Fatih Yaşlı: NATO yolu CHP döneminde açıldı-Söyleşi / SOL
Türkiye'nin NATO ittifakına katılmasının yıldönümünde akademisyen-yazar Fatih Yaşlı'yla dünden bugüne Türkiye-NATO ilişkilerini konuştuk.
Bugün Türkiye'nin NATO'ya katılışının 70. yıldönümü. NATO'nun ilk genişleme hamlesi Yunanistan ve Türkiye'yle 1952'de olmuştu. NATO'yu sadece bir askeri işbirliği platformu olarak değil, siyasi, politik, kültürel, ekonomik tarafları olan çok daha kapsamlı bir konsept olarak düşünmek gerekir.
"Komünizm tehdidine karşı" uzun yıllar bir arada durabilen NATO üyeleri, Sovyet sonrası dönemde bu yapıya işçi sınıfını baskılamak, sermaye diktatörlüklerini devam ettirmek için hala ihtiyaç duysa da, iç gerginlikler eskisine kıyasla daha görünür hale geldi. Buna ABD merkezli emperyalist hegemonya zincirinin eskisi gibi işlemediği de eklendiğinde NATO konusu önümüzdeki yılarda da hem Türkiye hem dünyada tartışılmaya devam edecek.
Türkiye'nin NATO ittifakına katılmasının yıldönümünde TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, gazeteci-yazar Alper Birdal, akademisyen-yazar Fatih Yaşlı'yla konunun farklı boyutlarını içeren röportajlar yaptık.
Yaşlı'nın sorularımıza verdiği yanıtlar aşağıda. Diğer röportajları da bugün soL'da okuyabilirsiniz.
***
Türkiye açısından NATO’ya katılmanın anlamı nedir? Hangi iç ve dış koşullarda böyle bir adım atıldı?
Türkiye yönetici sınıfı, 2. Dünya Savaşı boyunca Nazilerin Sovyetler’i yenmesini bekledi, hep bunu istedi. Bunun için içeride Turancı akımların önünü açtı, Türkiye’nin Nazilerin yanında Sovyetler’e karşı savaşa girmesi yönünde propaganda yapan bu akımlara Nazilerin yenileceği anlaşılana kadar müdahale etmedi, ayrıca Sovyet topraklarındaki Türki unsurlara Nazi saflarında savaşmaları adına önemli destekler verildi, Nazilere tank yapımında kullanılan krom satıldı. Nazilerle iyi ilişkiler sürdürülürken bir yandan da İngiltere’ye ve kısmen de ABD’ye yanaşılıyor, savaşa doğrudan dâhil olunmayarak görece bir “denge” siyaseti izleniyordu. Ancak Sovyetler bu denge siyasetinin hep dışında tutuldu, Sovyetler’e karşı hep hasmane bir tutum sergilendi.
Nazilerin savaşı kaybedeceğinin anlaşıldığı ve Sovyetler’in Berlin’e doğru yürüdüğü günlerde, Turancı akımlar “komşu ve dost ülkelerle arayı bozma” gerekçesiyle tasfiye edildiler ve bu vesileyle Sovyetler’le yakınlaşma arayışları başladı. Ancak savaş bittiğinde Sovyetler yaşananları unutmamıştı ve Türkiye’yi kimi başlıklarda sıkıştırmaya karar verdiler. Özellikle Boğazlar, masaya konulan kozlardan biriydi. Ancak Türkiye yönetici sınıfı da dâhil herkes Sovyetler’in Türkiye’ye savaş açmayacağını, buna gücü de niyeti de olmadığını biliyordu. Dolayısıyla esas mesele 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzeninde yer almak, Sovyet tehdidini öne sürerek kapitalist dünyanın gerek ekonomik gerek güvenlik şemsiyesi altında kendine bir yer bulmaktı. Bu nedenle Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankası üyelikleriyle NATO üyeliğini birbirinden ayıramayız. Bunlar bir bütün olarak Türkiye yönetici sınıfının Soğuk Savaş dünyasında Türkiye’yi konumlandırmak istedikleri yerin birer parçasıdırlar ve bir arada değerlendirilmeleri gerekir.
Bu kararı sadece Menderes hükümetinin girişkenliğinin bir sonucu olarak mı görmeliyiz, yoksa zaten varolan bir yönelimden mi bahsediyoruz?
Hayır, bu mesele basitçe Menderes’e ve hükümetine indirgenemez. Türkiye’nin NATO üyeliğine giden yol Menderes’ten önce, CHP iktidarı ve İsmet İnönü eliyle açılmıştı. Truman Doktrini’ne ve Marshall Planı’na dâhil olmak, ABD’den ekonomik ve askeri yardım almak, buna mukabil ABD’nin Türkiye gibi ülkeler için öne sürdüğü ekonomik modele uygun düşmeyen devletçi-plan esasına dayalı sanayileşme/kalkınma politikalarından vazgeçmek, ekonomiyi dış finansmana açmak, CHP’den DP’ye uzanan bir çizgiydi ve bu doğrultuya dair iki parti arasında ve dolayısıyla devlette tam bir mutabakat söz konusuydu. Az önce söylediğim üzere IMF ve Dünya Bankası üyelik başvuruları ile NATO üyelik başvurusunun ayrıştırılamayacağı gibi, 1923 paradigmasının terk edilmesi, Kuran kursları, İmam-Hatipler, din dersleri, tarikatlar ve cemaatler, Köy Enstitüleri’nin tasfiyesi… Bunlar da Soğuk Savaş’a giren Türkiye tablosuna dâhil edilmeli, yani meseleye bütünlüklü bir çerçeveden bakılmalıdır. Bu tablonun merkezinde ise antikomünizm yer alır. Türkiye yönetici sınıfı elbette ki başından beri antikomünistti ama antikomünizmin siyasetin ana ekseni ve asıl belirleyeni haline gelmesi, 2. Dünya Savaşı sonrasına ait bir fenomendir.
Soldan NATO konusunda gelen eleştirilere Türk sağı “Sovyetler Birliği tehdidinden korunma zorunluluğu” gerekçesiyle yanıt verdi hep. Az önce değindiniz ama burayı biraz daha açar mısınız? Böyle bir tehdit hiç yok muydu?
Şöyle... 2. Dünya Savaşı bittiğinde Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye saldırma gibi bir niyeti ve gücü yoktu. Ayrıca Türkiye’den toprak istendiği iddiası da Türk dış politikasının yarattığı mitoslardan biriydi. Ortada Boğazların ortak denetimine dair birtakım düşük perdeden dile getirilmiş iddialar vardı ama tüm bunların toplamı Türkiye yönetici sınıfının koşa koşa emperyalizmin kucağına oturmasını gerektirmiyordu. Türkiye yönetici sınıfı ABD ile birlikte Soğuk Savaş’ın başlamasına en çok katkı koyan ülkelerden biri oldu, sonra da kendi yarattığı koşulları kendisine yönelik bir tehditmiş gibi gösterip hem dış politikasını hem de içeride devlet aygıtından orduya, üniversiteden dinselleşmeye, bütün bir siyasal ve toplumsal yapıyı antikomünizm üzerinden şekillendirdi.
Türkiye siyasetinde NATO’nun adeta bir kırmızı çizgi olduğunu görüyoruz. Siyasi fayda sağlayacağını düşünen herkes gerektiğinde ABD hakkında bile atıp tutarken, konu hiçbir koşulda NATO’ya gelmiyor. Hatta herhangi bir uluslararası tartışmada ilk olarak “NATO’ya bağlılık” vurgulanıyor. Neden böyle?
Çünkü NATO Türkiye yönetici sınıfının “eşit üye” olarak görüldüğü neredeyse tek uluslararası organizasyon. Herkesle eşit oya sahip, istediği zaman oylama süreçlerini bloke edebiliyor, yani kendi ölçeğinde bir “güç gösterisi” sergileyip bunu Batı’yla pazarlıklarda bir koz olarak kullanabiliyor. Ayrıca Türkiye kapitalizminin kırılganlıkları, zaafları, uluslararası ölçekte Türkiye’nin jeopolitik konumuyla dengelenmeye ve bu bir avantaja çevrilmeye çalışılıyor. O jeopolitik konumu avantaja çevirmek için de NATO üyeliğine ihtiyaç duyuluyor. Bunların ötesinde Türkiye’de ordu, üyelik tarihinden itibaren kendisini bir NATO ordusu olarak şekillendirmiş durumda ve ordu mensuplarının önemlice bir bölümü NATO’nun ideolojisini sahiplenmiş ve içselleştirmiş bir görünüm sergiliyorlar. Orduya atfedilen siyaset-üstülük, genel kutsiyet ve tabulaştırma, NATO’nun da sanki siyaset-üstü bir kurummuş gibi gösterilmesini ve siyasi tartışmaların dışında bırakılmasını kolaylaştırıyor. Ortada sanki politik bir mesele değil de teknik bir mesele varmış gibi yapılarak hem NATO’nun kendisi hem de Türkiye’nin NATO üyeliği tartışma dışı bırakılıyor.
Peki bu durum NATO’nun kuruluş, Türkiye’nin NATO’ya katılma sürecinde de mi böyle? NATO konusu en başta nasıl tartışılmış, topyekün bir irade mi söz konusu Meclis’te?
Az önce Türkiye’nin NATO üyeliğinin “devlet aklı”nın bir ürünü olduğunu ve bunun da bir mutabakata yaslandığını söylemiştim. Bunun en büyük göstergesi TBMM’de yapılan oylamadır. Üyelik başvurusunun Meclis’te görüşüldüğü gün, bütün partilerin temsilcileri kürsüden bu üyeliğin önemine dair konuşmalar yapmışlar ve NATO’ya üyelik kararı bir çekimser oya karşılık 409 vekilin “evet” demesiyle ve büyük bir coşkuyla alınmıştır.
Cumhuriyet tarihi boyunca düzen siyasetinin de, en azından bazı unsurlarının, NATO’yu sorguladığı bir aralık olmadı mı hiç?
Türkiye’de siyasi rüzgârların soldan estiği dönemde, yani 1965-80 arasında, düzen siyaseti içerisinde NATO’ya, Amerikan üslerine ve kontrgerillaya dair birtakım tartışmalar yaşanmıştır kaçınılmaz olarak. Ayrıca Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra, 90’ların sonu ve 2000’lerin başında Türkiye’de özellikle ordunun içerisinden ABD ve NATO’yla ilişkileri yeniden düzenlemeyi talep eden, “Avrasyacı” diyebileceğimiz kimi çıkışlar söz konusu olmuştur, hatta Ergenekon-Balyoz süreçlerini bu çıkışlarla ilişkilendirerek okuyabiliriz. Ama netice itibariyle bunların hiçbiri NATO’ya dair geniş kapsamlı bir tartışma ve sorgulamayı beraberinde getirmemiştir. NATO üyeliği Türkiye’de düzenin varoluşsal ayaklarından biridir ve bırakın üyelikten çıkmayı, buna dair toplumun geniş kesimlerinde başlayacak bir tartışma dahi, düzen açısından kabul edilebilir değildir.
(Volkan Algan / SOL) ***
Kemal Okuyan: NATO bu düzenin ilan edilmemiş kutsalıdır-Söyleşi / SOL
Bugün Türkiye'nin NATO'ya katılışının 70. yıldönümü. NATO'nun ilk genişleme hamlesi Yunanistan ve Türkiye'yle 1952'de olmuştu. NATO'yu sadece bir askeri işbirliği platformu olarak değil, siyasi, politik, kültürel, ekonomik tarafları olan çok daha kapsamlı bir konsept olarak düşünmek gerekir.
"Komünizm tehdidine karşı" uzun yıllar bir arada durabilen NATO üyeleri, Sovyet sonrası dönemde bu yapıya işçi sınıfını baskılamak, sermaye diktatörlüklerini devam ettirmek için hala ihtiyaç duysa da, iç gerginlikler eskisine kıyasla daha görünür hale geldi. Buna ABD merkezli emperyalist hegemonya zincirinin eskisi gibi işlemediği de eklendiğinde NATO konusu önümüzdeki yılarda da hem Türkiye hem dünyada tartışılmaya devam edecek.
Türkiye'nin NATO ittifakına katılmasının yıldönümünde TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, gazeteci-yazar Alper Birdal, akademisyen-yazar Fatih Yaşlı'yla konunun farklı boyutlarını içeren röportajlar yaptık.
Okuyan'ın sorularımıza verdiği yanıtlar aşağıda. Diğer röportajları da bugün soL'da okuyabilirsiniz.
***
NATO hem çok tartışılan hem de hiç tartışılmayan bir konu. Kastım şu: NATO üyeliği Türkiye’deki kapitalist düzenin en belirleyici özelliklerinden biri, bu açıdan üzerinde ne kadar konuşulsa az. Türkiye solu başından itibaren bu bağlılığa karşı tavrını aldı, eleştirdi, bu ilişkinin halk düşmanı karakterini gündemde tutmaya çalıştı. Diğer taraftan düzen siyasetinin özneleri açısından konu adeta tabu muamelesi görüyor. Her şey tartışılıyor, NATO hariç. Neden böyle?
NATO’yu tartışamazlar. NATO bu düzenin ilan edilmemiş kutsalıdır. Aslında bütün NATO ülkelerinde benzer bir durum söz konusudur. NATO Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuştu. Peki bunun bugün anlamı ne? Sovyetler Birliği’nin yerine Rusya geçti, bu kadar basit mi? Bu tür bir akıl yürütme, NATO’nun sadece ve sadece ABD emperyalizminin çıkarlarına hizmet eden bir örgüt olduğu sonucuna vardırır bizi. Oysa NATO, bir sermaye örgütüdür. Sovyetler Birliği’nin artan güç ve prestijine karşı kurulmuştur ama özünde uluslararası işçi hareketine karşı bir savaş ya da terör örgütüdür. Sovyetler Birliği’ne karşıtlığın arkasında anti-komünizm ve sınıf çıkarları vardır. Dolayısıyla NATO bütün üye ülkelerin sermaye sınıfı açısından kendi egemenliklerini sürdürmenin güvencesidir. NATO üyesi ülkeleri Sovyetler doğrudan tehdit etmedi ama bu ülkelerde burjuva iktidarlar tehdit altındaydı. Bu nedenle NATO her ülkede gizli yapılanmalar kurdu, kontrgerilla örgütlenmelerine gitti. Üye ülkelerde yalnızca askeri değil sivil bürokrasiyi de kendi tezgahından geçirmek için kanallar yaratan NATO her şeyden önce bir sermaye örgütüdür. Emperyalizm içi rekabette kullanılması, ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir kurum olması bu gerçeği değiştirmez. İşte bu yüzden düzen partileri NATO’yu sorgulayamaz. Dünyada düzene eklemlenme sürecine giren “sol” hareketleri takip edin, ilk yaptıkları şey NATO’ya karşı söylemlerini yumuşatmaktır.
Peki bu durum, özellikle son yıllarda, kamuoyu önünde olmasa da, devletin ilgili bölümlerinde, kapalı kapılar ardında NATO’nun tartışılmadığını gösterir mi bize? ABD’nin tepesinde oturduğu emperyalist hegemonya zinciri eski gücü ve düzenliliğini kaybetmişken, bu düzenin asli organizasyonunun tartışılmaması mümkün mü?
Devlette NATO karşıtı ağırlıklı bir odak olduğunu düşünmemek gerekiyor. NATO karşısında daha pazarlıkçı odaklar var. Kimi bürokratların emeklilikten sonra NATO karşıtı kesilmesi bizi yanıltmamalı. Türkiye’de devlet aklı NATO’cudur. Kuşkusuz ülkemiz tarihinde tek tek onurlu, halkçı, yurtsever, devrimci bürokratlara tanık olunmuştur ve bundan sonra da bu örneklerle karşılaşacağız. Ancak gerçekçi olalım. Bugün ulusalcı olarak tanımlanan kesimler, meseleye sınıfsal bakmadıkları için NATO’yu ve hatta ABD’yi bir rekabet alanı olarak görüyorlar. Onlara göre Türkiye’nin sınıflarüstü ulusal çıkarları var ve dünyadaki bütün güçler o çıkarların güncel ifadeleri karşısında takındıkları tutuma göre tasnif ediliyor. Bugün NATO Yunanistan ile ihtilaflı başlıklarda “Türk tezi”ne yakın dursa, bunların hepsi NATO ve ABD karşıtlıklarını rafa kaldırır. Sınıfsal bakmadan tutarlı bir anti emperyalist konumlanış mümkün değildir.
Öyleyse Türkiye kapitalizminin patronları (hem sermaye, hem bürokrasi anlamında) nereye kadar, neyi tartışabilirler?
Aslında tartıştıkları, Türkiye’nin emperyalist sistemde nasıl daha güçlü bir yer tutacağı, buna giden yollardır. Burada iki mesele birbirine karıştırılmamalı. Türkiye’nin ABD’nin ittifak sisteminden biraz uzaklaşması, Türkiye’nin emperyalist sistemden uzaklaşması anlamına gelmez. Bugün emperyalist dünya sisteminin dışına ancak köklü bir devrimci altüst oluşla ve üretim araçlarında özel mülkiyete son verme iddiasındaki bir iktidarla çıkabilirsiniz. Emperyalizmi ABD ile özdeşleştirmek, emperyalizmi zerre anlamamak demektir. ABD hâlâ en tehlikeli ve saldırgan emperyalist ülkedir. Bununla birlikte sistem içinde büyük bir mücadele sürmektedir. Bu bir hegemonya mücadelesidir ve dünyamızın istikrarsızlık ve savaş tehdidi ile karşı karşıya kalmasının nedenidir. Şu anda Türkiye’de ABD ve Avrupa ile ilişkilerin yeniden tarif edileceği bir süreç, bir tartışma yaşanıyor. Türkiye’nin devrim olmadan ABD’den bütünüyle kopması sıfır olasılıktır. Bu ülke havada asılı duramaz. Türkiye’nin yükünü Rusya taşıyamaz, Moskova’dakilerin böyle bir niyeti de yok zaten. Türkiye’de patronlar, ABD ve AB ile ilişkilerdeki sorunların azaltılmasını ama çok yönlü bir dış politikanın geliştirilmesini istiyorlar. Gidişat o yönde olacaktır. Ta ki, işçi sınıfı bu asalakları sırtından atıncaya kadar. Türkiye’de devrim olacak ve ülkemiz bağımsız ve egemen bir ülke olacak. Bu kadar basit.
Son zamanlardaki tartışmalara gelmeden önce AKP iktidarının NATO’yla ilişkisine dair bir genel çerçeve çizebilir misiniz? Çok uzun ve siyaset tarihimiz açısından da fırtınası bol, sert bir dönem oldu. Son 20 yılda birçok şeyin değiştiğini düşünürsek, siz AKP iktidarı döneminde Türkiye-NATO ilişkilerinde, geçmişle kıyaslandığında, ne görüyorsunuz?
Buradaki özgünlük AKP’den değil NATO’dan kaynaklanıyor aslında. NATO, ABD’nin hegemonyası sarsıldıkça hem ortak strateji belirlemekte zorlanıyor hem de içindeki çelişkiler yoğunlaşıyor. Dediğim gibi hiç tartışmayacakları sermaye egemenliği, kapitalizmin devam etmesidir. Bunun dışında NATO son 30 yılda çok çalkantılı bir dönem geçiriyor ve bu gayet doğal. AKP yıllarında Türkiye’nin NATO ile ilişkilerindeki en önemli yenilik, Erdoğan ve arkadaşlarının NATO yönetiminde rahatsızlık yaratan her şeyden kurtulmaya çalışmalarıdır. Bir yandan da AKP’nin NATO’yu baypas ederek ABD ile Arap coğrafyasında ortak hareket ettiği bir dönem var. Burada topyekun bir başarısızlık olmadı belki ama AKP ve Türkiye kapitalizminin sınırları ortaya çıktı. İşte bu noktada NATO içinde de Türkiye ile gerilimler arttı. Ancak yine de AKP’nin NATO konusunda her zaman özenli davrandığını söyleyebiliriz. NATO bürokrasisi de, siyasal dışavurumculukla hareket eden demagog AB ülke yönetimlerinin tersine AKP ile ilişkilerde son derece gerçekçi ve yapıcı olageldi. Bu anlamda ben AKP döneminde NATO ile ilişkilerin özel olarak sorunlu olduğunu düşünmüyorum. Fethullahçı kadroların tukaka ilan edildiği dönem kaçınılmaz boşluklar oldu Türkiye’nin NATO’daki varlığında ama Hulusi Akar ve arkadaşlarının bu sorunu çözdükleri görülüyor.
Aslında bunların teorik tartışmalar olmadığı, hayati ve yakıcı konular olduğu Ukrayna gündemiyle bugünlerde bir kez daha anlaşıldı. Türkiye’nin buradaki pozisyonuna gelmeden önce, ABD, öncelikli tehdit olarak uzun süredir Çin’i göstermesine rağmen neden Rusya ile böyle bir gerginlik yaşanıyor? Hatta son günlerdeki açıklamalar gerginlikten fazlası olduğunu gösteriyor.
Biden’ın Rusya için iyi bir seçenek olmadığı biliniyordu. Rus “resmi” medyası bayağı Trumpçılık yaptı ABD seçimleri sırasında. Ne olursa olsun, bizim ısrarla söylediğimiz bir şey vardı, Biden kimilerinin büyük bir ahmaklıkla iddia ettiği gibi kötünün iyisi filan değildi, birçok açıdan daha savaşçı, daha saldırgan bir ekolden geliyordu. ABD emperyalizminin stratejisi Çin ve Rusya’yı birbirinden koparmak. Ama yalnız bu değil. ABD Avrupa’yı Rusya’dan uzak tutmak gibi bir derde de sahip. Bunlar kolay değil. ABD ittifaklar sistemini korumak için büyük çaba harcıyor. Ukrayna meselesinde Rusya’yla gerilimi artırmak, Almanya ve Fransa’nın Rusya siyasetinde özgür davranmalarının önüne geçmek için de gerekiyordu. Ayrıca ABD, askeri ve ekonomik baskıdan yılan Rusya’nın bazı kırmızı çizgilerden vazgeçmeksizin ABD ile anlaşmaya hazır olduğunu biliyor. Bu da Çin ile Rusya’nın arasını açma hedefi ile uyumlu. Ancak her şey bir günde olacak diye bir şey yok. Bu bir gerilim ve en önemlisi ABD eski gücünde değil.
Sıcak bir çatışma ihtimali görüyor musunuz? Çünkü konu, tarafların beklentilerine bakılacak olursa, kilitlenmiş görünüyor…
Sıcak bir çatışma zaten var. Doğrudan Rusya ile NATO’nun karşı karşıya gelmesi ise şu an için düşük bir olasılık olsa bile, mümkündür. Emperyalist dünya savaş üretiyor. Ve aynı zamanda bazı koşullar denk geldiğinde tarafların öznel kararı olmaksızın savaş patlayabilir. Bu nedenle savaş tehlikesi elbette var. Ama bana soracak olursanız, henüz Rusya ile NATO arasında kapsamlı bir çatışma için koşullar uygun değil.
Peki Türkiye? Bir NATO üyesi olarak, ama aynı zamanda Rusya’yla iyi geçinmeye mahkum bir ülke olarak, ne yapabilir?
Türkiye tercih yapmıyor, zaten NATO’nun içinde. Ancak şu anda hala manevra alanı olduğunu, tarafların gerilimi yönettiğini bildiğinden AKP de rol kapmaya çalışıyor. Ancak dikkatle bakıldığında Türkiye Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kışkırtan, cesaretlendiren ülkelerden biri. Rusya’nın buna karşı yapabileceği pek bir şey yok. Türkiye’nin Rusya’ya karşı açıktan daha sert ve gerilim üreten bir koordinata yerleşmemesi için çok özenli davranıyorlar. Ancak bir çatışma durumunda Türkiye (AKP olsun olmasın) NATO’da savaş tamtamlarını en çok çalan ülke olacaktır.
Tekrar iç siyasete dönecek olursak, özellikle son aylarda, Batı basınında Erdoğan iktidarının geleceği hakkındaki senaryolar üzerine yazılan yazılarda, NATO hatırlatmalarının tekrar gündeme geldiğini görüyoruz. Erdoğan’ın kuyruğu dik tutma açıklamalarına Hulusi Akar’ın, İbrahim Kalın’ın “mevkidaşlarıyla” görüşmelerinin eşlik etmesine çok sık denk gelir olduk. İktidar içinde bir rol paylaşımı mı var, yoksa Erdoğan da kendini güvenceye alacak bir geçiş için bu isimleri mi elçi tayin etti? Ya da daha faklı senaryolar mı söz konusu? Mevcut iktidarın NATO-batı ilişkileriyle ilgili ne görüyorsunuz?
Dış politikada bugün Erdoğan ve Çavuşoğlu’nun ağırlığı pek yok. Hulusi Akar ve İbrahim Kalın kritik bütün başlıkları belirliyorlar. Bunu Erdoğan’a rağmen yaptıklarını söylemiyorum. Ama Erdoğan’ın bu durumu kabullendiğini, başka çaresi kalmadığını düşünüyorum. Akar ve Kalın NATO açısından güvenilir isimler ve AKP’den çok Türkiye’yi önemsemeye başlayan batılı emperyalist merkezler için olası bir geçiş döneminin en büyük güvenceleri. Ben bu iki ismin de AKP dönemi biterse Türkiye’nin gündeminden düşeceğine açıkçası inanmıyorum.
Aslında Erdoğan’ın, zor görünse de, iktidarını korumasının tek yolu Batı’yla ilişkilerinde yeni bir sayfa açabilmesinden geçiyor. Ekonomi için gerekli kaynağı da ancak buradan bulabilir. Muhalefet de bunun farkında ama o konuya hiç girmeyi tercih etmediğini görüyoruz. Muhalefetin bu konuda bir stratejisi var mı? Varsa ne üzerine kurulu sizce?
Hem AKP hem muhalefet ABD, Avrupa Birliği ve Türkiye burjuvazisinin teveccühünü kazanma derdinde. Bunun için yarışıyorlar. AKP burada bir toparlanma olmaksızın devam edemez. Ve bu yolda bazı adımlar atıldı. Öte yandan bazı adımlar geç kalındığı için boşa çıkıyor. Bir de tarihi bir krizle karşı karşıya AKP. Halkta büyük bir hoşnutsuzluk var. Aslında bu durum hem iktidarı hem muhalefeti hazırlıksız yakaladı. Her ikisi de sermaye düzeninin hakimlerini tavlamak üzere hareket ediyordu. Şimdi hesapta olmayan bir aktör, emekçi halk sesini yükseltiyor. Bu onlar için hiç iyi olmadı. Çünkü halk o kadar öfkeli ki, patronları memnun etmek için atılan her adım onları siyaseten vuruyor. Bugün CHP başta olmak üzere muhalefet partileri halkın bir an önce susmasını bekliyor. Çünkü onların ufkunu aşan bir toplumsal tepki var.
(Volkan Algan / SOL) ***
Alper Birdal: NATO'nun Çin ve Rusya'ya müdahaleye ihtiyacı var - Söyleşi / SOL
Bugün Türkiye'nin NATO'ya katılışının 70. yıldönümü. NATO'nun ilk genişleme hamlesi Yunanistan ve Türkiye'yle 1952'de olmuştu. NATO'yu sadece bir askeri işbirliği platformu olarak değil, siyasi, politik, kültürel, ekonomik tarafları olan çok daha kapsamlı bir konsept olarak düşünmek gerekir.
"Komünizm tehdidine karşı" uzun yıllar bir arada durabilen NATO üyeleri, Sovyet sonrası dönemde bu yapıya işçi sınıfını baskılamak, sermaye diktatörlüklerini devam ettirmek için hala ihtiyaç duysa da, iç gerginlikler eskisine kıyasla daha görünür hale geldi. Buna ABD merkezli emperyalist hegemonya zincirinin eskisi gibi işlemediği de eklendiğinde NATO konusu önümüzdeki yılarda da hem Türkiye hem dünyada tartışılmaya devam edecek.
Türkiye'nin NATO ittifakına katılmasının yıldönümünde TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, gazeteci-yazar Alper Birdal, akademisyen-yazar Fatih Yaşlı'yla konunun farklı boyutlarını içeren röportajlar yaptık.
Birdal'ın sorularımıza verdiği yanıtlar aşağıda. Diğer röportajları da bugün soL'da okuyabilirsiniz.
***
Türkiye'nin NATO'ya katılışının yıldönümü vesilesiyle bu röportajı yapıyor olsak da NATO son yıllarda dünyada da yeniden tartışılan başlıklardan biri haline geldi. O yüzden Türkiye'den de bakarak ama daha genel bir NATO, emperyalist dünya düzeni tartışmasını sormak istiyoruz size. Şöyle başlayabiliriz: Uzun yıllar "komünizm tehdidine karşı" bir arada durma iradesi gösteren emperyalist kamp, Sovyet sonrası dönemde bu motivasyonunu hala koruyabiliyor mu sizce?
NATO, emperyalist düzenin önemli bir sınıf mücadelesi aracıdır. Tek rolü uluslararası alanda savaş tehdidini canlı tutmak, emperyalist paylaşım ve yeniden paylaşım mücadelelerine bir çerçeve çizmek değildir. Aynı zamanda tek tek ülkelerin siyasi, askeri, ideolojik yapılanmalarında önemli roller üstlenmiştir ve halen de üstlenmeye devam etmektedir. Bu anlamda bir iç savaş organizasyonudur aynı zamanda. Sovyetler Birliği sonrası dünyada NATO hem bir emperyalist savaş aygıtı olarak hem de bir sınıflar mücadelesi aracı olarak rolünü yitirmedi, aksine tahkim etti. Bugün eskisine göre daha geniş bir coğrafyada bu rolü icra ediyor. Sovyetler Birliği sınıflar mücadelesinde bir karşı denge unsuruydu. Bu ortadan kalktıktan sonra NATO daha dizginsiz bir şekilde, terör de dahil her türlü aracı kullanmak suretiyle ülkelerin yeniden dizayn edilmesine soyundu. Bunu yalnızca Irak'ta, Libya'da, eski Yugoslavya'da görmedik. AKP Türkiye'si de bu müdahalelerin bir sonucudur.
Peki ama komünizm-kapitalizm gibi net bir taraflaşmanın ortadan kalktığı (en azından iktidarlar, devletler düzeyinde), ticari ilişkilerin fazlasıyla karmaşıklaştığı günümüzde NATO, bir yandan da sorun yaratmıyor mu?
Dediğim gibi, NATO emperyalizmin sınıflar mücadelesindeki araçlarından önemli bir tanesi. "Komünizm tehdidinin" eskisi kadar somut olmadığı bir dünyada NATO'nun işlevi ülkelerin siyasi, askeri, ideolojik yapılarının emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak yeniden tasarlanmasına dönüştü. Burada NATO'nun esas gücü olan ABD çıkarlarının belirleyiciliği ortada. ABD ile Almanya merkezli Avrupa arasında genel mutabakatın devam ettiği dönemde bu durum önemli bir sorun teşkil etmedi. Örneğin eski Yugoslavya'nın etnik parselasyonu ABD ve Almanya başta olmak üzere AB'nin mutabakatıyla gerçekleştirildi. Benzer bir durumu Irak işgalinde de gördük. Ancak transatlantik uzlaşması zaman içerisinde aşındı. Bugün tek tek emperyalist merkezlerin çıkarları arasında çok daha fazla çatışma ve uyuşmazlık olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla NATO eliyle yapılan müdahalelerde "pax-Americana"nın, ABD çıkarlarının, eski belirleyiciliği ortadan kalkmış durumda. Her müdahale gündeminde emperyalist odaklar arasında sürtünmeler, Çin-Rusya gibi başka ağırlık merkezlerinin bozucu girdileri çok daha yoğun hissedilmeye başlandı. Bu da NATO'nun işlevlerini eskisi kadar sorunsuz yerine getirmesinin önündeki en önemli engel. Bu süreçte ABD'nin eski rolünü sürdürmekteki ısrarı giderek daha yıpratıcı, bozucu girdiler halini aldı. Sovyetler Birliği sonrasında ABD tek taraflı saldırganlığı sürekli yükseltti, ama bu da sonunda bir hegemonya bunalımı engeline çarptı. Artık ABD, NATO ve benzeri kurumlar içinde istikrar sağlayan bir aktör değil, salt bozucu bir aktördür.
Trump'ın NATO konusunda özellikle AB ülkelerini zorladığını, hatta bu konsepti tehdit eder şekilde mesajlar verdiğini biliyoruz. Biden dönemindeyse NATO tekrar önem kazanmış görünüyor. Ukrayna konusuna birazdan geliriz ama şunu sormak istiyorum: ABD'de de bir NATO tartışması var mı? Yoksa Trump ve Biden'ın 'farkını' çok abartmamak mı gerekiyor?
Trump, transatlantik ittifakındaki çatlakları yüksek sesle dile getirdi ve NATO'nun emperyalizm açısından meşruiyetini tartışmaya açtı. Ancak bu kendi içinde bir ikilem barındırıyor. Bu ittifakın ve NATO gibi kurumların meşruiyetine en çok ABD'nin ihtiyacı var. Bunları tartışmaya açmak, ABD'nin çıkarlarını tartışmaya açmaya varır. Zira bugün sürtünmelerin bu denli artmış olmasının kaynağında ABD'nin çıkarlarını eskisi gibi belirli bir istikrarı gözeterek kollayamıyor olması var. Dolayısıyla buradan geri adım atmaları kaçınılmazdı ve Biden dönemiyle birlikte tekrar eski çerçeveye dönüldü. Ancak çatışmaların kaynağındaki bunalım yerli yerinde duruyor ve cin bir kez şişeden çıktı. Bundan sonra tam bir restorasyon olabileceğini düşünen varsa çok yanılıyor.
Ukrayna konusuna gelecek olursak, ABD'nin gerginliği provoke etme isteği çok açık. Biden yönetimi, NATO bağlamında da düşünecek olursak, Ukrayna'da nasıl bir planla hareket ediyor?
Artık NATO gibi kurumları bir arada tutmak için, mevcut hegemonya bunalımının ana unsurlarına, yani Rusya ve Çin'e yönelik doğrudan müdahalelere ihtiyaç var. ABD bunu daha önce Gürcistan'da denedi, ama Gürcistan Rusya'yı uzun süre meşgul edemeyecek kadar küçük bir problematikti. Ukrayna öyle değil. Yeterince büyük ve NATO'yu tam boy mobilize etmek için yeterli olanakları sunuyor. Kanımca ABD'nin Ukrayna'da bu kadar provokatif bir tavır almasının temel sebebi bu. Rusya'yı daha büyük ve daha uzun soluklu bir müdahalenin içine çekmek ve buna karşı NATO'yu mobilize etmek istiyor. Putin Rusya'sı bu tuzağa düşer mi, bunu bilemiyorum ama kestirmeden "olmaz öyle şey" demek kolay değil.
Uzun süredir öncelikli tehdit olarak Çin gösteriliyordu. Şimdi bir anda Rusya ile savaş senaryoları konuşulmaya başlandı. Sizce burada bir tutarsızlık var mı? Yoksa sizin de son kitabınızda işlediğiniz ABD'nin "hegemonya bunalımının" doğal sonuçları olan savrulmalar olarak mı bakmalıyız olan bitene?
Ben burada bir tutarsızlık görmüyorum. Bugün Rusya'yı yeni bir savaşa çekmek, Çin'i savaşa çekmekten daha kolay ve tırnak içinde daha meşru. Rusya'nın Batı'yı mali ve maddi mal ticareti zincirleriyle kendine bağlamış olmak gibi bir pozisyonu yok. Öte yandan Rusya ve Çin'i birbirinden tamamen ayrı düşünmek de mümkün değil. Rusya'nın kendi hinterlandında uzun soluklu bir savaşa çekilmesi, Çin'i de doğrudan etkileyecek ve önemli bir mesaj verecektir. Çin'in bu duruma sessiz kalmasının bu ülke açısından bedelleri olur. Dolayısıyla, dediğim gibi ben Çin'den önce Rusya'nın tartışılmasında bir tutarsızlık görmüyorum. Ama bütün bu gelişmelerin insanlık açısından çok büyük bir tehdit olduğu ortada. ABD ve NATO artık bu ölçekte müdahalelere ihtiyaç duyuyor belli ki...
Dünyanın gittikçe daha dengesiz ve tehlikeli bir yer halini aldığı fikrine katılır mısınız? Ve buradan çıkış mümkün mü?
Kesinlikle. Ukrayna'da olası bir savaş hiçbir şekilde yayılmadan kalmayacaktır. Bunun sonrasında dünyanın hangi bölgesinin yanmaya başlayacağını kestirmek güç, ama bu provokasyonlar ateşe benzin dökmekten farksız. Buradan çıkış mümkün mü sorusunun yanıtı içinse başa dönmek lazım. NATO emperyalizmin sınıf mücadelesi örgütlerinden bir tanesidir demiştim. NATO'yu bu zeminde yenilgiye uğratabiliriz ancak. NATO'nun çıkarları doğrultusunda oluşturulmuş ittifakların bozulması, NATO eliyle beslenen siyasi-ideolojik-askeri odakların dağıtılması ancak ve ancak ülkelerde işçi sınıfı devrimleri olmasıyla başarılabilir. İşçi sınıfını iktidara taşıyacak adımların atılması çıkışın anahtarıdır.
(Volkan Algan / SOL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder