincisi sokakları etkisi altına almış olan iç savaşın emekçiler lehine seyretmesine engel olmak. İkincisi hem aşırı solun hem de aşırı sağın orduyu yıpratacak bir menzil içine girmelerini engellemek. Üçüncüsü, toplumun sola kaymasını engellemeye çalışırken nükseden faşizmi faşistler olmadan yürütmeye çalışmak. Bu sonuncusu çok önemliydi. Çünkü aslında kapitalist devletin yönetsel kapasitesini gösteriyordu. 

Her üçü de bu role uygun burjuva siyasetçilerdi. Weimar Cumhuriyet’nin şansölyesi oldular ancak Weimar’dan nefret ettiler. Parlamentoyu manipülasyon için işlerine geldiği gibi kullanmaya çalıştılar ancak parlamentodan nefret ettiler. Yeri geldiğinde sarı veya faşist sendikalarla iş tuttular ancak sendikadan nefret ettiler. Nazilerin bir bölümünü hükümete almaya çalıştılar ancak Nazilerden de nefret ettiler. Parlamentoda aşırı sol ve aşırı sağa karşı sosyal demokratlardan destek istediler, ancak sosyal demokratlardan da nefret ettiler. Kabine arkadaşlarına muhtaçtılar ancak onlardan da nefret ettiler. Bunak Hindenburg’a borçluydular ancak ondan da nefret ettiler. Renksizdiler, çapsızdılar, pulları dökülen bir taşra kurnazlığına sahiptiler. 

Sonrasında Nazilere isnat edilecek pek çok anti-demokratik uygulamayı ilk önce onlar hayata geçirdiler. Brüning döneminde ayda 100 yayın organının yasaklandığından bahsediliyordu. Sokaklarda SAların komünist ve sosyalist avını yeri geldiğinde kışkırttılar ancak her sokak gücü gibi SAdan da nefret ettiler. Hatta bazı durumlarda SA aktivitelerini yasakladılar. Anayasanın ünlü 48. Maddesini (parlamento ayak bağı olduğunda devlet başkanına parlamentoyu feshetme hakkı veren madde)  kullanmaktan çekinmediler. Böylece Nazilerin ileride resmen yapacakları şeyi onlar de facto yapmış oldular. Kitlesel gözaltıları, grevlerin hem resmi polisi güçleri, hem de ordu ve SA tarafından bastırılmalarını teşvik ettiler. Almanya’ya dayatılan tüm şartlara rağmen ileride Adolf’ün Avrupa’yı kan gölüne çevirmek için kullanacağı orduyu, Wehrmacht’ı el altından genişleterek Almanya’yı yeniden silahlandırdılar. Attıkları her adımda iktidarı Adolf için daha da olgun bir elmaya çevirdiler; fazlaca olgunlaştığında elma bir yerde nasıl olsa düşecekti. 

Ancak soru şu: peki tüm bu melaneti bu üç çapsız kendi başlarına mı yarattılar acaba? Alman devletinin öncelikleri ve kapitalist devletin güçlü bürokratik mekanizması bu üç renksiz adamı Nazi iktidarında daha sistematik hale getirilecek uygulamaların taşeronu olarak kullanmıştı. Aslında bunalım ve kaosu yönetebilecek yeteneğe sahip olsaydı Alman devletinin belki de Adolf ve çekirge sürüsüne ihtiyacı kalmayacaktı. Ancak olmadı; Almanya yönetilenin yönetilebilir olmaktan ve yönetenin de yönetebilir olmaktan çıktığı Leninist bir momente doğru hızla sürükleniyordu. Bu yönetsel meşruiyet krizi Alman devletini ve sermayesini daha köktenci bir çözüne itti. 

Diğer taraftan işler bu minvale gelinceye kadar Alman devleti çeşitli almaşıkları denemekten geri kalmadı. Bu üç karikatürize tipin Nazi Partisi’ne yönelik tutumları benzerdi aslında. Her üçü de seçimlerdeki kitlesel desteğin ardından Nazi Partisi’ni yedeğe almak isteyen bir stratejiyi hayat geçirmeye çalıştılar. Aslında bu strateji Alman devletinin Nazi Partisi’ni kontrol atlına alarak bir tür araca dönüştürme amacının da ifadesiydi. İktidarı bir bütün olarak henüz Nazi Partisi’ne vermek işin açığı korkutucu bir adımdı. SAların sokak şiddetinden, varlıklı sınıflara kaşı küçümsemelerden, Nasyonal Sosyalizmin, özünde anti-Marksist ve anti-sosyalist olan sosyalizminden, ve Nazi Partisi’nin devleti tepeden tırnağa ele geçirme konusundaki açlığından kokuyorlardı. Bu nedenle önce Nazi Partisi’ni iktidar blokunun küçük ortağı yapmayı denediler ancak Avusturyalı onbaşı beklediklerinden daha hırslı ve pervasızdı. Hitler ile 1932’nin baharında başlayan görüşmeler, Hitler’in iktidarın küçük bir parçası yerine tümünü istediği ortaya çıkınca tıkandı. Onlar da Nazi Partisi’nin tümünü değil ama bir parçasını iktidarın saç ayaklarından biri yapmayı hedefleyen bir oyuna başladılar. Bu üçü iktidarı Adolf’e vermek yerine partisinden uyumlu olacak bir ekibe kabinede yer vermeyi teklif eden bir taktik tutturdular. 1933’e kadar bu taktiği uyguladılar. İletişime geçtikleri kişi ise partinin prestijli ikinci adamıydı; zavallı Gregor kapana giriyordu. 

  • 1.Akt. Peter D. Stachura, Gregor Strasser, s. 85. Not: Girişteki resim, soldan sağa Brüning, Papen ve von Schleicher. Bu arada anlatılan dönem ile ilgili iyi bir arka plan için geçen hafta önerilen Volker Kutscher’in Gereon Rath serisinden uyarlanan Babylon Berlin dizisi izlenebilir.
                                                                                                   ***
(VII)

Büyük dalga bazen üstüne konan küçük sinekleri de yutardı; nitekim Gregor üstüne konduğu büyük dalganın içinde boğulacaktı.

Çekoslovakya’nın peşkeş çekildiği Münih Barış Konferansı’ndan bir sahne. Ön sıra soldan sağa Neville Cahmberlain, Fransa Başbakanı Edouard Daladier, Adolf, Benito ve Benito’nun daha sonra katlettireceği damadı Galeazzo Ciano. 

Avrupa İç Savaşı: Arka Plan 

Gregor’un hikayesi sona ermek üzere; ancak Avrupa faşizminin hikayesi daha uzun soluklu. Gregor’u da telef eden tarihsel eğilimi nasıl anlamlandırmak gerekir acaba? Faşizmi gizil halden açık hale getiren şartlar nelerdi? Faşizmin tarihsel bir anomali olmak yerine sermaye ve mülk sahiplerinin uzun erimli çıkarlarının bedenleşmiş hali olarak kapitalist devletin bir momenti olduğunu daha iyi anlayabilmek için bu sorulara cevap vermek gerekiyor galiba. Bu nedenle Gregor’u hemen tarihin mezarlığına göndermek yerine biraz daha yaşatmak gerekiyor. 

Çok az sayıda tarihçi bu şekilde adlandırmayı tercih etmektedir; I. Dünya Savaşı’nın sonu ile II. Dünya Savaşı’nın başı arasında Avrupa’nın siyaset koridorlarında, sokaklarında, düşünsel dünyasında ve bireylerin zihinlerinde yaşanan kaotik çatışmayı kıtasal bir iç savaş olarak adlandırmak mümkündür. Böyle adlandıran az sayıdaki tarihçi bahsedildiği şekilde adlandırılması konusunda hemfikirler, ancak miladı ve nihayetinin tarihleri konusunda anlaşamıyorlar. Biz de kendi tercihimizi belirtelim; bize göre bu iç savaş 1917 Ekim’inde başlamış ve 1941 Haziran’da bitmiştir. Daha net olmak gerekirse, Bolşevik Devrimi ile başlamış ve Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırıya geçtiği anda bitmiştir. Bir dış savaş biterken başlamış, bir diğeri başlarken bitmiştir. 

Ancak hemen itiraz gelebilir. İç savaş enikonu belirli bir devletin siyasi sınırları içinde tezahür eden bir olgudur; nasıl olur da pek çok devleti içeren bir kıtanın genelinde gerçekleşebilir? Aslında alışılmadık bir yargıya yönelik yerinde ve beklenir bir sorudur bu. Öncelikle iç savaşın en baskın ve en kronik formunun sınıflar savaşı olduğunu belirtelim. İkincisi iç savaşın ilan edilmeden başlayan ve dış savaşın aksine herhangi bir hukuksal, siyasal anlaşmaya ya da centilmenlik anlaşmasına gerek duymadan biten bir savaş olduğunu da vurgulayalım. Üçüncüsü, eğer sınıflar savaşıysa, farklı coğrafyalardan ve ülkelerden, sermaye, servet ve mülk sahiplerinin sınırları aşan ittifaklar ve koalisyonlar kurabilme kapasitelerinin yüksek olduğunu da vurgulayalım.

Bu sonuncusu işçi sınıfı açısından trajik ve ironik bir yargıdır. Biz genellikle toplumsal ve sınıfsal çıkarları dolayısıyla işçi sınıfının diğer tüm sınıflara göre enternasyonalize olmaya daha yatkın olduğunu varsayarız. Aslında uzun vadede bu doğru bir tespittir; işçi sınıfının bedeninde ve genetiğinde bu eğilim gömülü bir halde sürekli olarak vardır. Ancak bunun pratik bir düzlemde tayin edici bir şekilde ortaya çıkabilmesi için dışarıdan müdahale şarttır. İşçi sınıfının doğumundan bu yana zihnine işlenen ulusal kimlik ve aidiyeti aşması her zaman kolay olamamaktadır. Özellikle ulusal veya diğer sınıf dışı kimliklerin baskın bir şekilde empoze edildiği dönemlerde ne yazık ki bir ülkenin işçi sınıfını başka bir ülkeden sınıf kardeşlerini katletmeye itmek kolay hale gelmektedir. 

Oysa sermaye ve mülk sahiplerinin gerçek anlamda ulusal aidiyete sadakatleri oldukça pragmatik ve esnektir. İşçi sınıfının tarihsel misyonuna sadık olmaya en yaklaştığı yerlerde sermaye ve mülk sahipleri ulusal sadakatlerini sermaye ve mülklerini korumak için kolayca terk etme konusunda oldukça deneyimlidirler. İki savaş arası dönemde Avrupa sathında bu sınıfların kıtasal bir dayanışma ağı oluşturduklarını kabul etmemiz gerekiyor. Avrupa faşizmi bu dayanışma ağının siyasi dışavurumudur.  

Son olarak da, Avrupalı sermaye ve mülk sahiplerinin kolektif korkusu kendi devletlerini var olan tüm siyasi ve hukuki anlaşmaları ihlal edecek veya yok sayacak noktaya getirmiştir. Böylece iki savaş arası dönemde Avrupa ülkelerinin pek çoğunda, örgütlenme ile ilgili zorluklar yaşayan Komünist Enternasyonal’in çaresizliğine inat, kudretli bir anti-Komünist enternasyonal doğmuştur. Örnek olsun Nazilerin Sovyetler Birliği’ne yönelik saldırısına Nazilerin askeri olarak işgal ettiği ve müttefiki olan tüm ülkelerin faşistleri, sağcıları katılmıştır (İtalyanlar, Fransızlar, Hırvatlar, Holandalılar, Belçikalılar ve diğerleri). Barbarosa Operasyonu bir tür Haçlı Seferi’ne dönüşmüştür.   

Lenin ve Bolşevikler Ekim Devrimi’ni başlarda Batıda kopacak asıl devrimin tetikleyicisi gibi görmekteydiler. Ancak beklentileri gerçekleşmedi. Alman Devrimi yenildi, kısa süreli Macar Sovyeti ise çabucak ezildi. Böylece sadece sonuçlara bakarak bu beklentinin gerçekleşmeyeceğini anlayan Bolşevikler maksimalist bir beklentiden minimalist bir beklentiye sürüklendiler. En azından Sovyet Devrimi’ni belirli bir koruma duvarının arkasına çekecek bir stratejiyi hayata geçirmek durumunda kaldılar. Sovyetler Birliği’nin sınırlarında anti-emperyalist burjuva rejimlerini tesis etmeye çalıştılar. Özellikle de Asya’nın azgelişmiş ancak İngiliz emperyalizminin egemenliği altında olan uluslarına yönelik yeni bir stratejiydi bu. 

Oysa Avrupa’da sonuç alınamasa da Avrupalı sermaye ve mülk sınıflarının obsesyonları tetiklenmişti bir kere; bu sınıflarda kaygı bozukluğu baş göstermişti. Üstelik onların bu kaygılarını besleyen pek çok vaka gerçekleşmişti. Daha savaş bitmeden Alman, İngiliz ve Fransız ordularında sıradan askerlerin bir bölümü emperyalist bir savaşta, emperyalistler için savaşmak istemediklerini ilan etmişlerdi. Silahlı askerlerin, gerici ve kurulu düzene sadık orduların emir-komuta zincirini yok sayan ya da onları bertaraf eden sovyetik örgütlenmeleri kuşkusuz sermaye ve mülk sahiplerini korkutmuştu. Söz konusu olan başka bir kurum değil, bilfiil bu sınıfların tarihsel ve siyasal olarak en güvendikleri kurum olan ordu idi. Dahası savaş bitmeden cephe gerisinde grevler patlamış, bazı yerlerde köylüler Rusya’da olduğu gibi kafalarına göre topraklara el koymaya başlamışlardı. Mülkiyet kutsaldı, kutsala yönelik bir saldırı başlamıştı. 

Savaş bittiğinde ise Avrupalı kapitalist devletlerin büyük bir bölümü içeride çıkacak herhangi bir huzursuzluğa müdahale edemeyecek kadar zayıf ve kırılgandılar. Nitekim bazı yerlerde onların bu kırılganlığı ve çaresizliği ortaya çıkan yerel sovyetlere devlet müdahalesini imkansız kıldı. Örneğin İtalya’da 1919 ile 1920  yılları “Kızıl Yıllar” (biennio rosso) olarak adlandırılmaktadırlar. Nedeni ise Kuzey İtalya’da, özelde ise Milano ve Torino’da kurulan işçi sovyetlerinin pek çok fabrikaya el koymuş olmasıdır. Bu dönemde hem sendikalı işçi hem de grev sayısı çok büyük oranlarda artış gösterdiler. Aynı anda özellikle de Kuzey İtalya’da köylüler büyük toprak sahiplerinin topraklarını yağmalıyorlardı. Keza başarısız olsa da, Alman Devrimi de (1919-1923) kıta sathında sömürgen sınıflar nezdinde korkuyu üst düzeye çıkarmıştı. Ayrıca 1919’da kısa süren ancak özellikle Doğu Avrupa’nın gerici toprak sahibi sınıflarını alarma geçiren Macar Sovyeti onların Nazi yörüngesine girmelerinin önünü açacaktı. 

İşlerin daha az şiddetle yürüdüğü örneklerde bile işçi sınıfının radikalizmindeki gözle görülür yükseliş egemen sınıf blokunun kaygı bozukluğunu katmerli hale getirmekteydi. Örneğin güdük burjuva liberalizminin anavatanı İngiltere’deki 1926 Genel Grevi İngiliz burjuvazisi için şok edici bir gelişmeydi. Bunun yanında öyle ya da böyle, 1929 öncesinde tedrici bir şekilde, 1929 sonrasında ise hızlı bir şekilde, Avrupa’daki sosyalist ve komünist partilerin toplumsal tabanlarındaki genişleme de Avrupalı sermaye ve mülk sahiplerinin tedirginliğini arttırdı. Söz konusu genişleme özünde açık bir devrimci çıkışa işaret etmese de kendi gölgesinden bile korkar hale gelen Avrupalı egemen sınıflar koalisyonu için sanrıları ve halüsinasyonları besledi. 

Bunun da ötesinde bu dönemde sosyalist/sosyal demokrat partilerin seçim başarıları bile ürkütücü hale gelmişti. Anti-komünist olan ve aslında burjuvazinin oyununun kurallarının dışına çıkmayı zinhar günah sayan reformist sol partilerin iktidara gelmesi ya da ortak olması bile burjuvazinin yüreğini hoplatmaya yetiyordu. 1924’de İngiltere’de İşçi Partisi ilk defa iktidara geldi, üstelik liberallerin desteklediği bir azınlık hükümetiydi. Gelenekleri güçlü İngiliz devlet yapısı harekete geçti. Ramsay McDonald hükümeti, hem de Sovyetlerle bir ticari anlaşma imzalama sürecindeyken, bir istihbarat komplosuyla çökertildi. Düzmece olduğu sonradan kanıtlanan ve güya Komintern sekreteri Zinovyev’in İşçi Partisi milletvekillerine yönelik olarak yazdığı bir mektup birden ortaya çıktı; burjuva basını mektubun üstüne atladı. Medya baskısı siyasi baskıyla birleşince tarihin ilk İşçi Partisi hükümeti kısa bir sürede çöktü. Bu aslında en liberal burjuva demokrasisinde bile burjuvazinin korkusunun ne kadar belirleyici olduğunu göstermekteydi. 

Nerdeyse tüm Avrupa ülkelerinde sağcı ve aşırı sağcı, ve hatta reformist solcu siyasi aktörler anti-komünist ve anti-Sovyetik bir çizgide birleştiler. Liberalinden tutucusuna tüm renklerden burjuva politikacıları içeride ve dışarıda bir tür Bolşevizasyon hayaleti görmeye başladılar. İç siyaset bu anlamda giderek sağa kaymaya başladı. Korkunun ve kaba sınıfsal tepkinin yönlendirdiği bu ortamda hem tek tek ülkelerde hem de kıta çapında aşırı sağın ve faşizmin yükselişi için verimli bir ortam gelişti. 1929 Büyük Bunalımı ise bu yönelimi ivmelendirdi. 

Bu ortamda devletlerin iç ve dış siyasetleri de giderek dönüşmeye başladı. Örneğin Fransa 1920’lerin ortasından itibaren Clemenceau’nun güçsüz bir Almanya siyasetinden giderek uzaklaşmaya başladı. Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikteyse Fransa sağı ve aşırı sağı Nazi Almanya’sını Bolşevizme karşı bir tür öncü güç gibi görmeye başladılar. Keza İngiltere daha erken bir tarihten itibaren Doğu Avrupa’da ve Orta Asya’da Sovyetler Birliği’ni kımıldayamaz halde tutacak her türden adımı destekler hale geldi. Bu nedenle 1930’ların başından II. Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar İngiliz siyasetini Almanya’yı görünürde “yatıştırmak” (“appease” etmek), aslında Sovyetler Birliği’ne karşı kışkırtmak isteyen liberal ve tutucu siyasetçiler yönlendirdiler. Bu siyasetçilerin son örneği Neville Chamberlain Münih’de Çekoslovakya’yı Nazilere peşkeş çeken anlaşamayı imzaladı ve ülkeye döndüğünde “Çekoslovakya’yı verip barışı almakla” övündü. Bu iki gözde burjuva demokrasisinin iki savaş arası dönemde Avrupa’yı silahlardan arındırmak ve onu güvenli bir yer haline getirmek amacıyla düzenlenen uluslararası anlaşmalara Sovyetleri ısrarla davet etmek istememeleri sadece bu ülkelerin hariciyelerinin tercihi değildi kuşkusuz;  sermaye ve servet sahiplerinin kolektif korkularının bir sonucuydu bu tercih aynı zamanda. 

Bu korkunun özellikle Doğu Avrupa’daki dışavurumu sağcı faşizan askeri diktatörlükler şeklinde gerçekleşti. Macaristan’da Amiral Horthy, Romanya’da General Antonescu, Yunanistan’da Metaxas, Polonya’da Pilsudski ve Bulgaristan’da zırt pırt darbe yapan aşırı sağcı subaylar; tüm bunlar SSCB sınırında geniş bir faşizan savunma hattı oluşturdular.  Zaman içinde eğilime uymayanlar da öyle ya da böyle yola getirildiler. Örneğin iki savaş arası dönemde diğer Doğu Avrupalı örneklerden daha ayrıksı gibi duran ve burjuva demokrasisi vagonundan inmemekte direnen iki örnek; Avusturya ve Çekoslovakya’nın payına ise birer oldubitti karşısında Nazi Almanya tarafından yutulmak düştü. 

Avrupa’nın geri kalanının kaderi ise bilindik hikayeydi. İtalya’da biennio rosso’nun hemen akabinde faşistlerin karşı saldırısı geldi. Partileşen Mussolini ve faşistleri önce Kuzey İtalya’da sermayedarlar ve büyük toprak sahipleri için kızıl tehlikeyi ezdiler sonra da iktidara layık olduklarını göstermek üzere Roma’ya yürüdüler. Sadece bir yürüyüştü, tavus kuşlarının gövde gösterisi gibiydi. Seçimlerde öyle yüksek bir oy da almamışlardı ancak kral, ordu, kilise ve egemen sınıfların oluruyla iktidar faşistlere verildi. Verilmesi için hiçbir nesnel neden yoktu, yoğun sınıfsal korku dışında. 

Avrupa’da kıtasal iç savaşın insanlık açısından en acılı sahnesi ise kuşkusuz İspanya’da yaşandı. İspanya İç Savaşı’nda İspanya’nın tüm gerici unsurları (sermaye, toprak sahipleri, kilise, ordu) General Franko’nun ardında saf tuttular. Ancak bu sadece ulusal bir cephe değildi, kıta çapında tüm faşistlerin, burjuva siyasetçilerin minnetleri ve destekleri de bu cephenin yanındaydı. Karşı tarafta mevzilenen cumhuriyetçilerin, sosyalistlerin, anarşistlerin ve komünistlerin uluslararası desteği ise oldukça zayıftı. Sovyetlerden gelen az miktardaki silah yardımı, dünyanın dört bir tarafından gelen ilericilerin ve solcuların oluşturduğu Uluslararası Tugaylar; işte hepsi buydu. Faşist İtalya ve Nazi Almanya hem silah hem de asker yardımını hiç esirgemedi Frankoculardan. Onların bu desteği herkesçe, en fazla da iki şanlı burjuva demokrasisi, İngiltere ve Fransa tarafından pek tabi ki biliniyordu. Ancak bu ikili faşistlere yönelik İtalyan ve Alman desteğini görmezden geldiler, tam tersine Sovyetlerden silah akışını durdurmak için ellerinden geleni yaptılar. İspanya İç Savaşı açık bir şekilde erdem ile erdemsizliğin, aydınlık ile karanlığın savaşına dönüşen tedrici ve vahşi bir iç savaş oldu. Sonuçta iyi olanlar, ilerici olanlar Ebro Irmağı’nın kıyısında sadece davayı değil umudu da kaybettiler. 

Genel hatları verilen Avrupa iç savaşında sermaye ve servet sahipleri Nazi Almanya’nın şahsında iç savaşı kendi lehlerine sonuçlandıracak bir lider buldular. Bu nedenle Fransa ve İngiltere dahil Avrupa camiası Nazi Almanya Ren’in her iki yakasını da silahlandırırken ses çıkarmadı. Çekoslovakya’yı yutarken ses çıkamadı. Barış anlaşmalarının tüm aksine şartlarına rağmen Avusturya’yı yutarken Almanya’nın bir sırtının pohpohlamadığı kaldı. Keza İtalya tüm uluslararası anlaşmaları ihlal edecek şekilde Etiyopya’yı işgal ederken de tek kelime edilmedi. Neticede kıtasal faşizm genişler ve saldırganlaşırken Avrupa kendi yarattığı karanlığa gönüllü bir şekilde teslim oldu. Bu nedenle II. Dünya Savaşı’nın erken dönemlerinde Naziler’in ve Wehrmacht’ın çabuk ve kolay askeri başarıları aslında sadece askeri stratejinin başarısı değildi, aynı zamanda işgal edilen ülkelerin egemen sınıflarının gönüllü bir şekilde faşizmin kanatları altına girme isteklerinin de önemli bir katkısı vardı söz konusu askeri başarıda. Avrupa faşizmi Avrupa iç savaşının sonucu olarak doğdu. 1941’in sonlarında Avrupa faşizmi Cebelitarık’dan Moskova’nın 30 km dışına kadar tüm Avrupa’ya hakimdi. Avrupalı egemen sınıfların obsesif kompülsif bozukluğu koyu bir karanlık yaratmıştı. 

Ancak bu başarı sokaktan gelen faşistlere ait değildi. Faşizm kapitalist devletlerin bünyesinde ifade edilen bir sınıfsal korkunun soncu olarak ortaya çıkan bir eğilimdi. Özellikle 1929’dan sonra lağım patlamış ve faşizm birikmiş tüm korkunun maddeleşmiş ve dışkılaşmış hali olarak dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Dalga büyük olunca üstüne daha çok sinek konmuştu, faşizm faşistleri birer sinek gibi pisliğe çekmişti. Adolf, Benito, Salazar, Franko ve diğerleri büyük dalganın üstüne konan küçük sineklerdi. Büyük dalga bazen üstüne konan küçük sinekleri de yutardı; nitekim Gregor üstüne konduğu büyük dalganın içinde boğulacaktı.  

Devamı haftaya….

Not: Ana görsel, Çekoslovakya’nın peşkeş çekildiği Münih Barış Konferansı’ndan bir sahne. Ön sıra soldan sağa Neville Cahmberlain, Fransa Başbakanı Edouard Daladier, Adolf, Benito ve Benito’nun daha sonra katlettireceği damadı Galeazzo Ciano. 




TARİHTE BUGÜN (18 ŞUBAT)



1957    "Atatürk'ün Amirali" olarak anılan Şükrü Onan vefat etti.

1935    Mustafa Kemal Atatürk,üçüncü ve son kez Antalya´ yı ziyaret etti.

1923 T.B.M.M. Başkanı Mustafa Kemal Paşa Uşak´ ta incelemelerde bulunup,halk ile birlikte oldu.

1941    Anıtkabir için mimari yarışma açıldığı resmen ilan edildi.

1952    Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye'nin NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı) üyeliğini onayladı.

1995    Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Cumhuriyet Halk Partisi çatısı altında birleşti Kurultaya katılan 1003 delege CHP'de, 635 delege SHP'de birleşmek için oy kullandı İki partinin genel başkanlarının anlaşması sonucu Sosyaldemokrat Halkçı Parti'li Hikmet Çetin oybirliğiyle genel başkan seçildi.

1985    Bakanlar Kurulu ilk defa bir grev kararını erteledi 1985 yılı bugün, Tarım Koruma İlaçları A.Ş'nin İstanbul Kartal ve İzmit Derince'deki işyerlerinde alınan grev kararının, 60 gün ertelenmesi kararlaştırıldı.

1985    Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Ziraat   Bankasının hamamcılara tarım kredisi verdiğini saptadı.

1994    Demokrasi Partisi'nin (DEP) Genel Merkezi bombalandı, bir kişi öldü, 2'si ağır 16 kişi yaralandı Demokrasi Partisi (DEP) yılbaşından beri 4 kez saldırıya uğramıştı Olayı İslami Cihat Örgütü üstlendi.

1997    Tansu Çiller TEDAŞ ve TOFAŞ soruşturmalarından aklandı Refah Partisi milletvekilleri Tansu Çiller'in aklanmasından yana oy kullandılar.

1941    16 yaşın üzerindeki erkek çocukların maden ocaklarında, 12 yaşın üzerindekilerin tekstil sanayiinde çalıştırılmasına ilişkin kararname çıktı.

1987    Türkiye'de 12 Eylül sonrası yaşanan en büyük grev olan NETAŞ grevi bugün anlaşmayla sonuçlandı.

1993    Gazeteci Kemal Kılıç öldürüldü Kemal Kılıç İnsan Hakları Derneği Urfa Şubesi Yönetim Kurulu üyesiydi.

1937    İstanbul'da eşekle nakliyat yasaklandı.

1971    Elazığ Senatörü Profesör Celal Ertuğ, "Bir dikta ortamına adım adım yaklaşılmaktadır Ordunun mesajı açıktır Demirel derhal istifa etmelidir." dedi Başbakan Süleyman Demirel ise, "Meşru yollardan geldim Bulurlar 226'yı, bizi devirirler" dedi.

1967    Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi görüşüldü; 35.000 köyden 15.000'inde okul olmadığı açıklandı.

1977    İstanbul Yüksek Öğrenim Derneği (İYÖD) "amaç dışı faaliyet" gösterdiği gerekçesiyle süresiz kapatıldı İstanbul Yüksek Öğrenim Derneği (İYÖD) Dev-Genç'in (Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu) İstanbul Bölge Yürütme Kurulu'nu oluşturuyordu

2008    Türkiye, Sırbistan'dan ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Kosova Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını tanıdı.

1981 Orkestra şefi ve müzisyen Şerif Yüzbaşıoğlu vefat etti.

2005    Mustafa Güzelgöz, kütüphaneci vefat etti. Halka kitap ulaştırmak için eşeğe kitapları yükler dolaşırdı. (DY-1921)

1980    1980 - Türkiye'de 12 Eylül 1980 Darbesi'ne Giden Süreç (1979- 12 Eylül 1980): CHP'li Kemal Kayacan ile görüşen Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, CHP ve AP'nin uzlaşmasını istedi: "Bizim dileğimiz, bizi istemediğimiz yollara itmemenizdir. İki büyük parti anlaşıp problemleri hâlle başlarsa büyük bir ferahlık duyacağız. Onlardan bu fedakârlığı bekliyoruz ve bunu beklemek de hakkımızdır."

1988    İstanbul'daki Spor ve Sergi Sarayı'nın adı, "Lütfi Kırdar" olarak değiştirildi.

2003     Güney Kore'nin Daegu metrosunda çıkan yangında, yaklaşık 200 kişi öldü.

2005    SEKA İzmit Fabrikası çalışanlarının, iş yerine kapanma eyleminin 30. gününde polis panzerlerle fabrika bahçesine girdi. İşçiler bu gelişme üzerine kendilerini mekanik atölyesine kilitledi.

2004    İran'ın Nişabur kenti yakınlarda kontrolden çıkan bir yük treninde meydana gelen patlama ve yangında, 200'ü kurtarma personeli olmak üzere 295 kişi öldü. Tren; kükürt, petrol ve gübre taşıyordu.

1546    Martin Luther, Alman dini reformist (d. 1483) öldü.   

1856     Islahat Fermanı yayınlandı

  1878    II. Abdülhamit Mebusan Meclisini süresiz olarak kapattı ve Meşrutiyet rejimine son vererek, yönetime tek başına egemen oldu.

1920    Köprülü Hamdi Bey, Kuvay-ı Milliye komutanlarından ve kaymakam (d. 1888) öldürüldü.


1965    Gambiya İngiltere'den bağımsızlığını kazandı.



   


KISA KISA GÜNDEM (17 ŞUBAT 2022)

 


1-Gerilim tırmanıyor: Rusya, ABD'nin büyükelçi yardımcısını sınırdışı etti (duvaR)

Rusya, ABD'nin Büyükelçi Yardımcısı Bartla Gorman'ı sınırdışı etti.









2- Berlin Film Festivali'nden Meltem Kaptan'a 'En İyi Başrol' ödülü (duvaR)

En İyi Başrol Oyuncu dalında “Gümüş Ayı” ödülü “Rabiye Kurnaz George W. Bush’a karşı” filmindeki rolüyle oyuncu Meltem Kaptan’a verildi. Kaptan, ödülü alırken yaptığı konuşmada, kendisini destekleyen anne ve babasına teşekkür ederek bu ödülü, sevgisi tüm sınırlardan daha güçlü olan annelere adadığını söyledi. Türkiyeli ev kadını Rabiye Kurnaz’ın, oğlu Murat'ın Guantanamo Hapishanesi'nden serbest bırakılması için yaptığı mücadeleyi anlatan filminin senaristi Laila Stieler de “En İyi Senaryo” ödülü dalında “Gümüş Ayı” ödülünü aldı. 
(https://www.gazeteduvar.com.tr/berlin-film-festivalinden-meltem-kaptana-en-iyi-basrol-odulu-haber-1553537)

3- Binali Yıldırım: Karadeniz'de dünyanın ihtiyacının 45 katı hidrojen sülfür var, geleceğin en temiz yakıtı(duvaR)

KARADENİZ'DE HİDROJEN SÜLFÜR VAR: Kanalistanbul projesine sonuna kadar inanıyorum. Türkiye'nin gelecekteki menfaatlerini gözeten bir projedir. Basit tartışmadan çıkalım. Karşı çıkanlar köprülere de karşı çıktılar. Bunlar hep karşı çıkar, bitince de önce onlar kullanır. Kullansınlar da biraz mahcubiyet duysunlar. Bizim yaptığımız işlerden karşı çıkılmayan olmadı. Karadeniz'in yarısı bizim. 432 bin kilometrakare alanı var, yarısı bizim. Çünkü en uzun kıyı şeridi bize ait. Karadeniz'in bizim olan kısımlarında ve karşı tarafta 150 metre aşağıda hidrojen sülfür var. Bu geleceğin en temiz yakıtı. Hidrojeni sülfürden ayırıyorsunuz. Buradaki hidrojen sülfür miktarı o kadar fazla ki şu anda teknolojisi tam gelişmedi ama bütün ülkeler bütün imkanlarıyla 2030-2040'ta... Dünyanın ihtiyacının 45 katı. Bu enerji ortaya çıkacak. Bunu nasıl son noktalara taşıyacağız? Bir kanal yetmez, bir kanal da belki gerekecek. Biz yapmazsak bunu başkaları yapacak. Bulgaristan'la Yunanistan... Kanalistanbul Türkiye'nin kalkınmasını elbette sağlayacak.

4- Sedef Kabaş'tan AYM kararına tepki: Uçak biletimi alsanız dahi gitmem, buradayım(Birgün)

CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, 27 gündür tutuklu olan ve Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yaptığı tahliye talebi dün reddedilen gazeteci Sedef Kabaş’ı ziyaret etti. Çakırözer aracılığıyla mesaj yollayan Kabaş, “Anayasa Mahkemesi benimle ilgili ret kararıyla aslında kendini inkar ediyor” dedi.(https://www.birgun.net/haber/sedef-kabas-tan-aym-kararina-tepki-ucak-biletimi-alsaniz-dahi-gitmem-buradayim-377577)

5- Merkez Bankası faizi yüzde 14'te sabit tuttu (Birgün)

Merkez Bankası Para Politikası Kurulu, faizi yüzde 14 seviyesinde sabit tuttu. PPK metninde, baz etkisinin kalkmasıyla enflasyonda düşüşün başlayacağı öngörüsüne yer verildi. Eylül ayında faiz indirimine başlayan Merkez Bankası, politika faizini aralık ayına kadar 500 baz puan indirerek yüzde 14’e kadar çekmişti. Eylül ayında faiz indirim döngüsüne başlayan Merkez Bankası, Eylül’den Aralık ayına kadar 500 baz puan indirerek politika faizini yüzde 19 seviyesinden yüzde 14’e kadar çekmişti. Faiz indirimlerinin ardından döviz kurlarına hızlı bir yükseliş görülmüş; hükümet, 20 Aralık'ta kur korumalı TL mevduat hesapları uygulamasını getirerek döviz kurlarındaki yükselişi frenlemeyi hedeflemişti. Ocak ayında agresif gevşeme döngüsüne ara veren TCMB'nin bugün yapılacak toplantıda da politika faizini sabit bırakması bekleniyordu.

6-Dalaman Havalimanı'nın yüzde 60'ı İspanyollara satıldı(Birgün)

Dalaman Uluslararası Havalimanı’nın 2042 yıl sonuna kadar olan imtiyaz hakkının yüzde 60’ı 140 milyon avroya İspanyol Ferrovial Group’a satıldı. Dalaman Havalimanı'nın imtiyaz hakkını 2042 yıl sonuna kadar elinde bulunduran YDA Group, işletme hakkının yüzde 60’ını 140 milyon avroya İspanyol Ferrovial Group’a sattı. İşletmeye ilişkin sürecin, gerekli onayların tamamlanmasının ardından 2022'nin ilk yarısında tamamlanması planlanıyor. İmtiyaz hakları 2042'nin sonuna kadar havalimanının işletilmesini kapsıyor.

7- Emekliler TÜİK’in kapısına dayandı (Cumhuriyet)

İzmir'de hayat pahalılığı ve düşük zamlara tepki gösteren emekliler TÜİK İzmir Bölge Müdürlüğü önünde toplandı. TÜİK'i protesto eden Tüm Emekliler Sendikası üyeleri, “Enflasyon hesabını hangi markette, hangi pazardan yapıyorsunuz? Adresini bize de verin gidip uygun fiyata alışveriş yapalım” dedi.
(
https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/emekliler-tuikin-kapisina-dayandi-1908838)

8- İstismar soruşturmasında görevden alınan Eskişehir İl Milli Eğitim Müdürü'ne geçici görevlendirme(Evrensel)

Eskişehir'de ortaokul müdürü Mustafa Kartaler’in 10 öğrenciyi istismara maruz bıraktığı gerekçesiyle tutuklanmasının ardından görevden alınan Eskişehir İl Milli Eğitim Müdürü Hakan Cırıt, geçici olarak Personel Genel Müdürlüğü Koordinasyon Kurulu'nda görevlendirildi.
(https://www.evrensel.net/haber/455299/istismar-sorusturmasinda-gorevden-alinan-eskisehir-il-milli-egitim-mudurune-gecici-gorevlendirme)



AKP’li belediyenin ihalesinde kara para mı aklandı? - Bahadır Özgür / BİRGÜN

 

Balıkesir’de AKP’li belediyenin geçen ay 52 milyon liraya sattığı bir arsanın ucu, Balıkesir-Kiev-KKTC arasında kurulmuş bir yasadışı forex ağına kadar uzanıyor. Arsayı alan kişi hakkında SPK’nın suç duyurusu var.

Balıkesir’de, belediye meclisinde AKP ve CHP’lileri sürekli karşı karşıya getiren, yerel basının gündeminden düşmeyen bir arsa ihalesinin arkasından şüphelibir hikâye çıktı. İş; KKTC’li bir kuyumcu, Ukrayna-Balıkesir arasındaki yasadışı forex ağı, online bahis sitesive Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK) suç duyurusuna uzanıyor.

Bir yıldır devam eden arsa tartışmasını kentin gündeminin dışına taşıyan gelişme, CHP’li meclis üyesi Ayhan Halil’in önceki gün meclis toplantısında Belediye Başkanı Yücel Yılmaz’a, “Araziyi alan firmanın Halil Falyalı ile bağlantısı var mı?” sorusu oldu. İddianın dayanağı, ihaleyi alan Money Golden Kuyumculuk’un sahibinin KKTC’de olması ve ihale için aniden kenttebelirmesi.

Meselenin yakın zamanda öldürülen Falyalı ile bir ilgisi var mı bilmiyoruz. Ama arsayı alan kişinin içinde bulunduğu olaylar dizisi, şüpheli bir para trafiğine işaret ediyor. Nasıl mı?

Hikâyenin en başına gidelim şimdi…


AKP’li Balıkesir Belediyesi kentin en değerli yerlerinden birisi olan ve üzerinde lunapark bulunan 7 bin metrekare arsayı satma kararı aldı. 2020’deki ihaleyi 23,4 milyon lira bedelle BSY Yapı kazandı. CHP’liler konuyu mahkemeye taşıdılar. Ancak kısa süre sonra Başkan Yılmaz bedelin düşük olduğu gerekçesiyle ihalenin iptal edildiğini açıkladı.

Yeni ihale kararı 28 Aralık 2021’de meclisten geçirildi. Bu sefer satılacak alan 8 bin 270 metrekareye, muhammen bedel ise 49,6 milyon liraya yükseltildi. 26 Ocak 2022 günü yapılan ihaleye tek bir firma katıldı: Golden Money Kuyumculuk. Ve 52 milyon 50 bin liraya arsanın sahibi oldu. İşler bundan sonra karıştı işte.

Golden Money’in sahibi Fedlan Kılıçaslan Girne’deydi ve KKTC vatandaşıydı. CHP, aniden ortaya çıkan kişiden ve son günlerdeülkenin gündemine oturan KKTC merkezli kara para trafiğinden şüphelenip, Belediye Başkanı’na “kara para mı aklanıyor?” imasında bulunuyordu. Herhangi bir yanıt gelmedi tabi ki. Peki, kimdi bu Kılıçaslan?

KKTC kayıtlarında Golden Money Kuyumculuk diye bir şirket görünmüyor. 2019 yılında Kılıçaslan tarafından Balıkesir’de kuruldu. Fedlan Kılıçaslan’ın 2016’da online bahis oynanan BetExpres adlı siteyle ilişkisi olduğu görülüyor. Online bahis sitelerinin yüzlercesi bir anda kurulup ad değiştirebildiği için, Kılıçaslan’ın başka bağlantıları bulunuyor mu takip etmek zor. Fakat onun adına asıl rastlanan alan yasadışı forex işlemleri.

Nitekim 29 Nisan 2021 tarihli SPK bülteninde, Fedlan Kılıçaslan hakkında yasadışı forex işlemlerini yönetme ve “uzmanfx” adlı internet sitesinin içerik sağlayıcısı olma gerekçesiyle suç duyurusunda bulunulduğu açıklanmış. Sertifikalarının tamamının sahte olduğu söz konusu site hakkındaki şikâyetler ve dolandırıcılık ihbarlarının sayısı ise bir hayli fazla.

Siteye 19 Şubat 2019’da SPK tarafından da erişim engeli getirilmiş. SPK bülteninde başka isimler de dikkati çekiyor. Fedlan Kılıçaslan ile beraber dört kişi ve iki şirket hakkında daha suç duyurusu var.











Şirketlerden LLC Uzman Tranding kuruluş tarihi de 2019. Yani Golden Money’in açıldığı yıl. Fakat aynı adda bir şirket 1 Kasım 2018’de Ukrayna’nın Kiev kentinde kurulmuş. İnternet siteleri için altyapı hizmeti faaliyeti yürüttüğü belirtilen şirketi kuran kişi ise Fedlan Kılıçaslan görünüyor.

SPK’nın tespitlerine göre, şirketlerin sahipleri “uzmanfx” sitesi üzerinden yapılan işlemlerde, şirketlerinin banka hesaplarını kullandırarak “izinsiz sermaye piyasası işlemlerine iştirak” suçunu işlediler. Dolayısıyla hepsi hakkında suç duyurusunda bulunulmuş.

SPK’nın belgelerine ve şirketler arasındaki ilişkilere bakılırsa, Balıkesir’deki tartışmalı arsanın finansmanında kullanılan paranın, yasadışı forex işlemleri üzerinden elde edilmiş olma ihtimali bulunuyor. Belediye herhalde bu bilgileri dikkate alıp, ihaleyi yeniden değerlendirecektir.

Bahadır Özgür / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

Yandaş şirketler zeytinlikleri istedi: İşte o skandal mektup! -Bahadır Özgür /halkTV-

Meclis’te görüşülen ve başta zeytinlikler olmak üzere koruma altındaki alanları, sulak bölgeleri madenciliğe açan torba yasanın arkasından, ...