Enerjide devletleştirme ve bunun finansmanı - Oğuz Oyan
Eğer önümüzdeki siyasi kısıtların başında bugünkü muhalefetin oluşturacağı bir iktidar koalisyonu varsa, bedel ödemesiz bir kamulaştırma/devletleştirme seçeneğinin baştan dışlandığını bilmek gerekir.
Enerjideki özelleştirmeye karşı halk tepkilerinin geldiği noktada ana muhalefet partisi lideri elektrik dağıtımında yeniden devletleştirmeyi savunabiliyor; DEVA partisinin bir sözcüsü bir TV programında, elektrik dağıtımındaki özelleştirmenin yanlış olduğunu -kendi görüşü olduğu kaydıyla bile olsa- söyleyebiliyor. Bu gelişmeler, bir iktidar değişimi olasılığında elektrik sektöründe, en azından bunun dağıtım ayağında bir devletleştirmenin toplumsal meşruiyetinin oluşmakta olduğunu gösteriyor. Sol hareketler açısından bu hem önemli bir kazanım hem de yeni siyasi iktidarın “öncelikli işler” programına alınmasının mücadelesi olarak görülmelidir.
Nasıl bir devletleştirme?
Burada ikili bir ayrım yapılabilir. Eğer bir sosyalist devrim sonrasının programını konuşuyor olsaydık, devletleştirmenin kapsamını bazı çok öncelikli sektörlerle (enerji, KÖİ’ler) sınırlı tutmaz, maksimalist bir programı tartışıyor olurduk. Üstelik böyle bir olasılıkta hem devletleştirmeler için hiçbir bedel ödenmesi düşünülmez hem de finansman yöntemleri burada tartışacağımız çerçeveyle sınırlı tutulmazdı. Ama önümüzde duran daha sıradan yani sistem içi bir siyasi değişime göre politika geliştirmekse, “yapılabilir” olanların sınırlarını nereye kadar zorlayabileceğimiz üzerine fikir üretmeliyiz.
Eğer önümüzdeki siyasi kısıtların başında bugünkü muhalefetinin oluşturacağı bir iktidar koalisyonu varsa, bedel ödemesiz bir kamulaştırma/devletleştirme seçeneğinin baştan dışlandığını bilmek gerekir. Kaldı ki uluslararası tahkim sorununu da (elbette “mücbir” sebepleri de zorlayarak) denkleme dahil etmek gerekecektir. Bu koşullarda, enerji ve KÖİ alanlarında devlet mülkiyeti ve işletmesine dönüş adımlarının öncelikle “uzlaşma” temelli atılmak isteneceğini öngörmek gerekir. Tam da bu nedenle şirketleri kayıracak uzlaşma biçimlerine karşı ciddi bir toplumsal muhalefetin örgütlenmesi sorumluluğu da sol hareketlerin omuzlarında durmaktadır. Özelleştirmelerin ve “yap-işletlerin” kaymağını yemiş şirketlere, bir de “sektörden çekilme tazminatları” ödenmesinin hiçbir ahlaki karşılığı bulunmamaktadır. Toplum vicdanında da karşılığı yoktur.
Öte yandan, devletleştirmenin maliyetleri sadece şirketlere “bedel” ödemekle sınırlı kalmayacaktır. Özellikle elektrik sektöründe yıllardır ihmal edilen altyapı yatırımlarının devletçe karşılanması gerekecektir ve bu muhtemelen daha büyük kaynaklar gerektirecektir. Demek ki konu salt enerji ve KÖİ alanlarıyla sınırlansa bile kaynak sorunu ciddidir.
Bir diğer mesele de elektrikte salt dağıtım aşamasının devletleştirilmesiyle yetinilemeyeceğidir. AKP döneminde elektrik üretiminde de yüzde 82’ye varan bir özelleştirme düzeyine ulaşılmıştır. Elektrikte üretim-iletim-dağıtım bütünleşik bir sistemin parçalarıdır ve yalnızca dağıtım aşamasına el atılmakla sonuç alınamaz. Bu arada umalım ki AKP giderayak TEİAŞ’ın yani iletim aşamasının da özelleştirilmesini bir oldubittiye getirmesin.
Ancak mesele son zamlarla sınırlı değildir. Türkiye’de ciddi bir enerji yoksulluğu (düşük gelirlilerin enerjiye erişimindeki mali kısıtlar) ve enerji yoksunluğu (çağdaş enerji hizmetlerine hiç erişememe) sorunları vardır. Bu kesimlere devletin mutlaka mali veya fiziki destek sağlaması, var olan desteklerin anlamlı ölçülerde artırılması gerekir. (Bkz: O. Türkyılmaz, A. Konukman, M. Kayadelen, “Demokratik Enerji Programı Üzerine Notlar”, Türkiye’nin Enerji Görünümü 2020, TMMOB Makine Mühendisleri Odası, s.448).
Ama dahası vardır: Dünya enerji/petrol piyasasının dinamik ve dalgalı karakterini etkilemek büyük petrol üreticisi ülkelerin bile çapını aşmaktadır; Türkiye’nin ise esamesi bile okunmaz. Bu piyasaların ibresi bir süredir artış yönündedir; dolayısıyla buradan gelecek fiyat artışları ister istemez içeriye yansıyacaktır. Buna bir de TL’nin dolar karşısında zayıflığı ve en azından enflasyonist artışa bağlı olarak değer yitirme eğilimi eklenirse, içerdeki enerji fiyatlarına çifte yansıma olmaktadır.
TL’nin değer kaybını durdurarak buna kısmi bir çözüm üretilemez değildir. Ama iktidar bir süre bunun tam tersine angaje olmuş, 2021 yılı Eylül- Aralık döneminde yükselen enflasyon karşısında faizleri gerileterek döviz kurunu sıçrattıktan sonra, 2022’nin ilk iki ayında (tıpkı Haziran-Temmuz 2020’de olduğu gibi) kuru olduğu yerde tutabilmek için olmadık yöntemlere başvurmaya başlamıştır (Kur Korumalı Mevduat, emanet dövizlerle müdahale vs). Faiz aracını kullanmamak için ödenen bu bedellerin ilerdeki faturası daha kabarık olabilecektir.
Aslında iktidar sistem dışına çıkmadan deneyebileceği bir seçeneğe sahipti. Bilindiği gibi, “üçlü açmaz” nedeniyle sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir açık ekonomide hem faizlerle hem de kurlarla oynamak mümkün değildir. Üç değişkenden ikisini seçmelisiniz: Eğer dışa açık ekonomiden vazgeçemiyorsanız, o zaman ya faizleri belirler kura karışmazsınız ya da kurları belirler faizleri serbest bırakırsınız. AKP rejimi son 3,5 yıldır hem faiz hem de kuru belirlemeye çalışmış ama her ikisini de tutamaz noktaya gelmiştir. Oysa, AKP’nin bugün asıl istediği şey açık ekonomi koşullarında kur düzeyini belirlemek ve sözde buradan cari açıkları azaltmaksa, bunu sabit kur-serbest faiz eşleşmesi üzerinden yapabilirdi. (Değerli meslektaşımız Prof. Aziz Konukman bunu ilk telaffuz edenlerden olmuştur).
Gerçi kur düzeyini hedeflemenin faizleri hedeflemekten (enflasyonun üzerinde reel pozitif faiz taahhüdü vermekten) daha müşkül bir iş olduğu söylenebilir. Kurları sabit tutmanın döviz çıkışlarına yol açmasını önleyecek bir aracınız yoktur, çünkü sermaye hareketleri serbesttir. Kaldı ki böyle bir durumda uluslararası piyasalarda TL’nin paritesi Türkiye’de olduğunun çok altında kalacağı için de döviz çıkışları beklenenden fazla olabilir. En sonunda iş gelip sermaye akımlarının kontrolüne dayanacaktır. Bizim bunun peşinen gündeme getirilmesine bir itirazımız olamaz; ancak konu Millet İttifakı denilen melez bir neoliberal ittifak olunca işler zorlaşmaktadır. Her durumda şöyle bağlayabiliriz: Ekonomi ve toplum açısından enerji faturasını orta dönemde düşürmenin bir yolu da döviz kurlarını sabitlemekten geçmektedir.
Nasıl bir finansman?
Öncelikle bütçelemede tahsis değil ademi-tahsis ilkesinin çalıştığını ve doğrusunun da bu olduğunu belirtmemiz gerekir. Başka deyişle, belirli gelirlerin belirli giderlere ayrıldığı bir bütçeleme tekniği arkaiktir, feodal dönemlere özgüdür; modern dönemde bütçe dışı bir fon sistemi içinde de çalışır ama bu da başka sorunların kaynağıdır. Doğru olan, devletin harcama önceliklerinin ve bunlara ayrılacak ödeneklerin belirlenmesi ve bunun finansmanı için sağlanacak gelirlerin (yetmezse borçlanma olanaklarının) bir gelirler havuzunda toplamasıdır. Dolayısıyla, münhasıran devletleştirme giderlerine özgülenecek özel gelir/vergi türleri oluşturulamaz. (“Deprem vergileri” bile bu amaçla kullanılamamıştır).
Elbette yeni siyasi yönetim üstleneceği yeni mali yükleri -ki bunlar salt enerji devletleştirmesinin finansmanından ibaret olmayacaktır- karşılamak üzere yeni kaynaklar oluşturabilir veya bütçenin borçlanma limitlerini arttırabilir.
Kaynakların önemli bir bölümünü, savurganlıkların (saraylar, kiralanan lüks idari binalar, lüks arabalar, olayın simgesel ama küçük bir boyutudur) sona erdirilmesi; yolsuzlukların, kamu kesiminin yükünü artıran ihale usulsüzlüklerinin, dövize endeksli KÖİ ödemelerinin, hesapsız örtülü ödenek kullanımlarının, iktidar yanlısı vakıf ve derneklerin bol kepçe desteklenmesinin, Kanal-İstanbul gibi sorumsuz projelerin, vs. önünün kesilmesi gerekecektir. AKP döneminde çok geniş bir harcama alanının denetim dışında kaldığı hesaba katıldığında, harcama kalemlerinin zapturapt altına alınmasının getirisini asla azımsamamak gerekir. Türkiye Varlık Fonu’nun tasfiyesini de bu çerçevede düşünmek gerekir.
Öte yandan “vergi harcaması” denilen ve “vergi sisteminden ayrılan istisna ve muafiyetler” olarak tanımlanabilecek olan vergi ayrıcalıklarının 2022 Bütçesindeki boyutu 336 milyar TL (2022 Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ve Bağlı Cetveller, s.169) gibi devasa bir miktardır. Bu, 2022’de Genel Bütçe Vergi Gelirleri hedefinin yüzde 26,7’sine denk gelmektedir. Bu ayrıcalıkların asıl hedef kitlesi de sermaye kesimleridir; yani bunların önemli bölümünden vazgeçilmesinin geniş halk kitlelerine olumsuz bir yansıması olmayacaktır. Bütçede yapılan “vergi harcaması” tahminlerinin 2023 yılı için 385 milyar TL’yi, 2024 için de 437 milyar TL’yi bulduğunu kaydedersek, bu kalemden sağlanabilecek kaynakların önemi daha iyi anlaşılabilir.
Peki, giderlerden yapılabilecek tasarruflar ile “vergi harcaması” kalemlerinden yapılabilecek dev kısıntılar dışında hangi gelir kaynakları düşünülebilir? Burada iki temel politika aracı bulunmaktadır: Vergileme ve borçlanma. Vergileme yalnızca yeni vergi getirilmesini içermeyebilir, mevcut sistemin yeniden düzenlenmesi de gelir arttırıcı nitelikte sonuçlar verebilir. Örneğin Gelir Vergisinin şimdiki hali sedüler yapıdadır; bunun anlamı, her gelir kategorisinin kendi sedülünde sabit bir stopaj oranıyla vergilenmesidir. Bu durumda Gelir Vergisinin artan oranlılığı sözde kalmakta veya neredeyse sadece ücretlileri ilgilendirir olmaktadır. Gelirleri toplayarak sermaye kesimlerini artan oranlı bir vergilendirmeye tâbi tutmak yoluyla hem vergi gelirleri artırılabilir hem de ücretliler için indirimli özel tarifelere geçiş olanakları yaratılabilir. Keza Kurumlar Vergisini çift oranlı bir yapıya dönüştürüp gerçek mükellef sayısını bugün olduğunun 10 katına çıkarmak pekâlâ mümkündür. Hissedarlara dağıtılan temettü gelirlerinin daha adil vergilenmesi de Gelir Vergisini arttıracaktır.
Doğru dürüst vergilenmeyen alanların yeni vergi türleriyle kapsama alınması da kuşkusuz hem vergilemede adalet hem de mali amaç açısından gereklidir. Bu bağlamda kentsel rantların etkin bir biçimde vergilendirilebilmesi şarttır. Öte yandan servet dağılımındaki büyüyen eşitsizlikler yeni vergileme olanakları yaratmaktadır; servetlerin hem olağan/nominal yıllık servet vergileriyle hem de -koşullar uygun olduğunda- bir kerelik olağanüstü/gerçek bir servet vergisiyle vergileme kapsamına alınması düşünülmelidir. Bunun toplumsal desteğini bulmak zor olmayacaktır; yeter ki servet kaçışlarını frenleyecek düzeneklere sahip olunabilsin.
Borçlanma olanakları bakımından da bir fırsat olduğu söylenebilir. Türkiye’de Hazine’nin iç borçlanma düzeyi yüksek değildir; dolayısıyla devletleştirmelerin finansmanına buradan da takviye yapılabilir. Buradaki sorun, son birkaç yıldır AKP’nin dövize endeksli iç borçlanma günahını işlemiş oluşudur. Bunun asla sürdürülmemesi ve dövize endeksli borçların derhal TL cinsine çevrilmesi gerekir.
Sonuç
MMO “Türkiye Enerji Görünümü 2020” raporunun şu saptamasıyla bitirelim: “Enerji kullanımı vazgeçilemez bir insan hakkıdır”. Dolayısıyla enerjiyi temel bir kamu hizmeti olmaktan çıkarıp sermaye için kârlı bir faaliyet alanına dönüştüren neoliberal reçeteler ve bunların uygulayıcısı siyasi ve ekonomik çevreler bu hakkın kullanımını şu ya da bu ölçüde engellemişlerdir. Türkiye’de elektrik sektöründe ilk serbestleştirme düzenlemesi 1984 yılına gidiyor olsa da özelleştirmede asıl büyük günah 2001 tarihli 4628 sayılı yasayla işlenmiştir. Bu yasa bir IMF dayatması olarak yürürlüğe girecektir ama bu düzenlemeyi tüm sonuçlarına kadar götüren cüretkâr özelleştirmeci iktidar pek “yerli ve milli” AKP iktidarı olacaktır.
AKP iktidarı bunu topluma pahalıya ödetmiştir ama toplumun enerjiye erişimini zorlaştırmanın bedelini şimdi kendisi de çok ağır bir biçimde ödemek üzeredir.
Mevcut piyasa kurullarındaki 3 koltuğun 3’ü de sermayeye verildi, sermaye için dizayn edildi. Yani “Tüm iktidar sermayeye” dediler.
Enerji politikaları, enerji sektörü neye dönüşüyor? Bu sorunun cevabı tıpkı diğer politikalar gibi izlenen kalkınma stratejisinden bağımsız olamaz. Bu strateji dünya işbölümüne nasıl entegre olduğunuza, nasıl bir süreçle katıldığınıza bağlı. Örneğin 80 öncesindeki katılım, ithal ikameci bir sanayi stratejisi, içeride yerli kaynaklara dayalı sanayiyi geliştirme, ara malları ve yatırım malları ile süreci tamamlayıp dışa açılmaydı. Bundan sonraki küreselleşmeyle başlayan sermaye birikim sürecine ise post Fordist sermaye birikim modeli diyoruz. Yani sistem krize giriyor, çevre ülkelerdeki Fordizm borç krizinin içine girildiğinden tıkanıyor. Bu sağcı iktidarlar rejiminde Türkiye ara malları sürecini tamamlayamadan kendisini bir anda dünya ekonomisine eklemlenmiş buldu. Zorunlu bir şekilde ihracatla karşı karşıya kaldı. Yani düşük katma değerli sektörlerle dünya ekonomisine entegre oldu. Borç krizi içerisinde olduğundan kendi tercihiyle değil dayatmaya bağlı bir şekilde entegre oldu.
Bu dayatmanın ismi Washington Uzlaşması; aslında uzlaşanlar da IMF ile Dünya Bankası. Dayatma dediğimiz de bedava olmuyor, yani koşullu borçlarla oluyor. Şunları bunları yaparsan sana şu paraları veririm, benim istediğim dünya ekonomisine eklemlenme biçimine onay verdiğin için senin bu politikalarını finanse ederim şeklinde. 24 Ocak Kararları ile başlayan süreci tekrar hatırlamak gerekirse burada üçlü bir yapı önerdiler. Bu yapıların ilki mali disiplin sağlanarak bütçenin küçültülmesi eğitim, sağlık, enerji gibi kamusal hizmetlerin ticarileşerek özel sermayeye açılması. İkincisi piyasayı kısıtlayan, düzenleyen kuralların(regülasyonların) kaldırılması (kuralsızlaştırmaya-de-regülasyona gidilmesi). Yani taban (destekleme vb.) ve tavan (kira kontrolü vb.) fiyatı uygulamalarını kaldırılması. Sokaktaki kişiye tercümesi şudur: Saldım çayıra Mevla’m kayıra. Üçüncüsü ise KİT’leri özelleştirmesi.
Bu Washington Uzlaşması döneminin enerjiye yansımaları 1982 ile 2000 arası neoliberal yapılandırmanın birinci evresinde başladı. Enerji için ise kırılma noktası 80’lerin liberalizasyon politikaları altında, özel sektör yatırımının teşviki ve özelleştirmeyle başladı. Yap işlet devret modelleri hemen devreye alındı. Merkezi refah devletinin o tekli yapısı parçalandı; TEK üretecek TEK dağıtacak modelini bitirdiler. Bunlar Washington Uzlaşması’yla dizayn edildi. Bir bir sıralanmış işler takvimine uymanız koşuluyla size paralar verildi. Mesela TEK’i özelleştirmezseniz, ilgili yasaları düzenlemezseniz, parlamentonuzu sermayenin emrinde çalıştırmazsanız bu paraları alamazsanız dediler. 2001 ve sonrasında bu yapılanma bazı ülkelerde krizler, yolsuzluk ve yoksulluk yarattı. Sistemin kendisi yolsuzluğu ve yoksulluğu yaratıyor; hatta yolsuzluğu yaratanlar da bu çok uluslu şirketlerin yöneticileri, onların çocukları, önemli siyasi simalar, onların eşi dostu. Yani akrabalık ilişkilerinin devreye girdiği eş dost kapitalizmiyle sermayeyi tabana yayıyoruz adı altında blok satışlarla yeni zenginler yarattılar.
***
İkinci evresinde Post Washington Uzlaşması mecburen gündeme geldi, çünkü sistem krize girdi. Normalde olması gereken krizi yaratanlara krizi çözdürmemek. Bir doktor bir kişiyi hasta ettiyse o doktordan reçete istenmez. Ama iktisatta bu böyle olmadı, sermayenin talepleri söz konusuysa sistemi batıranlar, sistemi krize sokanlar aynı zamanda sistemi yeniden krizden çıkarmanın reçetesini yazmakla görevlendirildiler. Post Washington Uzlaşması, Washington Uzlaşması’na karşı bir seçenek değil, onu genişleten, aksayan yönlerini düzelten bir süreç oldu. Piyasanın aktörlerini dahil ettikleri düzenleyici kurullar oluşturdular, yani siyasetçileri ekonomiden ayırdılar. Yönetişim diye bir ilke getirdiler, buralara STK’ları her karar mekanizmasını kapsayacak şekilde yerleştirdiler, her koşulda özel sermayenin bizzat doğrudan temsilcilerini koydular ve bürokrasiyi akredite ettiler. Yani Merkez Bankası’nın başına ya da TEDAŞ’ın başına uluslararası sermayenin onay verebileceği kişiyi koydular. Bu sivil toplum kuruluşlarının uluslararası finans kaynakları yoksa bu dernekler kendi yağlarıyla kavrulamaz. Ne oluyor peki? Sermaye Tabanlı Kuruluşlara dönüşüyor. Yani oluşturulan kurullardaki koltuğun 3’ü de sermayeye verildi, sermaye için dizayn edildi. “Tüm iktidar sermayeye” dediler yani.
***
Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu kuruldu, böylece yönetişim modeli gündeme geldi ve sermaye temelinde bir kaynak tahsisini teminat altına almış oldular. Eskiden piyasa devlet karşıtlığı vardı, artık öyle bir devlet yapısı oluşturuldu ki devlet piyasanın taleplerine cevap veren bir tüzel kişiliğe dönüştürüldü. Yani tüm kararların sermaye lehine alındığı piyasa dostu bir devlet yapısı oluşturulmuş oldu.Devletin sermayeye yönelik yol açma çabaları da hâlâ sürüyor. Mesela günümüzde devletin temiz enerji, dönüştürülebilir enerji teşviki var ama yine özel sermayeye yönelik. Bu teşviki yapan aynı devlet bir yandan da yayımladığı kalkınma stratejisinde fosil yakıta dayalı sanayileşme girişimlerini de sürdürüyor. Şöyle bir şirket düşünün mesela iki tane alt şirket kuruyor bir tanesiyle kömür işleriyle uğraşıyor negatif sübvansiyon olarak değerlendirilen teşviklerden yararlanıyor, diğeriyle de temiz enerjiyle uğraşıyor yine bu tür bir enerjiyi teşvike yönelik kredilerden faydalanıyor. Yani bu tür kapitalistler çevreyi kirli enerji üreterek kirletirken de kazanıyor temiz enerjiyi üretirken … Sermaye dostu devlet bu bonkörlüğü kimin parasıyla yapıyor? Pek tabii ki kamunun parasıyla.
Türkiye “Net emisyon sıfır” sözü verdi. Sıfır emisyon demiyor, net emisyon sıfır diyor. Bu şu demek sıfır emisyon dersen biz büyümeyi vs. bir kenara bıraktık, kriz varmış gibi üretim yapmaktan geri çekiliyoruz anlamına geliyor. Ama net emisyon sıfır diyerek şunu yapıyor, üretime, sürdürülebilir büyümeye devam edeceğiz, ama karbondioksit salınımını geri alacağız. Oysa kapitalist bir dünyada böyle bir üretim modeli mümkün değil, kapitalizm böyle bir şey üretemez. Çünkü dönüştürülebilir, temiz enerjiye geçişte o enerjinin üretimi kaçınılmaz olarak karbon salınımına neden olacak araç ve gereçleri zorunlu kılacağı için bu tür bir üretim süreci ekolojik yıkıma yol açacak. Dolayısıyla net emisyon kaçınılmaz olarak pozitif olacak. Çünkü temiz enerji üretiminde kullanılan araçların üretiminin yol açacağı karbondioksit salınımını geri alınması tüm iddialara rağmen mümkün görünmüyor. Yani “Net emisyon sıfır” sözü bir vaatten öteye geçemiyor.
Dolayısıyla yeni yeşil ekonomik düzen güya 1930 krizindeki Keynes’in ya da Roosevelt’in yeni düzenine nazire yapıyor. Keynes’in kurtuluş reçetesi kapitalizmi rehabilite etmeye yönelik bir reçeteydi, bu yeni yeşil dönüşümler de benzer şekilde aynı hedefe yönelik. Sözü edilen “Net emisyon sıfır” hedefi ekolojik krizi yaratan sebepleri ortadan kaldırmıyor, erteliyor, yöntemler buluyor, yapılabilir kılıyor. Bunun adil geçiş senaryolarını yapsanız dahi sonunda kamu kaynağına başvurma gereği doğuyor.
Bu yeni yeşil dönüşüm arayışlarından ilki AB’de bir mutabakata bağlandı. 11 Aralık 2019 tarihinde AB' de kabul edilen Yeşil Mutabakat gereği AB’de kömür yakıtlı santrallerin devre dışı bırakılmasına yönelik somut bir takvim belirlendi ve uygulamalar süratle devreye sokulmaya başlandı. AB’de gündemde bu iken, Türkiye’de ise tam tersine bu tür santrallerin verilen teşviklerle giderek yaygınlaştırılması politikasının ısrarla sürdürüldüğü ortaya çıktı. Türkiye’nin enerji politikalarını belirleyen resmi belgelerde (Kalkınma Planı, OVP ve Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programları) mevcut iktidarın bu gelişmeye kayıtsız kaldığını gösteriyor. Örneğin 11. Kalkınma Planı 2019’da yayımlandı, dünya yeşil dönüşümü tartışıyor ancak planda bu tartışmalara gönderme bile yok. Bu vurdum duymazlık 1,5 yıllı aşkın bir gecikmenin ardından Yeşil Mutabakat Eylem Planı adı verilen bir genelge ve ardından gündeme getirilen Yeşil Mutabakat Eylem Planı ile aşılmaya çalışılıyor. Yeşil mutabakat daha sonra bu yılın OVP (2022-2024) ve 2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’dan oluşan iki resmi belgeye taşınıyor. OVP’de Yeşil Mutabakat Eylem Planında yer alan hedef ve eylemler de dikkate alınarak Politika ve Tedbirler belirleniyor ama Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nın enerji ve madencilikle ilgili sektörler bölümünde yer alan ne mevcut durum değerlendirme kısmında ne de politika ve tedbirler kısmında OVP’de sözü edilen Yeşil Mutabakat Eylem Planı çerçevesinde belirlenen Politika ve Tedbirlere bir gönderme yapılıyor. Bilindiği üzere,07/10/2021 tarihli ve 31621 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 7335 sayılı Paris Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanunla Türkiye Paris Anlaşmasına taraf olmuştu. Benzer şekilde, aynı programda enerji ve madencilikle ilgili sektörler bölümünde söz konusu anlaşmanın onaylanmasını uygun bulan yasanın öngördüğü politika ve tedbirlere de gönderme yapılmıyor. Alelacele Yeşil Mutabakat Eylem Planı’nın hazırlanması ve Paris İklim Anlaşması’nın onaylanmasının gerisindeki saik buralardan gelecek taze fon beklentisi. Emin olunuz fiili bir fon akışı söz konusu olsaydı, İstanbul Sözleşmesi’nden de kesinlikle çıkılmazdı. Ancak bu fon beklentisi gerçekçi değil. Çünkü iç hukuk düzenlemelerine rağmen politika tedbirleri AB’nin istediğinin çok çok gerisinde. Özel sektör temsilcileri ise daha istekli ve hazırlıklı. Örneğin TÜSİAD biraz bu yeni kâr alanlarının kokusunu aldığından olsa gerek bu noktada daha fazla bastırıyor, hazırladığı raporlar ve çalışmalarla bir yol haritası önererek ön almaya çalışıyor. Ancak kamu gereğini yapmadığı sürece özel sektörün çabası yeterli değil. Bu durumda enerji sektöründe, iktidar çevreleri tarafından yaratılan yeşil dönüşüm doğrultusunda bir değişim beklentisi gerçekçi gözükmüyor.
Gerçekçi olmayan bir diğer öngörü daha söz konusu. Bu öngörü 2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nda dile getiriliyor. Söz konusu programda keşfedilen 540 milyar m3’lük doğal gaz keşfiyle birlikte enerji dinamiklerinin değişme sürecine gireceği tahmin ediliyor. Bu rezervin ve denizlerimizde bulunması muhtemel yeni rezervlerin üretime geçmesiyle birlikte, enerjide dışa olan bağımlılığının, cari işlemler ve dış ticaret açıklarının olumlu yönde etkilenmesi bekleniyor. Nitekim bu beklenti cari açık öngörülerini de olumlu bir şekilde etkiliyor. OVP’de cari açık 2021’de, yüzde 2,2’lik bir oran ile başlıyor; dönem sonu 2024’te yüzde 1,0’lık açıkla son buluyor. Oysa bu öngörü Türkiye ekonomisinin geçmiş bulgularıyla çelişiyor. Sermaye hareketlerinin serbestleştiği 1989’dan bu yana ekonomik büyüme, daima cari işlem açığına yol açmıştır.AKP iktidarının yüzde 5’lik büyüme eşiğini geçtiği sekiz yılın (bu yıl da dahil) ortalama cari açık / GSYH oranı da yüzde 5,05’dir. 5’lik büyüme eşiğinin aşılacağı 2023 ve 2024 yıllarında yüzde 5,5’lik büyüme oranına nasıl olup da yüzde 1,5 ve 1,0’lık bir cari açık / GSYH oranı ile ulaşıyor sorusuna OVP’de bir yanıt verilmiyor. Bu tespitler ışığında, dışa olan bağımlılığın yüksek düzeyde olduğu enerji sektörünün mevcut durumunda söylem değişikliğine rağmen bir dönüşüm gerçekçi gözükmüyor.
Aziz Konukman / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder