Kapitalizmin aynasından - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

Alis Harikalar Diyarında’yı hepimiz okumuşuzdur. Kitabın ikinci bölümünde küçük kız Alis “aynanın içinden öbür tarafa” geçer ve orada bambaşka bir dünya ile karşılaşır. Çeşitli karakterlerin ilginç bir mantıkla konuştuğu bir dünya.

İlk iki yazı ile (24 Ocak, 7 Şubat) ben de okuyucuyu “kapitalizmin aynası”ndan geçmeye davet etmiştim. 2000’li yıllara girmiş, fakat 21. yüzyıla girememiş (ve “ayna”nın içinden geçtiğini pek fark edememiş) ülkede nerede, hangi konumda olduğumuzu kestirebilmek için. Böylece, önce insanlarımıza rastladık. “Razı olanlar”ı, yepyeni bir kimliğe, tüketiciliğe sahip olabilmek için borçlananları gördük. Borçlanamayanları gördük. Dikkatimizi ilk çeken bu insan profili oldu. 

Kapitalizmin dünyasına alınmış insanlarımıza bakarken, onlar hakkında birtakım yargılar da kulağımıza gelir: “Bu millet cahildir!” ve bunun zıttı, “Milletimiz öyle bir sağduyuya sahiptir ki!” en çok duyulanlardır. Ancak böyle yargılar iktisatçı için anlam taşımaz. Argo deyişle, iktisatçıyı kesmez (Başka alanlarda anlam taşır mı, bilemem.).

İlerleyelim. İktisatçılara rastladıkça, meslektaşlarımızın kendi aralarında başkasının pek sökemediği bir dille konuşarak kapitalizmin gösterdiği fotoğrafları yorumladıklarını göreceğiz. Biraz onların izinden gidelim ve bilgi için emin bir yere yönelelim: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’na (TCMB). Bankanın araştırmacıları (nazar değmesin!) hep yüksek nitelikli olmuştur. Bilginin ciddi merkezlerinden biri oradadır. 

TCMB 2012 yılından başlayarak bir Finansal Hesaplar Raporu yayınlar. Her yıl, her çeyrekte ekonominin “finansal değeri”nin -kabaca, varlıklar (tasarruflar, diyelim) ile yükümlülükler (borçlar, vs. diyelim) – arasında nasıl değiştiğini (akımını) ve toplamının fotoğrafını (stok halini) buradan okuyabiliyoruz. Elbette ekonominin başka istatistikleri de var. Çeşitli veriler üzerinden düzenlenen çeşitli tablolar var. Ancak, bu rapor Türkiye’de kapitalizmin ana ve yan damarlarını izleme şansı veriyor. “Finansal değer” kimden kime akıyor?

Raporda ekonominin dokusu dört damar üzerinden (iktisatçı diliyle, dört sektör) inceleniyor. Şunlar: Finansal olmayan kuruluşlar (yani, üretim dünyasının şirketleri), finansal kuruluşlar (yani, bankalar, mali aracılar), genel yönetim ve hane halkı (yani, halkımız, kâr amacı gütmeyen kuruluşlar). Ana damar şirketlerdir. Öteki damarlar onu besliyor. Kaynaklar şirketlere akıyor. Yani, şirketler öteki damarlara hep borçludurlar. Dördünün içinde, kendi aldığından daha çoğunu hep ötekilere veren ise “hane halkı”dır. Son on yıllık tabloda bu berraktır. 

Dört damarın bir de beşincisi var: “Dış alem”. Yani, kapitalizmin dünyası. O olmadan olmaz. Şu görülüyor: “Hane halkı”nın besleyici tasarrufları ötekilere yetmiyor. Başta şirketler olmak üzere, ekonomi sürekli açık verdikçe “dış alem”den alıyor. Aldıkça alıyor ve o da verdikçe veriyor. “Dış alem”i dünya finans sermayesi diye okursak, işi kolay kavrarız.

Biliyoruz, kapitalizm borçlandırarak işler. Ancak, iktisatçı diliyle söyleyelim, sektörlerin net finansal değeri (varlıklar eksi yükümlülükler) hep negatifse ve negatiflik gitgide artıyorsa, büyüyen açık “Dış alem”ce karşılanıyorsa, değerli bir araştırmacının yabana atılmayacak değerlendirmesiyle, burada “Türkiye ekonomisini yabancı yatırımcıların lunaparkı yapmaktan başka bir amaca hizmet etmeyen” bir tablo var demektir.


İNŞAAT

Bir fantezi yapalım. Kapitalizmi bir büyük site gibi düşünelim. Hep yeni arazilere yayılarak oraları kendi tapusuna geçiren, inşaatını ha bire genişleten bir site. 1980’den sonra kapitalizm dünyayı kendi “ayna”sından geçirince şu görüldü: Öteki yapıların arasında bir gökdelen çıkıyor: Finans! Finansın sahibi kim? Uluslararası finans sermayesi. Finansın eskiden de alımlı bir yapısı vardı. Ama gökdelen olunca işler çok değişti, büyüdü. Böylece, uzaktan bakınca dedik ki kapitalizm öncelikle finansal inşaattır. Bu gözlem son kırk yılda yanlış çıkmış sayılmaz.

Kapitalizmin sitesi ne ile ısınıyor, yemekler ne ile pişiyor diye merak ediyorsanız, ana yakıt “dolar”dır (Başka yakıtlar da vardır.). Dolar, o sitenin her yerinde mülke sahip ve konumuyla dünyaya tepeden bakan yapının sahibi ABD”nin parasıdır. Onun parasıdır, ama kapitalizm için yaşamsal olan tarafı, dünyanın da parasıdır. Yani, bir paradan daha fazla “bir şey”dir. Daha 1970’te, Citibank’ın (o tarihte, First National City Bank) başkan yardımcısı Amerikan Kongresi’nin ilgili komitesinde söylüyordu: “Dolar sorunu, likidite filan değil, doğruca hegemonya sorunudur!” İşte bu kadar. Kapitalizmin “ağa devleti” ABD için para meselesi “paradan daha fazla bir şeydir”i vurguluyordu. Bu, dünya iktidarı pozisyonudur ve daha küçük çapta değildir. Ekonomi, finans, siyaset, jeopolitik o pozisyonda bütünleşiyor ve daima aktif olmayı şart kılıyor. 

Şunu akılda tutmak lazım: Dolar, son elli yıldır, iktisatçıların “fiat money” dediği bir paradır. Türkçeye tam çevirmek zordur. Şöyle diyebiliriz: “Buna para derler, dedim ve herkes “peki” dedi” diye tanımlanabilir. Bir hazır karşılığı yoktur. Kabule dayanır. Eskiden vardı: Altın. Amerika o zamanlar “Bana dolarımı getirene, karşılığı ne kadar altın ise verebilirim” diyordu. 1971’de, “Artık vermiyorum. Bu taahhüdüm bitmiştir!” dedi. O tarihten beri herkes “Peki” diyerek durumu kabulleniyor. Hegemonyaya buradan da bakabiliriz. Ancak, o tarafa doğru açılmayalım.

 Kapitalizmin görkemli sitesindeki gökdelene dönersek, finansal yapı dünya çapındadır ve işi dünya çapında kaynak aktarmaktır. Kime? Sermaye sınıfına. Onun birikimini sürekli kılmaktır. Son tahlilde (şimdi moda olan deyişle, “günün sonunda”) varlık nedeni budur. Eski alımlı, fakat yüksek olmayan finans yapısı, kapitalizmin 1980 sonrası senaryosu için yetersiz kalmıştı. Gökdelen “yüksekliği” gerekiyordu. Fazla mı basit oldu? Değil. Yukarıda, TCMB’nin Finansal Hesaplar Raporu, bunun pek küçük ölçekte, kısa metrajlı (2012-2021) bir filmi olarak izlenebilir. 

1980’den itibaren ülkeyi yönetenler “Türkiye’yi de kapitalizmin bu büyük, görkemli sitesine taşıyalım” dediler. Dünya sermayesinin komisyoncuları, IMF, Dünya Bankası, vs. bunu boyuna telkin ediyorlardı. “Kondu”da oturuyorsunuz, gelin buraya taşının, diyorlardı. Türkiye’de de “kondu” yakıştırmasını benimseyenler vardı. Seslerini yükselttiler. Ancak, görkemli sitede daireler pahalıydı. “Ziyanı yok, borçlanın, borçlandıkça ödersiniz, hep ödersiniz” dediler. Ve öyle oldu. Ödeme sürüyor. 2000”den sonra dünya finans piyasalarından borçlanmaya koyulan Türkiye, olgun borçlu olarak borçlanıyor, ödüyor, borçlanıyor, ödüyor. Kim ödüyor, diye sorarsanız, bunu ilk yazıda (24 Ocak) belirtmiştim.

Ancak, dünya sermayesinden borçlanan sadece biz değildik. Kapitalizm elbette borçla işliyordu. Borçların yönetimi (ver, al, ver, al) finans sermayesinin işidir. Borçların hacmi büyüdükçe finans sermayesi gökdelenine yeni katlar çıkar. Çünkü, kapitalizmin görkemli sitesinde kaynak aktarma işi büyüdükçe büyür. Görünüyor ki, bu dünya ekonomisi hep daha çok dolar isteyecektir, istemelidir. Yoksa, maazallah model çalışmaz. Ve dolar hacmi arttıkça “dünya iktidarı pozisyonu” daha girift, incelikli ama karmaşık, çelişkili, maceralı, belalı ve geri dönüşü zorlaşan bir hal alacaktır. Böyle görünüyor. Peki, borçlananlar sadece “kondu”larından siteye terfi edenler midir? (Bunlara, 1990’lardan itibaren kapitalizm “emerging markets”, yani, “yeni yetme piyasalar” dedi. Ülkeler artık kapitalizm için birer piyasa idi. Esas kimlikleri, “değerleri” bu olmuştu.) 

Hayır. Zaten işin püf noktası da buradan başlıyor. “Ağa”nın egemenliğindeki bir sistemde “ağa” kreditördür. Ötekileri borçlandırır ve böylece yönetir. Dünyada da 1990’lara kadar tablo sanki böyle idi. Ancak, 1990’ların ortalarından başlayarak iş değişti. İlginç şekilde, önce yavaş yavaş, sonra hızlanarak Amerika, dünyanın en büyük borçlusu makamına oturdu! Devletler arasında, hacim itibarıyla bugün en büyük borçlu ABD federal devletidir. Galiba, bugün 25 trilyon dolar borç stoku var. Bu yirmi yıl önce 3 trilyon dolar dolayında idi. Federal borç şimdi ABD gayrisafi yurtiçi hasılasını aştı. Bu bir “züğürt ağa” tablosu mu? Hayır. “Fiat money”si ile doları o basıyor ve o dolarla borçlanıyor. Kapitalizmin senaryosu bu yeni gelgitle işliyor. Ve dünya borç stoku da 300 trilyon dolara erişmiş görünüyor (Dünya hasılası ise toplam olarak 100 trilyon dolar civarında). Kısacası, Harikalar Diyarı’ndayız!

Bütün bunlara “iyi, kötü” gibi değil, herhalde (eskilerin deyişiyle) “eşyanın tabiatı”nı anlayabilecek şekilde bakmak gerekiyor. Uzun zamandır içinde (fark ederek, fark etmeden) yaşadığımız kapitalizmi öğrenme zorunluluğu büyüyor. Yoksa, “Bu millet cahil”, “Milletimiz öyle bir sağduyuya sahiptir ki” nakaratında kalmanın, kilitlenmenin dayanılmaz cazibesi bizleri bekliyor.

SAHİCİ DÜNYA

1970 Yılında Citibank başkan yardımcısının açık sözlülüğünden başlayıp, “serbest piyasa” peygamberleri üzerinden TCMB Finansal Hesaplar Raporu’na, gerçek dünyamıza gelelim. İki gözlem yapalım ve bitirelim.

Kapitalizme alınmış toplum modelinde “esas oğlan” şirketlerdir. Bankalar üzerinden ya da doğruca finans piyasaları ile göbek bağı kurarlar. Mecburdurlar. Ama onlara yetmeyebilir ya da tıkanmalar olur. O takdirde, siyasetin sorumlu “mevki”leri devreye girer. Borç gereksinmesi Hazine üzerinden sağlanır. Bu halde “kamu borçlanma maliyeti”nin ne olduğunu ne olacağını bu maliyeti ödeyecek olanlar, yani halk bilmez. Ödedikten, yani kaynak kendisinden aktarıldıktan sonra, anlatanlar olursa belki öğrenir, belki öğrenemez.

“Cahil” ya da “sağduyulu” olarak kabul edilen “hane halkı” ise “esas oğlan” değildir. Yardımcı oyuncudur. Bankadan borçlanacak ve tüketici olacaktır (Borçlanamayanlar zaten Finansal Hesaplar’a girmez) Şirketlere tasarrufları aktarma sürecinde “hane halkı”nın rolü kesintisizdir. Asgari ücret dünyasını yadırgamaz. Ve siyasette “rıza sahibi” olmasında da yadırganacak bir şey yoktur. “Ayna”nın arkasında görülecek çok şey var. Şimdilik bu kadar yeterlidir.


“SERBEST PİYASA”

Kapitalizm finansal gökdelenin önderliğinde (teknolojik yeniliklerle de bezenerek) 1980’lerde yepyeni bir senaryoya geçti. Model de diyebiliriz. Bu dünyada tartışmasız “tek model” olmalıydı. Sermayenin dünya çapında engelsiz akabilmesi için (sermayenin sonsuz dünya gezisine “küreselleşme” dediler) kapsanmayan yer kalmamalıydı. 

Finans sermayesi kendi alet, edevatını (enstrümanlarını) 1980’lerden başlayarak yeniledi, çeşitlendirdi. Kendine yeni türler yarattı. Bunları çoğalttıkça, çoğalttı. Çeşitli piyasalar vardı, ama aralarında da duvar ya da tel örgüler vardı. Bunlar o yıllardan başlayarak yıkıldı. En büyük yıkım ve yeniliği kapitalizmin en azından 200 yıllık merkezi piyasası olan City of London yaptı (1986). Buna “Big Bang” dediler. Evrenin başlangıcındaki “Büyük Patlama” gibi, finans sermayesi önderliğinde kapitalizm ekonomi evrenini yeni baştan kurgulama harekâtına başlıyordu. Barajın kapakları açıldı. Sermaye akımları coşmaya başladı. Coşku elbette iki büyük merkezi piyasanın (City of London ve New York’un Wall Street’i) gözetimi ve güvencesi altında, finansın yeni türleriyle yepyeni piyasalar açarak kanallarını yarattı. 

Ayrıntıları ve gelişmeleri şimdilik bırakalım. İki noktaya dikkat çekelim. Birincisi, sermayenin olağanüstü serbestliği için kapitalizme yeni hukuk, yeni mevzuat lazımdı. Kapitalizm kendi hukukunu kendi yapar. Devletlerin yerleşmiş hukukuna bağlı kalmak istemez. Bunlar ona dar gelir. Anayasalardan başlayarak bunları sevmediğini zaten gösterir. Ticaret, borçlar, icra iflas, hepsi öncelikle, gereğince (doların serbest akışını sağlamak üzere) her yerde, uluslararası piyasaların isteklerine uyumla değişmelidir ve değişti. İş kanunları ise haydi haydi. (Türkiye’nin siyaseti de karınca kararınca 2007 seçiminden sonra bazı uzmanlara bir anayasa taslağı hazırlatıp New York’a, Columbia üniversitesine görücüye çıkmaya göndermemiş miydi? Türkiye’de hukuk çevreleri o taslağı henüz görmemişlerdi!)

İkincisi, 1970’de durgunlaşan ve bundan ürken kapitalizme köktenci bir “bakış” gerekli oldu. Bir ek ideoloji. Belki de ana ideolojinin tazelenmesi. Bunun peygamberleri uzun süredir izinliydi. O zaman sahneye çıktılar ve 1980’den itibaren “serbest piyasa” sloganı ile iktisat peygamberliği makamına oturdular. 2008’deki “Büyük Çöküş”e kadar fetvaları benimsendi. Slogan bayraklaştı ve gönderde kaldı. 2008’den (büyük hayal kırıklığından) sonra gönderden indirildi. Son yıllarda artık kapitalizmin ideoloji gönderinde köktenci bir bayrak görülmüyor (Türkiye’de bayrak hâlâ gönderde).

“Serbest piyasa” temellendirilebilecek bir ekonomik analize değil, inanca, inançla takviyeli iktidar gücüne dayalı bir slogandı. Ta eskiden, 19. yüzyılın kapitalizminde “rekabet” (önce, “tam”, sonra “aksak”) henüz mal piyasalarında geçerliydi. Kapitalizm 20. yüzyılın başlarında artık “son aşaması”na geçtikten sonra, rekabet de laboratuvara, soyutlama düzeyine yerleşti. 1945’ten sonra kapitalizm ekonomide devlete muhtaç olunca, bundan ürken çevreler “serbestliği” tartışma ortamına sürdüler. Tutmadı. 1970’lerden, kapitalizm durakladıktan ve finans sermayesi önderlikle sahneye çıktıktan sonra “serbestliğin” zamanı gelmiş oldu. “Serbest piyasa” her şeyden önce finans akımlarının engelsiz, tam serbestliği, bu serbestlikle ekonomilerin kapitalizme göre şekillendirilmesi demek oldu. Finansın ana kumandasını tutan merkezlerin (City ve Wall Street) ağırlığı arttı. Likidite pürüzsüz, sıkıntısız akabilmeliydi. Bu ana koşul. Ve sadece o merkezlerin adı konulmayan denetimi altında “serbestlik”. Kısaca, sermaye sınıfının 1980’in dönemecinde başlayan temelden ve kuvvetli tercihini gözden kaçırmamak gerekir ki “serbestlik”teki gerçek boyut görülebilsin.

İdeoloji, tartışmaya daima açık analizler ve tezlerden oluşan bir bütündür. Toplumların böyle bir bütünlüğü görebilmeleri bir canlılık işaretidir. Dogma ve hurafe ise salt inanca dayanır. Kanıt ve analizle temellendirilemez. 1980’lerden sonra “serbest piyasa”cılık ideoloji zemininden hurafeye doğru ilerlemiş görünüyor. Yoksa, bunun peygamberleri ve elçileri “geliyorum!” diyen “Büyük Çöküş”ü göremeyip, bunun “ebedi” olduğunu sonuna kadar savunurlar mıydı?

Bir nokta daha var. Sermayenin bu yeni senaryo ile ortaya çıkan kuvvetli tercihi, toplumu piyasalar üzerine inşa edebilmekti. Büyük borçlanma, tüketim ve bunun sarhoşluğu sermayeyi bir başka hurafeyi keşfetmeye yönlendirdi: Piyasa demek demokrasi demektir! Piyasalar serbest, pürüzsüz tercihler demektir! O halde, demokrasinin yegâne alanı ve güvencesi piyasalardır!

Sermaye bu yoldan, kendi “mutlak tercihi”nden yürüyerek, kapsadığı alanlarda inşa edilmeye başlanan her, ama her tür siyasal modele sahip çıktı. Kendi ekonomik ve siyasal modelinin bütünlüğünü topluma “piyasalar eşittir demokrasi” olarak sundu. Ve bundan kazandı. 2000’ler böyle başladı ve devam etti. Eleştiriler olursa, onlara, “Efendim, ideolojik bakmayalım!” denildi.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

TARİHTE BUGÜN (21 ŞUBAT)



1927    Time dergisi, Mustafa Kemal Paşa'yı ikinci kez kapak yaptı.

1965    Siyah Müslüman lider Malcolm X konuşması sırasında vurularak öldürüldü.

1959    İlk Türkiye Profesyonel Futbol Ligi başladı; ilk maç İzmirspor-Beykoz arasında oynandı İlk golü İzmirsporlu Özcan attı.

1970    İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Mimarlık ve Mühendislik Fakültesi öğrencileri Boğaz Köprüsü'nü protesto ettiler Boğaz Köprüsü'nün temeli 20 Şubat günü atılmıştı

1980    Tekel'de ve tekstil işkolunda grevler başladı.

1974    Yaşar Kemal Türkiye Yazarlar Sendikası başkanlığına seçildi Türkiye Yazarlar Sendikası aynı yılın 6 Şubat günü kurulmuştu.

1964    Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı ve Başbakan İsmet İnönü'ye bir suikast girişiminde bulunuldu Suikastçı olay yerinde yakalandı ve herhangi bir örgüte mensup olmadığı, kendi başına hareket ettiği açıklandı.

1968    Milli Eğitim Bakanı İlhami Ertem, "Gayemiz her ilde bir imam-hatip okulu açmaktır" dedi.

1963    Eski Milli Birlik Komitesi üyelerinden Alpaslan Türkeş ve Numan Esin sürgünden Türkiye'ye döndüler.

1971    Yaşar Kemal Türkiye İşçi Partisi'nden (TİP) istifa etti.

1958    Cemal Abdül Nâsır, Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) başkanı seçildi.

1939    Türkiye, İspanya'daki Franco rejimini resmen tanıdı.

1935    Türkiye'de Fransız misyonerlerinin işlettiği bazı okullar millileştirildi.

1949     Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Ali Çetinkaya vefat etti.

1988     Sinema yönetmeni ve yapımcı Süreyya Duru ve yazar, çevirmen Atilla Tokatlı vefat etti.

1971    Ressam Ercüment Kalmık vefat etti.

2017    Yapımcı, yönetmen ve senaryo yazarı Melih Gülgen (71) hayatını kaybetti.

2018    AK Parti-MHP ittifak yapıyor. Cumhur İttifakı olarak adlandırılan ittifak için zemin hazırlanıyor. Siyasi partilerin seçim ittifakına ilişkin düzenleme 26 maddelik kanun teklifi şeklinde, AK Parti ve MHP'nin ortak imzasıyla TBMM Başkanlığına sunuldu.

2005    Nermi Uygur, felsefe profesörü, yazar (DY-1925) vefat etti.

1848    Karl Marx, Komünist Manifesto kitabını yayımladı.

1953     Francis Crick ve James Dewey Watson, DNA molekülünün yapısını keşfettiler.

1978    Yahya Demirel ve ortağı Z. Hakkı Alpaz, vergi kaçırdıkları iddiasıyla yargılandıkları Ankara 1. Asliye Ceza Mahkemesinde 17 ay hapse mahkum edildiler.

2000     İlk cinsellik dersi, pilot olarak seçilen Eminönü Atatürk İlköğretim Okulu'nda verildi.

2002    Filistin lideri Yaser Arafat, İsrail'in Ramallah'tan çıkabilmesi için koştuğu şartı kabul ederek üç kişiyi tutuklattı. Tutuklananlar arasında Marksist Filistin Kurtuluş Cephesi'nin askeri liderlerinden Ahid Ebu Golmi de var.

2002    Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde (AİHS) idam cezasının "savaş halleri dışında" kaldırılmasını öngören 6 no'lu protokolün kapsamını genişletti. İdamın her koşulda kaldırıldığına ilişkin 13 no'lu protokolün AİHS'e eklenmesine karar verdi.

2003    İrlandalı rock grubu U2'nun solisti Bono insanlık adına yaptığı katkılardan ötürü Amerikan Müzik Kayıtları Akademisi ödülü "MusiCares"i kazandı. Ödül 1989'dan bu yana veriliyor.

2004    Fransız yönetmen Jean Rouch, 86 yaşında trafik kazasında öldü. Afrika sinemasının babası olarak bilinen Rouch 120 filme imza attı. Antropolojik klasik sayılan "Çılgın Efendiler", "Kendim, Bir Siyah" önemli yapımları arasında.

2005    Ankara 2. İş Mahkemesi, tüzüğünde anadilde eğitimi savunduğu için Eğitim-Sen'in kapatılmasına ikinci kez karşı çıktı. Mahkemenin ilk kararı, Yargıtay tarafından Eğitim-Sen aleyhine bozulmuştu. Son sözü  Yargıtay Hukuk Genel Kurulu söyleyecek.

2006    Irak'ın başkenti Bağdat'da Şii'lerin yoğun olarak yaşadığı Dora semtinde pazar yerinde bomba yüklü bir araç patlatıldı; 22 kişi öldü, 28 kişi yaralandı.




Balya’dan Develi’ye - Özer Akdemir / EVRENSEL

 

Balıkesir Balya’nın birkaç kilometre uzağında 2009 yılından bu yana faaliyetlerini sürdüren Esan Eczacıbaşı şirketine ait kurşun-çinko madeni, Balya’nın yeni kabusu olmuş durumda. Yıllar önce Osmanlılar, Fransızlar ve genç Türkiye Cumhuriyeti döneminde işletilip 1930’larda kapatılan kurşun madeninin yol açtığı çevresel sorunlar ve sağlık problemleri ile yıllardır çok zor günler geçiren Balya, şimdi de kurşun çinko madeninin yol açtığı sorunlarla boğuşuyor. 

Geçtiğimiz günlerde bu madenle ilgili bize ulaşan bilgiler madenin sadece yöresi Balya’ya değil yakın çevresindeki korunan alanlara da büyük zarar verdiğini gösteriyor. Yerleşim alanlarına çok yakın bir konumda işletilen maden nedeniyle ilçe halkının, patlatma, toz, gürültü ve atık sulardan son derece rahatsız olduğu ileri sürülüyor.

Balya’daki bu madenle ilgili rahatsızlıkların bazılarını sıralayalım;

Kırma tesisinin gürültüsü ve tozu, 

Her gün 15-20 kez yapılan patlatmalar,

Yer altında meydana gelen kaya patlamaları ve sismik hareketler,

Havalandırma kuyusundan çıkan kirli havanın doğruca şehir merkezine gitmesi.

MADENİN KİRLİLİĞİ MANYAS KUŞ CENNETİNE GİDİYOR!

Haber kaynağım, geçtiğimiz ocak ayı sonunda açık ocakta yapılan kontrolsüz patlatma yüzünden birçok ev ve işyerinin camlarının kırıldığını, insanların büyük korku yaşadığını ifade ediyor. Bundan sonraki bilgiler ise maden kaynaklı kirliliğin sadece Balya ve çevresi ile sınırlı olmadığını gösteriyor; 

“TOKİ evleri karşısında yeni açılan galeriden çıkarılan sülfürlü atıklar dere kenarına koyuluyor. Atığın altında herhangi bir yalıtım yapılmadığı için oluşan asitli ve zehirli sular dereye karışıyor. Madencilikte buna AMD (asit maden drenajı) denilir ve çevre mevzuatına göre yasaktır. Bakanlığın bu faaliyeti durdurması gerekir. Bu asitli sulara ek olarak atık barajı ve yer altından çıkan sular da karışıyor ve birlikte dereye karışıp doğrudan Manyas Gölü’ne yani kuş cennetine akıyor”

YETKİLİLER BİR ŞEY YAPACAK MI?

“Balya’da toz, gürültü, sismik hareketleri tetikleyen yer altı kaya patlamaları, kirletilen dere, kuş cenneti ve yer altından çıkan kirli havanın kirlettiği bir şehirden” bahsediyor kaynağım. Bizzat yaşadığı bu bilgileri, ama malum nedenlerle adını gizlemek zorunda kalarak bizimle paylaşıyor. Bölge halkının ekonomik ilişkileri nedeniyle bu olan bitene sessiz kaldığından bahsediyor. Bununla birlikte, işçilerin sendikalaşma çalışmasının engellendiği de iddialar arasında.

Bizim bu haberimiz ve altını çizdiğimiz sorunların ardından bir ilçenin yanı sıra milli park statüsünde bulunan ve Ramsar Anlaşması ile uluslararası düzeyde koruma altına alınan Manyas Kuş Cenneti’nin bu şekilde kirletilmesine yetkililer sessiz kalacak mı? Elbette sürecin takipçisi olacağız...

HABERLERİMİZİN ARDINDAN İŞÇİLERE SUS PAYI!

Aylardır izlediğimiz bir başka madencilik faaliyeti olan Kayseri Develi’deki Kanadalı Centerra Gold’a ait Öksüt madencilikle ilgili de bazı gelişmeler var. “Develi’yi havuduyla götürüyorlar” başlıklı haberimizin ardından “sus payı” olarak taşeron işçilerine beş gram altın, Öksüt çalışanlarına ise ikişer maaş ikramiye dağıtıldı. İşçiler, bize gönderdikleri mesajlarda “Sus payı olarak verilen bu altınlar ve ikramiyeler sizin haberiniz sayesinde oldu” diye bilgi verip, teşekkür ettiler.

KAZ GELECEK YERDEN...

Yaklaşık 750 taşeron ve 250 Öksüt şirketi işçisine dağıtılan bu beş gram altın ve iki maaş ikramiye şirketin aslında kaz gelecek yerden tavuğu esirgemediğinin göstergesi.

Şirket, 2022 ve 2023 yıllarında senelik 220 bin onstan 440 bin ons altın dökmeyi planlıyor. Öte yandan şirketin Kanada vatandaşı CEO’su Scott Perry’nin yıllık geliri 3.6 milyon doları buluyor!

Bir önceki yazımızda adı geçen Öksüt Madencilik Yönetim Kurulu Başkanı Daniel Des Jardines’in yıllık net kazancı da küçük bir servet aslında; yaklaşık 920 bin dolar! Bütün bu rakamların internet ortamında halka açık bilgiler olduğunu da ekleyelim. Şirketin yönetim kademelerindeki diğer kişilerin aldıkları maaşların yıllık toplamları da birkaç yüz bin dolarla ifade ediliyor. Buna karşılık madende aylık 4 bin 250 lira net maaş alan bir işçinin yıllık kazancı ise ikramiye ve bütün yan haklar dahil 68 bin Türk lirası. Dolar olarak söylersek (bugünkü kur 13.62 TL/dolar ile) 4 bin 990 dolar!..

Şirket yöneticileri ile işçilerin kazançları arasındaki farka bakar mısınız? Ya şirketin kazancı? Ya ülkemizin altını üstüne getirerek yaptığı emek ve doğa sömürüsü!..

SIZINTIYI ÖRTBAS ETMEK İÇİN MİLYON DOLAR ÖDENİYOR

Madende siyanür sızıntısı olduğundan ve bu siyanürün yer altı sularına karıştığından geçtiğimiz yazılarda bahsetmiştik. Şu ana kadar bu sızıntının önlenmesi için hiçbir çalışma yapılmamış. Bununla birlikte sızıntıyı örtbas edebilmek için yine Kanadalı Golder Associates firmasına, ODTÜ’lü hidrojeolog hocalara ve bu konuda bakanlık ile yakın ilişkide olduğu ileri sürülen Ankara merkezli bir firmaya milyonlarca dolar ödenmeye devam edildiği de gelen bilgiler arasında. Madeni denetime gelen “deneyimsiz” İl Çevre Müdürlüğü personelinin sızıntıyı tespit etmemeleri için yanlış yönlendirildiği de ileri sürülen iddialardan biri.

İZİNSİZ ALANDA YASA DIŞI ÜRETİM YAPILIYOR

Bununla birlikte, şirketin madencilik yaptığı iki ayrı ocaktan Güneytepe Ocağında orman ve mera arazileri arasındaki anlaşmazlık nedeniyle mahkeme süreci devam etmesine ve çalışma izni olmamasına rağmen üretim yapıldığı ileri sürülüyor. Yani, hukuksuz bir şekilde altın üretimi yaparak haksız kazanç sağlıyor ve tüm bu bilgilerin halka açık olan şirketin yurt dışındaki yatırımcısından gizlendiği iddiaları var.

ŞİRKET DEVELİ’DE VURGUN PEŞİNDE!

Öksüt maden işletmesinin işletme ruhsatı, eğer yenilenmez ise 16 Ocak 2023 tarihinde bitiyor. Kırgızistan Kumtor madeninde yapmış olduğu usulsüzlükler, rüşvet, çevre katliamı, para kaçırma gibi birçok suçlamadan ceza alan şirket buradaki madenden mecburen vazgeçmek zorunda kaldı. Gazetelere yansıyan rakamlara göre şirketin zararı 960 milyon doları buluyor. Bu rakam, şirketin tüm varlığının yaklaşık yüzde 60’ı demek. Hal böyleyken şirket Öksüt’ü kaybetmemek için her yolu deniyor. İşletme ruhsatının bitmesine 1 yıl kala 2022 ve 2023’te üretim kapasitesini iki katına çıkardığı göz önüne alınırsa şirketin bir vurgun peşinde olduğunu söylemek yanlış olmaz.

DEVELİ’YE NE KALACAK?

Maden bitip de Kanadalı şirket Türkiye’den 2024 yılında ayrıldığında (ayrılırsa tabii) Öksüt’ten net 270 milyon dolar kâr elde edecek. Bu “vurgun”un ardından, doğası yağmalanmış, suları, toprağı kirletilmiş ülkemize, hadi o kadar da geniş tutmayalım Develi’ye ne kalacak dersiniz? Mesela kazançlarının (sömürülerinin) küçük bir bölümünü Develi’ye bir hastane, okul vb. bırakmak için feda ederler mi sizce? Yoksa bugüne değin yaptıkları gibi, Develi’nin önde gelen politikacılarına ve sermaye sahiplerine maden taşıma, taş kırma vb. işler vererek yine olayları örtbas mı edecekler?

Yerlisi, yabancısı maden şirketleri balya balya paralarla birlikte deveyi havuduyla götürürken biz enselerinde olmaya devam edeceğiz...

Özer Akdemir / EVRENSEL

Fotoğraflar  Özer Akdemir 


Enerjide devletleştirme ve bunun finansmanı - Oğuz Oyan + Enerjiden her türlü kâr etmek - Aziz Konukman / BİRGÜN



 Enerjide devletleştirme ve bunun finansmanı - Oğuz Oyan

Eğer önümüzdeki siyasi kısıtların başında bugünkü muhalefetin oluşturacağı bir iktidar koalisyonu varsa, bedel ödemesiz bir kamulaştırma/devletleştirme seçeneğinin baştan dışlandığını bilmek gerekir.

Enerji krizinin toplumun en yakıcı gündemine dönüştüğü günlerden geçilmekte. Bu kriz öncelikle faturalara yansıyan çok yüksek fiyat artışları üzerinden vurmakta. Elektrik ve doğalgaz kesintileri de buna eklenmekte. Kaldı ki faturalarını ödeyemeyen yüz binlerce düşük gelirli yurttaş zaten epeydir elektrik ve doğalgaz kesintileriyle baş etmeye çalışmakta. Özetle, çiftçisinden sanayicisine toplumun tüm üretici kesimleri ile tüm tüketici halk kesimleri bu fatura teröründen ve enerji kesintilerinden muzdarip ve bu, önemli kitle tepkilerine yol açmakta.

Tepkiler öncelikle elektrik dağıtım şirketlerini ve iktidarı hedefe koyuyor. Dolayısıyla enerji özelleştirmelerinin ne denli sorunlu olduğu da toplumun daha fazla gündemine girmeye başlıyor. AKP iktidarı istemeden toplumda bir bilinç sıçramasına yol açmış bulunuyor; muhalif medyadaki tartışmalar da bunda çoğaltan etkisi yapıyor. Özelleştirme şampiyonu AKP siyasetçileri bu alışılmadık tepkilerden son derece şaşkınlar. Sorumluluğu muhalefete atmaya kalkacak kadar ipin ucunu kaçırmaları da bu şaşkınlığın sonucu. Attıkları küçük geri adımlar, gıdada KDV indirimleri gibi hamleler de tepkileri yatıştıramıyor.

Enerjideki özelleştirmeye karşı halk tepkilerinin geldiği noktada ana muhalefet partisi lideri elektrik dağıtımında yeniden devletleştirmeyi savunabiliyor; DEVA partisinin bir sözcüsü bir TV programında, elektrik dağıtımındaki özelleştirmenin yanlış olduğunu -kendi görüşü olduğu kaydıyla bile olsa- söyleyebiliyor. Bu gelişmeler, bir iktidar değişimi olasılığında elektrik sektöründe, en azından bunun dağıtım ayağında bir devletleştirmenin toplumsal meşruiyetinin oluşmakta olduğunu gösteriyor. Sol hareketler açısından bu hem önemli bir kazanım hem de yeni siyasi iktidarın “öncelikli işler” programına alınmasının mücadelesi olarak görülmelidir.

Nasıl bir devletleştirme?

Burada ikili bir ayrım yapılabilir. Eğer bir sosyalist devrim sonrasının programını konuşuyor olsaydık, devletleştirmenin kapsamını bazı çok öncelikli sektörlerle (enerji, KÖİ’ler) sınırlı tutmaz, maksimalist bir programı tartışıyor olurduk. Üstelik böyle bir olasılıkta hem devletleştirmeler için hiçbir bedel ödenmesi düşünülmez hem de finansman yöntemleri burada tartışacağımız çerçeveyle sınırlı tutulmazdı. Ama önümüzde duran daha sıradan yani sistem içi bir siyasi değişime göre politika geliştirmekse, “yapılabilir” olanların sınırlarını nereye kadar zorlayabileceğimiz üzerine fikir üretmeliyiz.

Eğer önümüzdeki siyasi kısıtların başında bugünkü muhalefetinin oluşturacağı bir iktidar koalisyonu varsa, bedel ödemesiz bir kamulaştırma/devletleştirme seçeneğinin baştan dışlandığını bilmek gerekir. Kaldı ki uluslararası tahkim sorununu da (elbette “mücbir” sebepleri de zorlayarak) denkleme dahil etmek gerekecektir. Bu koşullarda, enerji ve KÖİ alanlarında devlet mülkiyeti ve işletmesine dönüş adımlarının öncelikle “uzlaşma” temelli atılmak isteneceğini öngörmek gerekir. Tam da bu nedenle şirketleri kayıracak uzlaşma biçimlerine karşı ciddi bir toplumsal muhalefetin örgütlenmesi sorumluluğu da sol hareketlerin omuzlarında durmaktadır. Özelleştirmelerin ve “yap-işletlerin” kaymağını yemiş şirketlere, bir de “sektörden çekilme tazminatları” ödenmesinin hiçbir ahlaki karşılığı bulunmamaktadır. Toplum vicdanında da karşılığı yoktur.

Öte yandan, devletleştirmenin maliyetleri sadece şirketlere “bedel” ödemekle sınırlı kalmayacaktır. Özellikle elektrik sektöründe yıllardır ihmal edilen altyapı yatırımlarının devletçe karşılanması gerekecektir ve bu muhtemelen daha büyük kaynaklar gerektirecektir. Demek ki konu salt enerji ve KÖİ alanlarıyla sınırlansa bile kaynak sorunu ciddidir.

Bir diğer mesele de elektrikte salt dağıtım aşamasının devletleştirilmesiyle yetinilemeyeceğidir. AKP döneminde elektrik üretiminde de yüzde 82’ye varan bir özelleştirme düzeyine ulaşılmıştır. Elektrikte üretim-iletim-dağıtım bütünleşik bir sistemin parçalarıdır ve yalnızca dağıtım aşamasına el atılmakla sonuç alınamaz. Bu arada umalım ki AKP giderayak TEİAŞ’ın yani iletim aşamasının da özelleştirilmesini bir oldubittiye getirmesin.

Ne çapta bir finansman?

Enerji faturalarının yükünü azaltmak da yeni siyasi iktidarın sorumluluğunda olacaktır. Salt devletleştirmeye bağlı olarak sağlanabilecek maliyet indirimlerinin veya farklı bedeller üzerinden faturaların şişirilmesinin son bulmasının etkileri sınırlı kalacaktır. Konut abonelerinin elektrik ve doğalgaz tüketiminden alınan KDV oranının yüzde1’e indirilmesi ve diğer vergilerin kaldırılması gerekmektedir. Öte yandan son zamların geri alınması da artık muhalefetin vazgeçilemez vaatleri arasına girmiştir.

Ancak mesele son zamlarla sınırlı değildir. Türkiye’de ciddi bir enerji yoksulluğu (düşük gelirlilerin enerjiye erişimindeki mali kısıtlar) ve enerji yoksunluğu (çağdaş enerji hizmetlerine hiç erişememe) sorunları vardır. Bu kesimlere devletin mutlaka mali veya fiziki destek sağlaması, var olan desteklerin anlamlı ölçülerde artırılması gerekir. (Bkz: O. Türkyılmaz, A. Konukman, M. Kayadelen, “Demokratik Enerji Programı Üzerine Notlar”, Türkiye’nin Enerji Görünümü 2020, TMMOB Makine Mühendisleri Odası, s.448).

Ama dahası vardır: Dünya enerji/petrol piyasasının dinamik ve dalgalı karakterini etkilemek büyük petrol üreticisi ülkelerin bile çapını aşmaktadır; Türkiye’nin ise esamesi bile okunmaz. Bu piyasaların ibresi bir süredir artış yönündedir; dolayısıyla buradan gelecek fiyat artışları ister istemez içeriye yansıyacaktır. Buna bir de TL’nin dolar karşısında zayıflığı ve en azından enflasyonist artışa bağlı olarak değer yitirme eğilimi eklenirse, içerdeki enerji fiyatlarına çifte yansıma olmaktadır.

TL’nin değer kaybını durdurarak buna kısmi bir çözüm üretilemez değildir. Ama iktidar bir süre bunun tam tersine angaje olmuş, 2021 yılı Eylül- Aralık döneminde yükselen enflasyon karşısında faizleri gerileterek döviz kurunu sıçrattıktan sonra, 2022’nin ilk iki ayında (tıpkı Haziran-Temmuz 2020’de olduğu gibi) kuru olduğu yerde tutabilmek için olmadık yöntemlere başvurmaya başlamıştır (Kur Korumalı Mevduat, emanet dövizlerle müdahale vs). Faiz aracını kullanmamak için ödenen bu bedellerin ilerdeki faturası daha kabarık olabilecektir.

Aslında iktidar sistem dışına çıkmadan deneyebileceği bir seçeneğe sahipti. Bilindiği gibi, “üçlü açmaz” nedeniyle sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir açık ekonomide hem faizlerle hem de kurlarla oynamak mümkün değildir. Üç değişkenden ikisini seçmelisiniz: Eğer dışa açık ekonomiden vazgeçemiyorsanız, o zaman ya faizleri belirler kura karışmazsınız ya da kurları belirler faizleri serbest bırakırsınız. AKP rejimi son 3,5 yıldır hem faiz hem de kuru belirlemeye çalışmış ama her ikisini de tutamaz noktaya gelmiştir. Oysa, AKP’nin bugün asıl istediği şey açık ekonomi koşullarında kur düzeyini belirlemek ve sözde buradan cari açıkları azaltmaksa, bunu sabit kur-serbest faiz eşleşmesi üzerinden yapabilirdi. (Değerli meslektaşımız Prof. Aziz Konukman bunu ilk telaffuz edenlerden olmuştur).

Gerçi kur düzeyini hedeflemenin faizleri hedeflemekten (enflasyonun üzerinde reel pozitif faiz taahhüdü vermekten) daha müşkül bir iş olduğu söylenebilir. Kurları sabit tutmanın döviz çıkışlarına yol açmasını önleyecek bir aracınız yoktur, çünkü sermaye hareketleri serbesttir. Kaldı ki böyle bir durumda uluslararası piyasalarda TL’nin paritesi Türkiye’de olduğunun çok altında kalacağı için de döviz çıkışları beklenenden fazla olabilir. En sonunda iş gelip sermaye akımlarının kontrolüne dayanacaktır. Bizim bunun peşinen gündeme getirilmesine bir itirazımız olamaz; ancak konu Millet İttifakı denilen melez bir neoliberal ittifak olunca işler zorlaşmaktadır. Her durumda şöyle bağlayabiliriz: Ekonomi ve toplum açısından enerji faturasını orta dönemde düşürmenin bir yolu da döviz kurlarını sabitlemekten geçmektedir.

Nasıl bir finansman?

Öncelikle bütçelemede tahsis değil ademi-tahsis ilkesinin çalıştığını ve doğrusunun da bu olduğunu belirtmemiz gerekir. Başka deyişle, belirli gelirlerin belirli giderlere ayrıldığı bir bütçeleme tekniği arkaiktir, feodal dönemlere özgüdür; modern dönemde bütçe dışı bir fon sistemi içinde de çalışır ama bu da başka sorunların kaynağıdır. Doğru olan, devletin harcama önceliklerinin ve bunlara ayrılacak ödeneklerin belirlenmesi ve bunun finansmanı için sağlanacak gelirlerin (yetmezse borçlanma olanaklarının) bir gelirler havuzunda toplamasıdır. Dolayısıyla, münhasıran devletleştirme giderlerine özgülenecek özel gelir/vergi türleri oluşturulamaz. (“Deprem vergileri” bile bu amaçla kullanılamamıştır).

Elbette yeni siyasi yönetim üstleneceği yeni mali yükleri -ki bunlar salt enerji devletleştirmesinin finansmanından ibaret olmayacaktır- karşılamak üzere yeni kaynaklar oluşturabilir veya bütçenin borçlanma limitlerini arttırabilir.

Kaynakların önemli bir bölümünü, savurganlıkların (saraylar, kiralanan lüks idari binalar, lüks arabalar, olayın simgesel ama küçük bir boyutudur) sona erdirilmesi; yolsuzlukların, kamu kesiminin yükünü artıran ihale usulsüzlüklerinin, dövize endeksli KÖİ ödemelerinin, hesapsız örtülü ödenek kullanımlarının, iktidar yanlısı vakıf ve derneklerin bol kepçe desteklenmesinin, Kanal-İstanbul gibi sorumsuz projelerin, vs. önünün kesilmesi gerekecektir. AKP döneminde çok geniş bir harcama alanının denetim dışında kaldığı hesaba katıldığında, harcama kalemlerinin zapturapt altına alınmasının getirisini asla azımsamamak gerekir. Türkiye Varlık Fonu’nun tasfiyesini de bu çerçevede düşünmek gerekir.

Öte yandan “vergi harcaması” denilen ve “vergi sisteminden ayrılan istisna ve muafiyetler” olarak tanımlanabilecek olan vergi ayrıcalıklarının 2022 Bütçesindeki boyutu 336 milyar TL (2022 Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ve Bağlı Cetveller, s.169) gibi devasa bir miktardır. Bu, 2022’de Genel Bütçe Vergi Gelirleri hedefinin yüzde 26,7’sine denk gelmektedir. Bu ayrıcalıkların asıl hedef kitlesi de sermaye kesimleridir; yani bunların önemli bölümünden vazgeçilmesinin geniş halk kitlelerine olumsuz bir yansıması olmayacaktır. Bütçede yapılan “vergi harcaması” tahminlerinin 2023 yılı için 385 milyar TL’yi, 2024 için de 437 milyar TL’yi bulduğunu kaydedersek, bu kalemden sağlanabilecek kaynakların önemi daha iyi anlaşılabilir.

Peki, giderlerden yapılabilecek tasarruflar ile “vergi harcaması” kalemlerinden yapılabilecek dev kısıntılar dışında hangi gelir kaynakları düşünülebilir? Burada iki temel politika aracı bulunmaktadır: Vergileme ve borçlanma. Vergileme yalnızca yeni vergi getirilmesini içermeyebilir, mevcut sistemin yeniden düzenlenmesi de gelir arttırıcı nitelikte sonuçlar verebilir. Örneğin Gelir Vergisinin şimdiki hali sedüler yapıdadır; bunun anlamı, her gelir kategorisinin kendi sedülünde sabit bir stopaj oranıyla vergilenmesidir. Bu durumda Gelir Vergisinin artan oranlılığı sözde kalmakta veya neredeyse sadece ücretlileri ilgilendirir olmaktadır. Gelirleri toplayarak sermaye kesimlerini artan oranlı bir vergilendirmeye tâbi tutmak yoluyla hem vergi gelirleri artırılabilir hem de ücretliler için indirimli özel tarifelere geçiş olanakları yaratılabilir. Keza Kurumlar Vergisini çift oranlı bir yapıya dönüştürüp gerçek mükellef sayısını bugün olduğunun 10 katına çıkarmak pekâlâ mümkündür. Hissedarlara dağıtılan temettü gelirlerinin daha adil vergilenmesi de Gelir Vergisini arttıracaktır.

Doğru dürüst vergilenmeyen alanların yeni vergi türleriyle kapsama alınması da kuşkusuz hem vergilemede adalet hem de mali amaç açısından gereklidir. Bu bağlamda kentsel rantların etkin bir biçimde vergilendirilebilmesi şarttır. Öte yandan servet dağılımındaki büyüyen eşitsizlikler yeni vergileme olanakları yaratmaktadır; servetlerin hem olağan/nominal yıllık servet vergileriyle hem de -koşullar uygun olduğunda- bir kerelik olağanüstü/gerçek bir servet vergisiyle vergileme kapsamına alınması düşünülmelidir. Bunun toplumsal desteğini bulmak zor olmayacaktır; yeter ki servet kaçışlarını frenleyecek düzeneklere sahip olunabilsin.

Borçlanma olanakları bakımından da bir fırsat olduğu söylenebilir. Türkiye’de Hazine’nin iç borçlanma düzeyi yüksek değildir; dolayısıyla devletleştirmelerin finansmanına buradan da takviye yapılabilir. Buradaki sorun, son birkaç yıldır AKP’nin dövize endeksli iç borçlanma günahını işlemiş oluşudur. Bunun asla sürdürülmemesi ve dövize endeksli borçların derhal TL cinsine çevrilmesi gerekir.

Sonuç

MMO “Türkiye Enerji Görünümü 2020” raporunun şu saptamasıyla bitirelim: “Enerji kullanımı vazgeçilemez bir insan hakkıdır”. Dolayısıyla enerjiyi temel bir kamu hizmeti olmaktan çıkarıp sermaye için kârlı bir faaliyet alanına dönüştüren neoliberal reçeteler ve bunların uygulayıcısı siyasi ve ekonomik çevreler bu hakkın kullanımını şu ya da bu ölçüde engellemişlerdir. Türkiye’de elektrik sektöründe ilk serbestleştirme düzenlemesi 1984 yılına gidiyor olsa da özelleştirmede asıl büyük günah 2001 tarihli 4628 sayılı yasayla işlenmiştir. Bu yasa bir IMF dayatması olarak yürürlüğe girecektir ama bu düzenlemeyi tüm sonuçlarına kadar götüren cüretkâr özelleştirmeci iktidar pek “yerli ve milli” AKP iktidarı olacaktır.

AKP iktidarı bunu topluma pahalıya ödetmiştir ama toplumun enerjiye erişimini zorlaştırmanın bedelini şimdi kendisi de çok ağır bir biçimde ödemek üzeredir.

Oğuz Oyan / BİRGÜN                                ***

 Enerjiden her türlü kâr etmek - Aziz Konukman

Mevcut piyasa kurullarındaki 3 koltuğun 3’ü de sermayeye verildi, sermaye için dizayn edildi. Yani “Tüm iktidar sermayeye” dediler.

Enerji politikaları, enerji sektörü neye dönüşüyor? Bu sorunun cevabı tıpkı diğer politikalar gibi izlenen kalkınma stratejisinden bağımsız olamaz. Bu strateji dünya işbölümüne nasıl entegre olduğunuza, nasıl bir süreçle katıldığınıza bağlı. Örneğin 80 öncesindeki katılım, ithal ikameci bir sanayi stratejisi, içeride yerli kaynaklara dayalı sanayiyi geliştirme, ara malları ve yatırım malları ile süreci tamamlayıp dışa açılmaydı. Bundan sonraki küreselleşmeyle başlayan sermaye birikim sürecine ise post Fordist sermaye birikim modeli diyoruz. Yani sistem krize giriyor, çevre ülkelerdeki Fordizm borç krizinin içine girildiğinden tıkanıyor. Bu sağcı iktidarlar rejiminde Türkiye ara malları sürecini tamamlayamadan kendisini bir anda dünya ekonomisine eklemlenmiş buldu. Zorunlu bir şekilde ihracatla karşı karşıya kaldı. Yani düşük katma değerli sektörlerle dünya ekonomisine entegre oldu. Borç krizi içerisinde olduğundan kendi tercihiyle değil dayatmaya bağlı bir şekilde entegre oldu.

Bu dayatmanın ismi Washington Uzlaşması; aslında uzlaşanlar da IMF ile Dünya Bankası. Dayatma dediğimiz de bedava olmuyor, yani koşullu borçlarla oluyor. Şunları bunları yaparsan sana şu paraları veririm, benim istediğim dünya ekonomisine eklemlenme biçimine onay verdiğin için senin bu politikalarını finanse ederim şeklinde. 24 Ocak Kararları ile başlayan süreci tekrar hatırlamak gerekirse burada üçlü bir yapı önerdiler. Bu yapıların ilki mali disiplin sağlanarak bütçenin küçültülmesi eğitim, sağlık, enerji gibi kamusal hizmetlerin ticarileşerek özel sermayeye açılması. İkincisi piyasayı kısıtlayan, düzenleyen kuralların(regülasyonların) kaldırılması (kuralsızlaştırmaya-de-regülasyona gidilmesi). Yani taban (destekleme vb.) ve tavan (kira kontrolü vb.) fiyatı uygulamalarını kaldırılması. Sokaktaki kişiye tercümesi şudur: Saldım çayıra Mevla’m kayıra. Üçüncüsü ise KİT’leri özelleştirmesi.

Bu Washington Uzlaşması döneminin enerjiye yansımaları 1982 ile 2000 arası neoliberal yapılandırmanın birinci evresinde başladı. Enerji için ise kırılma noktası 80’lerin liberalizasyon politikaları altında, özel sektör yatırımının teşviki ve özelleştirmeyle başladı. Yap işlet devret modelleri hemen devreye alındı. Merkezi refah devletinin o tekli yapısı parçalandı; TEK üretecek TEK dağıtacak modelini bitirdiler. Bunlar Washington Uzlaşması’yla dizayn edildi. Bir bir sıralanmış işler takvimine uymanız koşuluyla size paralar verildi. Mesela TEK’i özelleştirmezseniz, ilgili yasaları düzenlemezseniz, parlamentonuzu sermayenin emrinde çalıştırmazsanız bu paraları alamazsanız dediler. 2001 ve sonrasında bu yapılanma bazı ülkelerde krizler, yolsuzluk ve yoksulluk yarattı. Sistemin kendisi yolsuzluğu ve yoksulluğu yaratıyor; hatta yolsuzluğu yaratanlar da bu çok uluslu şirketlerin yöneticileri, onların çocukları, önemli siyasi simalar, onların eşi dostu. Yani akrabalık ilişkilerinin devreye girdiği eş dost kapitalizmiyle sermayeyi tabana yayıyoruz adı altında blok satışlarla yeni zenginler yarattılar.

                                                                          ***

İkinci evresinde Post Washington Uzlaşması mecburen gündeme geldi, çünkü sistem krize girdi. Normalde olması gereken krizi yaratanlara krizi çözdürmemek. Bir doktor bir kişiyi hasta ettiyse o doktordan reçete istenmez. Ama iktisatta bu böyle olmadı, sermayenin talepleri söz konusuysa sistemi batıranlar, sistemi krize sokanlar aynı zamanda sistemi yeniden krizden çıkarmanın reçetesini yazmakla görevlendirildiler. Post Washington Uzlaşması, Washington Uzlaşması’na karşı bir seçenek değil, onu genişleten, aksayan yönlerini düzelten bir süreç oldu. Piyasanın aktörlerini dahil ettikleri düzenleyici kurullar oluşturdular, yani siyasetçileri ekonomiden ayırdılar. Yönetişim diye bir ilke getirdiler, buralara STK’ları her karar mekanizmasını kapsayacak şekilde yerleştirdiler, her koşulda özel sermayenin bizzat doğrudan temsilcilerini koydular ve bürokrasiyi akredite ettiler. Yani Merkez Bankası’nın başına ya da TEDAŞ’ın başına uluslararası sermayenin onay verebileceği kişiyi koydular. Bu sivil toplum kuruluşlarının uluslararası finans kaynakları yoksa bu dernekler kendi yağlarıyla kavrulamaz. Ne oluyor peki? Sermaye Tabanlı Kuruluşlara dönüşüyor. Yani oluşturulan kurullardaki koltuğun 3’ü de sermayeye verildi, sermaye için dizayn edildi. “Tüm iktidar sermayeye” dediler yani.

                                                                           ***

Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu kuruldu, böylece yönetişim modeli gündeme geldi ve sermaye temelinde bir kaynak tahsisini teminat altına almış oldular. Eskiden piyasa devlet karşıtlığı vardı, artık öyle bir devlet yapısı oluşturuldu ki devlet piyasanın taleplerine cevap veren bir tüzel kişiliğe dönüştürüldü. Yani tüm kararların sermaye lehine alındığı piyasa dostu bir devlet yapısı oluşturulmuş oldu.Devletin sermayeye yönelik yol açma çabaları da hâlâ sürüyor. Mesela günümüzde devletin temiz enerji, dönüştürülebilir enerji teşviki var ama yine özel sermayeye yönelik. Bu teşviki yapan aynı devlet bir yandan da yayımladığı kalkınma stratejisinde fosil yakıta dayalı sanayileşme girişimlerini de sürdürüyor. Şöyle bir şirket düşünün mesela iki tane alt şirket kuruyor bir tanesiyle kömür işleriyle uğraşıyor negatif sübvansiyon olarak değerlendirilen teşviklerden yararlanıyor, diğeriyle de temiz enerjiyle uğraşıyor yine bu tür bir enerjiyi teşvike yönelik kredilerden faydalanıyor. Yani bu tür kapitalistler çevreyi kirli enerji üreterek kirletirken de kazanıyor temiz enerjiyi üretirken … Sermaye dostu devlet bu bonkörlüğü kimin parasıyla yapıyor? Pek tabii ki kamunun parasıyla.

Türkiye “Net emisyon sıfır” sözü verdi. Sıfır emisyon demiyor, net emisyon sıfır diyor. Bu şu demek sıfır emisyon dersen biz büyümeyi vs. bir kenara bıraktık, kriz varmış gibi üretim yapmaktan geri çekiliyoruz anlamına geliyor. Ama net emisyon sıfır diyerek şunu yapıyor, üretime, sürdürülebilir büyümeye devam edeceğiz, ama karbondioksit salınımını geri alacağız. Oysa kapitalist bir dünyada böyle bir üretim modeli mümkün değil, kapitalizm böyle bir şey üretemez. Çünkü dönüştürülebilir, temiz enerjiye geçişte o enerjinin üretimi kaçınılmaz olarak karbon salınımına neden olacak araç ve gereçleri zorunlu kılacağı için bu tür bir üretim süreci ekolojik yıkıma yol açacak. Dolayısıyla net emisyon kaçınılmaz olarak pozitif olacak. Çünkü temiz enerji üretiminde kullanılan araçların üretiminin yol açacağı karbondioksit salınımını geri alınması tüm iddialara rağmen mümkün görünmüyor. Yani “Net emisyon sıfır” sözü bir vaatten öteye geçemiyor.

Dolayısıyla yeni yeşil ekonomik düzen güya 1930 krizindeki Keynes’in ya da Roosevelt’in yeni düzenine nazire yapıyor. Keynes’in kurtuluş reçetesi kapitalizmi rehabilite etmeye yönelik bir reçeteydi, bu yeni yeşil dönüşümler de benzer şekilde aynı hedefe yönelik. Sözü edilen “Net emisyon sıfır” hedefi ekolojik krizi yaratan sebepleri ortadan kaldırmıyor, erteliyor, yöntemler buluyor, yapılabilir kılıyor. Bunun adil geçiş senaryolarını yapsanız dahi sonunda kamu kaynağına başvurma gereği doğuyor.

Bu yeni yeşil dönüşüm arayışlarından ilki AB’de bir mutabakata bağlandı. 11 Aralık 2019 tarihinde AB' de kabul edilen Yeşil Mutabakat gereği AB’de kömür yakıtlı santrallerin devre dışı bırakılmasına yönelik somut bir takvim belirlendi ve uygulamalar süratle devreye sokulmaya başlandı. AB’de gündemde bu iken, Türkiye’de ise tam tersine bu tür santrallerin verilen teşviklerle giderek yaygınlaştırılması politikasının ısrarla sürdürüldüğü ortaya çıktı. Türkiye’nin enerji politikalarını belirleyen resmi belgelerde (Kalkınma Planı, OVP ve Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programları) mevcut iktidarın bu gelişmeye kayıtsız kaldığını gösteriyor. Örneğin 11. Kalkınma Planı 2019’da yayımlandı, dünya yeşil dönüşümü tartışıyor ancak planda bu tartışmalara gönderme bile yok. Bu vurdum duymazlık 1,5 yıllı aşkın bir gecikmenin ardından Yeşil Mutabakat Eylem Planı adı verilen bir genelge ve ardından gündeme getirilen Yeşil Mutabakat Eylem Planı ile aşılmaya çalışılıyor. Yeşil mutabakat daha sonra bu yılın OVP (2022-2024) ve 2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’dan oluşan iki resmi belgeye taşınıyor. OVP’de Yeşil Mutabakat Eylem Planında yer alan hedef ve eylemler de dikkate alınarak Politika ve Tedbirler belirleniyor ama Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nın enerji ve madencilikle ilgili sektörler bölümünde yer alan ne mevcut durum değerlendirme kısmında ne de politika ve tedbirler kısmında OVP’de sözü edilen Yeşil Mutabakat Eylem Planı çerçevesinde belirlenen Politika ve Tedbirlere bir gönderme yapılıyor. Bilindiği üzere,07/10/2021 tarihli ve 31621 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 7335 sayılı Paris Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanunla Türkiye Paris Anlaşmasına taraf olmuştu. Benzer şekilde, aynı programda enerji ve madencilikle ilgili sektörler bölümünde söz konusu anlaşmanın onaylanmasını uygun bulan yasanın öngördüğü politika ve tedbirlere de gönderme yapılmıyor. Alelacele Yeşil Mutabakat Eylem Planı’nın hazırlanması ve Paris İklim Anlaşması’nın onaylanmasının gerisindeki saik buralardan gelecek taze fon beklentisi. Emin olunuz fiili bir fon akışı söz konusu olsaydı, İstanbul Sözleşmesi’nden de kesinlikle çıkılmazdı. Ancak bu fon beklentisi gerçekçi değil. Çünkü iç hukuk düzenlemelerine rağmen politika tedbirleri AB’nin istediğinin çok çok gerisinde. Özel sektör temsilcileri ise daha istekli ve hazırlıklı. Örneğin TÜSİAD biraz bu yeni kâr alanlarının kokusunu aldığından olsa gerek bu noktada daha fazla bastırıyor, hazırladığı raporlar ve çalışmalarla bir yol haritası önererek ön almaya çalışıyor. Ancak kamu gereğini yapmadığı sürece özel sektörün çabası yeterli değil. Bu durumda enerji sektöründe, iktidar çevreleri tarafından yaratılan yeşil dönüşüm doğrultusunda bir değişim beklentisi gerçekçi gözükmüyor.

Gerçekçi olmayan bir diğer öngörü daha söz konusu. Bu öngörü 2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nda dile getiriliyor. Söz konusu programda keşfedilen 540 milyar m3’lük doğal gaz keşfiyle birlikte enerji dinamiklerinin değişme sürecine gireceği tahmin ediliyor. Bu rezervin ve denizlerimizde bulunması muhtemel yeni rezervlerin üretime geçmesiyle birlikte, enerjide dışa olan bağımlılığının, cari işlemler ve dış ticaret açıklarının olumlu yönde etkilenmesi bekleniyor. Nitekim bu beklenti cari açık öngörülerini de olumlu bir şekilde etkiliyor. OVP’de cari açık 2021’de, yüzde 2,2’lik bir oran ile başlıyor; dönem sonu 2024’te yüzde 1,0’lık açıkla son buluyor. Oysa bu öngörü Türkiye ekonomisinin geçmiş bulgularıyla çelişiyor. Sermaye hareketlerinin serbestleştiği 1989’dan bu yana ekonomik büyüme, daima cari işlem açığına yol açmıştır.AKP iktidarının yüzde 5’lik büyüme eşiğini geçtiği sekiz yılın (bu yıl da dahil) ortalama cari açık / GSYH oranı da yüzde 5,05’dir. 5’lik büyüme eşiğinin aşılacağı 2023 ve 2024 yıllarında yüzde 5,5’lik büyüme oranına nasıl olup da yüzde 1,5 ve 1,0’lık bir cari açık / GSYH oranı ile ulaşıyor sorusuna OVP’de bir yanıt verilmiyor. Bu tespitler ışığında, dışa olan bağımlılığın yüksek düzeyde olduğu enerji sektörünün mevcut durumunda söylem değişikliğine rağmen bir dönüşüm gerçekçi gözükmüyor.

Aziz Konukman / BİRGÜN

 

TARİHTE BUGÜN (20 ŞUBAT)

 


1930    Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu  Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edildi.

1992    Vergi affı yasalaştı Askerlik süresinin 12 aya indirilmesini öngören tasarı kabul edildi.

1990    Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz, Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın müdahaleleri nedeniyle görevinden istifa etti Mesut Yılmaz'ın Anavatan Partisi (ANAP) genel başkanlığını hedeflediği söyleniyor.

1968    Türkiye İşçi Partisi (TİP) milletvekilleri Çetin Altan ve Yunus Koçak 1968 yılında bugün Meclis'te Adalet Parti'lilerin saldırısına uğradılar

1976    Türkiye'deki 23 Amerikan üssünde grev kararı alındı.

1909    Fütürizm kelimesi ilk defa kullanıldı. İtalyan şair ve editör Filippo Tommaso Marinetti‘nin Le Figaro gazetesine yazdığı Fütürist Manifesto makalesi, geçmişi unutup değişimi, özgünlüğü ve yeniliği kucaklayan sanat akımının ismini oluşturdu.

1941    Yahudiler için transit vizesine ilişkin talimatname yayınlandı.

1975    İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı İstanbul Elektrik Tünel Tramvay İşletmesi (İETT) grevini yasakladı.

1872    Metropolitan Museum of ArtNew York'ta açıldı.

1928    İstanbul'da "Vatandaşları Türkçe konuşmaya teşvik" toplantısı yapıldı.

1938    Adolf Hitler, Çekoslovakya ve Avusturya'daki Almanlar için kendi geleceklerini belirleme hakkı istedi.

1994    Fotoğraf sanatçısı Selahattin Giz vefat etti.

1991    Soyut yapıtlarıyla tanınan ressam Hakkı Anlı ve Fotoğraf sanatçısı Sami Güner vefat etti.

2009    Emin Cankurtaran, Fenerbahçe eski başkanlarından, iş adamı (DY-1930) vefat etti.

1833    Osmanlı İmparatorluğu‘nun Mısır Eyaleti‘nde çıkan isyanın bastırılması için Rusya Filosu İstanbul‘a geldi.

1887    Alman İmparatorluğuİtalya Krallığı ve Avusturya-Macaristan arasında ‘Tripartite Paktı’ imzalandı.

1914     İstanbul‘da ilk elektrikli tramvay sefere başladı.

1933    Japon yazar Takiji Kobayashi, Japon İmparatorluğu‘na bağlı antikomünist polis gücü olan Tokubetsu Kōtō Keisatsu‘ya bağlı casuslar tarafından öldürüldü.

1944     II. Dünya Savaşı: “Big Week” başladı ve Amerika Birleşik Devletleri bombardıman uçakları Nazi uçak üretim merkezlerini bombaladı.

1947    5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun ile Türkiye’de ilk kez sendikalara, özel bir kanun ile kurulma hakkı tanındı.Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) grev hakkına karşı çıktı.

1961    Türkiye’de ilk koalisyon kabinesi İsmet İnönü başkanlığında kuruldu.

1970    Boğaziçi Köprüsü‘nün temeli, Türkiye Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Başbakanı Süleyman Demirel tarafından törenle atıldı. Üç yılda tamamlanan köprü, 29 Ekim 1973‘te açıldı.

1988    Dağlık Karabağ Özerk Oblastı Azerbaycan‘dan ayrılıp Ermenistan‘a katılmak için oylama yaptı. Bu olay Karabağ Savaşı‘nı tetikledi.

1991     Slovenya Parlamentosu Yugoslavya‘nın dağıtılmasını önerdi.

1992    İstanbul Ticaret Odası‘na bırakılan çanta içindeki saatli bombanın patlaması sonucu 1 kişi öldü, 16 kişi yaralandı.

1993    Güney Afrika Devlet Başkanı Frederik Willem de Klerk, ilk kez siyahların da görev aldığı kabineyi açıkladı.

2001    İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan Sümerbank eski Genel Müdürü Şükrü Karahasanoğlu İtalya‘da yakalandı.

2002    Mısır‘da bir trende meydana gelen yangında 370 kişi öldü.

2003     Amerika Birleşik Devletleri‘nin Rhode Island eyaletinde bir gece kulubünde çıkan yangında 100 kişi öldü.

2009    Dünyada ekonomik krizBirleşik Krallık‘ın son banka kurtarma operasyonlarıyla toplam borcu 2 trilyon sterline ulaştı. Almanya‘da Federal Cumhuriyet tarihindeki en büyük ekonomik yardım paketi olan 50 milyar avroluk ikinci konjonktür paketi onaylandı.

2000    Meksika'da Hidalgo Eyaleti'nin Tepatepec kentinde,öğretmenleri sürüldüğü için okulu işgal eden lise öğrencilerine polis müdahale edince kent halkı ayaklandı. 68 polisi rehin alan kent halkı, üniformalarının üstünü soydu, gözaltına alınan 150 öğrenci serbest bırakılana kadar rehineleri bırakmayacaklarını,halk mahkemesi kurup polisleri yargılayacaklarını duyurdu. 12 saat sonra öğrenciler serbest kalınca polisler bırakıldı.

2001    Ukrayna'da muhalif gazeteci Georgi Gongadze'nin ortadan kaldırılması emrinin Devlet Başkanı Leonid Kuçma tarafından verildiği ortaya çıkınca halk Kuçma'nın istifasını istedi. Ülkenin dört bir yanından başkent Kiev'e gelen yüzlerce protestocu, kentin ana caddesinde bir çadır kent kurdu.

2003    KKTC'li Ahmet Cavit An'ın,Yeşil Hat ve Güney Kıbrıs'a girerek Kıbrıslı Rumlarla görüşmesinin engellendiği gerekçesiyle Türkiye aleyhine AİHM'de açtığı dava sonuçlandı. AİHM,Türkiye'nin AİHS'nin örgütlenme hakkını ihlal ettiğine hükmetti.Türkiye ilk defa böyle bir şikayet sonucu tazminat ödeyecek.

2004    Fenerbahçe hisseleri İMKB'de işlem görmeye başladı.

2004    Belçika parlamentosu, yabancılara belediye seçimlerinde oy kullanma hakkı veren yasayı kabul etti.Yasaya göre; en az beş yıl ikamet eden ve "anayasa, yasalar ve insan haklarına saygılı olacakları"na dair bir belge imzalayan yabancılar seçimlere katılabilecekler.

2004    İran'da, reformcuların saf dışı edildiği meclis seçimi yapıldı. Reformcu 10 partinin boykot ettiği seçimlerden muhafazakarlar kesin zaferle çıktı.

2005     RTÜK, Kürtçe yayın yapmak isteyen radyo ve TV'leri ilk kez resmi olarak davet etti. RTÜK yetkilileri,yayınların radyolar için günde 60 dakikadan haftada beş saat, televizyonlar için ise günde 45 dakikayı aşmamak üzere haftada dört saat olacağını açıkladı.

2005    Portekiz'de yapılan erken genel seçimi Jose Socrates'in lideri olduğu Sosyalist Parti yüzde 46.5 oy oranıyla kazandı. Yedi aydır iktidarda olan Sosyal Demokrat Parti ancak yüzde 24 oy alabildi. 

2005     KKTC'de genel seçimde, Başbakan Mehmet Ali Talat'ın partisi Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) yüzde 44 oy oranıyla 24 milletvekili çıkardı. Derviş Eroğlu'nun Ulusal Birlik Partisi yüzde 19, Serdar Denktaş'ın Demokrat Partisi 6, Barış ve Demokrasi Hareketi ise 1 sandalye kazandı.

2006    17 yıl önce yazdığı yazıyla Yahudi soykırım inkar suçundan geçen kasımda tutuklanan Britanyalı tarihçi David Irving, Avusturya'da üç yıl hapis cezasına çarptırıldı.






Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -21 Haziran 2025-

Emperyalistler mengeneyi sıkıyor: ‘İran halkının iradesine evet, siyonizmin istismarına hayır’ -Ela Ava- İsrail’in İran’a karşı başlattığı s...