TARİHTE BUGÜN (8 HAZİRAN)

 


OLAYLAR:

632- Hazreti Muhammed, 63 yaşında vefat etti. Ebu Bekir ilk halife seçildi.
1783 – İzlanda’daki Laki Yanardağı sekiz ay sürecek püskürme faaliyetine başladı. 9000’den fazla kişi öldü, yedi yıl sürecek açlık dönemi başladı.
1876 Fransız yazar George Sand öldü.
1929- Anadolu’daki topraksız köylülere devlet tarafından toprak verilmesine ilişkin kanun kabul edildi. Sanayi Koruma Kanunu kabul edildi.
1936- Cumhuriyet döneminde iş, işçi, işveren ilişkilerini düzenleyen ilk kapsamlı yasa olan İş Kanunu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi. Kanun en az on işçi çalıştıran işyerlerinde uygulandı. Kanuna göre grev ve lokavt yasaktı. İş Kanunu 15 Haziran 1937’de uygulanmaya başladı.
1938- Japonlar Çin’in Kanton şehrini bombaladı; ölü sayısı belirlenemeyecek kadar fazla.
1948- Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Eduard Beneş’in istifasıyla, Komünist Partisi bütün iktidarı ele geçirdi.

1949- Amerikan Federal Soruşturma Bürosu (FBI) tarafından hazırlanan raporda aralarında film yıldızları Frederic March, John Garfield, Paul Muni, ve Edward G. Robinson’ın da bulunduğu Holywood ünlüleri Komünist Parti üyesi ilan edildi. Bu raporla birlikte 1940’ların sonuyla 1950’ler boyunca ABD’yi saracak olan anti-komünist histeri başladı.

1949 - 5434 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu” kabul edildi.

1949 - George Orwell’in 1984 adlı romanı yayımlandı.

1951 - Türkiye'de ilk kalp ameliyatı, Gülhane Askerî Tıp Akademisi'nde yapıldı.

1953 – ABD Anayasa mahkemesi, Washington, D.C.’deki restoranların siyahlara servis yapmayı reddedemeyeceğine karar verdi.
1957- Cumhurbaşkanı Celal Bayar,”Türkiye’de irtica avdet edemez” dedi.
1958- İstanbul Beyazıt Meydanı’nda Kıbrıs için “Ya Taksim, Ya Ölüm” mitingi yapıldı.
1960- İstanbul’da on binlerce kişi 27 Mayıs askeri darbesini ve orduyu desteklemek için miting yaptı.Ordu mensupları hazineye yardım amacıyla alyanslarını bağışlamaya başladılar.
1963- Basına baskılar sürüyor; Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Yön ve Barış Dünyası dergilerini kapattı.
1965- Eğitim özelleşiyor; Meclis’te Özel Öğretim Kurumları Kanunu kabul edildi. Kanun 1971’de Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilinceye kadar sürekli tartışma konusu oldu.
Aynı gün, memur sendikalarına ilişkin esasları düzenleyen Devlet Personeli Sendikaları Kanunu da kabul edildi.
1966- Başbakan Süleyman Demirel “Demokrat Parti’nin devamıyız” dedi. Bu sözleri nedeniyle hakkında soruşturma başlatıldı.
1968- ABD’li siyah lider ve medeni haklar eylemcisi Martin Luther King’in öldürülmesi sanığı James Earl Ray Londra’da yakalandı.
1970- Sağmalcılar Cezaevi’nde tutuklu bulunan Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin Bursa Cezaevi’ne nakledildi.
1970 - İzmir/Kınık Yaylaköy’de 2 ilkokul öğretmeni “komünistlere ölüm” diye saldıran 30 köylü tarafından dövüldü.
1973- General Fransisco Franco İspanya’yı 34 yıl yalnız başına yönettikten sonra Luis Blanco’yu devlet başkanlığına atadı.

1973 - İstanbul Boğaz Köprüsü'nde taşıtla geçiş denemesi yapıldı

1973 -  Antalya Altın Portakal en iyi oyuncu ödüllerini Hülya Koçyiğit ve Tarık Akan kazandı.
1975- Maraş’ta Yılmaz Güney’in “Zavallılar” filminin oynandığı Atlas ve Ceylan sinemaları ülkücülerce tahrip edildi.

1975 - Kıbrıs Türk Federe Devleti Anayasası halk oylamasına sunuldu ve onaylandı.

1977- Boykotu kırmak için ODTÜ’ye gelen ülkücülere engel olmak isteyen Ertuğrul Karakaya jandarma kurşunu ve süngüsüyle hayatını kaybetti.
1977 -  Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Bülent Ecevit: “Adalet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi ile işbirliği yapamayız.” dedi.
1978- “Gırgır”ve “Mikrop”dergileri ile Politika gazetesinde karikatür çizen, 3 gün önce ülkücülerce kaçırılan Yıldız DMMA’nın solcu öğrencisi İGD üyesi İbrahim Güngör’ün (19) cesedi, telle boğularak öldürülmüş halde Davutpaşa Atatürk Öğrenci Yurdu’nun arkasında bulundu.
1983- MGK, ANAP ve HP’den yedişer üyeyi veto etti.

1987 - İstanbul'da deniz otobüsü seferlerine başlandı.

1987- TKP/ML’li Hasan Hakkı Erdoğan’ın gözaltında işkenceyle öldürülmesinden yargılanan 5 polisin duruşmasında bir tanık daha polisleri teşhis etti.
1988- İTÜ/ İşletme’de öğrenciler halk oyunlarının yasaklanması, yeni mescit açılması”vb. uygulamaları protesto etti.
1988-  TİP ve TKP genel sekreterleri H.Kutlu ve N.Sargın 185 günlük tutukluluklarının ardından ilk kez DGM’de yargıç karşısına çıkarıldı.
1989- Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) Davası savunmalarını içeren “Yargılayan Savunma” adlı kitabında komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla 1.5 ay önce tutuklanıp 20 yıla kadar hapis istemiyle Ankara DGM’de yargılanan Avukat İbrahim Açan (70) beraat etti.
1989 - “Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz” adlı kitabından dolayı 7.5 ile 15 yıl arası hapis istemiyle gıyabında yargılanan Server Tanilli ile Amaç Yayınları Sorumlu Müdürü Mehmet Adil Demirci beraat etti. Toplatılan kitapların da iadesine karar verildi.
1990- İstanbul’da görülen Dev-Sol dava duruşmasında salonda görevli üsteğmenle tartışan sanıklar askerlerce coplandı.
1990 - Çanakkale E Tipi Cezaevi’nde 5 yazı işleri müdürü, 2 sendikacı ve TKP davasından 1 hükümlünün 16 Mayıs’ta başlattığı açlık grevi 24.gününde “eylemin kamuoyunda yeterli desteği gördüğü” açıklamasıyla bitirildi.
1990-  Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) tarafından kendisine gönderilen yılbaşı kartına cevap vererek komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla yargılanan Beykoz Belediye Başkanı Şevket Arıkan ile iki özel kalem memuru beraat etti.
1991 -  Bir grubun TCK’nın düşünce ifadesini yasaklayan 141, 142, 159, 163 ve 312. maddelerinin yazılı olduğu siyah bir tabutla Sultanahmet Meydanı’nda yürüyüş yaparak alana bırakıp uzaklaşmasından 45 dakika sonra, polisler tabutu omuzlarda taşıyarak bir taksiyle götürdü.
1991 -  İzmir’de TÜRSAB’ın ”Çevre ve Turizm” panelinde ANAP’lı Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fahrettin Kurt, Aliağa’ya son teknolojiyle çevreyi en az kirletecek bir termik santral yapılacağını söyleyince Yeşiller protesto ederek ”Kirlilik Ödülü” sunmak istedi ve engellendi.
1991 - Okulların kapanışına 2 gün kala saçı uzun öğrencileri okula almadığı için 3 bin öğrencinin boykotuna yol açan Ankara Ayrancı Lisesi Müdürü C.Gülcan bir ortaokulun Türkçe öğretmenliğine atandı. ANAP’lı Milli Eğitim Bakanı, TBMM’de müdür için “tarikatçı” demişti.
1991- 600 bin kamu işçisinin toplu sözleşmelerinde uyuşma sağlanamadı. İşçilerin protesto eylemleri arttı. Düğümlenen kamu toplu sözleşme görüşmelerini ve Türk-İş’in tavrını protesto için Gölcük ve diğer askeri tersanelerde çalışan binlerce işçi Yalova-İzmit yolunu aileleriyle birlikte 1 saat süreyle kapatıp miting yaptı.
1991 - Dersim/ Mazgirt’te kolluk güçleriyle girdiği çatışmada yaralı olarak yakalanan Naki Göksu’nun Ataçınar köyünde, köylülerin gözü önünde işkence gördüğü ve kurşanlanarak öldürüldüğü açıklandı.
1992- Cumhurbaşkanı Turgut Özal Doğru Yol Partisi (DYP) ve Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) koalisyon hükümetinin “Demokratikleşme paketi”inde yer alan yargı reformu yasasını veto etti.
1992 -  Özgür Gündem gazetesi Diyarbakır muhabiri Hafız Akdemir, gazeteye giderken uğradığı silahlı saldırıyla öldürüldü.
1992 -  İstanbul Elektrik Tünel Tramvay İşletmesi’nde (İETT) çalışan 30 bini aşkın işçi, toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanmasını protesto etmek için 1992 yılında bugün toplu viziteye çıktılar.
1993- Anayasa’nın 133. maddesinin değiştirilmesiyle özel radyolar serbest bırakıldı.
1994- OYAK-Renault firması da hızla artan stoklara dayanamayarak üretimi durdurmaya karar verdi. Şirket 9-25 Haziran tarihleri arasında üretimin durdurulacağını açıkladı.
1994 - Sosyalist Birlik Partisi ve 5 sosyalist grubu çatısı altında toplayan Birleşik Sosyalist Parti (BSP) kuruldu; genel başkanlığına Sadun Aren getirildi. Birleşik Sosyalist Parti (BSP), 1994'te kuruldu. Partinin kurucu genel başkanı Sadun Aren'dir.  Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra güç kazanan özgürlükçü sosyalizm  anlayışına yakın duruşuyla bilinen SBP öncülüğünde, Kurtuluş, Emek, Yeni Yol ve Sosyalist Politika gruplarının çabasıyla kurulmuştur. Gruplar arasında önemli bir mesele olarak değerlendirilen Kürt sorunuyla ilgili büyük ve yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Önce Birleşik Sosyalist Hareket (BSH) adıyla kuruluş çalışmaları yürütülmüştür. 1996 yılında Geleceği Birlikte Kuralım Parti Girişimi ile birleşerek ismini ÖDP olarak değiştirmiştir. BSP'nin kurucu genel başkanı Profesör Sadun Aren, ÖDP'nin de onursal kurucu başkanıdır.12 Eylül darbesi sonrasında sosyalist sol hareketin farklı fraksiyonlara dağılmış gruplarını bir araya getirme amacı taşıyan BSP'nin temelleri, 1989 ve 1990'da düzenlenen Kuruçeşme Toplantıları'nda atıldı. Bu tartışmada yer alan ve farklı politik ve ideolojik geçmişlere sahip beş sosyalist hareketin bir araya gelmesiyle, 8 Haziran 1994'te Ankara'da kurulmuştur.BSP, 1994 Türkiye yerel seçimlerine SBP listelerinde girmiştir. 1995 Türkiye Cumhuriyeti genel seçimlerine ise HADEP listelerinden katılmıştır.

1995- Şişli Belediyesi’nin özel şirketle çöpleri toplamasına engel olmak isteyen kadrolu işçilere polis müdahale etti.
1995 -  Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, uzun tutukluluk ve yargılamadan dolayı Türkiye’yi TBKP liderleri Haydar Kutlu ve Nihat Sargın’a 60 bin Frank (yaklaşık 520 Milyon TL) tazminat ödemeye mahkum etti; daha önce”gözaltında kötü muamele”den 3 milyar TL tazminat ödenmişti.
1995 - Ankara Emniyet Müdürlüğü, Öğretim Elemanları Sendikası’nın (ÖES) 2.Olağan Genel Kurulu’na ilişkin başvurusunu işleme koymadı. Ankara Valiliği de sendikayı “kanunsuz” olarak nitelendirdi.
1996- Adli Tıp Kurumu’nda Mehmet Ağar atamalarıyla başlayan ülkücü kadrolaşma sürüyor. Fizik İhtisas Dairesi başkanlığına atanan, seçimlerde birçok kez MHP’den aday olan İsmail Hakkı Uysal’ın adı 1978’de Barış Yıldırım’ın öldürülmesi ve birçok kurşunlama olaylarına karıştı.
1996 -  Cumartesi Annelerinin öğlen Galatasaray’daki eylemine izin vermeyen polis, aralarında HABİTAT-II için İstanbul’da bulunan temsilcilerin de bulunduğu yaklaşık 50 kişiyi gözaltına aldı; daha sonra toplanan başka bir kayıp yakını grubu da dövülerek gözaltına alındı.
1999- Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öcalan hakkında idam cezası istedi.
1999-  1980’de Kemal Türkler’i öldürmekten sanık ülkücü Ünal Osmanağaoğlu ilk kez yargı önüne çıktı. Ülkücü sanık cinayeti kendisinin işlemediğini iddia ederken K.Türkler’in kızı Nilgün Soydan saldırıdan sonra kaçan 3 kişiden birinin Ünal Osmanağaoğlu olduğunu söyledi.
1999 -  “F.Gülen Raporu”nu düzenleyen Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde “Cevdet Saral” ekibi, İçişleri Bakanı S.Tantan tarafından”tele-kulak skandalı” gerekçesiyle görevden uzaklaştırıldı. Fethullahçıların elinde olduğu söylenen İDB’den yalnızca Başkan Sabri Uzun görevden alındı.
2001- Ölüm orucunda 230 günü dolduran Sevgi Erdoğan’ın (45) tahliyesinin ardından eylemini Büyük Armutlu’daki evde sürdürdüğü açıklandı.
2001-  Cam işkolunda 13 işyerinde 5.800 işçinin 24 Mayıs’ta başlattığı grev Bakanlar Kurulu’nca 60 gün ertelendi.
2009- Kuzey Kore, ülkeye yasadışı yollardan giriş yaptıkları gerekçesiyle Amerika Birleşik Devletleri’nden iki kadın gazeteciyi, 12 yıl süreyle “zorla çalıştırma”ya mahkum etti.
2010- İzmir ve ilçelerinde örgütlenen kadın çiftçiler, Türkiye’nin ilk “Kadın Çiftçiler Güçbirliği”ni oluşturdu.
2010 -  Rusya’nın, Mersin/ Akkuyu’da nükleer santral kurmasını öngören anlaşma imzalandı
2011- ”12 Eylül Darbesi” ile ilgili soruşturma kapsamında dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya’nın ifadesi alındı.
2011- Madımak Oteli önünde basın açıklaması yapmak isteyen Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve ailelere izin verilmedi.
2012- Pakistan’ın kuzeybatısındaki Peşaver’de memurları taşıyan bir otobüse yönelik bombalı saldırıda 32 kişi öldü.
2012 -  AKP hükümetinin kürtajı yasaklama girişimi eş zamanlı olarak birçok ilde protesto edildi.
2012 -  İstanbul’un 5 ilçesinde ilköğretim okullarının öğrenci, veli ve öğretmenleri, imam-hatibe dönüştürmeleri protesto etti.
2012 -  İŞTİ̇SAN ve İstanbul Seyirci Platformu, tiyatroların özelleştirilmek istenmesine karşı Cemil Topuzlu önündeydi.
2012 -  “Dışarıdaki Gazeteciler” KCK operasyonlarında gazetecilerin tutuklanmasını Taksim’den G.Saray’a yürüyüşle protesto etti.
2013- Gezi Direnişi’ne katılan tüm kadın örgütleri G.Saray’dan Gezi Parkı’na yürüyerek “Tayyipsiz, tacizsiz bir yaşam için sokaktayız” dedi. Futbol taraftar grupları Taksim Meydanı’na yürüdü. TYS ve Pen Yazarlar Derneği Gezi Parkı’nda ortak destek açıklaması yaptı. Cumartesi Annelerinin 428.buluşmasında oyuncu Nur Sürer Gezi Direnişi’ne destek bildirisini okudu. İzmir’de akşam Gündoğdu Meydanı’nda toplanan onbinlerce kişi aynı anda meşaleler yaktı. Kuğulupark’ta akşam Beşiktaş Çarşı grubunun meşaleli eylemi vardı. Akşam Kuğulupark’tan Kızılay’a yürüyen yaklaşık 15 bin kişiye polis müdahale etti.
2016- Mardin’in Midyat ilçesinde PKK tarafından bomba yüklü araçla emniyet müdürlüğüne düzenlenen saldırıda 3’ü polis 6 kişi hayatını kaybetti, 23’ü sivil 51 kişi yaralandı.
2016 -  Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu Mahkemesi, Nijerya hükümetini, 2013’te Boko Haram militanı olduğu şüphesiyle öldürülen ve yaralanan siviller için 3,25 milyon dolar tazminat ödemeye mahkum etti.


      DOĞUMLAR ve ÖLÜMLER:

  • 1809 - Thomas Paine, Amerikalı siyasetçi (d. 1737)
  • 1846 - Rodolphe Töpffer, İsviçreli yazar, öğretmen, ressam, karikatürist ve çizgi romancı (d. 1799)
  • 1921 - Suhartodoğdu. Endonezya Devlet Başkanı (ö. 2008)
  • 1945 - Karl HankeNazi Almanyası siyasetçisi ve SS subayı ("Breslau cellatı" lakaplı) (d. 1903)
  • 1945 - Robert Desnos, Fransız şair (d. 1900)
  • 1955 - Tim Berners-Lee, doğdu.  İngiliz bilgisayar programcısı (Dünya Çapında Ağ (www) bilgi paylaşım sistemini kuran)


  • 1959 - Pietro Canonica (1 Mart 1869, Moncalieri – 8 Haziran 1959, Roma), İtalyan heykeltıraş, ressam ve besteci. Uluslararası üne sahip bir heykeltıraş olan Canonica, cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye'de gerçekleştirdiği büyük çaplı mermer ve bronz heykeller ile Türk sanat tarihinde iz bırakmıştır. İstanbul'daki ünlü Taksim Cumhuriyet Anıtı, Türkiye’deki eserlerinin en ünlüsüdür.İtalya'nın en önemli sanat kurumlarından birisi olan Torino Albertina Güzel Sanatlar Akademisi'nde heykeltıraşlık eğitimi aldı. 1922'de Torino'dan Roma’ya taşındı. Özellikle atlı heykellerdeki ustalığı ona ün getirdi. Pek çok aristokratın ve İngiliz Kraliyet ailesi mensuplarının heykellerini yapan sanatçı; büstler, heykeller yapmak üzere Avrupa’nın hemen hemen tüm saraylarından davet aldı. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa sarayları ve aristokrat çevreler için eser üretme imkânı kalmayınca büyük anıtsal çalışmalara yöneldi. İtalya'da I. Dünya Savaşı şehitleri anısına meydanlara dikilen anıtların çoğu Canonica'nın eseridir. Canonica, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ne yaptırılacak anıtlar için 1920'lerde bu ülkeden siparişler aldı. Kendisine ilk olarak Ankara'da Etnografya Müzesi önüne dikilecek Atlı Atatürk Anıtı için sipariş verilmişti. Ankara'da Mareşal Atatürk Anıtı'nı da yaptıktan sonra, Taksim Meydanı'na yapılacak olan Cumhuriyet Anıtı için İstanbul Belediyesi'nden sipariş aldı. Eser, 1928'de kaidesinin üzerine yerleşti. 1928'de düzenlenen Gazi Büstü Kupası için Atatürk büstü yaptı. Türkiye'deki son eseri, Roma'da üretilip 1932'de yerine yerleştirilen İzmir'deki atlı Atatürk anıtı’dır. 1928’de Roma'daki St. Peter Bazilikası'na Papa XV. Benedict'in bir heykelini yapan sanatçı, 1929’da İtalya Akademisi'ne seçildi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra daha çok dini eserler verdi. Hayatı boyunca Venedik, Paris, Roma, Londra, St. Petersburg ve Brüksel’deki hemen hemen tüm önemli ulusal ve uluslararası sergilere katıldı. Başta San Luca Akademisi olmak üzere pek çok diğer İtalyan ve yabancı akademisinin üyesi idi. Heykeltıraşlığının yanı sıra müzik alanında da başarılı olmuştur. Cravero de Vittore Veneziani’den müzik dersleri almış ve opera eserleri bestelemiştir. Tanınmış operaları: La Sposa di Corinto (Korynthos Gelini); Enrico di Mirval, Miranda (Shakespeare in The Tempest -Fırtına- adlı oyunundan). Ayrıca resim çalışmaları da vardır; kendi portrelerini ve doğa manzaralarını içeren resimler yapmıştır. Başarılı sanat yaşamı nedeniyle 1950’de İtalya Parlamentosuna ömür boyu senatör seçilen Pietro Canonica, 8 Haziran 1959’da Roma'da hayatını kaybetti. Sanatçı, Roma şehrinin izniyle Villa Borghese Parkı'nın içindeki tarihi bir yapıyı ev ve stüdyo olarak kullanma ayrıcalığını elde etmiş ve hayatının sonuna kadar orada yaşamıştı. Evini kendisinin, o dönemin ve içinde bulunduğu sosyal çevrenin ruhunu yansıtacak şekilde döşedi. Ölümünden sonra evi, müze haline geldi.Pietro Canonica'nın yapıtları arasında en önemlileri: St. Petersburg'da Çar II. Aleksandr’ın Atlı Anıtı; Buenos Aires'te Arjantin cumhurbaşkanı Figueroa Malacorta Anıtı; Kolombiya'da Simon Bolivar Anıtı; Bağdat’ta Kral I.Faysal’ın atlı heykeli ve Türkiye'de yaptığı dört Atatürk anıtı.
  • 1967 - Sergei Gorodetsky, Rus şair (d. 1884)
  • 1969 - Robert Taylor, Amerikalı aktör (d. 1911)
  • 1970 - Abraham Maslow, Amerikalı bilim insanı (d. 1908)
  • 1985 - Afet İnan, Türk tarihçi ve sosyoloji profesörü (Atatürk’ün manevi kızı) (d. 1908)
  • 1986 - Hasan Refik Ertuğ, Türk gazeteci ve yazar (d. 1911)
  • 1911’de Ustrumca’da doğdu.Mülkiye Mektebi'ni ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.  Mesleğe 1928’de Servet-i Fünun Dergisi yazı işlerinde başladı.Çeşitli devlet dairelerinde görev yaptıktan sonra Mülkiye Mektebi'ne idare i hukuku ve kamu hukuku profesörü atandı.Basın ve Yayın Umum Müdür Muavinliği yaptı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü ile Yüksek Denizcilik Okulu’nda ders verdi. TRT’de Radyo Müdürlüğü yaptı. İstanbul Üniversite Rektörlüğü’nde Genel Sekreter olarak tayin oldu. Gazeteciler Sosyal Hizmetler ve Emeklilik Vakfının kuruluşunda görev aldı.”Basın Yayın Tarihi” ve “Radyo İşletmeciliği” derslerini verdi. Siyasal ilimler dergisinde başladığı yazarlığını (1931), Vakit, Vatan, Yeni vatan gazetelerinde sürdürdü (1935-1957). Başlıca! yapıtları: İdare Hukuku Dersleri (2 cilt] 1946-1947), Gazetecilik Öğretimi (1947).Radyo İşletmeciliği ve Meseleleri (1951Ü Basın ve Yayın Tarihi (1955), Türk Basın Nasıl Doğdu ve Gelişti (1957). Basın ve Yayın Hareketleri Tarihi (1960). The Turkısh Press (1964).

  • 2017 Rıdvan Ege (1925, Denizli - 8 Haziran 2017, Ankara), Türk akademisyen, genel cerrahi, ortopedi, çocuk cerrahisi, travmatoloji, el cerrahisi uzmanı. Kurulmasına öncülük ettiği Ufuk Üniversitesi mütevelli heyet başkanı. İlk, orta ve lise eğitimlerini Denizli'de tamamladı. İstanbul Tıp Fakültesi'nden 1948 yılında mezun oldu.Erzincan ve  Diyarbakır'da "uçuş hekimi" olarak 3,5 yıl görev yaptı. Genel cerrah olmasının ardından, 1955 yılında ortopedi ve travmatoloji uzmanlığı için ABD'ne gitti. Columbia Üniversitesi'nde aldığı eğitimden sonra 1959 yılında Ortopedi ve Travmatoloji uzmanı olarak Türkiye'ye döndü. 1961'de GATA'da ilk kez kurulan Ortopedi ve Travmatoloji kliniğinin başına getirildi. 1962'den 1963'e kadar Harvard ve Columbia Üniversitelierinde görev yaptı. 1968 yılında yeniden Columbia ve Southern California Üniversitelerinde "el cerrahisi" eğitimi almak üzere görevlendirildi. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Ankara ve Gazi Üniversiteleri Senato ve Üniversitelerarası kurul üyeliği, Kazaları Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Ankara, Antalya ve Gazi Üniversiteleri Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim dalı başkanlıkları, Birleşmiş Milletler, 1981 Sakatlar Yılı teknik yönetmenliği, Dünya Sağlık Örgütü danışmanlığı, Sağlık Bakanlığı danışmanlığı gibi görevlerde bulundu. Rıdvan Ege, 111 kitap, 316 araştırma ve çalışma yayınladı. Türkçe dışında yayımlanan iki derginin sahibi ve editörü, iki derginin de editörlerinden olmasının yanı sıra, College of İnternational Surgery, IFSSH (Uluslararası El Cerrahisi Dernekleri Federasyonu), EFORT (Avrupa Ortopedi ve Travmatoloji Dernekleri Federasyonu) Yönetim Kurulu ve SICOT International Comitee ile Japon El Cerrahi Derneği Onursal üyesidir. MMOT (Akdeniz ve Ortadoğu Ortopedi ve Travmatoloji Birliği) kuruculuuğu ve 12 yıl başkanlığı görevini yürüten Ege, 8 yıl süreyle de Uluslararası Kazalar ve Trafik Tıbbı Birliği (AATM) Başkanlığı görevinde bulunmuştur. Rıdvan Ege, 2001 yılında 8. Dünya El ve Üst Ekstremite Cerrahi Kongresi, 2005'te 23. Dünya Ortopedi ve Travmatoloji Kongresi Başkanlığı yaptı. Meslek hayatı boyunca ABD, Mısır, Japonya, Nairobi gibi 26 ülkeye konuşmacı olarak davet edildi. Yurt dışında 8 ülkeden birçok madalya, plaket, bilim kurulu onursal üyeliği ödüllendirmeleri alan Dr. Ege, 1999 yılında Ankara'da Ufuk Üniversitesi'ni kurdu. Profesör Rıdvan Ege, kendisi, eşi ve kızı adına Ankara ve İzmir'de Anaokulu, İlkokul ve Anadolu Liseleri yaptırdı ve Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı'na bağışladı. Başkanı olduğu Türkiye Trafik Kazaları Yardım Vakfı'nın girişimiyle kurulan Dr. Rıdvan Ege Sağlık Araştırma ve Uygulama Hastanesi, Ufuk Üniversitesi'ne bağlandı. Türkiye Trafik Kazaları Yardım Vakfı ve Türkiye Sakatların Rehabilitasyonu Vakfı, Türkiye Ortopedi ve Travmatoloji Derneği, Türk El Cerrahisi Derneği, Türk Modern Cerrahi Araştırma ve Eğitim Derneği gibi Sivil Toplum Kuruluşlarının kurucusu ve başkanı olan Ege, Trafik Güvenliği Yılı Bilimsel Kurul Başkanı olarak birçok ilde çeşitli etkinliklerde bulundu. Ulusal Türk Ortopedi ve Travmatoloji Kongresi; Dr. Rıdvan Ege Teşvik Ödülü adıyla başarılı ortopedistlere ödül vermektedir. Prof. Dr. Rıdvan Ege, 8 Haziran 2017'de Ankara'da vefat etti. Cenazesi Cebeci Asri Mezarlığı'nda defnedildi
  • 2017 - Glenne Headly, Amerikalı oyuncu (d. 1955)

  • 2018 - Anthony Michael Bourdain (25 Haziran 1956; New York, Amerika Birleşik Devletleri - 8 Haziran 2018, Fransa), Amerikalı yazar ve New York'taki Brasserie Les Halles'ın baş şefiydi. Yemeğe olan düşkünlüğü genç yaşta ailesi ile Fransa'ya yaptığı bir gezi ile başladı. Bir istiridye teknesinde ilk defa istiridyeyi tattı ve o günden sonra iyi veya kötü değişik tatlar bulmak amacıyla dünyayı dolaştı. 2005'te Travel Channel adlı TV kanalında "No Reservations" adlı bir TV dizisi üretti.
  • 2018 - Eunice Gayson, İngiliz oyuncu (d. 1928)
  • 2020 - Manuel Felguérez, Meksikalı soyut sanatçı (d. 1928)
  • 2020 - Bonnie Pointer, Amerikalı siyahi kadın şarkıcı (d. 1950)

  •     Kaynak:https://tr.wikipedia.org/ - onurvakfi.org

7 Haziran seçimlerinin iptal edilişinin yıl dönümü | "Bugünkü rejimin ilkeleri o beş ayda belirlendi" - (Çağrı SARI-EVRENSEL)

 


Siyaset Bilimci Ayşen Uysal ile Gazeteci Hakkı Özdal, 7 Haziran-1 Kasım arasındaki süreçte yaşananları, 5 aylık süreçten sonra Türkiye'nin geldiği durumu Evrensel'e değerlendirdi.

Bugün 7 Haziran seçimlerinin yıl dönümü… 7 Haziran seçimlerinden sonra Türkiye’de kaos dolu beş ay yaşandı. Türkiye 1 Kasım seçimlerine bombalı saldırılar ile gitti. O kaos dolu beş ay, AKP yeni bir rejimin adımlarını attı. Bugün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi  ile tek adam rejiminin temel taşları da 1 Kasım seçimlerinin ardından atıldı…

İktidar özellikle 2011 Referandumunun ardından “dönüşüm” için düğmeye basmıştı. Ancak Türkiye tarihinin karanlık dolu o 5 ayı da iktidar için adeta bir fırsat oldu.

Gazeteci Hakkı Özdal ile, Türkiye tarihinin en önemli seçimlerinden biri olan 7 Haziran’ın iptal edilmesini, 1 Kasım’a gidilmesi bugün açısından neden önemli olduğunu, dönüşüm temel taşlarının ne zaman atıldığını konuştuk. Siyaset Bilimci Ayşen Uysal ile de 5 aylık o süreç sonrasında sokağın nasıl bir modele evrildiğini, insanların seçimlerdeki yöneliminin nasıl değiştini konuştuk.

Prof. Dr. Ayşen Uysal o dönemi zifiri karanlık olarak tarif ederken sokağın neredeyse imkansız bir alana dönüştüğünü ifade etti. AKP’nin o dönem kendi hakimiyetini kurabilmek için alana çıktığını söyleyen Uysal ancak, bugün sokak konusunda AKP seçmeninde bütün o girişimlere rağmen içselleşemediğini ve bir repertuvara dönüşemediğini ifade etti. Ayşen Uysal bugün ise sokak siyasetinin tarihsel aktörleri bütün baskıya ve şiddete rağmen alanlarını bırakmadığını da ekledi.

Gazeteci Hakkı Özdal ise Erdoğan’ın 7 Haziran 2015 seçim kampanyasını çözüm sürecinin bittiğini ilan eden ifadelerle başlatmasına dikkat çekti. Erdoğan’ın “Kürt sorunu çözüldü, artık terör sorunu var” sözlerine atıf yapan Özdal “AKP/Erdoğan’ın artık tek başına iktidarı elinde tutacak bir toplumsal desteğe sahip olmadığının ortaya çıktığı koşullarda, gidilen 7 Haziran seçimi bu gerçeği teyit etti ve 2013 sonundan itibaren süren yeni blok arayışları, bu tarihten sonra bizzat sahadaki hamlelerle inşa edildi” dedi. Özdal 7 Haziran ve 1 Kasım arası için de “‘uzun beş ay’ boyunca yaşanan yoğunlaştırılmış ve kurgusal şiddet, halen içinde bulunduğumuz ‘yeni’ dönemin ilkelerini belirleyecek şekilde kurucu niteliktedir. Bugün ülkenin idari, hukuki ve siyasi durumu; büyük oranda bu dönemdeki ‘olayların kasırgası’ içinde ortaya çıkmış ve topluma dayatılmıştır” ifadelerini kullandı.

HAKKI ÖZDAL: ‘YENİ’ DÖNEMİN İLKELERİ BELİRLENDİ

Seçimlerin iptal edilmesinin ardından yaşanan 1 Kasım seçimlerinde, iktidar oluşturmak istediği rejim- devlet için, nasıl adımlar attı. Bunların temel taşları ne zaman atıldı ? Milat olarak 1 Kasım ilan edilebilir mi? Sorusunun yanıtlarını Hakkı Özdal ile konuştuk.

2015 yılının 7 Haziran ile 1 Kasım tarihleri arasındaki dönem, Türkiye yakın tarihinin en önemli büküm noktası olarak anılıyor ve bu şöhreti hak ediyor. Ancak bu yaklaşık beş aylık süre, tüm kanlı ve korkunç muhtevasıyla, hem önceki yılların hem de 1 Kasım’dan sonra ortaya çıkacak ilişki ve gerilimlerin bir düğüm ve sözde çözüm noktası olarak, o beş ayı aşan bir çerçevede değerlendirilmeli. Devlet ve sermayenin, 2001 büyük krizinden sonra yaşanan dönüşüm ihtiyacıyla ortaya çıkan AKP iktidarı, burjuvazi ve bürokrasi içindeki çatışmaları, uzlaştırma ya da genellikle hukukun araç olarak kullanıldığı şiddet yöntemleriyle çözme yoluna gitti. 2007 ve 2011 virajları bu ‘çözüm’ dayatmalarının gerilimleriyle geçildi ve açık bir sermaye fraksiyonu desteğine sahip olan siyasal İslamcı AKP iktidarı bu tarihlerden sonra konsensüs dışı davranmaya başladı. Başta Suriye iç savaşı olmak üzere bölgesel ve uluslararası koşullar da genel tabloyu oldukça hareketli bir şekilde değiştirdi. 2013 yılı tüm bu gerilimler açısından bir düğüm yılıdır. Gerek toplumun Gezi protestoları ile işaretleyebileceğimiz itirazları gerekse iktidar içi ittifakların aynı yılın sonundaki ‘yolsuzluk’ operasyonları ile parçalanması, iki önemli seçimle geçilecek 2014 yılını daha da önemli hale getirdi. 

GÜLEN SONRASI YENİ İTTİFAK ARAYIŞI

Gezi itirazı ve Gülen Cemaati ile yaşanan kopuş Erdoğan’ı, tercih edeceğinden daha yüksek bir ‘meydan okuma’ ile davranmak zorunda bırakırken yeni ittifak ve tutunma noktaları arayışına da itti. Suriye’nin kuzeyindeki Kürt kentlerinde ortaya çıkan otonom yapılanmalar, bu açıdan bir ‘fırsat’ yarattı diyebiliriz. Kumpas niteliğindeki siyasal hesaplaşma davalarının, Cemaat ile yol ayrımı sonrası kadük kalmasıyla cezaevlerinden tahliye edilen Ergenekon-Balyoz tutukluları şahsında eski rejimin bazı güçleriyle, özellikle milliyetçi bürokrasi ile bir ‘yeni ittihat’ olanaklı hale gelmişti. Bugün Cumhur ittifakı adıyla simgeleşen politik blokun mayalanma dönemi bu dönemdir ve birleştirici ana zemin, Kürt sorunu karşısındaki tutum ama özellikle de Suriye’nin kuzeyinde 2012’den beri süren özerk Kürt bölgesi inşasının engellenmesi/boğulması olmuştur. Esasen 2014 yılı ekim ayında meydana gelen Kobanê olaylarıyla baş gösteren şiddet sarmalı, bu açıdan neredeyse ‘kurucu’ bir niteliktedir. Hem çözüm sürecinin imhası hem de kuzey Suriye politikasının kalıcı revizyonu, bu teknede kaynatılmaya başlandı.

Erdoğan’ın 7 Haziran 2015 seçim kampanyasını da bir Kürt kentindeki mitingde çözüm sürecinin bittiğini ilan eden ifadelerle başlatması manidardır: “Kürt sorunu çözüldü, artık terör sorunu var”… AKP/Erdoğan’ın artık tek başına iktidarı elinde tutacak bir toplumsal desteğe sahip olmadığının ortaya çıktığı koşullarda, gidilen 7 Haziran seçimi bu gerçeği teyit etti ve 2013 sonundan itibaren süren yeni blok arayışları, bu tarihten sonra bizzat sahadaki hamlelerle inşa edildi. MHP’den bazı ulusalcı çevrelere, Perinçek ekibinden kimi kontrgerilla unsurlarına dek uzanan ve o tarihe kadar neredeyse militanca AKP’nin karşısında yer almış bulunan güçlerin, bu dönemde AKP/Erdoğan ile örtük-açık ittifaklar içine girmeye başlamaları başlıca ilginçtir.

DARBE GİRİŞİMİ… ŞAİBELİ REFERANDUM…

7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki o ‘uzun beş ay’ boyunca yaşanan yoğunlaştırılmış ve kurgusal şiddet, halen içinde bulunduğumuz ‘yeni’ dönemin ilkelerini belirleyecek şekilde kurucu niteliktedir. Bugün ülkenin idari, hukuki ve siyasi durumu; büyük oranda bu dönemdeki ‘olayların kasırgası’ içinde ortaya çıkmış ve topluma dayatılmıştır. Devam eden şiddet eylemleri ve devlet içi çatışmanın açık ve kanlı bir hesaplaşma olarak askeri kalkışmaya dönüştüğü 15 Temmuz da dahil olmak üzere 2016’ya da sarkan bu kasırgalar, binlerce insanın can verdiği bir tarihsel kırılmaya yol açtı. Başkanlık sistemine geçiş kararı da, bunun için yapılan şaibeli referandum da, tüm kesimlere yönelen yaygın tutuklamalar ve hukukun neredeyse tamamen askıya alınması da bu kırılmanın amaçlanmış sonuçlarıdır. Bugün karşı karşıya olduğumuz genel kriz ortamı ise tüm bu sürecin (hiç değilse artık) dayanıksızlığına ilişkin bir işaret olarak görülmelidir.

PROF. DR. AYŞEN UYSAL: BASKIYA RAĞMEN SOKAK BIRAKILMADI

Prof Dr. Ayşen Uysal ile 7 Haziran’ın ardından geçen 7 yıl boyunca nasıl bir korku ikliminin yaratıldığını 7 Haziran seçimlerden sonra yaşanan şiddet sarmalının seçmen davranışına etkisini ve bu dönüşümün sokak hareketlerini nasıl etkilediğini konuştuk:

7 Haziran öncesinde kendimizi görece rahat -özgür olmasa da- hissettiğimiz bir dönem yaşadık. Çatışmasızlık sürecinin bunda büyük etkisi vardı şüphesiz. Kendimden örnek vermem gerekirse, çok daha rahat ders anlatabiliyordum, otosansür uygulamadan. 7 Haziran öncesinde de elbette baskı ve şiddet vardı, sonlanmamıştı. Söylemeye çalıştığım göreli bir rahatlama. Şimdi dönüp baktığımda belki de diyorum umutlarımız yeniden yeşerdiği için öyle algılıyor ve düşünüyorduk. Zira, kampüslerde çok sayıda sivil polis o zaman da vardı. Hatta 7 Haziran’ı hemen önceleyen dönemde sayıları çok artmıştı. Derslerde bile. Sanıyorum hayallerimizle ve umutlarımızla biz bunu görmeyi reddediyorduk.

7 Haziran’ın hemen ertesinde ise hayaller karabasana döndü. Çok büyük bir hızla. Haziran 2015 ile özellikle temmuz 2018 arasındaki dönemde öyle bir korku ortamı yaratıldı ki, insanlar arasındaki ilişkiler bile dönüştü. Sadece eylemlerdeki şiddetten bahsetmiyorum, ihbar mekanizmalarıyla da toplumda güvenin çok zayıfladığı, kolektif hareket etmenin çok zorlaştığı bir ortam yaratıldı. Sokak siyasetinin müdavimleri bu alan kapanmasın diye büyük bedeller ödeyerek eylemler yapma girişiminde bulunsa da Gezi’nin eylemlerin kitleselleştiği genişleme döneminden eser kalmadı.

AĞIR DARBE DÖNEMİ

Ve özellikle bu üç yıllık dönemde bazılarımız çok ağır bedeller ödedi. Bazıları “beleşçilik” yaptı. Yani kendisi bu politikalara karşı çıkmak adına bir şey yapmadı ama yapanları içten içe destekledi. Bazıları iktidarla uzlaşarak ya da aktif ilişkiye girerek yaşamını sürdürdü. Örgütler ağır darbeler aldı.

SEÇMENİN BİR KISMI YENİDEN DÜZENDEN YANA OY KULLANDI

Böyle bir baskı ve şiddet ortamında, her ne kadar sonraki seçimlerde giderek azalsa da 1 Kasım seçimlerinde, 7 Haziran’da başka partilere yönelmiş seçmenin bir kısmı yeniden düzenden, güçten yana ve milliyetçi reflekslerle oy kullandı. Kendini güvende hissetme ve çatışmasızlık beklentisi, Barış Ünlü’ye atfen “Türklük Sözleşmesi” oy verme davranışında etkili oldu.

HEM SANDIKLARI SAHİPLENME HEM DE DEĞİŞTİREBİLİRİZ FİKRİYATI

Sokak siyasetine gelince, bu 3 yıl süren zifiri karanlık döneminde sokak neredeyse imkansız bir alana dönüştü. Bu bizler için böyle olurken, Cumhur İttifakı yandaşları için ise bir sokağı fethetme dönemi başladı. Yukarıdan empoze edilen bir ele geçirme politikası da diyebiliriz. Seçimle gelen iktidarın “Demokrasi Nöbetleri” ile pekiştirilmesi ve konsolidasyonu girişimi söz konusuydu. Bugün baktığımızda sokak siyasetinin AKP seçmeninde bütün o girişimlere rağmen içselleşemediğini ve bir repertuvara dönüşemediğini görüyoruz. AKP bu alanda başarılı olamadı. Sokak siyasetinin tarihsel aktörleri bütün baskıya ve şiddete rağmen alanlarını bırakmadı. Bu inat ve ısrarda, kadın hareketi ile yaşam alanları mücadelelerinin hakkını vermemiz lazım.

2019 seçimlerinin bu korku ikliminin dağılmasında, birlikte başarma arzusunda ve yeniden umut edebilmede olumlu etkisi de yadsınamaz. Bence 2023 seçimlerinde de bu olumlu etki artarak devam edecek. Hem sandıkları sahiplenme hem de değiştirebiliriz fikriyatı açısından.

(Çağrı SARI-EVRENSEL)





Selam olsun bir zamanların “hürriyet diyarı”na - Feza Kürkçüoğlu / 1+1 Express

 

DENİZ HAMAMLARINDAN “BEACH”LERE İSTANBUL’UN DENİZ SERÜVENİ

“Şu güzel İstanbul kıyılarında bedava girilecek bir karışlık boş deniz kalmadığına bakarım da, denizin nasıl satın alındığına şaşarım.” Aziz Nesin bugünleri görse küçük dilini yutardı. Refik Halit, Saik Faik, Osman Cemal Kaygılı, Sermet Muhtar ne hale gelirdi kimbilir… Artık plaj kalmadı, “beach” veriyorlar. Parası bol olana tabii. Halbuki bir zamanlar o sahiller “hürriyet diyarı”ydı. Deniz hamamlarından bugünlere, İstanbul’un denize girme serüveninde bir gezinti…  

(
1960’lı yıllarda ada plajlarından bir görünüm)

Sıcakların dayanılmaz olduğu şu günlerde üç tarafı denizle çevrili bir şehir olan İstanbul’daysanız ve de denize giremiyorsanız keyfiniz yok demektir. Uzun yıllardır İstanbullular denize girmek için Marmara, Karadeniz, Ege, Akdeniz sahillerine taşınıyor…

İstanbul’da 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren başlayan denize girme serüveni, deniz hamamları, halk plajları ile devam eder, 1980’lerden itibaren de Marmara Denizi’nin kirlenmesi, kıyıların doldurularak yapılaşması sonucunda kesintiye uğrar. 2000’li yılların başından itibaren İstanbul Belediyesi’ne bağlı Halk Plajları tekrar hizmet vermeye başlasa da artık o eski plaj günleri tarihe karışmıştır.

1990’ların başında denize girme tarihimizde bir kırılma olur, Türkiye “beach” adı verilen “plaj”larla tanışır. Ancak “beach”ler, eski plajlara benzememektedir. “Peki, eski plajlar nasıldı?” diye soranlar için “Plaj nedir? Hürriyet diyarı” diyen Refik Halid Karay’ın İlk Adım isimli kitabından birkaç satırla yanıtlayalım:

“Güneşin sağlam ışığı bir taraftan, kumların ılık bağrı öte taraftan, deniz sesi, kadın çığlığı, iyotlu hava, ağızda tuz çeşnisi, karşıda hoş birkaç siluet –beğenmediklerine bakmayıver–, gazinoda cazbant, yavaş yavaş zihin yelken açıp gidiyor, gidiyor, okyanus adalarına kadar.”

“Plaj nedir? Hürriyet diyarı” diyen Refik Halid Karay’dan birkaç satır: “Güneşin sağlam ışığı bir taraftan, kumların ılık bağrı öte taraftan, deniz sesi, kadın çığlığı, iyotlu hava, ağızda tuz çeşnisi, gazinoda cazbant, yavaş yavaş zihin yelken açıp gidiyor, gidiyor, okyanus adalarına kadar.”

Eski plajların yerine geldiği iddia edilen bu yeni “beach”lerde hayat daha farklıdır. Aslolan denize girme değil, eğlenmedir. Akla hayale gelmeyecek kadar çok çeşitli “aktiviteler” ile birlikte gün boyu müzik, yeme ve özellikle içme vaat eden beach’lere girmek ise sadece ama sadece parası olanların başarabileceği bir iştir.

Yaz aylarının gelmesiyle birlikte yazılı ve görsel medyada, sosyal medyada son yıllarda tekrar eden konulardan biri de bu beach’ler olur. Bazıları buralarda yapılan partileri, eğlenceleri haber yapar, bazıları da buraların “çok pahalı” olduklarından dem vurur…

(Boğaz’ın serin sularına “açıktan” girenler)

“Açıktan denize girme…”

20. yüzyılın başından itibaren İstanbul’da, kişiye özel “deniz banyoları”, “deniz hamamları”, çeşitli kulüp ve derneklere ait “hususi plajlar” ve “halk plajları”, İstanbullulara hizmet vermiştir. Deniz hamamları ve plajların tarihini anlatmadan önce, pek de anlatılmayan, eski deyişle “açıktan denize girilen” yerlerinden söz edelim…

İstanbul’un bu şehirde yaşayıp denize girmemiş, daha da ötesi denizi görmemiş 300 binin üzerinde çocuğun, yazın bunaltıcı sıcağına dayanamayıp bütün yasaklara ve tehlikelere karşı yine de kendini Boğaz’ın serin sularına bırakanların bulunduğu bir şehir olduğu gerçeğini unutmadan zamanda bir yolculuğa çıkalım. 20 Temmuz 1947’de Yedigün dergisinde yayınlanan “Beleş Plaj” başlıklı yazıdaki Kumkapı ve Yenikapı sahilleriyle başlayalım. Sait Faik’i dinliyoruz:

“İstanbul’un her yokuşu denize iner. Bir yaz şehri olan İstanbul, kıştan kurtulur kurtulmaz deniz kenarları insanla, sandalla dolar. Şehir en sıcak günlerinden birini yaşıyor bugün. Sizinle okuyucular –siz yerinizden kalkmadan, sizin yerinize ben kalkayım– büyük, maruf plâjlara gitmiyelim de şöyle beleşten denize girilebilen bir sahile inelim. Bildim bileli, çocukluğumdan beri burası Süleymaniye, Sultanahmet, Karagümrük, Çarşıkapı, Soğanağa Mahallesi, Şehzadebaşı çoluk çocuğunun plâjıdır: Kumkapı, Yenikapı sahilleri. Belediye yasak eder. Birkaç gün kimseler gözükmez. Bir meltemsiz günde yine çoluk çocuk, buraları doldurur. İnsan, bunun biricik çaresinin orayı temiz tutmak, yüzlerce çocuğa beleşten kuvvet ve kudret istasyonu olarak kullanılmak üzere üç beş tahta, dört beş sıra ile bir halk plâjı edivermek olduğunu akıl ediyor da…”

Sait Faik’i dinliyoruz: “İstanbul’un her yokuşu denize iner. Bir yaz şehri olan İstanbul, kıştan kurtulur kurtulmaz deniz kenarları insanla, sandalla dolar. Bugün sizinle büyük, maruf plâjlara gitmiyelim de şöyle beleşten denize girilebilen bir sahile inelim.”

İstanbul’da plajlar dışında denize girmek yasaktır demiştik. Ancak deniz hamamlarının açıldığından bu yana bu yasağı uygulamak pek mümkün olmamıştır. Nedeni plajlara gidecek parası olmayanların İstanbul gibi bir deniz şehrinde denize girmemeleri düşünülemez. Zaman içinde denize “açıktan girilen” yerler, sahiller, kumsallar değişse de denize girilen yerler hep olmuş ve olacaktır.

İstanbul’da “açıktan denize girenler” Osman Cemal Kaygılı’nın da konusudur. Kaygılı, Köşe Bucak İstanbul isimli kitabında İstanbul’da yaşayıp plajlara girmeye, gidip gelmeye parası olmayan insanların denize girme maceralarını, “fıkara plajları”nı anlatır.

“Kışın, dört balıkçıdan başka kuş uçmayan, kervan geçmeyen bu Kumkapı ve Yenikapı sahilleri yazın, bilhassa karpuz kabuğu suya düştükten sonra muazzam bir fıkara plâjı şeklini alır. Hele Kumkapı! İstanbul’un en uzak köşelerinden kalkan ne kadar çoluk çocuk, delikanlı varsa hep buraya dökülür, orada istasyonun önündeki deniz hamamı daha sabahtan dolar ve öğleye doğru adam almaz bir haldedir. Ondan sonra kadro harici kalanlar yıkık kale diplerinde soyunup açıkta denize dalarlar; sahil yolu ta Kumkapı’dan Samatya açıklarına kadar suda yaşayan çıplaklar diyarını andırır. İşte bunun için Kumkapı ve Yenikapı’nın bir ismi de birkaç senedir ‘fıkara plâjı’ olmuştur.”

(1920’li yıllarda Moda Deniz Hamamı)

İstanbul’un deniz hamamları

İstanbul’un denize girme serüveninin başladığı yıllara dönelim. İlk durağımız deniz hamamları… 19. yüzyılın ortalarından başlayarak 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar İstanbul’da saltanat süren deniz hamamları, İstanbulluların serinlemek ve dinlenmek için tercih ettikleri mekânların başında gelmekteydi. “Deniz hamamı” ya da “deniz banyosu” olarak adlandırılan bu mekânlar; deniz kenarında, kıyıya iskeleyle bağlı, dört tarafı kapalı ve küçük soyunma kabinleri olan, tahtadan yapılmış, eski tabirle “salaş” yapılardı. Her sene yeniden kurulan deniz hamamlarının yanlarında gazinolar, kahvehaneler bulunurdu.

1826 ile 1850 arasında İstanbul’da üç deniz hamamı bulunurken 1875 yılında deniz hamamlarının sayısı 62’ye çıkar. Bunların 34’ü erkeklerin, 28’i kadınların kullanımına açıktır. 1885’de İstanbul’un nüfusunun 873 bin 570 kişi olduğu düşünülürse, deniz hamamlarının o yıllar için ne denli fazla olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

Osman Cemal Kaygılı “fıkara plajları”nı anlatır: “Kışın kuş uçmayan, kervan geçmeyen bu Kumkapı ve Yenikapı sahilleri yazın muazzam bir fıkara plâjı şeklini alır. Hele Kumkapı! İstanbul’un en uzak köşelerinden kalkan ne kadar çoluk çocuk, delikanlı varsa hep buraya dökülür.”

Deniz hamamlarını anlatmaya bir başka İstanbul sevdalısı Sermet Muhtar Alus’un 4 Ağustos 1939’ta Yeni Mecmua’da yayınlanan “Eski Deniz Safaları” başlıklı yazısından bir bölümü aktararak devam edelim:

“İstanbul’da Büyükada ve Boğaziçi’nde oturan kesesi dolgun, mahdut kimselerin küçürek küçürek hususi deniz hamamları mevcuttu. (…) Bu hamamlar birbirlerine örnek. Kazıklar üzerine çakılmış çam tahtalarından, dört köşe ortası havuzlu, üstü açık, derunlarında çepeçevre tek kişilik kabinler; önlerinde balkon, bir yanlarında da art arda loca… Çatılarda, iskelevari yollarında, bayrak gibi uçuşan renkli peştamallar… Bu erkeklere mahsus olanı… 90,100 adım ilerilerinde, aynı salaşın daha küçüğü, dört tarafı sıkı sıkı örtülü, hatta pedavraları çatlaksız, budaksız bulunanı kadınlarınkisi… İçinde bin bir ağız; kahkaha, çığlık; tam kadınlar hamamı…”

İstanbul’da denize girme serüveni; özellikle Boğaz ve Yeşilköy sahillerinde varsıl kişilerinin yalılarının önünde ince birer ahşap iskele ile denize bağlanan “zata mahsus” deniz hamamlarından sonra umumî deniz hamamlarının açılması ile devam eder. Genellikle Kumkapı, Yenikapı gibi sahillerden denize giren İstanbul halkı açılan umumi deniz hamamlarına rağbet etmeye başlar. Yeşilköy, Bakırköy, Samatya, Yenikapı, Kumkapı, Eminönü, Fındıklı, Ortaköy, İstinye, Büyükdere, Beykoz, Paşabahçe, Üsküdar, Salacak, Moda, Fenerbahçe, Pendik, Tuzla ve İstanbul adalarındaki deniz hamamları Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak birer birer kapanacak, yerlerine kadın ve erkeklerin birlikte denize girdikleri plajlar açılacaktır.

(1950’lerin başında Florya Belediye Plajı)

Florya plajları ve Beyaz Park Gazinosu

Deniz hamamları, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yerini hızla plajlara bırakacaktır… İstanbul’un ilk plajı, Florya’da açılır. Uzun yıllar İstanbul’un rağbet gören sayfiye semtlerinden biri olan, yeşil ile mavinin buluştuğu Florya sahilleri, 1920’lerin başında hareketlenir. Önce İngiliz İşgal Kuvvetleri’nin bahriyeli askerleri burada denize girmeye başlar. Ardından Ekim Devrimi’nden kaçarak İstanbul’a gelen Beyaz Rusların bir bölümü Florya kıyılarına yerleştirilir. Florya, bu tarihten itibaren sıcaktan bunalarak denize giren Beyaz Rusları görmek için gelen İstanbulluların akına uğrar.

Florya plajının kuruluş hikâyesini Willy Sperco’nun Yüzyılın Başında İstanbul kitabından birlikte okuyalım:

“1920 yılından itibaren Wrangel ordusunun subaylarıyla Türkiye’ye sığınan Rus kadınların başarılı bir şekilde işlettikleri ince kumlu bir plaj uzanır. Başlangıçta boşta kalan subaylarla kendilerini tatilde sayan ve güz sonu Rusya’ya döneceklerini hayal eden Petersburglu ve Moskovalı dilberler, yakıcı güneşte, altın kumlarda çıplaklıklarını sergiliyorlardı. Güzel Moskovalıların kendilerini gösterdikleri bu yerlere, ‘Cuir de Russie’nin (Rus derisi anlamına gelen bir parfüm adı) sarhoş eden kokusunun cazibesine kapılan Türk ve yabancı erkekler akın akın gelmeye başladılar. Az sonra buralarda açık hava koltuk meyhaneleri ile banyo kabinlerine benzer tahta yapılar belirmeye başladı.”

Kadın ve erkek deniz hamamlarının birbirine yakın olmasını “ahlâka aykırı” bulanların tesisin kapatılması için dilekçe verdiği günlerde Beyaz Park’a gelen Mustafa Kemal’in söyledikleri: “Burada doğru olmayan şey, aradaki mesafenin azlığı değil, deniz hamamında hâlâ haremlik ve selamlık aranmasıdır.”

Anastas isimli Rum bir meyhanecinin açtığı küçük bir barakadan ibaret açık hava meyhanesinin yerini sonradan Solaryum Plajı alacaktır. İstanbul’un İlk plajı olarak kabul edilen Solaryum Plajı “Uzun Aleksandr” ve “Küçük Aleksandr” tarafından açılır. Solaryum Plajı’nın ardından da Haylayf Plajı hizmet vermeye başlar.

Yaz ayları boyunca trenler İstanbulluları Florya’ya taşır, durur. Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği ile 1935 yılında 43 günde inşa edilen Florya Cumhurbaşkanlığı Köşkü ile birlikte Florya’nın çehresi de değişir. Yıllar boyu peş peşe yapılan kimi salaş yapılar yıkılarak yolları, parkları ve sahili ile yeni bir Florya kurulur. Temmuz ve ağustos aylarında Sirkeci-Florya arasında çalışan, o yılların en uygun taşıma aracı olan trenlerde yer bulmak, seyahat etmek meseledir. İstanbul Belediyesi tarafından açılan Florya Belediye Plajı ile birlikte Florya, İstanbul’un en gözde sayfiye semti olur. İstanbulluların en çok rağbet ettiği plajların başında Florya plajları gelir: Belediye Güneş Plajı, Ada Plajı, Aile Plajı, Marmara Plajı…

(1957’den 1980’lerin başına dek hizmet veren Ataköy Plajı)


Modern anlamda açılan ilk plajımız Sarıyer, Büyükdere’deki Beyaz Park Plajı olur. 13 Ağustos 1926’da Beyaz Park Gazinosu ve Deniz Banyosu adıyla hizmet vermeye başlayan Beyaz Park, kadınlara ve erkeklere ait olmak üzere iki deniz hamamı ve ortalarında bulanan bir gazinodan ibarettir. Kadın ve erkek deniz hamamlarının bu derece birbirine yakın olmasını “ahlâka aykırı” bulanların tesisin kapatılması için dilekçe verdiği günlerde Beyaz Park’a gelen Mustafa Kemal, durumu öğrendiğinde söyledikleriyle denize girme tarihimizde yeni bir dönem başlayacaktır: “Burada doğru olmayan şey, aradaki mesafenin azlığı değil, deniz hamamında hâlâ haremlik ve selamlık aranmasıdır.”

Aziz Nesin’le, noktalayalım: “İstanbul’un üç bir yanı deniz. Bu kadar da değil, İstanbul’un denizi, İstanbul karasının koynuna kol kol sokulmuş. Yine de böyleyken, İstanbul’da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor. İstanbul’un deniz kıyılarını birtakım insanlar satın almışlar.

1927 yılında yenilenen Beyaz Park, kadın ve erkeklerin birlikte denize girdikleri büyük bir yüzme havuzu, üç kademeli atlama kulesi, modern tesisleri ile hizmet vermeye başlar. 1940’lı yıllarda İstanbul Yüzme Şampiyonası’nın yapıldığı Beyaz Park aynı zamanda gazino ve konser salonu olarak da hizmet verir. Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Zehra Bilir, Hamiyet Yüceses, Celal Şahin, İsmail Dümbüllü gibi çok sayıda ünlü sanatçının sahne aldığı Beyaz Park Gazinosu da tıpkı plajlar gibi tarihe karışır.

“Kaçınılmaz son”

1940 yılından başlayarak özellikle Anadolu’dan İstanbul’a göç ile birlikte İstanbul’un nüfusu katlanarak artmaya başlar. Rıza Serhadoğlu, 1955’de yayınlanan Büyük İstanbul Albümü kitabında İstanbul plajlarını şöyle sıralar: “Kadıköy ciheti: Moda Deniz Hamamı, Fenerbahçe Plajı, Caddebostan Plajı, Suadiye Plajı, Süreyya Plajı. Boğaz ciheti: Salacak Plajı, Lido Deniz Hamamı, Küçüksu Plajı, Büyükdere Plajı, Tarabya Plajı, Şile Plajı. Florya ciheti: Haylayf Plajı, Belediye Plajı, Ada Plajı, Aile Plajı, Marmara Plajı, Küçükçekmece Plajı. Adalar: Heybeli Plajı, Yörükali Plajı.”

Daha sonraki yıllarda bu plajlara yenileri eklenir. Örneğin Ataköy Plajı, 1957 yılında açılır. Aynı anda dört bin kişiye hizmet veren plaj, o yılların en büyük tesisi olur.

Birbiri ardına kapana kapana 1980’lerin başına dek varlıklarını sürdürmeye devam eden İstanbul plajları zamana yenik düşer. Bu yenilgi için birçok neden sayılabilir. Öncelikle artan nüfus yoğunluğuna bağlı olarak kısmen kapalı bir deniz sayılan Marmara kirlenir. Bir başka neden ise deniz kıyılarının işgale uğraması, betonlaşması ve yapılaşmasıdır. Bu “kaçınılmaz” son Ege ve Akdeniz’deki diğer şehirleri beklemekteyken, kıyıların yağmalanması, işgali ve yapılaşması nasıl hâlâ devam edebiliyor, anlamak mümkün değildir. Umarız, bu şehirler İstanbul gibi plajlarından yoksun kalmaz.

“İstanbul’da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor” diyen Aziz Nesin’le, Mahallenin Kısmeti isimli kitabından birkaç satırla noktalayalım:

“İstanbul’un üç bir yanı deniz. Bu kadar da değil, İstanbul’un denizi, İstanbul karasının koynuna kol kol sokulmuş. Yine de böyleyken, İstanbul’da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor. İstanbul’un bir başından bir başına deniz kıyılarını birtakım insanlar satın almışlar. (…) Kavaklar’dan Çekmece’ye, Şile’den Pendik’e kadar şu güzel İstanbul kıyılarında bedava girilecek bir karışlık boş deniz kalmadığına bakarım da, denizin nasıl satın alındığına şaşarım.”

Feza Kürkçüoğlu / 1+1 Express (10 Ağustos 2019)

'Beşli Çete'den oluşan sis perdesi: Kuruluştan bu yana bitmeyen çete(ler) - CEMİL FUAT HENDEK / SOL-Özel)

 “Beşli çete” deyip durmayın! Beşli, elli beşli, beş yüz elli beşli çeteler hep vardılar. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana...


Çetelerin kısa tarihidir...

Cumhuriyet’in kuruluşunun hemen öncesinde, ülkenin kalkınması için izlenecek yolun temel çizgisi saptandı. Şubat 1923’de toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde, genç Cumhuriyet’in kapitalist yolda ilerlemesine karar verildi. Ülkenin gelişmesi için verilecek mücadelenin önemli bir basamağını da “Üç Siyah, Üç Beyaz Programı” oluşturdu. Bu amaçla, yerli üretimi korumak ve teşvik etmek için yasalar da çıkarıldı. Amaç, aslen uzun savaşlar, işgal ve onu daha da ağırlaştıran kıtlık yıllarında, deyim yerindeyse, aç, açık ve çıplak kalan halkın yaşam düzeyini yükseltmek için ülkede sanayileşmeye hız vermekti. “Üç siyah”la kastedilen, sanayinin temelinde yatacak olan demir-çelik, sanayi ve ulaşımda gerekli enerji yani kömür idi. Bu “siyah”ın uzantısı olarak, inşaat için gerekli çimento ve raylı ulaşımı da sayabiliriz. “Üç beyaz” ise halkı giydirmek için tekstil, yedirmek için un ve şeker idi.

Sermaye ve sermayedar oluşturma mücadelesi

Ne var ki, ülkede bir başka sorun daha vardı! Her ne kadar, İzmir İktisat Kongresi’nde ülkenin kapitalist yoldan gelişmesi kararı verilmişse de, bu yolda kurucu işlev görecek bir sermaye birikimi yoktu. Öyleyse, bu görevi devlet üstlenecekti. Nitekim, öngörülen sanayi kollarında un, şeker, dokuma, çimento fabrikaları ve bunlara bağlı işletmeler devlet eliyle kurulmaya başladı. Ülkeyi “demir ağlarla örmek” ve ağır sanayi doğrultusunda demir-çelik üretimi için ilk adımlar devletçe atıldı. (En başından başlayarak, genç Cumhuriyet’in bu çabalarına bir başka genç cumhuriyetin, Sovyetler’in ne denli büyük, çoğu tamamen karşılıksız katkıları olduğunu her seferinde anımsatmayı görev bilirim; para, teknik donanım ve bilgi birikimi yüksek, deneyimli uzmanlar göndererek...)

Ülkede zaten tarım ve hayvancılığın temelleri vardı. Toprak reformu bir türlü yapılamadı, yaptırılmadı. Ama tarım ve hayvancılığı geliştirmek üzere bazı önlemler alındı. Bir yanda üreticiyi desteklemek, öte yanda fiyatlar üzerinde aracıların spekülasyonuna engel olmak için tarım ürünlerinin satın alımını düzenleyecek işletmeler kurulması, siloların inşa edilmesi bu politikanın uzantısıdır: Çay, fındık, tütün, pamuk, afyon, şeker pancarı... (Aldanmayalım: Bunlar yapılırken, varolan büyük toprak sahiplerine dokunulmadığı gibi -özellikle Demokrat Parti döneminde- yeni toprak ağaları yaratmaya da öncelik verildi.)

Devlet eliyle başlatılan bu programın temel hedefi de üç aşamayla ifade edilebilirdi: “Kur, işler hale getir, özel sektöre devret!” Bu hedef, devletin önüne bir acil görev daha koyuyordu: Üçüncü aşamada her şeyin devredileceği bir “ulusal burjuvazi” yaratmak. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti devleti, sadece fabrika ve işletme kurmakla kalmadı! Kuruluşu izleyen on yıllar içinde, zanaat, ticaret ve bankacılıkta geçmişten gelen birikime sahip azınlıkların mal ve sermayelerinin el değiştirmesi için bir dizi yasal/yasadışı adımlar attı, saldırılar düzenledi. Ermeni Tehciri sırasında başlayan, kısmen Orta ve özellikle Doğu Anadolu’da devletin ve düzenli ordunun göz yumduğu el koyma ve talan, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren genç Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından azınlıklara karşı devam ettirildi. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından başlayan ve dönem dönem tekrarlanan “ulusal azınlıkların mübadelesi” sırasında başlayan bu süreçte, Varlık Vergisi’nden “6-7 Eylül Utancı”na, 1964’te Rumların bir kez daha korkutularak Yunanistan’a göç ettirilmesine dek uzayan, acılarla dolu bir tarih yazıldı. Peki, süreç o yıllarda bitti mi dersiniz?

Ulusal burjuvazi hayali

Biliriz: Hayatın gerçeklerine uymayan kararlar, kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Ulusal burjuvazi yaratma kararı da hayatın gerçeklerine uymuyordu. Çünkü kapitalizm çoktan emperyalizm aşamasına yükselmiş bulunuyordu. Kuruluşuyla birlikte sisteme entegre edilen ülkenin de, ister istemez, o sistemin bir parçası olmaktan kurtulması mümkün değildi. Dolayısıyla, devlet eliyle zengin edilen, kısmen Anadolu mütegallibesi, kısmen de toprak ağalığından gelme bir avuç tufeylinin, kitaplarda yazıldığı gibi “ulusal” olmalarının hiçbir maddi temeli yoktu. Bunlar palazlandıkları ölçüde bir yandan devletin olanaklarına, diğer yanda da emperyalist ilişkilerin kendilerine açacağı olanaklara göz diktiler.

Devlet olanakları peşkeş çekilerek, emperyalist odaklarla yapılan anlaşmalar çerçevesinde çıkarılan yasalar ve kararnamelerle sürekli üretilen büyük burjuvalar “milli” olmak bir yana, hızla sömürgecilik dönemindeki “komprador burjuvazi”nin(1) görevini üstlendiler.

Bu çevreler, emperyalist odaklarla ilişki kurma istek ve niyetlerini zaten Demokrat Parti iktidarından çok daha önceleri dillendirmeye ve bu doğrultuda çıkışlar yapmaya başlamışlardı. Bunların sadece bir kısmının CHP’den ayrılarak Demokrat Partiyi kurduğu, bir kısmının ise CHP’de kalmaya devam ettiği unutulmamalıdır. Ayrılanlar yeni partiyi kurarken parti programıyla niyetlerini dünya aleme ilan ettiler. İktidara geldikleri andan itibaren de hızla bu niyetlerini gerçekleştirmeye ve devlet politikasını da tümüyle bu çerçeveye oturtmaya başladılar.

Burada bir parantez açalım: Ya CHP ve orada kalanlar?

Hani şu kimilerin “Kurucu Parti” diye toz kondur(t)madıkları, sürekli Kemalistliğinden bahsettikleri, bugünkü gidişatını eleştirenlerden bazılarının ise “fabrika ayarlarına dönmesini” arzuladıkları CHP neydi? DP kadroları ayrıldıktan sonra geriye ne kalmıştı? Sınıfsal büyüteç altına alındığında, CHP’nin hiçbir zaman kuruluştaki ayarından şaşmadığı, en başındaki ayarında devam ettiği görülecektir. Hayal kurmayalım: Kuruluşunda CHP’nin içinde sadece emperyalizme karşı savaşan ve en azından Misak-ı Milli sınırları içindeki halkı Osmanlı’nın çürümüşlüğünden kurtarma çabası içinde olanlar mı vardı? Emperyalist Batı’nın hayranları, bir zamanların Amerikan mandacıları, Anadolu mütegallibesi, sakallı gericiler, Doğu’nun Tehcir sırasında Ermenilerin mallarına çökmüş, kadınlarını esir almış Kürt toprak ağaları, Ege’nin kovulacak Rumların mallarına ve ticaret alanlarına çökmek ve bir an önce modern burjuva olmak rüyası görenleri... Bütün bunlar hep birlikte CHP içinde değiller miydi? İzmir İktisat Kongresi’nde ülkeyi kapitalist yola sokan, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ilk destekçisi Sovyet hükümeti ile dostça ilişkileri torpillemeye kararlı, işçi ve emekçi düşmanları hep birlikte bu parti içinde değiller miydi? Celal Bayar, Adnan Menderes, ABD uşağı Demokrat Parti kurucusu kadrolar daha önce nerede çöreklenmişlerdi? Bunlar henüz Mustafa Kemal ölmeden önce gemi azıya almaya başlamışlardı. Sadece bir kısmı ayrılıp DP’ye gittiler. Örneğin CHP’de kalan Kasım Gülek neydi?(2) Ya Adana’nın ağaları Satırlar, Manisa’nın büyük toprak sahipleri... Saymakla bitmez. CHP’nin ”fabrika ayarı” oldum olası budur! Gerek daha en başından, iktidarda olduğu sıralarda, gerekse daha sonraları. Demokrat Parti’nin son kalan yurtsever kadroları tasviye ederek, oluşumuna nihai formatı verdiği sermaye düzeninin ve onun devletinin savunuculuğuna ortak olduklarını da unutmayalım. Uzun muhalefet yıllarında ne yaptığı malum değil mi? Parantezi kapadık.

Çeteler düzeninin “doğal” kabulü

Ülkemizin böylece yıllar içinde ekonomik, siyasî -dolayısıyla diplomatik ve askerî- alanlarda emperyalizme göbekten bağlı hale getirilmesi, tabii ki, ideolojik alanda hakimiyet olmaksızın gerçekleştirilemezdi. Bunun için siyasi arenada “merkez” denen, sözde denge unsuru olacak partilerden başlayarak, en sağda, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Görüş gibi ideolojik temelde birbirinden farksız partiler, örgütlenmeler peydahlandı. Cumhuriyet’in kuruluşu ertesinde birkaç çıkış yaptıktan sonra sindirilmiş ve toprak altına çekilmiş tarikatlara giderek daha çok göz yumulmaya başlandı. Bu yelpazede tabii ki, sol da “başıboş” bırakılamazdı. Sadece doğrudan ve idam cezasına uzayan yasaklarla değil!.. Sol içinde yer alacak kimi unsurlar da programın bir parçası oldu.

(Bu değinme sadece sola sızan ajan provokatörleri, sapkın akımları, liberal girdileri çağrıştırmasın. 1960’lı yıllardan itibaren işçi sınıfının ülke siyasetinde varlığını göstermeye başlamasıyla birlikte CHP’nin sosyal demokrasiyi keşfedivermesi de bu işgalin bir parçasıdır.)

Yaratılamayan ulusal burjuvazi

Ulusal burjuvazi mi? O nerede kaldı? Küçük esnaf, zenaatkâr, küçük işletme sahipleri, köşedeki bakkal Hasan Amca falan... Hani şu “küçük burjuvazi” sayılanlar. Bir de bunlara “orta direk” denen “amalgam”ı, memur, hizmetli, avukat, doktor, mimar, mühendis gibi serbest meslek erbabından olanları da katın... Bir avuç komünist, sosyalist devrimci ve aydın dışında bunların ezici çoğunluğu da hakim sınıfın ideolojisiyle bolca beslendiler. Zaten bunların emperyalizm aşamasında belirleyici bir rol elde etmeleri olanaklı değildir. Bu aşamada, kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu ülkelerde, işçi sınıfının siyasete ağırlığını koyamadığı her ortamda devlet politikasını ve hükümetlerin yönünü o ülkede hakim durumda bulunan bir çeşit “oligarşi” belirler. Türkiye’de de başka türlüsü olamazdı, olmadı. Bunlar da aynı siyasî hedeflere odaklanan, yani kapitalist üretim ilişkilerinin devamından yana yelpazenin orasına burasına, sözde “demokrasi nizamı”nda yer alan çeşitli parti ve akımlara dağıldılar ve sistemin taşıyıcı kolonlarını oluşturdular.

“Devletin malı deniz...

Yemeyen domuz!”muş. Halk arasında bilinen, sıkça tekrarlanan ve somut maddi temeli olan bu laf Osmanlı’dan kalma. Silahlı mücadele ve bir dizi devrimle kurulan Cumhuriyet’te de geçerliğini yitirmedi. İktidar sahipleri sürekli olarak devletin malını yemeye ve çevrelerindeki birilerine dağıtmaya devam ettiler.

Çocukluğumda ortalıkta dolaşan bir dedikodu vardı: İnönü’nün kardeşi onun konumundan yararlanarak işler çeviriyormuş. İnönü’ye şikâyet etmişler. O da “Yaa... Bizim birader de ticaretten anlıyormuş” demiş. Kimsenin kuşkusu olmasın: Her iktidar döneminde biraderler, akrabalar, oradan buradan türemiş asalaklar, devletin malından beslendiler.

Demokrat Parti ”her mahallede bir milyoner yaratacağız” sözü verirken neye güveniyordu dersiniz? Sadece bir örnek olsun: Amerikalı ağabeylerinin tavsiyeleriyle (siz “baskılarıyla” anlayın) ülkede ulaşımı raylardan karayollarına dönüştürür, dolayısıyla petrole bağımlı kılarken, verilen yol ihaleleri kimlere gidiyordu? 27 Mayıs sonrası Adalet Partisi kurulduğunda 27 Mayıs darbesinden kurtulan DP tufeylilerinin hemen tümü oraya üşüşüp, aynı yağma ortaklığını sürdürmedi mi?

Demirel’in uzun iktidar yıllarında hangi çeteler iktidarın olanaklarından yararlanarak devletin kasalarından beslendi? O’nun dönem(ler)ini sadece kardeşleri, yeğenleri, akraba ve yakınlarıyla, örneğin mobilya yolsuzluğu ya da batırılan Egebank, Bayındırbank, İnterbank’la kapatabilir miyiz dersiniz?

Ya ardından gelen Milliyetçi Cephe hükümetleri? Sadece siyasi amaçlarla devlet kadrolarını faşist ve dinci gerici suç ortaklarıyla doldurmakla mı yetindiler? O dönemde de kimler devletin olanaklarından beslendiler?

Devam edelim: Sanırım rekor ANAP’lı Mesut Yılmaz’da kaldı. “Kanuna ve genel ahlaka aykırı şekilde mal edinmek suretiyle görevini kötüye kullandığı” iddiasıyla açılan meclis soruşturması sonucu Yüce Divan’a sevki kararı alınmıştı. O dönemde hakkında tam 12 Araştırma Komisyonu kurulması söz konusuydu. Erken seçim kararı, Çiller ve DYP’li vekillerin verdiği red oyları sayesinde paçayı kurtardı.

Ya Çiller döneminde ayyuka çıkan yolsuzluklar? O paragraf da sadece Sayın Tansu Hanım’ın ve eşi Özer Beyefendi’nin İstanbul Bankası rezaletiyle, Örtülü Ödenek’ten son anda çekilen ve Meclise soru önergesi verilmesine neden olan beş milyar lirayla, Çiller ailesinin o dönemde tartışma konusu olan (hani şu Özer Beyefendi’nin “kayınvalidenin çıkınında bulduğunu” iddia ettiği) servetiyle mi sınırlıydı? O da Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı sayesinde malvarlığı beyanından kurtuldu. Kısacası o dönemdeki iki düzen partisi ANAP ve DYP birbirlerinin yolsuzluklarını akladılar.

Ecevit’e, hani şu en büyük başarısının komünizmi engellemek olduğuyla öğünen, CHP’nin kapısına “sosyal demokrat” tabelası asan lidere gelince... Yolsuzlukları örtbas etme çabaları Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i bile çileden çıkaracak boyutlara ulaşmıştı. Örneğin enerji alımı ihalelerindeki yolsuzluğu inceleyen komisyona ve savcıya (Beyaz Enerji Dosyası) engel olduğu için, Sezer kafasına Anayasa kitapçığı atmamış mıydı?

Kentlerde imara açılan alanlar, hortumlanan bankalar, “üç kuruşa” özelleştirilen işletmeler, yarı tehditle, yarı zorla bürokratlara verilen rüşvetlerle yaptırılan işler vd... Tabii bu arada parlamentoda reddedilen inceleme komisyonları, ya da üyelerinin bir türlü biraya gelmemesi nedeniyle çalışamayan komisyonlar... Her dönemde ne beş, ne elli beş... Devletin malı iktidarın merkezinden başlayarak dışarıya doğru oluşan halkalar içine üşüşen sayısı belirsiz asalak tarafından yağmalandı. Bu yağmada lokmanın büyüklüğünü yağmacıların hükümete yakınlığı belirledi. Devletin en alt kademelerinde yer alan küçük memurun aldığı rüşveti de bu çemberden sayabiliriz. “Benim memurum işini bilir” diyen Özal’ın aslen bizzat kendisinin organize ettiği büyük yağmadan küçük memura da böylece kırıntı dağıttığını unutmayalım. Bu yağmaların listesi ciltler dolusu kitap olur. Oldu da! Ama okuyana...

Yeni olan ne?

Yağmanın özünde değişen bir şey hiç olmadı. Her iktidar döneminde, bir kısım yağmacının değişmesi, birileri kalırken onlara yeni yetme başkalarının katılması “yeni” değildir. Yağmacıların beslendiği kaynakta da değişiklik yoktur. Sistemde sadece bazı özneler değişmekte, onlara yenileri eklenmekte, “deniz” de bu arada sürekli büyümekte, genişlemekteydi. Sistem “eskisinin tıpkısı” olarak kalmaktaydı. AKP iktidara gelene dek...

AKP ile sistem yine aynı kalmakla birlikte, çok önemli bir değişiklik vuku buldu. 1923 Cumhuriyeti’nin, - bir kısmı kağıt üzerinde kalmasına rağmen- “tüm yurttaşlar için eşit olarak geçerli” olduğu iddia edilen yasaları vardı. Bu yasalar çerçevesinde iyi kötü işleyen bir dizi kurum vardı. Danıştay, Sayıştay, Anayasa Mahkemesi vd... Adalet mekanizmasının da bağımsız olduğu varsayılır, orada görev alan hakim, savcı, mübaşir, her kim varsa en azından görüntüyü muhafaza etmeye dikkat ederdi. Tabii en başta da “milletin vekilleri” olduğu düşünülen birilerinin toplandığı yasama organı, parlamento... Bunların varlığıyla, büyük yağma biraz gizli kapaklı yürütülüyor, biraz “kitabına uyduruluyor”, çevrilen işler sınırı aşıp da kamunun dikkatini çekerse, mahkemeye, meclis araştırma komisyonlarına, dahası Yüce Divan’a konu olabiliyordu. Kısacası, herkes (biraz) ayağını denk almak zorundaydı. AKP iktidara gelene dek...

AKP’nin yelkenini dolduran rüzgar

AKP’nin iktidara gelişi, Sovyetler Birliği ve Dünya Sosyalist Sistemi’nin yıkılışı ardından oluştuğu söylenen “tek kutuplu dünya”ya denk düştü. Yaratılan liberal fırtına, sermaye dolaşımının ve uluslararası ticaretin önünde kalmış tek tük engelleri de tamamen yıktı. Halkı baskı altında tutma görevi dışındaki rollerin tümünü devletin elinden alma politikası yürürlüğe kondu. Bunlar ve sivri ucu emekçi halklara dokunan bir dizi önlem “globalleştirildi”, dünya çapında sisteme bağlı tüm ülkelere dayatıldı. Öyle bir dönemdi bu!

ABD emperyalistlerinin atadığı danışmanların önerdiği stratejik, taktik doğrultuda kurulduğu artık herkesçe bilinen AKP, arkasına işte bu fırtınanın rüzgarlarını alarak pupa yelken yola koyuldu. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve bir dizi kurucusunun ABD’nin çeşitli odaklarıyla yaptığı açık-gizli, yazılı-sözlü anlaşmalara Avrupa Birliği’nin dayatmaları da eklendi. Devletin (halkın) malı olan dev fabrikalar ve işletmeler, zaten çoktan halka “zarar ettikleri” yalanı yutturularak özelleştirilmeye başlamıştı. Bu yalana “özel sektör tarafından daha ucuza maledileceği” yalanı da eklendi. Önceleri “devir-teslim işlemleri” kitabına uydurulmaya çalışılıyordu. AKP bütün bunlara son verdi. 1923 Cumhuriyeti’nden kalan ne varsa yerle bir etti. Kurumlarını ya yok etti, ya da tamamen işlevsiz hale getirdi. (Parlamentoyu da bunlar arasında sayalım.) Artık devletin -aslen halkın- malı olan deniz “babalar gibi” satılır, ona buna peşkeş çekilir hale geldi. Bir şey daha var: Bu hortumlama, pazarlama, üstüne konma işinde “yerli”-yabancı ayırımı da hepten gözetilmez oldu. Doğrudan ülkenin güvenliğini (ve bekâsını) ilgilendiren alanlar bile parayı bastıran herkese akıtılmaya başladı. Enerji, telekomünikasyon, limanlar, tank fabrikasına dek... AKP döneminde bütün bunlar da yetmedi,. Ülke uyuşturucu ve karapara aklama merkezine dönüştü.

AKP dediysek... Onun “hükümet değil, devlet iktidarı”na, pervasız “ekonomi politikası”na nereden geldik dersiniz? Özellikle 1938’den itibaren ayrımsız bütün hükümetlerin ekonomi politikasına son ve önemli bir dokunuş daha oldu: Sosyal demokratımız Bület Ecevit hükümetinde, 2001 tarihinde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı yapılan ve aslen “emperyalizmin casusu işlevi” gören Kemal Derviş’in açtığı “ekonomi patikası”nı izleyerek bugünlere gelindiğini arada not etmek gerekiyor.

“Beşli çete” ve diğer sis perdeleri

Düzenin savunuculuğuna soyunmuş ve “biz daha iyi yaparız” iddiasındaki muhalefetten ısrarla yükselen “beşli çete” şikâyetinin ne işlevi var ki? “Saray rejimi”nden, “Cumhurbaşkanlığı sistemi”, ya da “tek adam rejimi”ne mırıldanmalar... Sürekli bunları hedef gösterirken “anlamıyorlar”, ''bilmiyorlar”, “yönetemiyorlar” iddiaları... Bunların tümü, sistemi görünmez kılacak bir sis perdesi çekme çabasından ibarettir. Halbuki pek güzel yönettiler. Cumhuriyet’in yıkılışını yönettiler. Ülkenin yağmalanmasını yönettiler. Eskiden kalan “çeteler”in (TUSIAD’da birikmişlerin başında yer alan -hani şu aynı yollardan geçerek bugünlere gelen ve varlıklarına herkesin alıştırıldığı Koç’lar, Sabancı’lar ve benzerlerinin) kasalarını daha da doldururken, yeni çeteler yaratmayı yönettiler. İşçi sınıfını baskılamayı, haklarını budamayı yönettiler. Halkı Cumhuriyet tarihinde ilk kez açlıkla karşı karşıya bırakacak kadar soymayı yönettiler. Ortaya dökülen fotoğraflardan, siyaset-mafya ilişkilerinin de sıkılaştığı ve bir biçimde yönetildiği anlaşılıyor. Ülke artık açıkça karapara aklama ve uyuşturucu ticaretini gözlemleyen uluslararası radarların listelerine de girmiş bulunuyor.

Deniz tükenmez, tükenecek olan belli

Devletin malı gerçekten deniz. Kolay kolay tükenmiyor. Aksine, bu deniz sürekli olarak ona akan nehirlerle... Fabrikada, madende, tarlada, masa başında alın teri, el emeği, göz nuruyla üretilen değerlerle besleniyor. Sürekli yağmalanan, çetelere peşkeş çekilen bu “deniz”, aslına bakılırsa, emekçi halkın malı. Halk bitmedikçe malı da bitmiyor, tükenmiyor, tükenmeyecek.

Çetelere gelince... Yağmaladıkları halk, milyonlarca işçi ve emekçi birgün (hep birlikte ve örgütlü olarak) “ağır ellerini toprağa basıp, doğruldukları zaman”... İşte o zaman... Ne beşi, ne elli beşi, ne beş yüz elli beşi... Tüm çeteler tükenecek.

CEMİL FUAT HENDEK / SOL-Özel)

(1) Komprador: Güney Amerika ülkelerinde, yabancılarla her türlü ilişkisi yasaklanmış olan halk ile sömürgeci ülke ortaklıkları arasında ticari işlerde aracılık yapan, yerli halktan kimse.

(2 )Kasım Gülek. Türkiye siyasi hayatına girişi... 50'li yılların CHP'sine damgasını vuran tarzı... İnönü'nün adayı Nihat Erim'e rağmen Genel Sekreterliği kazandığı 8. Kurultay'dan bu görevinden istifasına kadar olan (1950-1959) dokuz yıllık sürede yaptıkları... Ölümüne dek, tıpkı yakın dostu Osman Bölükbaşı gibi, her zaman konuşulan, tartışılan kişiliği ve ilişkileriyle bir fenomen olduğu söylenir. Kasım Gülek, Fethullah Gülen’le de dosttu. Gülek’in cenaze namazını Gülen kıldırmıştı. Kasım Gülek, CHP'den istifasına (1967) neden olarak, 18. Kurultaydaki “İleri Türkiye Ülkümüz” bildirisiyle partinin resmi görüşü olarak benimsenen ''Ortanın Solu'' politikasını göstermiş ve “İsmet Paşa'yı Roosevelt bile 'ortanın solu bir tutum takınacağız' dedi, diye kandırdılar” demişti. Gülek, Roosevelt'in “ortanın solu” değil, “ortanın biraz solu” dediğini de belirtmeden geçemiyordu!

https://haber.sol.org.tr/yazarlar/mehmet-yavuzkan/ortanin-solu-kimin-solu-ve-simdi-nereye-40899

Öne Çıkan Yayın

"İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor" + İki manşet ve pis bir iş - EVRENSEL-

" İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor"-Yücel Özdemir- İsrail’in Ortadoğu’da yaptıklarını en iyi Almanya Başbakanı Friedrich Merz’...